.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

25 Ara 2016

ben bir tesadüfüm?



hepsi birbirine benziyor. her biri ötekilerin yaptığını yapıyor.

Sahi nerdesin? Sayın anlayacak olan..

24 Ara 2016

Oğlum Hidayet



Biz burada iyiyiz, oğlum Hidayet. Hüsamettin Bey, Hikmet kulunuz, Nurhayat anneniz, iki adet çocuk, Naciye Teyzenin ve Asuman'm evinden gelerek en büyük halıda ziı izler bıraKan sümüklüböcekler Inasıl oluyor albayım?), berber taklidi çantasıyla baba taklidi yapan Hamit Beyin hayali, gıcırtılı merdivenlerimiz, biraz kuruyunca kamyon lastikleri tarafından tırtıklı süslerle donatılan derin çamurumuz ve bugün elimizde olmayan nedenlerle son tarafını tayinden aciz olduğumuz hayatımız yani bindokuz-yüzbilmemkaç yılından beri gerçek başlangıcını çeşitli bahanelerle gecekondusal yaşantımıza kadar ertelediğimiz, müddei ömrümüz, hep birlikte bu mektubun satırları arasından sana sıkıntılı selamlar ve durgun saygılar sunarız.

«Bir sıkıntısı, bir istediği varmıymış, bana yazıversin.»

Oğlum Hidayet. Biz burada gerçek, hayal ve anılarla birlikte gayet sıkışık bir vaziyetlerde bulunuyoruz. Üst. katta Hüsamettin Bey albayım, alt katta bildiğin gibi Nurhayat valideniz... bu satırların naçiz muharriri bendeniz de her zamanki gibi gene ortada kalmaktayım. Dul anneninizin kaderi, her zaman onun en aşağılarda olmasını gerektirdiği için, kendi konumlarını bu nedenle önemsemeyerek sizin sıkıntılarınızla meşgul oluyorlar. Yoksa aslında hepimiz başkalarına daha iyi yerler açabilmek için katlanmış bir konumda bulunuyoruz. Hâlihazırda, şahsen durumumu arzedebileceğim bir makamın tedarikinin imkânsız olmasına binaen, bir taşla iki kuş vurmamıza, bir mektupta iki kalbi birden çarptırmamıza müsaadelerinizi rica. ederiz. Saygılarımızla. Bu arada annenizin bir arzulan var: Bir ihtiyacınız olup olmadığını soruyorlar. Kendileri karşımda. Bana yazdırıyorlar. Birlikte oynuyoruz. Bu arada, anılarımla da oynamama izin verir misiniz albayım? Oyunlar yazmayacak mıydık albayım? Aklıma takılan anılardan kurtulmama yardım etmeyecek miydiniz? İşte Nurhayat Hanımla başbaşa bulunuyoruz. Hiç unutmam albayım, bir gün, ihtiyar mütercim Rüstem Beyi de, size daha önce sözünü etmiş olduğum kahvede, kâtibesi ve belki de sevgilisi hanımefendiyle karşılıklı otururken görmüştüm. Onlar (birlikte kahvelerini içerler. Bir gün önce kaldıklaler. Kadının elindeki kalem, gözlerinin önünden kayıp giden satırları tek çizgili deftere yavaşça işler.)

RÜSTEM BEY:... Atölyenin duvarları, en nadide tablolarla, Floransa'nm ölümsüz ustalarının fırçalarından çıkmış şaheserlerle lebalep doluydu. (Başını kaldırır.) Yazıyor musun?
KÂTİBE: Evet hayatım. RÜSTEM BEY: Ne diyorduk?
KÂTİBE: (İçinden): Beni denemeden edemez. Kimseye güveni yoktur. (Yüksek sesle)
Duvarlar Floransa fırça, diyorduk.
RÜSTEM BEY: Atölye, müstakil biçimde, ortası renkli yeşil camlardan yapılmış bir fıskiye ile... KÂTİBE: Ah ne güzel!
RÜSTEM BEY:... aydınlanmış; kenarlarına paletler, boya tüpleri gelişigüzel serpiştirilmişti.
Pintorello de la Luna bugün...
KÂTİBE: Kızı bekliyordu, değil mi? RÜSTEM BEY: (Biraz sabırsız): Evet evet. De de la Luna heyecanlıydı. İpek kadifeden mor kıravatmı ki Gian-maria'nm hediye etmiş olduğu incili iğne bunun üzerinde parlıyordu, bir türlü bağlayamıyordu. Salonun kuzeye bakan sol alt köşesinde, Pintorello'nun sevgili kedisi ki uzun ve yumuşak tüylerle örtülü başının ortasından ona muhabbet ve endişeyle bakan gözleri ki bunlardan, yani gözlerden biri yeşil, diğeri...
KÂTİBE: Ah: Van kedisi, ne güzel!
RÜSTEM BEY (Biraz kızarak): Evet! ...diğeri kırmızıydı, mırnav dedi. (Durur.) Yoksa miyav mı deseydik Hayır. Ancak sokak kedileri miyav der. Pintorello da la la Luna tuvalinin biraz ötesine, mahun ağacından imal edilmiş aslan kuyruğu şeklindeki kabartmalarla yan tarafları süslenmiş masanın... (Düşünür.) masa demek istemiyor tabii. Nasıl desek? Bizde karşılığı yok. Küçük masa gibi bir şey demek istiyor, ama bir kelimeyle anlatılmıyor ki bizim lisanda.
Ne yazık!
RÜSTEM BEY (Sinirlenerek): Olmaz, anlamazlar. (Kitaba eğilir.) Üstünde kristal içki şişeleri ki içlerinde kırmızı, mavi ve erguvan renkte muhtelif içkiler vardı, bulunuyordu.
KÂTİBE: Anlamadım canım; hem vardı hem de bulunuyordu mu dedin?
RÜSTEM BEY (Yüzünü buruşturarak): Canım efendim, 'vardı' içkiler için; 'bulunuyordu' da şişeler için. Devam edelim. Kesme camın üstünde, atölyenin doğusundaki büyük pencereden girerek salonun ortasından akseden ışık huzmelerinin...
KÂTİBE: Ah! fıskiyeden, değil mi?
RÜSTEM BEY (Başını kaldırmadan): Evet!... oynaştığı müşahede ediliyordu. Gianmaria da nerede kalmıştı? Pintorello de de de, la Lupa...
KÂTİBE: 'Luna' olacak, hayatım.
RÜSTEM BEY (Bozulur): 'Luna' demedim mi?
KÂTİBE (Kesinlikle): Hayır, 'Lupa' dedin.
RÜSTEM BEY (Gözlüklerinin üstünden bakarak): Yaa... sabırsızlanıyor, sinirli parmaklarıyla mor kıra vatının kıvrımlarını çekiştiriyordu. Ah!
KÂTİBE (Telaşla): Ne oldu?
RÜSTEM BEY (Heyecanla): İğne eline battı.
KÂTİBE: Ne yazık! Heyecandan, değil mi?
RÜSTEM BEY ( İlgisiz): Evet, heyecandan. (İçinden) Domuz kadın! 'Lupa'yı duymasaydm olmaz mıydı? (Kadına dönerek.) Yazalım: Mor fonun üstünde kırmızı bir damla belirdi.
KÂTİBE (Coşarak): Parmağından!

«Sobayı kurduk, merak etmesin,» sözlerini duyabildi nedense. Son anda yetişirim; dinlemediğimi anlamazlar. Tamam, Nurhayat Hanım; hemen yazıyoruz: Sobayı da kurduk, Gianmaria'yı da çağırdık, adamın eli kanıyor, aşk zehirlenmesiymiş, parmağını emiyor. Ah bu kadınlar! Dul kadınlar! Sevgi kadınları. Bana da işkence ediyorlardı Rüsler. Dayanamadım. Alçak kadın! Sözüm ona, Rüstem Beyi seviyordun; nasıl da duydun«Lupa»yı. Ha - ha.

RÜSTEM BEY: Van kedisi, pençelerini Türk halısına geçirdi.
Beni de karım bırakıp gitti Rüstem Bey. Manevi bakımdan, demek istiyorum albayım. Bütün kadınlar dul kaldı oğlum Hidayet: Naciye Teyze, Asuman (evlenmediği halde), Sevgi...
Merak etme oğlum Hidayet: Soba gürül gürül yanıyor. Sobanın yan açık duran kapağından görünen alevler ve,
RÜSTEM BEY: Fıskiyeden akseden ışık oyunları Pin-torello'nun yanaklarını kızıla
boyuyordu. Pintorello, diz kapağından bir karış yukarıda kalan uzun kollu... (Düşünür.) Nasıl desek? bir...
KÂTİBE: «Ropdöşambr» diyemezsin hayatım.
Benim de sözlerimi ağzıma tıkardı karım, Rüstem Bey-ciğim.
RÜSTEM BEY: Ressamımız, hazırlıklarını son bir defa gözden geçirdi.

«Bir resmini yollasın,» dedi dul kadın. «Zayıflamamış-tır inşallah.» Şişman resmini göndersin. Çavuş, teğmen... hep bir arada. Oyundan önce çektirmişler. Çavuş, general rolünde; Hidayet, asker rolünde. Muazzam mutlu rollerde. Rüstem Bey, mütercim rollerde; karşısındaki kadın, hayran rollerde (yalan.)

Tehlikelı Oyunlar / Oğuz Atay


O - Hakkari'de bir mevsim



A /Hak. kenti.

Hak. kentim
çileli gözlerin
cüzzamlı derin
ve-kar ile devam eder adın.
İrtifa binaltıyüz metre.
Nüfus onbin
yarısı asker.
Ne yolun var, ne suyunyarlar
arasından akan ve yaza doğru dağlardan eriyen karlarla
birlikte taşan Zap 'ını saymazsak.
Adın gibi garip bir kentsin Hak.
Sende yaşayanlar
ne Tanrılar, ne insanlar
hiçbir iz bırakmamış gibidirler.
Ola ki Tanrılar hiçbir zaman uğramadılar semtine
ama insanlar
yüzyıllar boyu gelip sende yerleşenler, kaçanlar, korkanlar,
yalçın kayalarında bir korunak bulup, çoraklığına, dayanılmaz
iklimine karşın sende karar kılanlar, seni barınak bilenler, sende
yerleşenler niçin bir iz bırakmadılar arkalarında
o kaçan, durmadan kaçan halklar
kovalanan ve kovalayanlar?

Kalka, karabasanlarında gördü belki seni, ama adlandırmadı.
(Ya da hiç girmedin onun düşlerine.)
Bilseydi, senin gibi bir yer var yeryüzünde
en korku,nç kitabının konusu sen olurdun.
Tolstoy bilseydi seni
soyluluğundan bin beter utanırdı.
Ve kimbilir belki yazarlığından
şimdi benim utandığım gibi
Avvakum bilseydi yakınında senin gibi bir kent olduğunu,
Kafkasları aşıp çile çekmeye sana gelir,
senin mağaralarında yaşardı.
Dostoyevski sürülseydi sana
Yer Üstünden Notlar'ı yazardı
ya da Suç ve Suç 'u .

Kentim Hak.
umudunla umutsuzluğun
güneşinle karın
uykunla uykusuzluğun
insanlarınla hayvanların
kurtlarınla köpeklerin
bil ki
bir inilti gibi sürüyor daha bende.
Her kim ki seni gerçekten yaşamıştır
bu inilti sürüp gider yaşamında, düşünde.

Örneğin:
Senden ayrıldıktan sonra
sana hiç benzemeyen
gerçek kentlere gittim.
Uygarlığın büyük kentlerine.
O kentlerde de insanlarla konuştum
yabancı, ama bildiğim dillerden.
(Sen benden, ben senden olduğum halde, garip, yüzyıllar boyu
hiç öğrenememişiz birbirimizin dilini.)

Ama her sözcüğümde, senin kokun, senin soluğun, senin yokluğun,
senin yoksulluğun ve senin ölümlerinle doğumun vardı.
Asfalt yollarda saatte yüzyirmi kilometre hızla ilerleyen renk
renk, biçim biçim otomobiller akıyordu.
Ama ben baktığımda koyunları görüyordum, dağlardan, otlaklara inen.
Ve genzimi yakan koku benzin değil, koyunların kokusuydu.
İnce, uzun, sarışın kadınlarla sevişiyordum, rahat sıcak otel odalarında.
Ama her sevişmede, sende konakladığım günlerin, gecelerin yatakları,
o yataklarda yaşanan yalnızlığın kara düşleri çıkageliyordu.
Senin yüksekliklerinden deniz kıyılarına indim.
Denizde, dağların, sarp kayaların, toprak evlerin, derin mağaraların yansıyordu.
Denizin çakılları, dağ kekiği, yaban nanesi kokuyordu.
Kentleri kentlere götüren, geniş, asfalt ya da beton yollarda arabamı sürerken
senin kısraklarından birinin üstünde dolu dizgin ilerleyen bir atlıydım,
yüreğim, tipili bir günde bir dağını, bir tepeni tırmandığım andaki gibi acıyordu.
Soluk soluğaydım.
Ve sıcak günlerde soğuk terliyordum.
Sende, gurbette duymuştum kendimi, kentim Hak.
Senden uzakta yaşadım gerçek gurbeti.
Bu satırları gene bir deniz kıyısından yazıyorum sana.
Az önce kızgın çakılların üstüne uzanmış, uzaktan geçen bir yelkenliye bakıyordum.
Sonra karnım acıktı, kıyıda bir aşevine gittim, bir balık istedim,
bir kadeh de rakı.
Rakı rakı değildi,

önüme konan balıksa
inanır mısın, senin otlu peynirinin tadında.
Aylardan Temmuz
gene erken kalkıyorum sabahları.
Gene ilk işim, penceremi açıp gökyüzüne bakmak.
Gene sessizliği yaşıyorum
-senin sessizliğini, kendi sessizliğimi-.
Bakıyorum, güneş uçsuz bucaksız karların üstünde yansıyor.
Hiçbir iz yok, hiçbir iz yok, hiçbir iz -kurtlar inmemiş bu gece, köpekleri salmamışlar.
Sonra, birden (ne oluyorsa, yaşamımı degiştiren ne oluyorsa,
ne olduysa, hep birden oluyor) bir atlı, karlara bata çıka ilerliyor;

bana mı geliyor, benden mi uzaklaşıyor, belli değil.
Sonra öyle bir yaklaşıyor, öyle bir yaklaşıyor ki
bakıyorum pupa yelken bir tekne bu.
İşte o zaman geçmişimi ve sende geçirdiğim günleri ansıyıp, oturuyorum masamın başına
bir insanın başından geçenleri anlatmak için başka insanlara.

B I Kazadan Sonra

Ey okuyucu
eğer yaşantın boyu, bir gün olsun
bir teknenin kaptanı olmadınsa
-ya da böylesi bir duyguya kapılmadın, böyle bir düş
görmedinseteknen,
bir gün ya da bir gece, yolunu şaşırmış,
bilmediğin sularda yol alırken
haritalarda görülmeyen kayalara çarpıp batmadıysa
ve kendini tek başına
- Tayfalar nerde? Dümencim n'oldu?-
bir kumsalda da değil, denizden kilometrelerce uzakta, üstelik
bir dağ başında (Rakım: 2. 100) bulmadınsa
ya da benzeri bir korkulu düşü,
gözün açık ya da kapalı görmedinse
bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin.
Çünkü anlamak bir ortak dil gerektirir.
Ortak dil ise,
ortak yaşam I ortak bilgi I ortak birikim I ortak düş
kimi yerde, ortak düşüş demektir.
Ortak değilse bile, yakın I benzer I gibi.
Ama diyebilirsin ki, Bana yabancı olanı arıyorum ben.
Öyleyse yolun açık olsun.
Ama gene de,
bu kitabı okurken elinin altında, büyük gezginlerin sözlükleri,
andaçları bulunsun, derim.

Burada yazılanlar, insancıl bir deneyin damıtılmış parçaları.
Ola ki, bir gün, yolunu şaşırmış ya da yolunu yitirmiş bir başka gezginin işine yarar.
Benim teknem , nerde, ne zaman battı, ansımıyorum.
Kendimi bulduğum yer, sonradan bir Turizm Rehberi'nde okuduğum
 ve şu sözcüklerle anlatılan yere çok benziyordu:

"Doğusunda İran, Güneyinde Irak devletleri sınırıyla, Kuzeyinde Van ve Batısında Siirt vilayeti toprakları bulunan Hakkari vilayeti, Doğu Anadolu 'nun Güneydoğusunda, köşede yer alan çok engebeli bir bölgemizdir. Vilayette bugün şehir gö­ rünüşünde hiçbir topluluk yoktur. Vilayet merkezi olan Çö­lemerik kasabası dahi küçük bir kasabadır. Bu bölgenin tarihi de kesin olarak bilinmiyor. Çünkü bölge yüzyıllar boyunca dış çevre ile kapalı yaşamış, buraya milletler kolay kolay girerek yerleşememişlerdir. Hakkari dolayları yurdumuzun en engebeli, aşılmaz dağlarla çevrili, yolsuz, ıssız bir köşesidir.

Her yanını kuşatan dağların yükseklikleri 4000 metreye yaklaşır. Burada vadiler de uçurumlar halindedir. Kasaba ve köylere motorlu taşıtlar yaz aylarında dahi işlemez. Dağlarda toktağan (hiç erimeyen karlar) hatta küçük buzul kitleleri bulunmaktadır. Dört bin metreye kadar yükselen dağlara çok kar düşer. Yağmur çok yağar. Sular bu engebeli bölgede derin ve korkunç vadiler açar. Bilhassa vilayetin merkezi olan Çölemerik kasabası, yanından geçen Zap Suyu 'ndan 1040 metre kadar yüksektedir. ' '

Gerçekten "düştüğüm" yer burası mıydı? Bilmiyorum. Ama benzerlikler, yazıda gördüğüm kadarıyla, geçerliklerini hala sürdürüyorlar belleğimde. Zaman (coğrafyayı da, tarihi de, toplumu da, bireyleri de içine alan o geniş zaman) kendini dağ başında bulan herkese bir şeyler öğretebilir.

Bana, eski bir denizciyi de öğretti. Kendimi bir gün aralarında bulduğum insanların, konuştuğum
dili hemen hemen hiç anlamadıklarını gördüğümde, onlara dilimi öğretmek yerine (çünkü böyle yapsaydım çok bekleyecektim ''e bunun ne anlamı vardı, ne de gereği) onların dilini öğrenmeyi, onların dilinden konuşmayı denedim. Geçmişteki tüm büyük gezginler aynı yolu izlememişler midir?

Ama, hem içinde bulunduğum koşullar, hem izlediğim yol, hem de (belki) \'armak istediğim yer değişik olduğu için, ben daha sonra başka bir yöntem izledim. Günün birinde benzeri (ya da benzemezi) bir durumda kalırsan, kuşkusuz sen de başka bir yöntem izleyeceksin sevgili okurum.
Kendi yöntemini. Çünkü her kişinin bir başka yolu, bir başka yöntemi olmak gerektir.

Denizde de, karada da hep buna inandım. Ve öyle yaşadım.
Benim burda sana sunduğum harita ve pusula binlercesinden, yüzbinlercesinden biri.


1 / YABANCILAR ARASINDA BİR YABANCI 

Söyledim değil mi, teknem kayalara çarpıp battı.
Ve kendimi burada buldum.
Söyledim değil mi, kızgın kumların üstünde değil, deniz kıyı­
sında değil, başı bulutlarda bir yerlerdeydi bu kayalar.
Kendime geldiğimde, çevremdeki insanlara denizi ve tayfaları sordum.
Hiçbir şey anlamadılar.
Karların üstüne, (çünkü karla kaplı kayaların üstünde bulmuş­
tum kendimi) bir çubukla denizin dalgalarını çizdim.
Bir de gemi.
Bilmediler.
Deniz nasıl anlatılır?
Çevremdekiler, yaşamları boyu görmemişlerdi denizi .
(Bunu sonradan öğrendim.)
Denizden değilse, nerden geliyordum?
Hangi tufan atmıştı beni buraya?
Bilmiyorum.
Gerçekte bir gemim olduğunu
kaptan, çarkçı, muço ya da o geminin bir yolcusu olup olmadığımı giderek sözünü ettiğim kazanın gerçekten mi, yoksa düşümde mi başıma geldiğini de bilmiyordum.
Ansımıyordum..

10 Ara 2016

ben sadece dudak tiryakisiyim hepsi bu


zaman hiçbir şeyi düzeltmez, sadece üzerini örter. sakladığın acılar, bir gün mutlaka ortaya çıkar... herkes zamanı geri alabilmek ister. kimi eski güzel günleri tekrar yaşayabilmek için... kimi yaptığı yanlışları düzeltebilmek için... kimiyse sadece yaşadığını hissedebilmek için ister bunu. gelecekten korkanlarsa, zamanı durdurmak ister. her şey o kadar iyidir ki bunun bozulmaması için çaba gösterirler.

ama kimse şu anın değerini bilenler kadar mutlu değildir. geçmiş de gelecek de onlarladır... bazılarıysa zamanın ta kendisi gibidir.


ve her insan, zamanın dünya üzerinde bıraktığı birer yara izidir.


      

Haklıyım balık gibi Tutulmuş daha yeni

5 Ara 2016

çünkü benim çok yükseğimdeydi tanrı.



Bazen deliliğim başlıyor. Uzağa, çok uzağa, kendimi unutacağım bir yere gitmek, unutulmak, kaybolmak, yok olmak istiyorum. Kendimden kaçıp, çok uzaklara, mesela Sibirya'ya gitmek, ahşap evlerde, çam ağaçlarının altında, gri gök, ve karın, lapa lapa yağan karın, altında, gidip kendi hayatıma yeniden başlamak istiyorum. Ya da mesela Hindistan'a gitmek, parlak güneşin altında, göğe başlarını uzatmış ormanların altında, acayip insanlar arasında, kimsenin beni tanımadığı, kimsenin dilimi bilmediği, her şeyi kendimde hissedeceğim bir yere gitmek istiyorum. Aşktan, şevkten, her şeyden kenara çekildim..


Sâdık Hidâyet / Diri gömülen


        

Yazar burada benden bahsediyor..

Normallik ölümdür.

 

kimseyi yargılamak konusunda acele etmek istemem; ama düşündüğümü de her zaman söylerim. Hammock - The Silence

yargısı önceden verilmiş bir düşünce demek, aklın desteğinden yoksun bir otorite kurmak demektir.God Is an Astronaut - Forever Lost

bir insanla olsun tanışırken, kısa bir süre için, kendini korumasını öğren.kişiliği korumak için, bazen yaşamamak gerekiyor. Over The Ocean - I Will Be Silent

ben bir tesadüfüm, yani her insan gibi bir insanım.Blueneck - Mutatis

bir yerde okumuştum, her basamak dört saniye hayat uzatıyormuş. asansöre binerek intihar mı etseydim?  Maybeshewill - He Films the Clouds

bana yalan söylediler albayım. gerçekler bile bana yalan söylediler.Evgeny Grinko - Valse

ulaşılması ve vazgeçilmesi en zor nimetin sükûnet olduğunu anladım galiba. Midlake - Core Of Nature
  
tanrım, insan ne zaman özgürdür ? yaşıyorken mi yoksa ölüyorken mi ? Caspian - Sycamore

söylemekten vazgeçtiğim şeyler, söyleyebildiklerimden daha fazla. çünkü insanları üzmek istemiyorum.. Sigur Rós - Sæglópur

önemsemeyi unutup çöpe attığın hayatın var ya, ben aldım onu işte. Lilium - sleep inside

aklın fazlası cehennem. Jamie N Commons - Lead Me Home

güneşte kurumaya bıraktığımız ıslak kelimelerle yazılan cümlemin sonuna geldik.. Cem Adrian & Hayko Cepkin - Kelebek 

  

2 Ara 2016

Tutunamayanların romanı biter mi?


Orada öylece kaldım. Benim durumum da bir bakıma acıklı. Bütünüyle unutulmaya kimsenin gücü yetmiyor. Bir duvarda iki satır yazı, bir albümde soluk bir resim, bir Selim’in ölümü bana hepsinden acı geliyor. Bir de, bütünüyle unutulmak gibi acıklı bir oyuna kimsenin yüreği dayanamıyor. Selim’e bile unutulmak ölümden acı geliyor. Selim’in ölümü bana hepsinden acı geliyor. Bir de, bütün bunları, Selim öldükten sonra düşünmek acı geliyor. Sonumu düşünmüyorum: baş tarafım acı geliyor. Değiştirememek acı geliyor. Selim’e, ben de varım Selim, ben de varım, diyememek acı geliyor. Beni de al Selim; ölümden, unutulmaktan öteye götür. Birlikte tutunamayalım. Ölmekle bana haksızlık ettin, birçok insana haksızlık ettin. Bütün bunları diyememek acı geliyor. Sonra, kendi kendime konuşuyorum: Kışlık sarayımda, Olric’le konuşuyorum. İkimiz de üşümeye başladık. Sıcak ülkelerden kaçtık; soğuk ülkelerde üşüyoruz. Durmadan dudaklarımı oynattığım için, beni garip bakışlarla süzüyorlar. Beni neşelendir Olric, diyorum. Olric’se, deliler gemisinden söz ediyor bana. Onun da kararlılığı kalmadı. Garip hikâyeler anlatıyor. Dediğine göre, geçen gün kaldırımda yattığını gördüğümüz adam saralı değilmiş: Hazreti İsa’ymış. Bizi denemek için, öyle boylu boyunca yatıyormuş. Yumruklarını yalandan sıkmış; gözlerini, bizi aldatmak için yummuş. Ben bütün bunlarla başa çıkamam Olric, diyorum. İnsan her gün yüzlerce olayla karşılaşıyor. Bu sözlerim Olric’i neşelendiriyor. Demek sayıları gittikçe artıyor, diyerek gülmeye başlıyor. Sonunda kimse başa çıkamayacak. Her zengine bir İsa düşecek diye söylenip duruyor. 719 Ben daha onun kadar, akıl yolundan uzaklaşmadım. Peki Olric, diyorum: gemileri kim yürütecek, ekmeği kim pişirecek? Mazur görmek gerekiyor onu: Olric iyi yetişmedi, toplumsal kültür almadı. Bütün vaktini beni izlemekle geçirdi. Şimdi beni, eskisi gibi beğenmiyor. Sözlerinizi ve davranış- larınızı mantıki sonuçlarına götürüyorum, diyor. Bir yandan da pekâlâ, gerçeklere işine geldiği zaman sırtını çeviriyor. Kaldırımda yatan adam masalını onun uydurduğunu sanıyorum. Yoldan geçen insanları, eski tanıdıklarıma benzetiyor. Kendimi nereye atacağımı bilmiyorum. Her zaman böyle değiliz. İlerisi için planlar kuruyoruz. Tutunamayanlar ansiklopedisine yeni bölümler yazmayı düşünüyoruz. Benim de girmem ihtimali kuvvetle belirdi. Olric öyle söylüyor. Ben de kendime göre hazırlıklar yapı- yorum. Olric’in temasları bitince yeniden müracaat edeceğim. Elimde kuvvetli deliller var bu sefer. Bu sefer öyle kolay atlatamazlar. Olric bana cesaret veriyor. Bir celsede bitiririz bu sefer, diyor. Ben biraz kuruntuluyum. Herkesi tanı- dığını söylüyor. Benim gitmem bile gerekmeyecekmiş belki. Öyle olursa sevinirim. Ben de yavaş yavaş kendi bölümümü yazıyorum; bazı küçük değişiklikler yapmama izin verileceğini söylüyor Olric. İyi olur; yoksa bir celsede verilecek kararın bir anlamı kalmazdı. Sonra, Olric’le birlikte istediğimizi yapacağız. Romanlar yazacağız: bitip tükenmeyen romanlar. “Tutunamayanların Sonu”, “Tutunamayanların Dönüşü” gibi. Tutunamayanların romanı biter mi? Kabulümü rica ediyorum sayın yargıçlar. Hüsnü Beyin oğlu ve mühendislikten emekli Turgut Özben’in kabulünü rica ediyorum. Yetersizliğimin kabulünü rica ediyorum. Beni anlamanızı, bana aranızda yer vermenizi rica ediyorum. Geriye dönemeyeceğim bir yola çıkmış bulunuyorum. Bu 720 yoldaki araştırmalarımın değerlendirilmesini rica ediyorum. Aranızda ve huzurunuzda bulunmaktan kıvanç duyuyorum. Sizlerin de bana çok ihtiyacınız olduğunu sanıyorum. Bu seçkin kalabalık, sesini duyurmak için çoktandır bir temsilci beklemektedir. Bu göreve istekli bulunuyorum. Selim’in ölümüyle hissedilen boşluk gün geçtikçe büyümektedir. Dünya, yaşanılır bir yer olmaktan çıkmıştır... Olric’e durmadan, baharı göreceğimizi söylüyorum. Sarayın soğuk duvarları arasında geçirdiğimiz günler sona erecek. Bu günlerin sonu gelecek: bunu hissediyorum Olric…

Tutunamayanlar / Oğuz Atay