tag:blogger.com,1999:blog-36345643625409262332024-03-14T00:57:39.043+03:00Ribbonİnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır..Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comBlogger1428125tag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-31768356733311617482024-01-07T21:43:00.000+03:002024-01-07T21:43:33.809+03:00Düşünceler<p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEijkEOT_vCNZBk1LeKU4ymlPHmSWcoEj9Nv4BLwpT3naEo9KgMQaovQkc77Syl8LWYF8SGcKiZ4D5pq4QsT0IycovoZ1VkFLIFHyYduNeuqWd9lVw2dME5fVHFnBvVT0Wpj9n3gwAp-JFK86Q3LYM1bXZo4JUuOSktkQY_B8q6WRNJ1RmCZvYkJMs-42VdX/s1071/Emil%20Michel%20Cioran%20Lirik%20Olmaz%20%C3%9Czerine%20(%C3%9Cmitsizli%C4%9Fin%20Doruklar%C4%B1nda).jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1071" data-original-width="900" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEijkEOT_vCNZBk1LeKU4ymlPHmSWcoEj9Nv4BLwpT3naEo9KgMQaovQkc77Syl8LWYF8SGcKiZ4D5pq4QsT0IycovoZ1VkFLIFHyYduNeuqWd9lVw2dME5fVHFnBvVT0Wpj9n3gwAp-JFK86Q3LYM1bXZo4JUuOSktkQY_B8q6WRNJ1RmCZvYkJMs-42VdX/s320/Emil%20Michel%20Cioran%20Lirik%20Olmaz%20%C3%9Czerine%20(%C3%9Cmitsizli%C4%9Fin%20Doruklar%C4%B1nda).jpg" width="269" /></a></div><br /><p></p><p>Nihilist Değilim...</p><p>Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere..Öyleyse, insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir. Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir...</p><p>Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor… Nihilist değilim… Öyle olduğum söylenebilir, ama bunun bir anlamı yok… Benim için boş bir formül bu… Basitleştirirsek, hiçlik ya da daha ziyade boşluk saplantım olduğu söylenebilir… Buna evet… Ama nihilist olduğum söylenemez… Çünkü alışılmış anlamıyla nihilist, az ya da çok siyasi art düşüncelerle ya da kim bilir hangi nedenlerle, her şeyi yere deviren bir tiptir… Ama ben hiç de öyle değilim… Öyleyse benim metafizik anlamda nihilist olduğum söylenebilirdi… Ama bu bile hiçbir şeyi içermiyor… Kuşkucu terimini daha kolay kabulleniyorum her ne kadar sahte bir kuşkucu olsamda… Şöyle diyeyim : </p><p>Hiçbir şeye inanmıyorum…Bir adım geri durduğumuzda, ormanı seyretmek için ağaçları bir kenara ittiğimizde, ağaçların değersizliğiyle karşı karşıya kalırız… Daha fazla geri geldiğimizde, ormanı tamamen önemsiz buluveririz… Aynısı bu ülke, yeryüzü, güneş sistemi ve galaksi içinde geçerlidir… Bu evren o denli geniştir ki, biz bir kum taneciğinden daha ufak kalırız… En büyük problemlerimiz bizle birlikte hiçliğe karışır… Biz basitçe, Tanrıların oyuncaklarıyız, yine de Tanrılar oyunlarına bizi layık görmüyorlar bile… </p><p>“İnsan asla bir cevap bulamadı ve bulamayacaktır da…” “Yaşam sahip olduklarımızın tümüdür ama yine de o hiçtir…”Gereksiz yere acı çekmeyelim… Kesin başarısızlıklar bazen yararlıdır… Onu karşılayın, sonra, hatta onu kutlayın… Yalnızlığımız güçlenecek ve pekişecektir…</p><p> Kaçış tünellerimizden birkaçını kapatın sonunda kendi başınıza kalırsınız, şu an bir yaşama sahip olma beyhudeliği olan sınırlarımızı ve görevlerimizi sorgulamak için daha iyi bir yerdeyiz…Tanrı’nın ölümü, hepimizi kandıran bir parıltıdır… Bizi terkedilmişlik içinde yüzdürür, Thales kadar eskiye ait sorular sormaya zorlar ve anlaşılamayan bir cehennem çukuru önünde başı dönen biri haline getirir… Bu sürgünlük teolojisine duyarsız kalırsak, hemen günlük rutinlerin sıkıntılarıyla yüz yüze geliriz…</p><p>Kimim ben?... Gerçekten ben’im hangisi?... </p><p>Uzun zamandır oldum olası bu dünyanın bana lazım olmadığının bilincindeyim, ne yapacağımı bilemiyorum… Boş bir manevi gurura kapılmanın ve artık varoluşumun bana bozulmuş ve çürümüş bir ilahi gibi görünmesinin nedeni sadece ve sadece budur!...</p><p>Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız… Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için elimizden geleni yaparız… Bu durum mukadderatı değil düşmüşlük eğilimini andırır… Ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizdir; yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz; tiksintiye aç ve baya hayran bir halde, toplu çirkefin içine gırtlağımıza kadar gömülürüz… Kutsal suyla dolu Ummanları düşlediğimizde, artık oraya dalmak için çok geç kalmışızdır… İliğimize, kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız, o ummana dalıp boğulmamızı engeller… Dünya yalnızlığımızı bozmuştur… Ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir hale gelir…Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere… Öyleyse insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir… Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir… Onun iyi ve kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir tutuculukla maruz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka, iklime ve ölüme maruz kaldığımız gibi… Hayat yasalarının başında çürüme gelir : Kendi kalıntılarımıza, cansız nesnelerin kendi kalıntılarına olduklarından daha yakınızdır… Onlardan önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen yıldızların bakışları altında kaderimize doğru koşarız… Ama bizzat yıldızlar da, sadece yüreğimizin ciddiye aldığı, sonra da istihza noksanlığının kefaretini büyük acılarla ödediği bir evrenin içinde ufalanırlar…Her şey mümkündür yine de hiçbir şey mümkün değildir… Her şey mubahtır ama aynı zaman da hiçbir şey mubah değildir… Hangi taraftan gidersek gidelim o yol diğerlerinden daha iyi değildir… Bir şeyi başarsan da, başarmasan da, inancın olsa da, olmasa da, ağlasan da, sessiz kalsan da hepsi aynı kapıya çıkar… Her şey için bir açıklama var, yine de hiçbir şeyin bir açıklaması yok… Her şey hem gerçek, hem gerçek dışı, hem normal, hem de saçma, hem görkemli, hem sönük… Herhangi bir şeyden daha değerli başka bir şey yok, herhangi bir fikirden daha iyi başka bir fikir yok… Birinin üzüntüsüyle üzülmek, neşesiyle sevinmekte ne?... Mutsuzluğunu sev ve mutluluğundan iğren… Her şeyi birbirine karıştır… Tüm kazanımlar birer kayıp, tüm kayıplar birer kazanımdır… Neden sürekli kararlı bir tutum, anlaşılır fikirler ve anlamlı sözcükler beklenir ki?...Ben yerin yerin yüzeyinde sürünen milyonlarca insandan biriyim… Biri, başkası yok… Bu sıradanlık herhangi bir sonucu, herhangi bir davranışı ya da hareketi haklı çıkarır… Sefahat, iffet, intihar, iş, suç, tembellik ya da isyan… Bu yüzden her insan yaptığında haklı demektir… Arzu ettiğim her şeyi yapabilirim ve bu bir fark yaratmaz… Herhangi bir düşünce, akla esen herhangi bir heves uygulanabilir ya da uygulanamaz… Düşüncenin gerçekleşip, gerçekleşmemesi bile önemli değildir… Günün sonunda hiçbir şey olmamış gibi olacak… Cinayet işlesem de, hayatlar kurtarsam da hiç önemli değil, çünkü bütün hayatlar benim ki kadar önemsiz… Bu sayfada ki düşüncelerim sadece çiziktirmeler ve onların arkasında ki düşünceler, bomboş… Benim kadar önemsiz olan bir şeye nasıl anlam yükleyebilirim ki?...Kendime sayısız ilah uydurdum, her tarafta bir sürü sunak diktim ve bir Tanrı kalabalığı önünde diz çöktüm… Şimdi tapmaktan bezdim, payıma düşen sayıklama dozunu har vurup, harman savurdum… Nereden geldiğimi artık söyleyemem… Tapınaklarda inançsızım, sitelerde coşkusuzum, hem cinslerimin yanında meraksızım, yeryüzünde kesinliğim yok… Bana belirgin bir arzu verin ve dünyayı alt üst edeyim… Her sabah bana bir diriliş komedisini ve her akşam mezara giriş komedisini oynatan, ikisi arasında da can sıkıntısı kefeninin azabından başka hiçbir şey yaratmayan o fiiliyat utancından kurtarın beni… İstemeyi düşlüyorum ve her istediğim bana paha biçilmez geliyor… Melankoli tarafından kemirilen bir Vandal gibi, bensiz ben, hedefsiz yol alıyorum bilmem hangi köşeye doğru… Terk edilmiş bir Tanrı, kendisi de tanrıtanımaz olan bir tanrı keşfetmek ve onun son şüphelerinin ve son mucizelerinin gölgesinde uykuya dalmak için…Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı dogmatik uykusundan uyandırmayacaktır…Hiçbir şey değilim, bu açık ama yıllarca bir şey olmak istedim… Bu arzuyu bastıramadım… Bu arzu var olduğu için var… O bunaltıyor beni ve egemenliği altına alıyor… Onu reddetmeme karşın onu geçmişe havale etmekte boşuna… O direniyor ve hırpalıyor… O hiçbir zaman doyurulmadan öylece dokunulmamış kaldı, buyruklarıma uymak istemiyor… Arzum ile ben arasında donup kalmış bir durumda, ne yapabilirim?...Şüpheyi yerkürenin derinliklerine kadar ekmek isterdim; onun maddeye nüfuz etmesini sağlamak, zihnin hiç girmediği yerde onun hükümranlığını kurmak ve varlıkların iliğine ulaşmadan önce de taşların huzurunu sarsmak, oraya güvensizliği ve yürek kusurlarını sokmak… </p><p>Mimar olsam, Yıkım’a bir tapınak inşa ederdim… </p><p>Vaiz olsam, duanın gülünçlüğünü açığa vururdum…</p><p> Kral olsam, başkaldırının amblemini dikerdim… </p><p>İnsanlar gizliden gizliye birbirlerinden tiksinmeye heves ettiklerine göre, her tarafta kendine sadakatsizliği tahrik ederdim, masumiyeti hayrete düşürürdüm, kendine ihanet edenleri çoğaltırdım, kesinliklerin çürüme yerinde çoğunluğun kokuşup gitmesine engel olurdum…</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-48832996200946030752024-01-01T22:12:00.004+03:002024-01-01T22:18:26.207+03:00"Bu benim hayatım, peri masalı değil, sizi gidi ahmaklar..."<p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="814" data-original-width="600" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsCeWx1EcG_s4-XS0vontRuRctP-zhmEecP4eJl7dcUXmHjhv_itYXD6aFnwJUM8cOpzdbntwiPQGQMpWjm6A1V8nuWWBhnGVYGVnsxQdLqDFozDdqQp8soa8LOucGgfSn8PvxbdMCPOtO_perpbeIiKpRRvrEuBmIUEozqqBLZur3kgZU2Xev7I8cCuhc/s320/s-9285e3a68fca8f7e35a3ba633b709b6cf746d132.webp" width="236" /></div><p> Vahşi kadın bütün kadınların sağlığıdır. Onsuz, kadınların psıkolojisi anlamsızlaşır. Bu yabanıl kadın, prototip kadındır...hangi kültür, hangi çağ, hangi politika olursa olsun, o değişmez. Döngüleri değişir, simgesel temsilcileri değişir, ama özünde o hiç değişmez. Neyse odur ve bir bütündür.</p><p>O , kadınlar aracılığıyla kendine bir çıkış yolu bulur. Baskı altına alınıp ezilirse, yukarıya doğru çıkmak için didinir. Kadınlar özgürse, o da özgürdür. Ne mutlu ki, kaç kere bastırılırsa bastırılsın, tekrar yukarı fırlar. Kaç kere yasaklanmış, ezilmiş, önü kesilmiş ,sulandırılmış, eziyete uğramış; güvenilmez, tehlikeli, çılgın gibi sayısız aşağılamalarla yaftalanmış olursa olsun, kadınların içinde yukarıya doğru öyle bir çıkar ki, en sakin, en çekingen kadın bile ona gizli bir yer ayırır. En bastırılmış kadın bile ona yüreğinde gizli bir yer ayırır; gür ve vahşi gizli düşünceleri ve gizli duyguları vardır ki, doğal olan da budur. En tutsak kadın bile vahşi benliğinin yerini savunur, çünkü sezgisel olarak bilir ki, bir gün bir mazgal deliği ,bir çıkış, bir fırsat bulduğunda tabana kuvvet kacmak için ondan kuvvet alacaktır.</p><p>....</p><p>Durmaktan korkmak;harekete geçmekten korkmak;durmadan üçe kadar sayıp başlayamamak,üstünlük kompleksi,müphemlik hissetmek,ama yine de başka açılardan tamamen yetenekli,tamamen işlevsel olmak.Bu saydıklarımız bir çağın ya da yüzyılın hastalığı değildir ve kadınların her tutsak alınışında,vahşi doğanın her tuzağa düşürülüşünde,her zaman ve her yerde bir salgın şeklinde kendini gösterir.</p><p>Güçlü olmak,kas geliştirip şişirmek anlamına gelmez.İnsanın kaçmadan kendi tanrısallığıyla buluşması,kendi kafasına göre vahşi doğayla iç içe bir hayat yaşaması anlamına gelir.Dayanmak ve yaşamak anlamına gelir.</p><p>Kurtların içgüdüsel hayatları sadakati,ömür boyu süren güven ve adanma bağlarını içerirken, insanlar kimi zaman ilişkinin bu boyutlarında sorunlar yaşar.Kurtlar arasındaki güçlü bağları belirleyen şeyin ne olduğunu tarif etmek için arketipsel terimler kullanacak olsaydık,ilikilerindeki bütünselliğin,tüm doğanın kadim örüntüleriyle uyum içinde olmalarından kaynaklandığını söyleyebilirdik;Ben buna Hayat/ Ölüm / Hayat döngüsü diyorum.</p><p>Hayat / Ölüm / Hayat doğası bir canlanma, gelişim,çöküş ve ölüm döngüsüdür,bunu da her zaman yeniden canlanış izler.Bu döngü, bütün fiziksel hayatı ve psikolojik hayatın bütün yönlerini etkiler.</p><p>En katılaşmış, yaşayan en zalim ve acımasız kişilere bile uyurken ve kalktığı sırada bakışlarınızı yöneltirseniz , onlarda bir an için bozulmamış çocuk tinini, saf masumiyeti görürsünüz. Uykuda yeniden bir şirinlik haline gireriz. Uykuda yeniden yaratılırız. İçerden dışarıya doğru, masumlar kadar taze ve yeni olarak yeniden bütünleniriz.</p><p>Hepimiz başka birinin bizim şifacımız, gerilim kaynağımız,dolgu maddemiz olabileceğini düşünme yanılgısına düşeriz.Bunun böyle olmadığını görmek epey zaman alır; bunun nedeni ise,çoğunlukla yaraya içerden bakmak yerine onu kendi dışımıza yansıtmaktır.</p><p>Pis kokan yaranın farkına varılmasına yanıt olarak merhametin gözyaşı dökülür. Pis kokan yaranın her kişi için farklı şekil ve kaynakları vardır.Kimileri için bu dağın zirvesine doğru tırmanarak bir ömür geçirmek demektir; sonunda gecte olsa yanlış dağa çıkmak için çabaladığımızı anlarız. Kimileri için de çocuklukta yaşanan çözülmemiş ve derman bulmamış istismarları ifade eder.</p><p>Çoğu erişkin için, eğer bir zamanlar anneyle sorunlar yaşanmışsa, bugün bu sorunlar yoksa bile, psişede, erken çocukluktaki anneyle yaşananlarla aynı görünen, aynı onun gibi davranan ve aynı tepkiler veren bir anne kopyası vardır. Bir kadının içinde yetiştiği kültür, annelerin rolleri konusunda daha bilinçli düşünce biçimlerine doğru bir evrim geçirmiş olabilir, ama içsel anne, bir annenin neye benzemesi ve nasıl davranması gerektiği konusunda o kişinin çocukken yaşadığı kültürle aynı değer ve fikirlere sahip olacaktır.</p><p>Derinlik psikolojisinde bütün bu labirente anne karmaşası denir. Bir kadının psişesinin temel boyutlarından biri olan anne karmaşasını tanımak, bazı yönlerini güçlendirmek, bazılarını düzeltirken bazılarını da sökmek ve gerektiğinde bir kez daha baştan başlamak gerekir.</p><p>Bir kadının psişesinde ve/veya kültürünün içinde çökmekte-olan anne yapısı bulunduğunda, o kadın kendi değeri konusunda sallantıdadır. Dışarının talepleri ile ruhun taleplerini yerine getirme arasında yapacağı seçimlerin, bir ölüm kalım meselesi olduğunu hissedebilir. Kendisini, hiçbir yere ait olmayan eziyet çekmiş bir yabancı gibi hissedebilir -dışlananlar için bu normaldir, ama normal olmayan şey oturup buna ağlamak ve hiçbir şey yapmamaktır. İnsanın ayağa kalkıp nereye ait olduğunu aramaya çıkması gerekir. Dışlananlar için bir sonraki adım her zaman budur; içselleştirilmiş, çöken bir anneye sahip olan bir kadın içinse atılacak en esaslı adımdır. Bir kadının çöken bir annesi varsa, aynı duruma düşmemek için direnmelidir.</p><p> Bazıları ruhun bedeni bilgilendirdiğini söyler. Peki ya bir an için bedenin ruhu bilgilendirdiğini, ruhun dünyevi hayata uyum sağlamasına yardım ettiğini, cümleleri çözümlediğini, tercüme ettiğini, boş bir sayfa, mürekkep ve kalem verdiğini, onlarla ruhun hayatlarımızın üstüne yazılar yazdığını hayal etseydik? Sözgelimi, kılık değiştirenlerle ilgili masallarda olduğu gibi, beden ya kendi başına bir Tanrı, bir öğretmen, bir usta, ehliyetli bir rehberse? Peki o zaman ne olacak? Verecek ve öğretecek çok şeyi olan bu öğretmeni cezalandırarak bir ömür geçirmek akıllıca mıdır? Başkalarının bedenlerimizi çekiştirmesine, yargılamasına, eksikler bulmasına izin vererek bir ömür geçirmek ister miyiz? Doğru diye dayatılanları reddedip derinleri dinleyecek, güçlü ve kutsal bir varlık olarak göreceğimiz bedene gerçekten kulak verecek kadar güçlü müyüz?</p><p>Kültürümüzün, bedeni sadece heykel gibi gören anlayışı yanlıştır. Beden, mermer değildir. Onun yapılma amacı bu değildir. Onun amacı, içindeki tini ve ruhu korumak, taşımak, desteklemek ve ateşlemektir, bellek için bir depo olmaktır, bizi -en üstün psişik besin olan- duygularla doldurmaktır. Bizi kaldırıp yükseltmektir; bizi var olduğumuzu, burada olduğumuzu kanıtlayacak duygularla doldurmaktır; bize zemin, ağırlık vermektir. Onu, tine yükselmek amacıyla süzülerek terk ettiğimiz bir yer olarak düşünmek yanlıştır. Beden, bu deneyimlerin fırlatıcısıdır. Beden olmazsa eşikleri geçme duygusu olmazdı, yükselme duygusu olmazdı, yükseklik, ağırlık duygusu olmazdı. Bunların tümü bedenden kaynaklanan duygulardır. Beden, bir roket fırlatıcısıdır. Onun ön kapsülünde ruh pencereden dışarıya, gizemli ve yıldızlı geceye bakar ve gözleri kamaşır.</p><p>Vahşi Kadın kendi bedeninin tanrısallığını bu ışık altında soruşturabilir ve onu hayat boyu taşımaya mahkum edildiğimiz bir halter olarak, şımartılmış olsun ya da olmasın, hayat boyu bizi taşıyan bir yük hayvanı olarak değil, sayesinde her türlü şeyi öğrenip bilebileceğimiz bir dizi kapı, bir dizi düş ve şiir olarak anlayabilir. Vahşi psişede beden, kendi başına bir varlık olarak anlaşılır, bizi seven, bize bağımlı olan bir varlık; kimi zaman bizim anne olduğumuz, kimi zaman da onun bize anne olduğu bir varlık.</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="290" data-original-width="340" height="273" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvwUSpAdKwV7oZP7t9xLnKDhP_nFggK0O1Tjs6dg4E_83c7ANR1ik69BL_R4-8_hq94mzGXCJYuwMNQvZdhbtR59eUvKpE7fKFD5cFRPvl7amhuiy6hJkLzqZJSuN-G2_2gVXYC3VOaS1SOo1WPUbZRrHtQxlZQFnhZwAhTUfbDkivi8XYzpxaszPqf60c/s320/dokuman-qnvoezbga26ubd06a3jx.jpg" width="320" /></div><p>Bazı kadınlar, çevrelerindekilerin geriye dönme ihtiyaçlarını anlamayacaklarından korkarlar. Hepsi anlamayabilir de. Ama kadın bunu önce kendisi anlamalıdır: Bir kadın, kendi döngülerine uygun olarak eve gittiğinde, çevresindekilere de kendi bireyleşme çalışmaları, baş etmeleri gereken kendi hayati sorunları kalır. Onun eve geri dönüşü, diğerlerinin de büyüyüp gelişmesine izin verir. </p><p>Kurtlar arasında gitmek ve kalmak ile ilgili böyle bölünmüş duygular yoktur, çünkü onlar döngüsel bir şekilde çalışır,yavrular ve avare avare gezerler. Bir kısmı mola verirken, bir kısmı da çalışmayı ve bakımı paylaşan bir grubun parçasıdırlar. Bu, yaşamanın güzel bir yoludur. Bu, vahşi dişinin eksiksiz bütünselliğine sahip olan bir yaşama yoludur.</p><p>Eve gitmenin farklı kadınlar için farklı anlamları olduğunu açıklığa kavuşturalım. Rumen ressam arkadaşım arka bahçeye tahta bir sandalye atıp oturan büyükannesinin gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde güneşe doğru baktığında eve gidiş halinde olduğunu biliyordu. "Gözlerime ilaç bu, aşk olsun!" derdi. İnsanlar onu rahatsız etmemeleri gerektiğini biliyordu, bilmiyorlarsa da hemen öğrenirlerdi. Önemli olan, eve gitmenin ille de paraya mal olmadığını anlamaktır. Zamana mal olur. </p><p>"Ben gidiyorum," demek için güçlü bir iradeye ve kararlılığa sahip olmak gerekir. Geri dönüp, sevgili arkadaşım Jean'm önerdiği gibi, "Şu anda yokum, ama geri geleceğim," der, ama eve doğru yürüyüşünüzü de devam ettirebilirsiniz.</p><p>Eve gitmenin birçok yolu vardır: Birçoğu dünyevidir, bazıları ise kutsal. Hastalanın bana, bu dünyevi çabaların onlar için bir eve dönüş olduğunu söylerler ... yine de sizi uyarırım, eve giden çıkışın tam yeri zamandan zamana değişir, bu nedenle konumu bu ay, bir önceki aydakinden farklı olabilir: Bunlara değinen şiirleri ve kitap pasajlarını yeniden okumak. Bir nehrin, bir derenin, bir koyun yanında birkaç dakika olsun zaman geçirmek. Yıldızlı bir gecede yere uzanmak. Etrafta çocuklar olmadan sevdiğinle birlikte olmak. Bir şey soyarak, örerek, kazıyarak revakta oturmak. Bir saat süreyle herhangi bir yöne doğru yürümek ya da araba sürmek, sonra geri dönmek. Gidilen yeri bilmeden herhangi bir otobüse binmek. Müzik dinlerken tempo tutmak. Gün doğumunu selamlamak. Şehir ışıklarının geceleyin gökyüzünü perdelemediği bir yere gitmek. İbadet etmek. Özel bir arkadaş. Ayaklarını sarkıtarak bir köprünün üstünde oturmak. Bir bebeği kucaklamak. Bir kafede pencere kenarına oturup yazı yazmak. Ağaçlardan oluşma bir halkanın ortasında oturmak. Güneşte saçları kurutmak. Yağmur suyu dolu bir fıçıya ellerini sokmak. Saksılara bitkiler dikmek ve bu arada ellerin çok kirlendiğine emin olmak. Güzelliği, letafeti, insanların dokunaklı zayıflıklarını gözlemek. </p><p>Öyleyse, eve gitmek için karadan çetin bir yolculuk şart değildir; yine de bunu basitmiş gibi göstermek istemem, çünkü ister kolay, isterse zor olsun, eve geri dönmenin karşısına dikilen çok sayıda direnç vardır. Kadınların geri dönüşü geciktirmelerini anlamanın bir yolu daha vardır. Çok daha gizemli olan bu yol, bir kadının şifacı arketipiyle aşırı özdeşleşmesidir. Evet, bir arketip bizim için hem gizemli, hem de öğretici olan muazzam bir güçtür. Ona yakın olmakla, onu bir ölçüde taklit etmekle, onunla dengeli bir ilişkiye girmekle büyük güç kazanırız. </p><p>Her arketip, ona verdiğimiz adı destekleyen kendi karakteristiklerini taşır: Büyükanne, kutsal çocuk, güneş kahraman vb. </p><p>Büyük şifacı arketipi, bilgelik, iyilik, bakıcılık ve bir şifacının sahip olduğu diğer bütün özellikleri taşır. Bu yüzden, büyük şifacı arketipi gibi cömert, nazile ve yardımsever olmak iyidir. Ama yalnız belli bir yere kadar ... Bunun ötesinde, hayatımız üzerinde engelleyici bir etkisi görülür. Kadınların "her şeyi iyileştir, her şeyi tamir et" baskısı, bize </p><p>kültürlerimizin yüklediği gerekliliklerden oluşan büyük bir tuzaktır. Esas olarak bu gereklilikler yalnızca orada öylece durarak eğlenmediğimizi, ama ödenebilir bir bedelimiz olduğunu -ve söylemek doğru olur, dünyanın kimi bölgelerinde de bir değerimiz olduğunu ve bu nedenle yaşamamıza izin verilmesi gerektiğini- kanıtlamaya dönük baskılardır. Bu baskılar psişeleriınize biz henüz çok küçükken, onları yargılayabilir veya karşı çıkabilir durumda değilken sokulur. Bizim için yasa haline gelir ... ta ki biz onlara meydan okuyana kadar ya da meydan okumadıkça .. . </p><p>Ama acı çeken dünyanın çığlıklarına mütemadiyen tek bir kişi yanıt veremez. Aslında sadece düzenli olarak eve gitmemize izin verenlere yanıt vermemeyi seçebiliriz, aksi halde yürek ışıklarımız donuklaşarak neredeyse söner. Yüreğin yardımcı olmak istediği şey, kimi zaman ruhun kaynaklarından farklıdır. Eğer bir kadın ruh derisine değer veriyorsa, "ev"e ne kadar yakın olduğuna ve ne kadar sık evde bulunduğuna göre bu konularda karar verecektir. </p><p>Arketipler kısa dönemler için içimizden yayılabilir (buna tanrısal deneyim diyoruz), ama hiçbir kadın bir arketipi sürekli olarak yayamaz. Sadece arketipin kendisinin her şeye gücü yeter, sadece o hep verir, sadece o sonsuza kadar enerjisini yitirmez. Bunları yaymaya çalışabiliriz, ama bunlar insanlar tarafından ulaşılamaz olan ve zaten ulaşılmak amacı taşımayan ideallerdir. Tuzak da zaten kadınların bu gerçekdışı düzeylere ulaşmaya çalışarak: kendilerini tüketmeye zorlamaktır. </p><p>Tuzaktan kaçınmak için "Dur" ve "Müziği kes" demeyi öğrenmek ve elbette bunu gönülden istemek gereklidir. </p><p>Bir kadın uzaklara gidip kendisiyle baş başa kalmalı ve işin başında nasıl olup da bir arketipin tuzağına düştüğüne bakmalıdır. "Sadece bu uzaklığa kadar, ötesi yok, sadece bu ölçüde, fazlası yok"u belirleyen temel vahşi içgüdü geri alınmalı ve geliştirilmelidir. Bir kadın, konumunu ancak böyle korur. Diğerlerinin tedirgin olmasına neden olsa bile,orada kalıp daha da kötüye gitmek ve sonunda da yırtık pırtıklar içinde emeklemektense, bir süreliğine eve dönmek evladır.</p><p>Öyleyse, yorgun düşen, geçici olarak dünyadan usanan, mola vermekten korkan, durmaktan korkan kadınlar, yol yakınken uyanın! Sonsuza kadar önünüze gelen herkese yardımcı olmanız için size bağırıp duran şu gürültülü gongu battaniyeyle örtün. Geri geldiğinizde eğer isterseniz, üstünü tekrar açmanız için orada olacaktır. Zamanı geldiğinde eve gitmezsek, odağımızı yitiririz. Deriyi tekrar bulmak, giymek, sıkıca düğmelemek, tekrar eve geri dönmek, geri döndüğümüzde daha etkili olmamıza yardım eder. Bir söz vardır: "Eve geri dönemezsin." Doğru değildir bu. Rahme emekleyerek tekrar giremeseniz de, ruh evine geri dönebilirsiniz. Bu sadece mümkün değil, gereklidir de..</p><p>Yalnızlık, bazılarının inandığı gibi bir enerjisizlik ya da eylemsizlik hali değildir, tersine, ruhun vahşi erzaklardan alarak bize ilettiği bir nimettir.</p>
<iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/6GD-nemIPAA?si=ymSCWtBFkXz3cuPH" title="YouTube video player" width="560"></iframe><div><br /></div><div><div>Öğrenmekten zevk almayanlar, yeni fikirlere ya da deneyimlerin çekimine kapılmayanlar şu an bulundukları konumu aşıp gelişemezler. Acının köklerini besleyen tek bir güç varsa, o da bu ânın ötesinde öğrenmeyi reddetmektir.</div><div><br /></div><div>Derin bir yara iziniz varsa, o bir kapıdır; eski, çok eski bir öykünüz varsa, o da bir kapıdır. Gökyüzünü ve suyu tahammül edemeyecek kadar çok seviyorsanız, o bir kapıdır. Daha derin bir hayatı, makul bir hayatı özlüyorsanız, o da bir kapıdır..</div><div><br /></div><div>"Unutmayın, mantık gerçekten dünya için makul bir şey olsaydı, bütün erkekler eyerde yan otururdu."</div><div><br /></div><div>yalnızlığın tedavisi yakınlıktır, kendini cenderede hissetmenin tedavisi münzeviliktir.</div><div><br /></div><div>Geldiğim Issız yerlerde eski bir söz vardır: "Cehalet hiçbir şey bilmemek ve iyinin cazibesine kapılmaktır. Masumiyetse her şeyi bilmek ve yine de iyinin cazibesine kapılmaktır."</div><div><br /></div><div>Vahşi Kadın'ı yeniden çağırmak istiyorsanız, tutsak olmayı reddedin." İçgüdüleriniz dengeye ayarlanmış olsun beğendiğiniz yere atlayın, dilediğinizce havlayın, var olanı alın, etrafınızdaki her şeyi keşfedin, bırakın gözleriniz duygularınızı göstersin, her şeye bakan, görebileceklerinizi görsün. Kırmızı ayakkabılarla dans edin, fakat bunların, ellerinizle yaptığınız ayakkabılar olduğundan emin olun. Yaşam dolu bir kadın olacağınıza söz verebilirim.</div></div><div><br /></div><div> Kurtlarla koşan kadınlar / Clarissa P. Estes</div><div><br /></div><div><br /></div><div>Kırmızı Ruh öpüyorum seni ;)</div>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-70602308895599716392023-04-13T12:00:00.000+03:002023-04-13T12:00:36.751+03:00Hayat denilen<p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdmKOqW6uOk3ttYH5d63audfJGzVP-7RasWPF0FSJyKEUbFlnw_2GXY4oj_TiD8pzV6qQgD1P0-tX8sYC5c_weUWIcs7i9lid5JrvkC6V67EDomUKQtmZIPTZ2fk4cJpDh5aNnbSzhYOvSKVsoHF8Mf61e8YL2l6J-Xu-4BjL0lu9j18hMPAdfXc1gUw/s584/igor-lihovidov.webp" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="584" data-original-width="584" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdmKOqW6uOk3ttYH5d63audfJGzVP-7RasWPF0FSJyKEUbFlnw_2GXY4oj_TiD8pzV6qQgD1P0-tX8sYC5c_weUWIcs7i9lid5JrvkC6V67EDomUKQtmZIPTZ2fk4cJpDh5aNnbSzhYOvSKVsoHF8Mf61e8YL2l6J-Xu-4BjL0lu9j18hMPAdfXc1gUw/s320/igor-lihovidov.webp" width="320" /></a></div><br /><p><br /></p><p><br /></p><p> “Anlatmak istiyorum seni, kırmızı toprakla ya da altınla değil, mürekkeple elma ağacı kabuğundan.” (Rilke)</p><p><br /></p><p>Bembeyaz suskuyla çerçevelenmiş matem yazıları. Gri—kara mürekkep, yeniyetme yapraklarıyla yanan elma ağacının kabuğu. Kırmızıya boyanan toprak.</p><p>Yürüyorum, sokaklar, çamurlu kaldırımlar, çıkmazlar boyunca, dolambaçlarından, yol ayrımlarından geçip gidiyorum gecenin, yakında diyor Rilke, yakında o ülke… Adımlar, yollar, mesafeler… Bir koridor uzanıyor kuşatılmış kente doğru, genç bir kadın dikenli teller boyunca yürüyor, yakında diyor Rilke, hayat denilen o ülke…</p><p><br /></p><p>Bombalar yağıyor dört yandan, alevler yutuyor koca koca mahalleleri, toprak sarsılıyor. Bir adım, bir adım daha, çemberlerinden, dehlizlerinden yürüyüp gidiyorum gecenin, korkunç bir ağırlığı sürüklüyorum sanki peşimsıra, bir tabut gibi, sonsuza dek kaybedilmiş, benden ve dünyadan koparılmış bir şeyin ağırlığı büyüdükçe büyüyor, mesafeler açılıyor, karanlık geçit vermiyor, yürümelisin sadece, diyor Rilke… Bir başına yürüyüp durduğun yılankavi bir yol, kader… Yirmi sekiz yaşında bir kadın yürüyor alevlerin ortasında, bombalanan kente doğru, paketler taşıyor, akşam kızıllığı vuruyor yanaklarına, bir namlu dikkatle ufku tarıyor, saçları rüzgârda uçuşuyor.</p><p>Adımlar, yollar, adımlar ve ötesi, çıplak, çorak bir ülke. İşte burası sınır, kilometrelerce dikenli tel, genç bir kadın geçip gidiyor günbatımından, küçük bir tepede nöbet tutan tüfekli askerler, mayınlı arazilerin ötesi, kimseye ait olmayan topraklar… Bomboş beyaz kâğıtlar, bir ölüm, bunca ölüm terk edilmişliğinde, bir adım, bunca adım, hayat… Yakında, diyor Rilke, yakında, belki bir sözcük dalga gibi kabarır da, ya da taze yapraklarını uzatır bir dal, taşıyıp bırakırlar seni, hayat denilen o ülkeye… Kim yaşıyor, diye soruyor şair, yürüyoruz sadece büyük, bitimsiz yollarında dünyanın, rüzgârlı üç yol ağızlarında, kıyılarında, gri—kara dikenli teller gibi birbirine dolanmış yollarında yürüyüp duruyoruz yüreğin…</p><p><br /></p><p>Yirmi sekizinde bir kadın kararlı adımlarla yürüyor yanan kente doğru, bombalar, kurşunlar yağıyor çepeçevre, toprak titriyor, yanaklarında bir akşam kızıllığı, saçlarında saydam yapraklar… Gün batıyor, uzaktan, çok uzaktan sesleniyor, çağırıyor, alevden bir çember şimdi ufuk, dumanlar sarıp sarmalıyor vurulan kenti, sargı bezlerinin arasından sanki kan sızıyor. Yakındaydı, diyor Rilke, sahi kimin bu hayat denilen ülke, belki bulurdun bir kereliğine… Kimin değil ki? Bir sözcük, bunca sözcük ve ötesi, o muhteşem, bilinmez ülke… Uzaklar sesleniyor, çağırıyor, som altın rengine, batan güneşin rengine bürünüyor ufuk, bir namlu dikkatle tarıyor uzakları, uzaklara açılan yolları, sanki unuttuğu bir sözcüğü arıyor, gez, göz, arpacık, buluyor orada, sonsuzda, çıplak, çorak toprakta, gün bitiyor, tam alnında, karanlık çöküyor bütün sahiciliğiyle, çepeçevre karanlık… Bir sözcük, bir adım, kader. Alın yazısı, dumandan bir yazı. Bir kadın yürüyor gecede, bir kadın, bir kadın daha gidiyor onun peşisıra ayak izlerinden, aynı gecede yürüyor, taşların arasında, kanın yalnızlığında, dikenli teller gibi birbirine dolanan görünmez yollarında yüreğin, tam oradan, yürekten sökülüp koparılmış bir sözcük adımlarıyla birleşiyor, bir kadın, bir kadın daha geçip gidiyor, acıların ve sonların ötesine, batmış bütün güneşlerin izinden, o bittiği yere özlemlerin… Adımlar, yollar, sözcükler ve ötesi, son, boş bir ülke.</p><p><br /></p><p>Hayat denilen o ülkede, ölmüşler tomurcuklanıyor, taşlar çiçek açıyor.</p><p><br /></p><p>Dipnot: Yürüyen bütün kadınlara… By Özgür Gündem</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-31827825114057978272022-04-01T19:37:00.000+03:002022-04-01T19:37:11.996+03:00In the End<iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/nj4Fz_Qe_O0" title="YouTube video player" width="560"></iframe>
<p> Benim için anlamı herneydiyse / eninde sonunda / bir hatıra olacak / çokça çabaladığım..</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-4231957522434405282022-04-01T19:10:00.003+03:002022-04-01T19:10:59.414+03:00ta eis heauton<p> <br /></p><p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCKBCJnVgI1ALlvN2HDHPtjY-Omvvt2IKMKUo88FCNX3SJ8GRHREqcq0TN6Jjq_UYsbFJLGTNqCqaZKJ3lWx6GJI7zseUUzQxXiMlGbkiMJZ5k2W7Eyf5gSVj_NAaV8Gbi12n5VfdqjG1npGbjMFztt2ZsVAQ8W7xuY_65VK2J-BaiUrE0KZAKEApvYg/s550/tumblr_puqwrnVI5S1tshohlo1_400.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="550" data-original-width="367" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCKBCJnVgI1ALlvN2HDHPtjY-Omvvt2IKMKUo88FCNX3SJ8GRHREqcq0TN6Jjq_UYsbFJLGTNqCqaZKJ3lWx6GJI7zseUUzQxXiMlGbkiMJZ5k2W7Eyf5gSVj_NAaV8Gbi12n5VfdqjG1npGbjMFztt2ZsVAQ8W7xuY_65VK2J-BaiUrE0KZAKEApvYg/s320/tumblr_puqwrnVI5S1tshohlo1_400.jpg" width="214" /></a></div><p></p><p>“insanlar kır evlerinde, deniz kenarlarında ve dağlarda inzivaya çekilecek yer arar; sen de buna şiddetli bir özlem duyuyorsun. fakat bu özlem çok cahilcedir. eğer inzivaya çekilme isteği duyuyorsan, gayet mümkün ve basittir bu: insan dilediği zaman kendi içinde inzivaya çekilebilir. üstelik insan inzivaya çekilmek için kendi içinden, kendi ruhundan daha huzurlu, daha sakin hiçbir yer bulamaz, özellikle de kendinde inzivaya çekildiğinde ona huzur verecek şeylere sahipse. huzur dediğim zarif bir düzendir aslında. kendini sürekli böyle bir inzivaya çekilmeye ver ve kendini yenile: ancak önermelerin çok kısa ve özlü olsun ki tüm acılar bir anda silinsin ve oradan hiç yıpranmadan dönebilesin.</p><p>seni rahatsız eden ne? insanların kötülükleri mi? öyleyse, şunları hiç aklından çıkarma: rasyonel canlılar bibirleri için yaratılmıştır, birbirlerini hoş görmek adaletin bir parçasıdır, kötülükler istemeden yapılır; birbirine düşman olan, birbirinden nefret eden, şüphelenen, savaşta birbirlerini öldüren onca insan sonunda ölüp küle dönüşmedi mi? öyleyse sen de buna bir son ver. bütünden yazgına düşenlerden mi rahatsızlık duyuyorsun? o zaman zihnini tazele: ya ilahi öngörü ya atomlar; ya da her şeyin evrenin bir şehre benzediğini kaç kez kanıtladığını hatırla. yoksa bedeninle ilgili kaygıların mı var hâlâ? öyleyse fikrin kendisini tanıyıp özündeki gücü kavradığında, nefesin kaba ve sıradan hareketleriyle alakası kalmadığını, acı ve zevke dair duyduğun benimsediğin şeyleri düşün.</p><p>belki de ün düşkünlüğüdür seni yıpratan. fakat her şeyin ne kadar çabuk unutulduğunu, her yanını saran sonsuz zaman uçurumunda yok olup gittiğini görüyorsun işte; alkışların boşluğunu, sana ün bahşedenlerin öngörülemez kaypaklığını ve tüm bunların sınırlandığı daracık alanı. bütün yeryüzü küçücük bir nokta değil midir ve burada kaç tane, hangi türden insan seni över ki?</p><p>bu yüzden şimdiden kendinin içindeki bu ufacık yerde inzivaya çekilmeyi unutma, hiçbir şey dikkatini dağıtmasın, sabırsızlanma, işlerini özgürce yürüt ve her şeyi bir adam, bir insan, bir yurttaş, ölümlü bir canlı olarak gör. fakat elinin altındaki ilkelere şu ikisini de ekle: birincisi şeyler ruha temas etmez, daima onun dışında ve hareketsizdirler; bütün kaygılarımız içimizdeki düşünceden doğar. ikincisiyse gördüğün hemen hemen her şey kısa sürede değişecek, hatta artık var olmayacak. böyle ne kadar çok değişikliğe bizzat şahit olduğunu hiç aklından çıkarma.</p><p>dünya değişimdir, yaşamsa kanaat.”</p><p>"dalgalar tarafından sürekli dövülürken, hiç sarsılmadan duran ve etrafında köpüren suların sakinleşmesini bekleyen kayanın burnu gibi ol!"</p><p>"insan yaşlı da ölse genç de ölse, ölünce aynı şeyi yitirir: şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çünkü sahip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sahip olmadığı bir şeyi yitiremez."</p><p>"zamanın hızla akıp geçmesi karşısında yapılması gereken şey, 'an'ı, 'şimdi'yi yaşamaktır."</p><p>"istediğin anda kendi içine çekilebilirsin; çünkü insanın çekilebileceği hiçbir yer kendi içinden daha dingin, daha erinçli olamaz; her şeyden önce de, içlerinde yalnızca düşünmenin bile kusursuz bir erinç verdiği ilkeleri varsa."</p><p>"daha şimdiden ölümün eşiğinde olduğunu düşün: yaşlısın, bedeninin köle olmasına, ya da bir kukla gibi bencil dürtülerce oradan oraya sürüklenmesine, şu andaki yazgısını küçümsemesine ya da gelecekteki yazgısı için yas tutmasına izin verme."</p><p>"her şey nasıl da hızla yok olup gidiyor, hem evrendeki bedenlerin kendileri, hem de onların zaman içindeki anıları!"</p><p>"aslında hiç kimse ne geçmişi ne de geleceği yitirir, çünkü sahip olmadığı şeyi kim alabilir ondan? öyleyse şu iki şeyi unutma: birincisi, ezelden beri her şey aynıdır ve hep aynı döngü yinelenir, bunun için yüz ya da iki yüz yıl ya da sonsuz bir zaman için aynı görünümü görmek hiç fark etmez; ikincisi, insan yaşlı da ölse genç de ölse ölünce aynı şeyi yitirir; şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çünkü sahip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sahip olmadığı bir şeyi yitiremez."</p><p>"insan ömrü bir an sürer, özümüz artsız aralıksız bir akış, algımız belirsiz, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülmez, ünümüz güvenilmezdir."</p><p>"için huzur dolu olsun, başkalarının sağlayabileceği yardıma ya da dinginliğe gereksinimin olmasın. kısaca dimdik durmalısın, başkaları ayakta tutmamalı seni."</p><p>"stoacılar, uzun yaşamın ille de iyi bir şey olmadığını öne sürmelerinin yanı sıra, intiharın, dostlar ya da ülke ya da sakat kalmaktan yahut onulmaz bir hastalıktan kurtulmak için başvurulduğunda, 'haklı gerekçeye' dayandığını düşünüyorlardı."</p><p>"bazıları kırsal bölgelerde, deniz kıyısında ya da dağlarda kendi içlerine çekilebilecekleri bir yer ararlar; sen de böyle şeyleri bütün yüreğinle özlemeyi bir alışkanlık haline getirdin. ama bu aptalca bir şey, çünkü istediğin anda kendi içine çekilebilirsin; çünkü insanın çekilebileceği hiçbir yer kendi içinden daha dingin, daha erinçli olamaz; her şeyden önce de, içinde yalnızca düşünmenin bile kusursuz bir erinç veren ilkeleri varsa. erinç derken, içsel düzenden başka bir şeyi kastetmiyorum. öyleyse, sürekli olarak kendini bu sığınacak yere uyarla, orada kendini yenile. düşüneceklerin kısa ve temel olacak, ama bunlar içinde belirir belirmez her türlü acıyı silecek, seni dönmen gereken yaşama hoşnutsuzluk duymaksızın geri göndereceklerdir."</p><p>"zihninde tuttuğun ve sık sık başvurduğun ilkelere şu iki ilkeyi de ekle: birincisi, dışsal şeyler zihnini etkilemez, her zaman onun dışında, devinimsiz kalırlar; bütün tedirginlikler içimizdeki düşünceden kaynaklanır; ikincisi, şu anda gördüğün her şey çok kısa bir zamanda değişime uğrayacak, artık var olmayacaktır. senin kendinin de böyle ne çok değişikliğe tanık olduğunu sürekli olarak düşün."</p><p>"evren değişimdir; yaşamsa kanı."</p><p>"ölümünden sonra ün kazanmayı tutkuyla isteyen kişi; onu anımsayacak kimselerin her birinin çok geçmeden, sırası gelince öleceğini, onların ardından gelenlerin de başına aynı şeyin geleceğini, anısının, sürekli olarak bu kişilerin birinden öbürüne geçerken, sırayla bir yanıp bir sönerek sonunda tam bir yok oluşa varacağını düşünmez. senin anını saklayacak kişilerin ölümsüz olduklarını, bu nedenle senin ününün de ölümsüz olacağını varsaysak bile, bunun sana ne yararı var? övgünün, bazı pratik amaçlar dışında, ölülere hiç yararı olmadığını söylememe gerek var mı? gerçekten de, doğanın sana bağışladığını şimdi yersizce önemsemiyorsun da, başkalarının senden sonra hakkında ne söyleyeceklerine takıyorsun zihnini.</p><p>çünkü gerçekten güzel olan şeyin başka bir şeye gereksinimi yoktur, yasa gibi, gerçek gibi, iyilik ya da alçakgönüllülük gibi. bu şeylerin hangisi övüldüğü için güzeldir, ya da değeri küçümsendiği için değerini yitirir? zümrüt, onu övmezlerse daha mı az güzel olur? ya altına, fildişine, erguvana, lire, kılıca, çiçeğe, fidana ne diyelim?"</p><p>"ne çok hayvan tüketiliyor ve denebilirse, besinlerini onlardan sağlayanların bedenlerine gömülüyorlar!"</p><p>"öğrendiğin mesleğini sev ve ondan hoşnut ol. ömrünün geri kalanını, sahip olduğu her şeyi bütün yüreğiyle tanrılara adayan biri gibi ve ne zorba, ne de kimsenin kölesi olarak geçir."</p><p>"hiçbir şey bir günden fazla sürmez, anımsayan da, anımsanan da."</p><p>"epiktetos'un sık sık söylediği gibi, 'bir ölünün ağırlığını taşıyan kırılgan bir ruhsun sen.'"</p><p>"olaylardan oluşan bir ırmak, coşkun bir sel gibidir zaman; çünkü her şey görüş alanımızda belirir belirmez, sürüklenir gider, sonra bir başkası alır yerini, o da sürüklenir gider."</p><p>"gelip geçen her şey; tıpkı ilkbaharda açan güller ve yaz meyveleri gibi alışılmış ve bildiktir; hastalıklar, ölüm, iftira, kıskançlık ve budalaları sevindiren ya da hüzünlendiren her şey için de geçerlidir bu."</p><p>"bu adam şu adamın cenazesine katıldı, sonra sıra ona geldi, onun cenazesine katılan şu, öteki adama da sıra geldi ve bütün bunlar çok kısa bir zaman içinde oldu! kısaca, insansal olan her şeyin gelgeç ve değersiz olduğunu her zaman düşün: dün bir balgam damlası, yarın bir mumya ya da bir avuç kül. öyleyse şu anı doğayla uyum içinde geçir, sonra da yaşamını dinginlik içinde bitir, tıpkı bir kez olgunlaşınca toprağa düşen, böylece onu üreten toprağı kutsayan ve onu büyüten ağaca gönül borcu duyan zeytin tanesi gibi."</p><p>"dalgaların art arda gelip çarptıkları kaya gibi ol: sağlam, kıpırtısız, çevresinde kaynayan suların dinginleşmesini seyreden."</p><p>"'ben ne şanssızmışım ki, bu utanç verici olay başıma geldi.' tam tersi. 'ne şanslıyım, çünkü, başıma gelen utanç verici şeye karşın, yılgınlığa kapılmıyorum, ne şimdiki zaman eziyor beni, ne gelecek ürkütüyor.' bu tür bir şanssızlık aslında herkesin başına gelebilir, ama herkes yılgınlığa kapılmamayı başaramaz. öyleyse, neden, bu bir şanslılık değil de, şanssızlık olsun?"</p><p>"bundan böyle, üzülmene yol açan her güçlük karşısında, şu ilkeyi uygulamayı unutma: bu bir şanssızlık değildir, ama ona yüreklice katlanmak şanslılıktır."</p><p>"ardındaki zaman uçurumuna, önünde uzanan sonsuzluğa bak: bir bebeğin üç gün süren yaşamıyla, nestor'un üç kuşak süren yaşamı arasında ne fark var?"</p><p>"her zaman en kısa yoldan git; en kısası doğayı izleyen yoldur. bu yol seni sonunda her şeyi en sağduyulu biçimde söylemeye ve yapmaya götürür. çünkü böyle bir amaç seni dertlerden ve çatışmalardan, her türlü kaygıdan ve gösterişten kurtarır."</p><p>"sabahları canın yataktan çıkmak istemediğinde, hemen şöyle düşün: 'bir insanın görevini yerine getirmek için kalkıyorum. bunu yapmak için doğdum, bu dünyaya bunun için getirildim, peki ama neden kalkmıyorum öyleyse? yataktan çıkmayıp yorganı başıma çekmek için mi yaratıldım yoksa?' 'kuşkusuz çok daha hoş bir şey bu.' 'bunun için mi geldin dünyaya öyleyse? harekete geçmek için değil de, duyuları sınamak için mi? ağaçları, kuşları, karıncaları, örümcekleri, arıları görmüyor musun? onların her birinin evrenin akışı içinde kendine düşen görevi yerine getirdiğini, evrensel düzene küçük de olsa katkıda bulunduğunu görmüyor musun? sense, kendi adına, bir insan olarak yapman gereken şeyi yapmayı red mi edeceksin?'"</p><p>"bazı insanlar, birine bir iyilikte bulunurlarsa, karşılığını alacaklarını hesaba katarlar. bazıları da, bunu hemen yapmaz ama gene de iyilik ettikleri kişiyi içlerinden kendilerine borçlu sayarlar; yaptıklarının fazlasıyla bilincindedirler. bazıları da, bir anlamda bir iyilikte bulunduklarını bile bilmezler, üzüm üreten, bir kez meyvesini verdikten sonra başka bir ödül istemeyen asmalar gibidirler; tıpkı yarışı bitiren bir at gibi, avını yakalayan bir köpek gibi, balını yapmış bir arı gibi ya da. bu insanlar da iyilik yaptıktan sonra, bağıra bağıra duyurmazlar bunu, başka bir iyilik yapmaya yönelirler, tıpkı asmanın mevsimi gelince yeniden üzüm vermesi gibi. biz de, denebilirse, ayrımına varmaksızın iyilik eden insanlardan mı olmalıyız?"</p><p>"hiç kimsenin başına doğası gereği katlanamayacağı bir şey gelmez. senin başına gelen şeyler onun da başına gelir, ama o, ya başına gelen şeyin bilincine varmadığı için, ya da yüce gönüllü görünmek için, sağlam ve etkilenmemiş kalır." bilgisizliğin ve kendini beğenmişliğin, bilgelikten daha güçlü olması ne tuhaf, değil mi?"</p><p>"var olan ve doğan her şeyin nasıl hızla geçtiğini, yok olup gittiğini düşün sık sık. çünkü madde durmadan akan bir ırmağa benzer, etkinlikleri sürekli dönüşümlere uğrar, değişkeleri sonsuzdur, hemen hemen hiçbir şey dural değildir, elini uzatsan tutabileceğin kadar sana yakın olan şey bile. geçmişin ve geleceğin, içinde her şeyin yok olup gittiği sınırsız uçurumunu düşün. öyleyse, bütün bunların ortasında gurura kapılmak, çırpınmak, yakınmak aptallık değil midir, sıkıntılarımız uzun bir zaman sürmeye yazgılıymış gibi."</p><p>"nerelerden geçtiğini, nelere katlanma gücü bulduğunu usunda tut; yaşam öykünün neredeyse sonuna geldiğini, hizmetinin tamamına erdiğini anımsa. ne güzel şeyler gördüğünü, ne çok haz ve acıyı küçümsediğini, ne çok ün kazanma fırsatını dikkate almadığını, kaç vefasıza gönül borcu duyduğunu anımsa."</p><p>"yakında küle ya da iskelete döneceksin; bir addan başka bir şey olmayacaksın, belki adın bile olmayacak. ama bir ad bir sesten, bir yankıdan başka bir şey değildir. yaşamda en çok değer verilen her şey boş, bozuk, bayağıdır; birbirini ısıran enikler, bir gülüp bir ağlayan kavgacı çocuklar. inanç, alçakgönüllülük, adalet ve gerçek, 'yeryüzünün enginliklerinden olimpos'un yüceliklerine dek' uçup gittiler."</p><p>"görevini yerine getirirken, soğuktan ürpermen ya da sıcaktan bunalman, gözlerinden uyku akması ya da uykunu almış olman, başkalarının seni çekiştirmesi ya da övmesi, ölmek üzere olman, ya da başka herhangi bir şey yapmakta olman seni hiç ilgilendirmesin: ölme eylemi de, yaşamımızın eylemlerinden biridir; onun için de, "andan en iyi biçimde yararlanmak" yeter."</p><p>"düşmanından öç almanın en iyi yolu, onun gibi davranmamaktır"</p><p>"kimi şeyler doğma, kimileriyse ölme telaşında; doğmakta olan şeyin bir parçası şimdiden ölüyor, ya da çoktan öldü bile; ama bu sonsuz akış ve dönüşüm dünyayı sürekli olarak yeniler, tıpkı artsız aralıksız akıp giden zaman ırmağının sonsuzluğu yenilemesi gibi. hiçbir şeyin durmadığı bu ırmakta hızla akıp giden şeylerin hangisine değer verebilir insan? insanın; daha uçarken görüp gönül verdiği bir serçenin ona sevdalanır sevdalanmaz, kanat çırparak gözden yitip gitmesi gibi."</p><p>"eğer birisi, fikirlerimin ve eylemlerimin yanlış olduğunu kanıtlayarak beni ikna ederse, seve seve değiştiririm onları, çünkü benim aradığım gerçekliktir, gerçeklikten kimse zarar görmez, yanılgılarında ve bilgisizliklerinde direnenlerden başka."</p><p>"ölüm; duyuların aldatıcılığından, insanı kukla gibi oradan oraya çekiştiren içgüdülerden, saçma sapan düşüncelerden, tenin tutsağı olmaktan kurtarır bizi."</p><p>"beden daha savaşını sürdürürken ruhun savaşını bırakması utanç verici bir şeydir."</p><p>"üç yüz libre değil de, şu kadar libre ağırlıkta isen üzülmezsin değil mi? yaşamak için sana şu kadar yıl verildi de, daha çok yıl verilmedi diye niçin üzülüyorsun, öyleyse? çünkü sana verilen madde miktarıyla nasıl yetiniyorsan, sana verilen zamanla da yetinmelisin."</p><p>"biri seni zorla engellemeye kalkarsa, boyun eğmeye ve dinginliğe başvur, incinme, böylece karşına çıkarılan engelden, başka bir erdemi ortaya koymak için yararlan."</p><p>"ün peşinde koşan kendi yararının başkalarının etkinliğinde olduğunu düşünür; zevk düşkünü, kendi duygularında; sağduyusu olansa, kendi eylemlerinde olduğunu."</p><p>"zaman her şeyi nasıl da hızla örtecek, onca şeyi çoktan örttüğü gibi!"</p><p>"bir zamanlar ünlü olan ne çok insan çoktan unutuluşa yenik düştü. onlara övgüler düzen daha nicesi çoktan göçüp gittiler.</p><p>"yakında her şeyi unutacaksın; yakında herkes seni unutacak."</p><p>"olmayan şeyleri, varmışlar gibi düşünme, var olan şeyler arasından en hoşuna gidenleri seç, eğer olmasalardı, onları nasıl isteyeceğini düşün. ama sahip olmaktan mutluluk duyduğun şeyleri aşırı değerlendirmemeye alıştır kendini; yoksa bir gün onları yitirirsen sarsılırsın."</p><p>"kendi içine çekil. yönetici ilkenin öyle bir doğası vardır ki, kendi kendine yeter; doğru olanı yaptığı zaman dinginlik bulur."</p><p>"nesnelere öfkelenme, çünkü bu onların umurunda bile değil."</p><p>"olgun başaklar gibi biçilir yaşamımız, biri var olurken, biri yok olur gider."</p><p>"topraktan gelen toprağa döner, göksel bir tohumdan filizlenense göklere."</p><p>"başına ne gelirse gelsin, başlarına aynı şey gelince üzülen, şaşkına dönen, sızlanan insanları getir gözünün önüne. şimdi nerede bu insanlar? hiçbir yerde."</p><p>"acı ne katlanılmazdır, ne de sonsuz; sınırlarını göz önünde bulundurursan, kendi imgeleminle onu artırmazsan."</p><p>"karakterin yetkinliği şurada yatar: her günü son günmüş gibi yaşamak, telaşsız, uyuşuk olmaksızın, yapmacıksız."</p><p>"yenilmiş bir güreşçi, rakibinin 'daha iyi bir insan' olduğunu söyleyenlere, 'hayır,' demiş, 'rakibini yenmekte daha iyi.' marcus 'daha iyi' olma fikrini, ahlaksal üstünlüğe bağlıyor"</p><p>"her şeyden önce, kaygılanma: çünkü her şey evrensel doğayla uyum içinde olur, çok geçmeden hadrianus gibi, augustus gibi, sen de bir hiç olacaksın."</p><p>"pişmanlık, yararlı bir şeyi savsakladığın için bir çeşit kendi kendini kınamaktır. iyi olan şey, kaçınılmaz olarak, iyi bir insanın savsaklamaması gereken yararlı bir şeydir; öte yandan, gerçekten iyi olan hiçbir insan zevk veren bir şeyi savsakladığı için pişmanlık duymaz; demek ki zevk, ne iyi, ne de yararlı bir şeydir."</p><p>"incir ağacının incir verdiğine şaşmak nasıl saçmaysa, aynı şey dünyanın doğası gereği verdiği meyveler için de geçerlidir. bir hekimin bir hastanın ateşinin çıkmasına ya da bir gemi kaptanının rüzgarın ters yönden esmesine şaşması aynı derecede saçma olurdu."</p><p>"madem ki sana bağlı, bunu niye yapıyorsun? eğer başkasına bağlıysa kimi suçlayacaksın? atomları mı yoksa tanrıları mı? ister birileri olsun, ister ötekiler, saçma bir şey olurdu bu. hiç kimseyi suçlamamalısın. eğer elinden geliyorsa, insanı düzelt; gelmiyorsa sorunun kendisini; onu da yapamıyorsan, suçlamak neye yarar?"</p><p>"şu bedeninin içini dışına çevir, nasıl bir şey olduğuna bak, yaşlanıp hastalandığında, sefahatle ne hale geldiğine bak. övenin de, övülenin de, anımsayanın da, anımsananın da kısadır yaşamları. bütün bunlar yeryüzünün küçük bir köşesinde olur, orada bile insanlar birbirleriyle uyum içinde değildirler, kendi kendileriyle bile. dünyanın kendisi de evrende bir noktadan başka bir şey değildir."</p><p>"lucilla, verus'u gömdü, sonra lucilla'nın sırası geldi; secunda, maximus'u gömdü, sonra secunda'nın sırası geldi; antoninus, faustina'yı gömdü, sonra sıra ona geldi. hep aynı. çeler, hadrianus'u gömdü, sonra sıra ona geldi. geleceği görebilen, kendileriyle gururlanan, bu üstün zekalı insanlar neredeler şimdi? charax, demetrius, eudaimon, onlar gibi daha birçok üstün zekâlı insan? tümü de bir güncük yaşamış, tümü de çoktan ölmüş; kimileri bir an olsun anımsanmamış, kimileri söylence olmuş, kimileri söylence olmaktan bile çıkmış. öyleyse, unutma, seni oluşturan bu bileşim dağılacak ya da yaşam soluğun sönecek yahut başka bir yere göçecek."</p><p>"yaşamını bir bütün olarak düşünüp kaygılanma. geçmişte başına gelen, gelecekte de gelecek olan birçok çeşitli sıkıntıyı hep bir arada düşünme, karşına çıkacak her sıkıntı için kendi kendine şunu sor: 'bunda dayanılmaz, katlanılmaz olan ne var?' yanıtın yüzünü kızartırdı! o zaman canını sıkan şeyin, gelecek ya da geçmiş değil, şimdiki zaman olduğunu anımsat kendine. sıkıntını soyutlar, kendi başına kaldığında ona katlanamayacağını düşündüğü zaman zihnine kızarsan, böylesine sınırlar içine sıkıştırıldığından sıkıntının gücü azalacaktır.</p><p>"pantheia ya da pergamos hala verus'un mezarının başında mı oturuyorlar? ya da chabrias yahut diotimus hadrianus'un mezarı başındalar mı? saçma bir soru. hala orada olsalar bile, ölüler ayrımında olurlar mıydı bunun? tutalım ki ayrımına vardılar, hoşlarına gider miydi bu? hoşlarına gitseydi bile, yaslarını tutanlar bundan ötürü ölümsüz mü olurlardı? onlar da ötekiler gibi önce yaşlanmaya, ardından da ölmeye yazgılı değil miydiler? peki, onlar için yas tutanlar ölünce, ölüler ne yapacaklardı? bütün bunlar, bir kefene sarılmış pis kokudan ve çürümüşlükten başka bir şey değil."</p><p>"şimdiki zamanı kendine uydurmaya çalış! geleceğe bırakacakları ünün ardına düşenler, o zamanki insanların da tıpkı bugün kendilerine bezginlik veren insanlardan farklı olmayacaklarını, üstelik onların da ölümlü olduklarını düşünemiyorlar. önünde sonunda, onların gözünde ün sahibi olmanın, onların senin hakkında ne düşüneceklerinin ne önemi var senin için?"</p><p>"bir dış nedenden ötürü üzülüyorsan, aslında canını sıkan bu değil, onun hakkındaki yargındır, bu yargıdan her an vazgeçebilirsin. ama seni üzen kendi karakterinden kaynaklanan bir şeyse, yargını düzeltmeni kim engelleyebilir? aynı birimde, seni üzen şey; doğru bulduğun bir eylemi yerine getirememekse, kendini üzüntüye kaptıracak yerde, niçin o eylemi yapmakta direnmiyorsun? 'ama yolumu kesen çok güçlü bir engel var' o zaman üzülmemelisin, çünkü başarısızlığının nedeni senin usuna dayanmıyor. 'ama bu işi yapamazsam, yaşamamın hiçbir anlamı kalmaz.' öyleyse, hedefine ulaşan birinin yaşamına son vermesi gibi, yoluna çıkan engellere kin duymaksızın, dingince ayrıl yaşamdan."</p><p>"ilk izlenimlerinin açıkladıklarından daha fazla bir şey söyleme kendi kendine. birinin senin aleyhine konuştuğunu mu söylediler sana? bu sana söylenen şey; ama bundan zarar gördüğün sana söylenmiyor. çocuğumun hasta olduğunu görüyorum; ama onun tehlikede olduğunu görmüyorum. böylece, ilk izlenimlere bağlı kal ve onlara kendinden bir şey ekleme, o zaman sana hiçbir kötülük gelmeyecektir;."</p><p>hıyar acı mı? at onu. yolunda böğürtlen çalıları mı var? çevresinden dolan. bu kadarı yeter"</p><p>"güneşin ışığı yukarıdan gelir, her yönde yayılır, ama yok olmaz. ışığın yayılışı bir genişlemedir. bir güneş ışınının ne olduğunu, karanlık bir odaya bir aralıktan giren güneş ışığını inceleyerek anlayabilirsin: doğru çizgi halinde uzanır, karşısına çıkan ve onun havada öteki tarafa geçmesini engelleyen ilk katı cisme dayanıyor gibidir; ne kayar, ne aşağı düşer, orada durur. zekanın ışığının yayılması ve genişlemesi de buna benzer bir biçimde olur; hiçbir biçimde akıp gitme değil, bir yayılmadır; karşılaştığı engeller üzerinde zorlayıcı ve şiddetli bir etki yaratmaz; batmaz da, kımıltısız durur ve üstüne düştüğü nesneyi aydınlatır; çünkü bu nesne onu yansıtmazsa, kendini onun ışığından yoksun bırakır."</p><p>"biri seni suçlar, senden nefret eder ya da birileri seni incitecek şeyler söylerse, ruhlarına yakından bak, ne tür insanlar olduklarını gör. senin hakkında şöyle ya da böyle bir fikir oluşturacakları için kendine eziyet etmene değmediğini anlayacaksın o zaman."</p><p>"dizi dizi insanlara, onların sayısız törenlerine, fırtınalı ve dingin havada yaptıkları deniz yolculuklarına, doğan, birlikte yaşayan, sonra göçüp giden çeşit çeşit insanlara yukarıdan bak. bir zamanlar başkalarının yaşadıkları yaşamı, senden sonra yaşanacak yaşamı ve şu anda yabancı halklar arasında yaşanmakta olan yaşamı düşün; kaç kişinin senin adını bile bilmediğini, bilenlerin kaçının çok geçmeden unutacağını, belki de şu anda seni övmekte olan kaç kişinin çok geçmeden seni yereceğini düşün; ne anıların, ne ünün ne de başka herhangi bir şeyin adını anmaya bile değmeyeceğini düşün."</p><p>"sana sıkıntı veren yüzeysel şeylerden kendini kurtarmaya gücün yeter; çünkü bunlar yalnızca senin imgeleminde vardır; o zaman tüm evreni kucaklamak, öncesiz sonrasız zamanı kavramak, her şeyin hızla dönüşümünü ve doğumla ölüm arasındaki mesafenin ne denli kısa, doğumdan önceki zamanın ne denli uzun olduğunu, ölümün ardından gelecek zamanın da nasıl eşit ölçüde sınırsız olacağını kavramak için geniş bir yer açacaksın kendine."</p><p>"şu anda gördüğün her şey çok geçmeden yok olacak, onların yok olduğunu görenler de sıraları gelince yok olacak; yaşlı ölen, vakitsiz ölenle aynı yaşta olacak."</p><p>"kendilerine öfkelendiğin bu kimselerin hiçbiri, zihnini kötüleştirecek bir eylemde bulunmamıştır: çünkü başına gelecek her türlü kötülük ya da zararın gerçek barınağı zihnindir."</p><p>"cahil birinin cahil gibi davranmasında kötü ya da şaşılacak ne var? o insandan o yanlış davranışı beklemediğin için kendi kendini suçlamalısın belki de"</p><p>"iyi eğitilmiş, saygılı insan, her şeyi veren ve her şeyi geri alan doğaya şöyle der: 'istediğini ver, istediğini al.' ama bunu doğaya meydan okurcasına değil, bir boyun eğişle ve onun istekleriyle tam bir uyum içinde söyleyecektir."</p><p>"çok az zamanın kaldı. bir dağın tepesine çekilmişsin gibi yaşa onu, çünkü ha orada yaşamışsın, ha burada ne fark eder, nerede yaşarsan yaşa, bu büyük evren kentinde yaşıyorsan. insanlar doğaya uygun olarak yaşayan kişiyi gelip görsünler, incelesinler. ona katlanamazlarsa öldürsünler onu, çünkü onlar gibi yaşamaktansa ölmek daha iyidir."</p><p>"her eyleme giriştiğinde durup ölümün, salt seni bu eylemden yoksun kılacağı için mi korkulacak bir şey olduğunu sor kendi kendine."</p><p>"satyrion'u, eutyches'i ya da hymen'i gördüğünde sokrates'in bir çömezini tasarla; eutychion'u ya da sılvanus'u görünce, euphrates'i; tropaeophorus'u görünce alciphron'u, severus'u görünce, kriton'u ya da ksenophon'u düşün; kendine bakınca da, caesar'lardan birini düşün; herkes için aynı şeyi yap. sonra şu gelsin usuna: 'şimdi neredeler? hiçbir yerde, ya da kim bilir nerede?' böylece, insan yaşamının dumandan, bir hiçten başka bir şey olmadığını göreceksin, özellikle de, bir kez değişime uğrayan bir şeyin sonsuz zaman içinde bir daha hiç geri dönmeyeceğini anımsarsan. neden kaygılanıyorsun öyleyse? şu kısacık anı uygun bir biçimde geçirmekten niçin memnun olmuyorsun?"</p><p>"sen kendin de sık sık yanlış yapıyorsun, tıpkı ötekiler gibisin; bazı yanlışlardan kaçındığın doğruysa da, gene de bu yanlışlara eğilimin var; ödleklik, başkaları ne der korkusu ya da bu tür başka bir kötülükten ötürü çekiniyorsun yanlış yapmaktan."</p><p>"öfkeye yenik düştüğünde, insan yaşamının bir an sürdüğünü, çok geçmeden hepimizin ölüm döşeğine uzanacağımızı düşün."</p><p>"yaşamdaki amacı tek ve her zaman aynı olmayan kişi, kendisi de yaşam boyu her zaman tek ve aynı kalamaz."</p><p>"kışın incir istemek için insan deli olmalı, tıpkı artık çocuk sahibi olamayacak yaşta birinin çocuk istemesi gibi."</p><p>"epiktetos, insanın kendi çocuğunu öperken, kendi kendine şöyle demesi gerektiğini söylüyordu: 'belki de yarın öleceksin.' 'ama bunlar uğursuzluk getiren sözler.' 'hiç de değil,' diye yanıtladı epiktetos, 'bunlar yalnızca' doğal bir olayı dile getiren sözcükler; yoksa başakların biçildiğini söylemek de uğursuzluk getirirdi."</p><p>"şunu da söylüyor epiktetos: 'bir onaylama sanatı bulmalıyız; dürtülerimize gelince, onların her zaman serinkanlılığa bağlı kalması, ortak iyiliği gözetmesi ve her nesnenin değeriyle orantılı olması için özen göstermeliyiz; öte yandan, aşırı isteklerden kaçınmalı, bizim denetimimize bağlı olmayan hiçbir şeyin ardına düşmekten ya da ondan kaçınmaya çalışmaktan sakınmalıyız."</p><p>"seni oluşturan üç öge vardır: beden, soluk ve zihin. ilk ikisi, onlara özen gösterdiğin ölçüde senindir; yalnızca üçüncüsü tam anlamıyla senindir. bu nedenle, başkalarının yaptıkları ya da söyledikleri her şeyi; kendin yaptığın ya da söylediğin her şeyi; gelecekle ilgili olarak seni tedirgin eden her şeyi; seni saran bedeninin ve onunla birleşmiş yaşam soluğunun bir parçası olan, isteminden bağımsız olarak sana bağlanan her şeyi ve çevrende bir burgaç gibi dönüp duran her şeyi kendinden, yani zihninden uzaklaştırabilirsen, böylece yazgının zincirlerinden kurtulmuş olan zihinsel gücün katıksız ve bağımsız bir yaşam sürebilir: doğru olanı yaparak, her ne olursa olsun olup bitenleri kabul ederek ve doğruyu söyleyerek eğer dışsal izlenimlere bağımlı olan her şeyi, gelecekteki ya da geçip gitmiş her şeyi yönetici ilkenden ayırabilirsen ve kendini, empedokles'in sözleriyle, 'dairesel yalnızlığın tadını çıkaran yusyuvarlak bir küre' yapabilirsen, yalnızca yaşamakta olduğun anı, yani şimdiki zamanı yaşamak için çaba harcarsan, geri kalan zamanını ölünceye dek dinginlik ve sevecenlikle, içinde barınan koruyucu ruhla barış içinde geçirebilirsin."</p><p>"yakınlarımızın bizim hakkımızda düşündüklerine, bizim kendi hakkımızdaki düşüncelerimizden çok daha fazla saygı duyuyoruz."</p><p>"başaracağını sanmadığın şeyleri de yap. çünkü sol el de, alıştırma yapmadığı için başka her şeyde yetersiz olmasına karşın, sürekli alıştırma sayesinde dizginleri sağ elden daha güçlü kavrar."</p><p>"içinde, tutkuları üreten ve seni bir kukla gibi oynatan şeylerden daha güçlü, daha tanrısal bir şeyin varlığının ayrımına varmanın zamanı geldi. şu anda zihnimi işgal eden ne? korku mu? kuşku mu? arzu mu? ya da bunlara benzer başka bir şey mi?"</p><p>"bir süre daha, sonra hiçbir yerde hiç kimse olmayacaksın; şimdi gördüğün hiçbir şey de var olmayacak artık, şimdi yaşayan insanların hiçbiri de. çünkü, doğanın yasasına göre her şey değişir, dönüşür ve yok olur, yerlerini başkaları alsın diye."</p><p>"her şey senin düşüncene bağlı; düşüncen de sana. bunun için, istediğin zaman düşünceni ortadan kaldır, burnu döner dönmez, dingin bir denizde, tek bir dalganın bile olmadığı bir koyda bulursun kendini."</p><p>"kanıyı başından at, kurtulursun. bunu yapmanı kim önlüyor?"</p><p>"her insana sonsuz zaman uçurumunun ne denli küçük bir parçası ayrılmıştır! ve nasıl bir anda sonsuzluğun içinde yok olup gider! evrensel özdeğin, evrensel ruhun hangi küçük parçası! yeryüzünün hangi küçük toprak parçacığı üstünde sürükleniyorsun! bütün bunları göz önüne alarak, şundan başka önemli hiçbir şeyin olmadığını düşün: bireysel doğanın seni yönelttiği şeyi yapmak, evrensel doğanın sana getirdiğini kabul etmek."</p><p><br /></p><p>"bu büyük kentin yurttaşı oldun; beş yıl ya da elli yıl, ne önemi var? çünkü, onun yasaları yurttaşlar arasında ayrını gözetmez. öyleyse, seni şimdi bu kentten uzaklara gönderen bir zorba ya da adil olmayan bir yargıç değil, seni buraya getirmiş</p><p>olan doğanın kendisi olduğuna göre, bunda olağanüstü bir şey var mı? tıpkı, bir oyuncuyu, onu önce işe almış olan yöneticinin sahneden çıkarması gibi. 'ama yalnızca üç perdede oynadım rolümü, beş perdede değil.' 'doğru. ama yaşamda üç perde de bir oyuna eşit olabilir.' çünkü son sınırı belirleyen; bir zamanlar senin oluşumunu düzenlemekten, şimdi de çözülüp dağılmandan sorumlu olandır; sense, ne birinden, ne ötekinden sorumlusun. öyleyse, dingince çık sahneden, çünkü gitmene izin veren de dingin."</p><p><br /></p><p>marcus aurelius</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-80412396361595084302022-01-11T15:23:00.000+03:002022-01-11T15:23:05.047+03:00Voilà<p> </p> <iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/VJuD7AnV-uw" title="YouTube video player" width="560"></iframe> <div><br /></div><div><br /></div><div>hem seste hem de sessizlikte..</div>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-77970275398380300982022-01-11T14:51:00.007+03:002022-01-11T14:51:41.006+03:00 Bir şey kesindir, kapının yanında küçük bir valiz tutmak iyi bir fikirdir. <p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhx95MGj8A-EWo3YtiXW35edm4ksRLFWMvS4Q6M3mYbtbVuvSUfxY0LIVq6uczXRsrBHNekhyJdIc6mYOWjMZnfS1tcGOzK0w-F6E9hds8Gd788tkQ8tPuAfLSYP2TRF33g3n60qaeumcwIlCQ-1tFcRVMXAP45dJgJVlm2nBBUKP_LLThKR1UcwyXG_A=s946" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="946" data-original-width="648" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhx95MGj8A-EWo3YtiXW35edm4ksRLFWMvS4Q6M3mYbtbVuvSUfxY0LIVq6uczXRsrBHNekhyJdIc6mYOWjMZnfS1tcGOzK0w-F6E9hds8Gd788tkQ8tPuAfLSYP2TRF33g3n60qaeumcwIlCQ-1tFcRVMXAP45dJgJVlm2nBBUKP_LLThKR1UcwyXG_A=s320" width="219" /></a></div><br /><p></p><p><br /></p><p>“duyguların dengeli bir şekilde değerlendirilmesi, kesinlikle bir kendine saygı duyma işidir.”</p><p>“benim için yalnızlık daha çok kendimle birlikte her yere taşıdığım ve ihtiyaç duyduğumda etrafıma açtığım katlanmış bir orman gibidir.”</p><p>"çoğu zaman aptallık, haz, mutluluk ve cinsel ilginin bir bileşimidir." kim buna hatalı diyebilir. gerçekten öyle. aptallık olması değersiz anlamına da gelmemekte aslında, bir dersi ve kendini tanımayı da içermekte.</p><p>"gülme, kadın cinselliğinin gizli tarafıdır; fizikseldir, temeldir, tutkuludur, hayat vericidir ve bu yüzden uyarıcıdır. sadece o an için, bir sevincin cinselliğidir; özgürce uçan, yaşayıp ölen ve kendi enerjisiyle yeniden yaşayan hakiki ve şehevi bir sevgidir. kutsaldır çünkü fazlasıyla iyileştiricidir. şehevidir çünkü bedeni ve onun duygularını uyandırır. cinseldir çünkü heyecan vericidir ve haz dalgalarına neden olur. tek boyutlu değildir, çünkü gülme, insanın kendisi kadar başkalarıyla da paylaştığı bir şeydir. bir kadının en vahşi cinselliğidir."</p><p>kimisi için ev, bir tür gayret göstermektir. kadınlar, yapmamak için yıllarca çeşitli nedenler bulduktan sonra, tekrar şarkı söylemeye başlarlar. kendilerini uzun bir süredir yürekten hissettikleri bir şeyi öğrenmeye adarlar. hayatlarındaki kayıp insanları ve şeyleri ararlar. seslerini geri alırlar ve yazarlar. dinlenirler. dünyanın bir köşesini kendilerinin kılarlar. büyük ve ciddi kararları yürürlüğe sokarlar. ayak izleri bırakan bir şey yaparlar.</p><p>kimi için ev bir ormandır, bir çöl, bir deniz. aslında ev, holografiktir. tek bir ağaçta, bir çiçekçinin vitrinindeki bir kaktüste, durgun bir su havuzunda bile tüm kudretiyle görünür. asfaltta yatan sarı yaprakta, bir demet çiçek bekleyen kırmızı kil çömlekte, derideki bir damla suda da tüm gücüyle görünür. ruh gözleriyle odaklanırsanız, pek çok, pek çok yerde evi görürsünüz.</p><p>insan ne kadar süreyle evine geri dönüp orada kalır? olabildiğince uzun bir süre ya da tekrar kendine gelene kadar. bu, ne kadar sıklıkla gereklidir? dış dünyada çok etkinseniz ve "duyarlı"ysanız çok daha sık. deriniz kalınsa ve pek fazla da "dışarıda" değilseniz, daha az bir sıklıkla. her kadın ne kadar sıklıkla ve ne kadar süreyle bunu yapması gerektiğini yüreğinde bilir. bu, insanın gözlerindeki parıltının, duygusal durumunun canlılığının, duyularının yaşamsallığının belirlenmesiyle yakından ilgilidir.</p><p>eve gitme ihtiyacını gündelik hayatlarımızla nasıl dengeleriz? önceden, evi hayatlarımıza sokacak planlar yaparız. kadınların hastalık halinde, çocukları ihtiyaç duyunca, araba bozulunca, dişleri ağrıyınca kolayca "zaman ayırabilmeleri" her zaman şaşırtıcıdır. eve gitmeye de aynı ölçüde değer verilmeli, hatta gerekirse kriz ölçülerine göre dile getirilmelidir. çünkü, eğer bir kadın gitme zamanı geldiğinde gitmezse, ruhundaki/psişesindeki ince çatlakların derin vadilere, derin vadilerin de gürleyen dipsiz çukurlara dönüşeceği gayet açıktır.</p><p>eğer bir kadın eve gidiş döngülerine hiç tavizsiz değer verirse, çevresindekiler de değer vermeyi öğrenir. günlük rutinlerin telaşlarından sıyrılıp mola vererek, kimsenin ihmal etmediği ve sırf kendimize ait zamanlar ayırarak anlamlı "ev"e ulaşılabileceği doğrudur...</p><p><br /></p><p><b>tuzaklar:</b></p><p>...ilk anda algılanamayan bir şekilde tuzağa düşürür, çünkü yaldız ilk başta insanın aklını başından alabilir. bu yüzden hayat yolunda kendi yaptığımız ayakkabılarla giderken şuna benzer bir ruh halinin üzerimize çöktüğünü düşünün: "belki de başka bir şey daha iyi olurdu; o kadar da zor olmayan bir şey; daha az zaman, enerji ve zahmet gerektiren bir şey."</p><p>kadınların hayatında bu sık olur. bir çabanın ortasındayızdır ve iyi ile kötü arasında gidip gelen duygular hissediyoruzdur. bu çabamızı sürdürürken elimizden geleni yapar ve hayatımızı da buna uygun düzenlemekle yetiniriz. ama çok geçmeden bir şey beynimizi yıkayıp, "bu iş hayli zor. ama şuradaki o güzel falana ya da filana bak. şu süslenip püslenmiş şey daha kolay, daha güzel, daha çekici görünüyor" demeye başlar. ansızın yaldızlı at arabası sallanarak durur, kapı açılır, küçük merdiven aşağı iner ve içeri gireriz. baştan çıkarılmışızdır. bu ayartılma düzenli bir şekilde ve kimi zaman her gün yaşanır. buna hayır demek zordur. böylece yanlış kişiyle evleniriz, çünkü ekonomik açıdan rahat bir hayata kavuşuruz. üstünde çalıştığımız yeni parçayı bırakıp geri döner ve daha kolay, ama son on yıldır hor kullandığımız ve bir kenara attığımız eski ve yıpranmış parçayı kullanırız. şu güzel şiiri daha da güzel kılmak için çabalamaz, onu bir kez daha elden geçirmek yerine, üçüncü taslağında bırakırız.</p><p>yaldızlı araba senaryosu, kırmızı ayakkabıların basit sevincine galebe çalar. bunu bir kadının mal mülk ve konfor arayışı olarak yorumlayabilsek de, daha çok yaratıcı hayatın temel konularında pek fazla zahmete girmek zorunda kalmamak gibi basit bir psikolojik arzuyu ifade eder. daha kolay sahip olma arzusu tuzak değildir; bu, egonun doğal olarak arzuladığı bir şeydir. ah... peki ya bedeli? tuzak, işte bu bedeldir. çocuk, zengin yaşlı kadınla yaşamaya gittiğinde tuzak da kendini gösterir. orada terbiyeli ve sessiz olmalıdır... görünür özleme, daha özgül olarak da o özlemin doyurulmasına izin verilmez. bu, yaratıcı tin için ruhsal kıtlığın başlangıcıdır.</p><p>klasik jungcu psikoloji, ruhun kaybının özellikle orta yaşlarda, otuz beşinde ya da daha sonra ortaya çıktığını vurgular. ama modern kültürün içinde yaşayan kadınlar için ister on sekizinde, isterse sekseninde olsunlar, ister evli isterse bekar olsunlar, soyağaçları, eğitimleri ya da ekonomik durumları ne olursa olsun ruh kaybı gündelik bir tehlikedir. birçok "eğitimli" insan, "ilkel" insanların ruhlarını kendilerinden çalabileceklerini düşündükleri yaşantılarla ve olaylarla ilgili sonsuz listelerini-yılın yanlış bir mevsiminde bir ayının görülmesinden tutun da, içinde biri öldükten sonra henüz kutsanmamış olan bir eve girmeye kadar- duyduklarında anlayışla gülümser.</p><p>modern kültürde harikulade ve hayat verici pek çok şey olsa da, bin kilometrekare genişliğindeki kuş uçmaz kervan geçmez yerlerden ziyade hemen bir sokak ötemizde sayıca çok daha fazla kutsanmamış ölüm yerleri ve yanlış zamanda ortaya çıkmış ayılar bulunur. anlamla, tutkuyla, ruhsallıkla ve derin doğayla bağlantımıza göz kulak olmaya devam etmemiz gerekliliği en önemli psişik gerçek olmaya devam eder. bu el yapımı ayakkabıları zorla süpürmeye, ayartmaya, uzaklaştırmaya çalışarak, "bu dansı, çiçek ekimini, kucaklamayı, bulmayı, planlamayı, öğrenmeyi, barışmayı, temizliği... daha sonra yapacağım" türünden basit mazeretler üretmemize yol açan pek çok şey vardır. bunların hepsi tuzaktır...</p><p>''bildiğiniz gibi, bir bahçenin ilkbahara hazır olması için, sonbaharda tersyüz edilmesi gerekir. bahçe her zaman çiçeklenemez. ama bırakın, hayatınızın altüst oluşlarını kendi içsel döngüleriniz düzenlesin, dışınızdaki başka güçler, kişiler ya da içinizdeki negatif kompleksler değil.''</p><p>.”ister içe, isterse dışa dönük olun, ister kadınları seven bir kadın, ister erkekleri seven bir kadın, ister tanrı'yı seven bir kadın ya da bunların hepsi birden olun, ister basit bir kalbe sahip olun, ister bir amazonun tutkularına, ister bir işin en iyisini yapmaya çalışan biri olun, ister yarına bırakan biri, ister espirili olun, isterse de üzüntülü, soylu ya da ayak takımı; her durumda vahşi kadın bize aittir. o tüm kadınlara aittir.”</p><p><br /></p><p>"ben gidiyorum.’’ bunlar bugüne kadar söylenmiş en güzel sözcüklerdir.</p><p>söyleyin. sonra gidin...</p><p><br /></p><p>"ölmesi gerekenlere ölmesi için, yaşaması gerekenlere yaşaması için izin verin"</p><p><br /></p><p>kurtlarla koşan kadınlar, clarissa p. estes</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-30588020738187630302021-11-09T17:44:00.001+03:002021-11-09T17:44:12.741+03:00mille piacer' non vagliono un tormento. <iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/hxCKMakV9vU" title="YouTube video player" width="560"></iframe>
<p style="text-align: center;"> "gerçekte bizim medeni dünyamız büyük bir maskaralıktan başka bir şey değildir. (...) bu insanlar asla kendilerini tanıttıkları gibi değildir ve sadece maske takmış para spekülatörleridir. (...) dünyanın bir maskaralıktan başka bir şey olmadığını oldukça genç yaşlarda öğrenmek çok önemlidir, çünkü aksi durumda bazı olaylar kişi için tamamen anlamsız kalır. (...) her zaman alçaklık ve ihmal olacaktır ve bunlar her zaman başarının önüne geçecektir. (...) öyleyse yeni yetişen nesil ancak küçük yaştan itibaren elmanın balmumundan, çiçeğin kumaştan, balıkların kağıttan yapıldığını öğrenirse her şeyin esasında maskaralıktan başka bir şey olmadığının idrakine varır. (...) biz insanı sadece medeniyet dediğimiz evcilleştirilmiş ve terbiye edilmiş haliyle tanırız. bu yüzden insan tabiatının zaman zaman gerçek yüzünü gördüğümüzde dehşete kapılırız."</p><p style="text-align: center;"><br /></p><p style="text-align: center;">doğuştan gelen tek bir yanılgı vardır. o da mutlu olmak için burada olduğumuzu sanmamızdır.</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-27787389612465833362021-11-09T17:29:00.001+03:002021-11-09T17:29:38.951+03:00“Pandora”<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgV5MjFPVnrjHZd2u4sVxWqB3iCSQX5opIYBfZDMrD4vA_H8Gyl6ZggfKBWxAfeaqb_66jfk4L_WVAuAoiUFiV2Z1gqZ1g4ILPesYj8Hyy2AaFdGGzsZhuquCpgX1L6VjitvBlXaoIfLnGU/s540/932aa0f8fa254377024de6c06a3d5891.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="540" data-original-width="540" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgV5MjFPVnrjHZd2u4sVxWqB3iCSQX5opIYBfZDMrD4vA_H8Gyl6ZggfKBWxAfeaqb_66jfk4L_WVAuAoiUFiV2Z1gqZ1g4ILPesYj8Hyy2AaFdGGzsZhuquCpgX1L6VjitvBlXaoIfLnGU/s320/932aa0f8fa254377024de6c06a3d5891.png" width="320" /></a></div><br /><p></p><p><b> Mısra 12: Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu</b></p><p>İnsan yapısındaki çelişkiler, onun ne ölüme ne de sonsuzluğa bir türlü dayanamadığını gösteriyor. Sonsuzluk da ölüm kadar ürkütücü bir gerçektir. Sonsuzluk, yalnız Allahın dayanabileceği bir güçlüktür. Yeri gelmişken, sonsuzluğa mahkûm edilen Uçan Hollandalı’nın sözünü etmeden geçemeyeceğim.</p><p>Selim, küçükken, önceleri bu adamı Hollanda Hava Yolları sanıyormuş. Sonraları, Saffet Korkmaz’ın (Bak: mısra 315) etkisiyle müzik -elbette klasik müzik- kültürünü ilerletince, bu sefer de Yarasa Opereti ile karıştırmaya başlamış adamı. (Bak: Die Flaedermaus und Der Fliegende Hollander)</p><p>Allah’tan o sıralarda James Mason ve Ava Gardner’in başrollerini paylaştıkları “Pandora” filmini görmüş de aydınlanmış. Hem gemi hem de kaptanının adı Uçan Hollandalı olduğu için, filmin başında durum biraz karışık. Pandora, biliyorsunuz, kutuyu merakından açtı da ümit dışında bütün kuşları uçurdu: işte o kadın. Yalnız, bu filmde oldukça aklı başında görünüyor. Uçan Hollandalı’yı -gemiyi değil kaptanı- bu ebedi lanetten kurtarmak istiyor. Eski zamanlarda geçtiğinden olacak, film oldukça karanlık. James Mason,her zamanki gibi, alt dişlerini, ta diş etlerine kadar göstererek karaya çıkıyor. Derdi büyük: bir türlü ölemiyor. Bugün kü electronic remote control’a benzeyen bir sistemle kendi kendine idare edilen gemisinde, sonsuzluğa -ya da dinî sonsuzluk olan kıyamete- kadar dolaşmaya mahkûm. Ancak, kendisini, onunla ölmeye razı olacak kadar seven bir kadın bulursa ölebilecek. Pandora, insanlığın başına getirdiği felaketi tamir etmek için olacak, bu fedakârlığı yapıyor.</p><p>Tabii bu arada James Mason’a âşık oluyor. (Kadınlar bu adamda ne bulurlar anlamam.)</p><p>Sonunda, Hollywood filmlerinde pek rastlanmayan bir şey oluyor: ikisi de ölüyor. Konuyu bu duruma getirdikten sonra, oğlanla kızı öldürmeden işin içinden çıkabilecek bir senarist de göremiyorum doğrusu. Ölüm sahnesi akşam cereyan ediyor. Sabah, ağlarını çeken balıkçılar, Uçan Hollandalı ile Pandora’nın cesetlerini -balıklarla birlikte- buluyorlar. Böylece Uçan Hollandalı -adam- isteğine kavuşuyor.</p><p>Gemiye ne olduğu hakkında bir bilgi verilmiyor.</p><p>Galiba, filmin başlarında, Hollanda sarayları, eski kıyafetlerle James Mason’un Tanrıya nasıl karşı geldiği ve karısının nasıl korktuğu gösteriliyor ama asıl film Uçan Hollandalı, Ava Gardner’le tanıştıktan sonra başlıyor.</p><p>Sanıyorum, Selim, film başladıktan sonra girmiş salona; hatta bir iki kişi de, oturun, göremiyoruz, demişler. O telaşla, filmin başlarını pek iyi anlayamamış. Kısacası, insan, bu tarihî olayla da bir kere daha anlıyor ki bazen sonsuzluk bile Amerikan filmleri kadar sıkıcı bir şey.</p><p><br /></p><p><b>Mısra 13: Dokuz yüz otuz altı.</b></p><p>Bilindiği gibi, Türk takviminde başlangıç tarihleri farklı iki ana sistem vardır. Bunlardan birincisi, İsa’nın doğumunu esas alan ve Selim’in doğduğu sırada 1936 yaşına basan bir takvim sistemidir. İkincisiyse bundan tam bin yıl sonra başlayan ve Cumhuriyetin ilanı sırasında, Osman Vekayi Efendi (o yıl yetmiş altı yaşındaydı) tarafından, yerinde bir düşünceye dayanarak, “Türk Terakki Takvimi” adı verilen sistemdir. Her iki takvim de Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlükte olduğu için, nüfus kâğıtlarına, bazen birinci bazen de ikinci sisteme göre tarih düşürülmüş olması, tarihi bile şaşırtacak karışıklıklar doğurmaktadır. Selim’in babası, hemen her babanın yaptığı gibi, oğlunu kütüğe, doğumundan yedi yıl sonra kaydettirdiği için, yukarıda bahsedilen ikilik bir yana, bir de nüfus memurunun yanında doğum tarihini tam olarak hatırlayamaması (günler, aylar, hatta yıllar ne kadar birbirine benziyordu) Selim’in başlangıcını daha da karışık bir duruma sokuyor.</p><p><b>Mısra 14 ve sonrası: Doğumu önemlidir...</b></p><p>İsa’dan tam 1936 yıl sonra dünyaya gelen Selim’in doğumu yalnız kendisi için mi önemlidir? O tarihte orta yaşlı bir adam olan Numan Beyin “erkek evlat” istemesi, bunak dedenin bir torun özlemi içinde olması -henüz oğlunu torunundan ayıracak kadar aklı başındaydı- ufak tefek annesinin bu ağır yükü dokuz aydan beri karnında taşımasının sabırsızlığı ve tutunanların yeni bir av bekleme heyecanı da bu doğumun önemini artırıyordu.</p><p>Annesi, yapılan hesaplara göre, karnında Selim’i, taşıma süresinden biraz fazla tutmuş. Selim’in sonradan bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan sabırsızlığında bu beklenmedik olayın da payı olmalı. Müzeyyen Hanımın karnındaki şişkinliğin çok sivri bir biçim aldığını gören komşu kadınlar, “Muhakkak kız olacak,” sözleriyle Numan Beyi ümitsizliğe sevketmişler. Bu kocaman şişkinlik, bir de kız olsaydı, Numan Bey ve kısa boylu erkekler için büyük bir ümitsizlik kaynağı haline gelecekti. Söylentilere göre, Selim; doğduğu zaman beş kilo sekiz yüz gram geliyormuş. Bir taşra kasabasında, ebe eliyle doğan bir çocuğun ağırlığının gramına kadar tespit edilmiş olduğuna inanamıyorum. Zaten Selim de, bu miktarı ona kimin söylediğini ve bu sayının nereden aklında kaldığını bilmiyor. Tartı işleminin, bir kasaba götürülerek yapılmış olabileceğini ileri sürüyor. Ben pek ihtimal vermiyorum. Kasaba götürmüşlerse, herhalde çıplak olarak sokağa çıkarmamışlardır. Bu durumda da, ya kundağıyla tartmışlardır ki, o zaman verilen sayının net değil brüt olduğunu kabul etmek gerekiyor; ya da Selim’i kasapta soymuş olabilirler. Temizliğiyle bilinen Müzeyyen Hanımın buna razı olması ve açıkta çengellere asılı etlerin çevresinde sineklerin uçuştuğu bir kasap dükkânında, soğuk bir sonbahar günü Selim’in çıplak bırakılıp pis teraziye konulması, bana uzak bir ihtimal olarak görünüyor.</p><p>Başparmağını emmesinin de yalnız Freud açısından yorumlanmasını eksik buluyorum. Selim bile, bu hareketinde beslenme içgüdüsünün önemli bir payı olduğunu düşünerek, bu stanzanın ilk taslağında, şu mısralara yer vermiş: Başparmağını emdi, evde koptu kıyamet Ona göre oburluk, Freud’a göre şehvet</p><p>Bu mısralarda da görüleceği gibi, Freud ile tam uzlaşamıyordu. Daha çok Jung’a yakınlık duyuyordu. “Beni rahatsız eden ve adlandıramadığım duygularımın, yalnız libidoya bağlanmasına gönlüm razı olmuyor,” derdi.</p><p><b>Mısra 21: İlk resminde beyazdı...</b></p><p>Selim’in ilk resmi pek iyi çıkmamış. Elden düşme bir fotoğraf makinesiyle resim çekmeye merak saran babasının acemiliğine kurban olmuş.</p><p><br /></p><p>Tutunamayanlar / Oğuz Atay</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-4989189382879865572021-10-02T14:47:00.003+03:002021-11-09T17:55:21.486+03:00 Çaba sarf etmek bir suçtur, çünkü her eylemle bir düş ölür.<br /><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgdQj3QDsixMRGKhmt0zW_2WVYOfAwqfp-m5-QJgN4OonoMcgMhZLit-4yPm_7TMn37e65t5tFtP7j0oO6AKSpPt8f09w9fgMh6cTXwV2BBZeri0KJM8td-RkwOieodPIDHFanxV1C56dCI/s113/unnamed+%25281%2529.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="113" data-original-width="113" height="322" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgdQj3QDsixMRGKhmt0zW_2WVYOfAwqfp-m5-QJgN4OonoMcgMhZLit-4yPm_7TMn37e65t5tFtP7j0oO6AKSpPt8f09w9fgMh6cTXwV2BBZeri0KJM8td-RkwOieodPIDHFanxV1C56dCI/w322-h322/unnamed+%25281%2529.jpg" width="322" /></a></div><br /></div><div><br /></div><div>"ne yapacağımı bilemediğimde, göbeğimde bir fermuar olduğunu hayal ederim, boynumdan kasıklarıma inen ve onu yukarıdan aşağıya açtığımı. sonra kollarımı kollarımdan, bacaklarımı bacaklarımdan ve başımı da başımdan çekerim. kendimi kendi vücudumdan çıkardığımda, eski giysiler gibi aşağı düşer. onların altında, daha ufak, yumuşak ve neredeyse şeffaf olurum. bir denizanası gibi olur vücudum, beyaz, sütlü, fosforlu.</div><div><br /></div><div>beni rahatlatan tek fantezi bu işte. ah evet, ancak ondan sonra özgürüm."</div><div><br /></div><div>sür pulluğunu ölülerin kemikleri üzerinde , olga tokarczuk</div><div><br /></div><div>"rüyasız geçen uzun, sıkıcı bir zamandan sonra, nihayet gece bir düş gördüm. bu, hemen anlamlı bulduğum, pek anlamadığım, ama unutmadığım düşlerdendi. tek başıma, tanımadığım bir kentte yürüyordum, troya değildi bu, ama önceden görmüş olduğum tek kent troya'ydı. düşümdeki kent çok daha büyük ve genişti. gece olduğunu biliyordum; ancak ay ve güneş aynı anda gökyüzündeydiler ve üstünlük mücadelesi içindeydiler. kim tarafından bilmiyorum, hakem olarak çağrılmıştım oraya: iki gök cisminden hangisinin daha aydınlık parlayabileceği konusunda. bu yarışta ters olan bir şey vardı, ama ne kadar kendimi zorlasam da bunun ne olduğunu bulamıyordum. ta ki sonunda cesaretim kırılmış, sıkıntılı bir sesle, herkes en aydınlık parlayanın güneş olduğunu bilir ve görür deyinceye dek, 'phobios apollon!' diye haykırdı muzaffer bir ses ve aynı anda sevgili ay kadın selene'nin yakınarak ufukta aşağı kaydığını gördüm korkuyla. beni aşan bir yargıydı bu, ama sadece olanı söylediğim için nasıl suçlu olabilirdim.</div><div><br /></div><div>bu soruyla uyandım. zorlama bir gülüşle, üstünkörü marpessa'ya anlattım düşümü. o sustu. kaç gün sürdü benden uzaklaşması. sonra geldi, daha koyulaşmış, derinleşmiş gibi görünen gözlerini çevirdi bana ve şöyle konuştu: düşünde en önemli olan, kassandra, senin tamamen yanlış bir soruya yine de bir yanıt bulmak için gösterdiğin çabaydı. yeri geldiğinde bunu anımsamalısın."</div><div><br /></div><div>kassandra, christa wolf.</div><div><br /></div><div>"bilgi diyorum ama aslında bir sır. hayvanlarla bizim aramızdaki fark nedir? konuşmak mı? bütün hayvanlar bir şekilde konuşurlar, gel, derler, dikkat, derler, daha bir sürü şey söylerler; ama hikayeler anlatamazlar, yalan söyleyemezler. biz bunu yapabiliriz..."</div><div><br /></div><div>the other wind / ursula k. le guin</div><div><br /></div><div>"... onlar saygıyı, inancı, güveni unutmuş, belki de hiç duymamış, hiç öğrenmemiş kişiler. insan, öylelerine kişi derken, dilin yetersizliği karşısında iğrenti duyar. kişi bile değiller ki! olsa olsa tanrının yanlışları, taslaklarıdır onlar."</div><div><br /></div><div>gece, bilge karasu</div><div><br /></div><div>sınamalı insan kendisini, bağımsızlığa mı yazgılı, boyun eğmeye mi; bunu da tam zamanında yapmalı.</div><div>sınamalarını saptırmamalı yolundan,</div><div>oynanabilecek en tehlikeli bir oyun sonunda,</div><div>başka bir yargılayıcının değil de</div><div>yalnız kendinizin tanık olduğu sınamalar bile olsa,</div><div>hiçbir kişiye bağlı olmadan:</div><div>en sevilene bile.</div><div><br /></div><div>friedrich nietzsche, iyinin ve kötünün ötesinde</div><div><br /></div><div>yıllar yılı hemen her gün görmeye alıştığımız yarı-anonim kişileri (bizi işe götüren otobüs şoförü, her zamanki benzin istasyonunda parayı alan adam, ofisimizdeki asansörcü, postanede pul satan adam vb.) artık görmemeye başladık mı, hemen unutuyoruz. "gösteri devam etmeli" kuralı, yalnız tiyatro için değil, bizim için de geçerli. hepimiz gösterinin bir parçası haline geldik. sahnede olmayan, artık ölmüş demektir; yoktur. yaşamla ilgilenişimiz, onu sahnede gördüğümüz gibi. bizim sahnemizde. bizim tasarladığımız sahnede.</div><div><br /></div><div>gündüz vassaf - cehenneme övgü</div><div><br /></div><div>"... yani iletişim kuran ile alıcı arasında paylaşılan şey ne kadar çoksa, açık biçimde ifade edilmesi gerekenlerin sayısı o kadar azdır diyebiliriz..."</div><div>ne var bunda biliyoruz zaten, tabu oynarken de öyle değil mi, diyebilirsiniz.</div><div>ama insanlarla yeni tanıştığınızda kafanızdan geçen, şöyle biri demek ki, böyle demek istedi diye en az veriye dayalı oluşturduğunuz o önyargılar hep bunu özümsememekten işte.</div><div>belki bunu derinden anlayabilsek, bu kadar iletişim kazası yaşamazdık.</div><div><br /></div><div>insan iletişiminin kökenleri - michael tomasello</div><div><br /></div><div>insana benzer bir tarafımız var mı?</div><div>dıştan bakınca kan, sefalet, şehvet, hırs, cinayet.</div><div>içten bakınca can sıkıntısından boğuluyoruz.</div><div><br /></div><div> oğuz atay - günlük</div><div><span style="font-family: verdana;"><br /></span></div><div style="text-align: left;"><div><span style="font-family: verdana; font-size: x-small;">"</span><span style="font-family: trebuchet;">bu dünyada zaten çok sayıda kötü şey varken, toplum bunların en kötüsü olarak kalmaktadır. bu yüzden, arkadaş canlısı bir fransız olan voltaire bile, 'yeryüzü , kendileriyle konuşmaya değmeyen insanlarla kaynıyor' demiştir."</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">-arthur schopenhauer</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;"><br /></span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">“doğru yolu bulmak için kaybolmak gerekir. labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. fakat labirent, o aynı kişiye; yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürür.</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">işte o insan bunu başardığı takdirde labirenti yıkacaktır, çünkü; onu boydan boya geçen biri için labirent yoktur.”</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;"><br /></span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">italo calvino</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;"><br /></span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">''nereye giderdim, gidebilseydim eğer, kim olurdum, varolabilseydim eğer, ne derdim, bir sesim olsaydı eğer, kim konuşuyor böyle, ben olduğumu söyleyerek.</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">...</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">onun için benim olmadığımı görmek, yeterli olmalı, ama değil, orada olmamı istiyor, bir biçime ve bir dünyaya sahip, onun gibi, ona karşın, her şey olan benim, hiçbir şey olan o.</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">...</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">görünen o ki sözün olduğu yerde bir yaşam kesinlenebilir, bir öyküye gerek yok hiç, bir öykü zorunlu değil, yaşam yeterli yalnız başına, yaptığım bir yanlıştı bu, birçok yanlıştan biriydi, yani yaşam kendi başına yeterliyken kendime bir öykü aramam yanlıştı diyorum.</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">...</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">önemli olan dünyada olması insanın, yeryüzündeki varlığının yanında duruş nedir ki? soluk alıp vermek zorunlu yalnızca, avarelik edilmese de olur, arkadaşlık edilmese de, açıkça itiraf etmek koşuluyla kendinizi ölmüş bile sayabilirsiniz, daha özgürlüklere açık bir düzen düşleyebilir misiniz, bilmiyorum, ben düşleyemiyorum.</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;"><br /></span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">samuel beckett</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;"><br /></span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">"ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; mezar böceklerinin ve toprağın yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmenle ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür."</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;"><br /></span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">karl marx (1844 elyazmaları)</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;"><br /></span></div><div><span style="font-family: trebuchet;"><br /></span></div><div><span style="font-family: trebuchet;">"bir insanın bir başkası için ifade edebileceği şey öyle çok büyük değildir: neticede herkes yalnız kalır ve önemli olan şey yalnız kalanın kim olduğudur."</span></div><div><span style="font-family: trebuchet;"><br /></span></div><div><span style="font-family: trebuchet;"><br /></span></div></div> Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-70218945309286895902020-11-18T01:08:00.002+03:002020-11-18T01:08:47.540+03:00Kendine ait bir oda <p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgkTNB7SYW0RTsv9fH1dqMVhBMp1udIAm8IFgiUnifSFgOiInh_e_eR281GiWJ_d-Gux108d8H90ZGuqtf_-VdWKrGqBRXNEqCsv31glBQBp7Af-SC83kw9PGJBhpUE0iraq7Jai9TkMzCP/s1344/IMG_20200912_133905.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1344" data-original-width="1080" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgkTNB7SYW0RTsv9fH1dqMVhBMp1udIAm8IFgiUnifSFgOiInh_e_eR281GiWJ_d-Gux108d8H90ZGuqtf_-VdWKrGqBRXNEqCsv31glBQBp7Af-SC83kw9PGJBhpUE0iraq7Jai9TkMzCP/s320/IMG_20200912_133905.jpg" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><p>Kazandığım her kuruş, diyebilirlerdi, elimden alınacak ve kocam nasıl isterse öyle harcanacak. demek ki para kazanmak -kazanabiliyor olsam bile- benim pek de ilgimi çeken bir husus değil. en iyisi kocam uğraşsın bununla.</p><p>cinsiyet ve doğası doktorlara ve biyologlara cazip gelebilirdi ama şaşırtıcı ve açıklaması güç olan, cinsiyetin -yani kadınların- aynı zamanda sevimli deneme yazarlarına, çalakalem yazanlara, lisansüstü eğitim almış genç adamlara, eğitimsiz erkeklere, kadın olmamaları dışında görünürde hiçbir niteliği olmayan erkeklere de çekici gelmesiydi. bu kitaplardan bazıları, görünürde, saçma sapan ve ciddiyetten uzaktı; ama çoğu da ciddi ve kehanetle dolu, ahlâki ve öğüt verici idi. salt başlıklarını okumak bile sahneye ve kürsüye çıkıp, genellikle bu tür konuşmalara tanınan zamanı epeyce aşarak konu hakkında nutuk atan sayısız okul müdürünü, sayısız din adamını getiriyordu akla. çok garip bir olaydı bu ve anladığıma göre erkek cinsine tahsis edilmişti. kadınlar, erkekler hakkında kitap yazmıyorlar.</p><p>…bu kataloglardan gördüğüm kadarıyla neden erkekler kadınlara değil de, kadınlar erkeklere çok daha ilginç geliyordu?</p><p>… kadın ve kadının neyin üzerinde olursa olsun -politika, çocuklar, ücretler, ahlak- etkisi konusunda uzmanlaşan sayıca çok ve bilgili bütün beyefendilerin görüşünü almak zaman kaybı gibi geliyordu bana. yazdıkları kitapların kapaklarını açmasam da olurdu.</p><p>gezegenimizde çok kısa kalan ve bu gazeteyi eline alan bir konuk bile, diye düşündüm, bu dağınık ifadelere bakarak ingiltere'de ataerkil bir yönetim olduğunu anlardı.</p><p>eğer profesör kadınların üstün konumda olmadıklarını biraz fazla vurguladıysa, büyük olasılıkla kadınların üstün olmadıklarını değil, kendi üstünlüğünü düşünüyordu. bir hayli hiddetlenerek ve epeyce vurgulayarak koruduğu da buydu. çünkü sahip olduğu şey onun gözünde nadide bir mücevherdi.</p><p>kendimize güvenimiz olmazsa beşikteki bebekler gibi oluruz. ölçülemeyen ama pek değerli olan bu niteliği el çabukluğuyla nasıl oluşturabiliriz? başkalarının bizden daha aşağıda olduğunu düşünerek. başkalarına karşı doğuştan gelen bir üstünlüğe sahip olduğumuzu hissederek.</p><p>geçen gün çok insancıl, erkeklerin en alçakgönüllüsü olan z. eline rebecca west'in bir kitabını alıp, bir paragraf okuyunca “rezil feminist! erkeklerin kendini beğenmiş olduğunu söylüyor!” diye bağırdığında düştüğüm şaşkınlığı açıklar mı? beni çok şaşırtan -karşı cins hakkında kaba olsa da büyük olasılıkla gerçek olan bir ifadede bulundu diye miss west neden rezil bir feminist olsundu ki- bu haykırış sadece yaralı bir kibrin çığlığı değildi; o adamın kendine inanma gücünün uğradığı saldırıya karşı bir protestosydu.</p><p>bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormalardan ibaret olurdu. savaslarda zafer kazanıldığı duyulmazdı.</p><p>… uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. işte bu yüzden napoleon da mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezledi. bu da çoğunlukla kadınların erkeklere gerekli olduğunu kısmen de olsa açıklamaya yarıyor. ayrıca erkeklerin kadının eleştirisi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını, aynı eleştiriyi yapan bir erkeğin verebileceğinden daha fazla acı vermeden, erkeği daha çok öfkelendirmeden kadının, bu kitap kötü, şu resim zayıf filan demesinin nasıl olanaksız olduğunu da açıklamaya yarıyor. çünkü eğer kadın gerçeği söylemeye başlarsa aynadaki görüntü büzülür, erkek hayata uyum sağlayamaz olur. kahvaltıda ve akşam yemeğinde kendini olduğundan bir kat daha büyük görmezse hükümler vermeye, vahşileri uygarlaştırmaya, yasalar koymaya, kitaplar yazmaya, süslenip ziyafetlerde nutuk çekmeye nasıl devam eder? ayna görüntüsü çok önemli çünkü zindeliği besler, sinir sistemini harekete geçirir. kaldırın o görüntüyü, o zaman erkek ölebilir, tıpkı kokainsiz kalan kokainman gibi.</p><p>teyzemin bıraktığı miras bana gökleri açtı ve sürekli hayran olayım diye milton'un önerdiği bir beyefendinin iri ve heybetli bedeninin yerini uçsuz bucaksız bir gökyüzü aldı.</p><p>aslında eğer kadın, sadece erkeklerin yazdığı kurmacalarda var olsaydı kadının büyük öneme sahip biri olduğunu hayal ederdik.</p><p>… böylece çok garip ve karışık bir varlık çıkıyor ortaya. hayal edildiğinde çok önemli; pratikte ise tamamiyle önemsiz. şiir kitaplarını baştan sona istila etmiş tarihte ise adı geçmiyor. kurmacalarda kralların ve fatihlerin hayatlarına hükmediyor gerçek hayatta ailesinin parmağına zorla yüzük taktığı herhangi bir delikanlının kölesi. dudaklarından edebiyatın en ilham verici sözcükleri, en derin duygularından bazıları dökülüyor gerçek hayatta okuması yazması neredeyse yok zor heceliyor sözcükleri ve kocasının malı durumunda.</p><p>kadınların elizabeth döneminde neden şiir yazmadıklarını soruyorum ancak nasıl bir eğitim aldıklarını bilemiyorum. yazı yazmak öğretiliyor muydu onlara, kendilerine ait bir oturma odaları var mıydı, yirmi bir yaşına gelmeden kaç kadın çocuk doğuruyordu, kısacası sabahın sekizinden akşamın sekizine kadar ne yapıyorlardı. görünüşe bakılırsa paraları yoktu profesör trevelyan'a göre çocukluktan çıkmadan on beşinde ya da on altısında hoşlansalar da hoşlanmasalar da evlendiriliyorlardı. bunları gördükten sonra içlerinden birinin ansızın shakespeare'in oyunlarını yazmasının son derece garip olacağına karar verdim.</p><p>çünkü iffet bazı toplumların bilinmeyen nedenlerle uydurduğu bir fetiş olsa bile, bir kadının öyle olması istenirdi. o dönemde, hatta bugün bile iffetin bir kadının hayatında dinsel bir rolü vardır, sinirlerle ve içgüdülerle öylesine sarılıp sarmalanmıştır ki onu kesip almak, gün ışığına çıkarmak büyük cesaret ister.</p><p>kadın olmanın en büyük avantajlarından biri, çok güzel bir siyah kadının yanından bile, onu bir ingiliz kadını yapmak için istek duymadan geçebilmektir.</p><p>dünya kadına erkeklere dediği gibi “istersen yaz, umurumda değil” demiyordu. dünya kaba kaba gülerek “yazmak mı?” diyordu, “yazman ne işe yarıyor?”</p><p>kadın hareketinde onca etkisi olmuş olan, o çok ilginç ve karanlık erkek kompleksinin alanına giriyoruz; “kadın aşağıda olmalıdan çok erkek üstün olmalı” diyen, erkeğin düşeceği tehlike minicik görünse de, tehlike yaratan kişi alçakgönüllü ve sadakatli olsa da sadece sanatın önünü değil siyasetin önünü de tıkayan, gözümüzü nereye çevirsek erkeği oraya yerleştiren, o derinlerdeki arzunun.</p><p>ne yazık ki tam da üstün yetenekli erkekler ya da kadınlar kendileri için söylenenlere en çok aldıranlardır.</p><p>ancak belli ki kadınların değerleri karşı cins tarafından konulan değerlerden sıklıkla farklı, doğal olarak böyledir bu. ne var ki geçerli olan erkeklerin değerleridir.</p><p>isterseniz kitaplıklarınıza kilit vurun ama zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit var ne de sürgü, ne de kapatabileceğiniz bir kapı.</p><p>çünkü bir erkek için çok derin, çözümü çok zor, çok simgesel olan duygu kadını sadece şaşırtır.</p><p>ben zihinsel olsun, kişilikle ilgili olsun yetilerin şeker ya da tereyağı gibi tartıya vurulabileceklerine inanmıyorum. insanları sınıflara ayırmada, başlarına kep, adlarının arkasına da harfler koymada onca usta olunan cambridge'de bile.</p><p>sizlerden sorumluluklarınızı hatırlamanızı, yükselmenizi, daha akıllı olmanızı rica ediyorum. ne kadar çok şeyin size bağlı olduğunu, gelecek üzerinde ne kadar etkiniz olabileceğini hatırlatmalıyım.</p><p>insanın kendisi olması her şeyden daha önemlidir, derken buluyorum kendimi. başkalarını etkilemeyi hayal etmeyin, derdim, sizleri coşturacak biçimde söylemesini bilseydim. her şeyi kendi içinde düşünün.</p><p>ve işte son bir uyarı: mr. john langdon davies “çocuklar artık istenmez olunca kadınlar da artık gereksiz olur” diyerek kadınları uyarıyor. umarım bunu bir kenara yazarsınız.</p><p>ben tek bir sözcük bile yazmayan ve o kavşakta gömülü olan şairin hâlâ yaşadığına inanıyorum. sizin içinizde ve benim içimde yaşıyor ve bulaşık yıkadıkları, çocuklarını yatırdıkları için bu gece burada bulunamayan pekçok kadının içinde.</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-30851810881645678692020-11-18T01:02:00.001+03:002021-11-09T17:56:27.095+03:00Hiçbir yeri, bir gün geri dönmek için terk etmedim.<p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiEZFE77suI5UopX1j9NMDJbMN6UC56e_oKvpDEEJOFvJx6nTH8UYLMopnQu3LtEUM-Rh9jBTC3wHmUpu-Nt_Bj3bEeSLkSj-uIxad3LfiZNSuIV1ehRV96COFJotbbZQxdraRjBoxQ28vO/s1080/IMG_20200816_223424.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1077" data-original-width="1080" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiEZFE77suI5UopX1j9NMDJbMN6UC56e_oKvpDEEJOFvJx6nTH8UYLMopnQu3LtEUM-Rh9jBTC3wHmUpu-Nt_Bj3bEeSLkSj-uIxad3LfiZNSuIV1ehRV96COFJotbbZQxdraRjBoxQ28vO/s320/IMG_20200816_223424.jpg" width="320" /></a></div><p><br /></p><p>belki biri şöyle diyecek :</p><p>__sokrates, seni böyle zamansız bir sona sürükleyen bir ömürden utanç duymuyor musun?</p><p>bana bunu soracak olana açıkça cevap verilebilir ve diyebilirim ki :</p><p>_ dostum, yanılıyorsun!... kendini toplum için</p><p>önemli gören ve değeri olduğuna inanan biri"yaşayacak mıyım yoksa ölecek miyim?" diye düşünmemelidir. bir işi yaparken doğru mu yanlış mı yaptığını, iyi bir adam gibi mi yoksa kötü bir adam gibi mi davrandığını, cesur bir adam gibi mi yoksa korkaklıkla mı hareket ettiğini tartmalidir.</p><p>...<br /></p><p>"insandaki büyüklük için ifadem amor fati*'dir. başka bir şeyi istememek, ne ileriye ne geriye ne tüm bengiliğe doğru. zorunlu olana ne katlanmak, ne de gizlemek onu - her türlü idealizm zorunlu olan karşısında yalancılıktır-, aksine, s e v m e k onu..."</p><p><b>friedrich nietzsche / ecco homo</b></p><p><br /></p><p>"içinde bir şeyler hayır diyorsa, sen de hayır demelisin.”</p><p><b>mecburiyet, stefan zweig</b></p><p><br /></p><p>“böyle bir düzen içinde insan düşünebilir mi? büyük ve güzel şeyleri demek istiyorum. önce eşya engel oluyor, sonra şartlar: kalorifer, hizmetçi, çocuk odası. düşünmek için kendime bir daire tutsam. içinde, düşünmeye engel olacak eşyalardan hiçbiri bulunmayan küçük bir daire. kapıdan girer girmez ayakkabılarımı çıkarıyorum ve düşünme terliklerimi giyiyorum.”</p><p><b>oğuz atay / tutunamayanlar</b></p><p><br /></p><p>bir toplum, savaş, hiperenflasyon, salgın hastalık ve benzeri ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğunda intihar sayısında hafif bir artış görülse de, depresyon, paranoya, psikoz vakalarında belirgin bir düşüş kaydediliyordu. </p><p><b>paulo coelho / veronika ölmek istiyor</b></p><p><br /></p><p>"zalimlerin çarkı, cahillerin çalışmayan kafalarıyla döner."</p><p><b>sefiller - victor hugo</b></p><p><br /></p><p>ruh cümlelerle yetinmesini bilir, oysa beden öyle değildir, o daha müşkülpesenttir, kas da olsun ister. beden daima elle tutulur bir gerçektir, bu yüzden de hep hüzünlüdür ve tiksindirici bir görüntüsü vardır.</p><p><b>louis-ferdinand céline, gecenin sonuna yolculuk</b></p><p><br /></p><p>eğer dağın çıplak bağrında binbir çağlayanla durulanmış bir derenin gürül gürül akışını görmedinizse, suyun güzelliğinin ve onun pırıl pırıl seslerindeki ahengin ne olduğunu bilemezsiniz..</p><p><b>george sand - lelia</b></p><p>..delirmek aklın yalımıdır, görkemidir, kendine tutunmasıdır. sen asıl, bedenlerini bir darağacı gibi boynunda taşıyanların, aklını bir gün bile anımsamayanların, iyiliği toplumun hastalığı sayanların, sevgisi küfürden ağır olanların büyük huzurlarına bak!</p><p>inandığın her şeyle gülünç düşüyorsun. bildiklerin boşluğa dönüşüyor. yüksek ses teslim alıyor. ev boğuyor. sokak korku. gözlerin yüzünden taşıyor. öfkene tutunuyorsun. sonra, bütün bir toplum yanlış olamayacağına göre... bir yorgunluk usul usul yayılıyor damarlarına. "dünyaya bir kere gelinir" sözünü, bir düğün bayrağı gibi evinin çatısına çekiyorsun bir gün.</p><p>ölümün bile dönüp bakmadığı bir hayat senin artık.</p><p><b>şükrü erbaş</b></p><p><br /></p><p>ben çocuktum. unutmadım. unutturamayacaklar.</p><p>beni bu revirlerde tımar edemezsiniz! ben yine, kaçak girdiğim bu yeryüzünde, yaylı sazlar arasına sızıp, kendi oyduğum düdüğümü çalacağım! varsın kırmızı ışıkta dursun otomobiller; ben serilip yere, gökte kaç yıldız var acaba diye sayacak kadar hayalperest, pervasız, korumasız ve sonsuza kadar salak kalacağım!</p><p>yemin ettim,ruhumun üstüne kuma almayacağım!</p><p><b>küçük iskender</b></p><p>"hayatın, önemsiz şeylerde olduğu gibi, önemli şeylerde de, sürekli bir yalan olduğunu kabul etmek zorundayız. verdiği sözü tutmuyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeyin özlenilmeye değer olmaktan ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu. kimi zaman umut, kimi zaman da umulan şey aldatıyor bizi. bir eliyle verdiğini öteki eliyle alıyor. uzaklığın büyüsü, cennetler gösteriyor bize. ama büyülenir büyülenmez, bu cennetlerin uçup gittiğini görüyoruz. demek ki, mutluluk ya gelecekte ya da geçmişte; şimdiki an, güneşli ovanın üzerinde dolaşan bir küçük buluta benziyor; önü arkası pırıl pırıl bu bulutun; ovaya yalnız onun gölgesi düşüyor."</p><p><b>arthur schopenhauer</b></p><p><br /></p><p>"utopialıların hiç anlamadıkları ve tiksindikleri bir başka delilik de şuydu: insanlar hiç alışverişleri olmayan bir zengine, salt zengindir diye bir tanrıymış gibi saygı gösteriyorlardı."</p><p><b>utopia - thomas more</b></p><p><br /></p><p>"artık ortada son derece ruhsuz, sıradan ve kültürel açıdan ölü bir dünya var. hükümdarlar geldiğinden beri yeni hiçbir şey üretilmedi. sebebi de açık. mücadele etmeye değer bir şey kalmadı. insanlar günübirlik eğlencelerle oyalanıyor. her gün bir sürü kanaldan yaklaşık beş yüz saatlik radyo ve televizyon yayını yapıldığının farkında mısınız? hiç uyumayıp sürekli bunları takip etseniz, bir tık uzağınızdaki onca eğlence programının yüzde yirmisine bile yetişemezsiniz. milletin tembel süngerlere dönmesine şaşmamalı; her daim emiyorlar, ama asla üretmiyorlar. insanların günde ortalama üç saat televizyon izlediğini biliyor muydunuz? yakında kimse kendi hayatını yaşamıyor olacak. televizyon dizilerindeki aileleri izlemekten başka şeye vakit kalmayacak!"</p><p><b>çocukluğun sonu - arthur c. clarke</b></p><p><br /></p><p>yedi kez aşağıladım ruhumu:</p><p>birincisi, yükseklere ulaşmak için, onun itaat ettiğini gördüğümde.</p><p>ikincisi, sakatlar karşısında topallıyormuş gibi yaptığını farkettiğimde.</p><p>üçüncüsü, kolaylık ve güçlük arasında seçim yapıp kolaylığı seçtiğinde.</p><p>dördüncüsü, bir hata yapıp başkalarının da hata yaptığı düşüncesiyle avunduğunda.</p><p>beşincisi, sabrını kendi gücüne mal ederek zayıflıktan dolayı hiçbir şey yapmadığında.</p><p>altıncısı, kendi maskelerinden birinin söz konusu olduğunu anlamadan bir yüzün çirkinliğini hor gördüğünde.</p><p>ve nihayet yedincisi, bir ilahi okuyup bundan bir erdem sahibi olduğunu sandığında.</p><p><b>halil cibran / kum ve köpük</b></p><p><br /></p><p>“zaman bazen kuş gibi uçar bazen de solucan gibi sürünerek geçer;</p><p>ama insan en çok zamanın ağır mı yoksa çabuk mu geçtiğini fark etmediği vakit kendini iyi hisseder.”;</p><p>“geçmişi hatırlamanın lüzumu yok,</p><p>geleceğe gelince; onun için de kafa patlamaya değmez."</p><p><b>babalar ve oğullar/ ıvan sergeyeviç turgenyev</b></p><p><br /></p><p>"dünyada açık yüreklilikten zor ve övmekten kolay bir şey yoktur. açık yüreklilikte yüzde bir değerinde bile olsa, bir nota falsolu oldu mu, uyumsuzluk hemen fark edilir; övmede ise baştan sona bütün notalar falsolu olsa bile, yine kulağa hoş gelir, zevkle dinlenir. övgü ne kadar kaba olursa olsun, yine de en azından yarısı, övülene gerçek gibi gelir ve toplumun her katmanında böyledir. namus tanrıçası olarak nitelendirilen bir kızı bile övme ile baştan çıkarmak mümkündür. sıradan insanlarınsa sözünü etmeye bile değmez."</p><p><b>dostoyevski - suç ve ceza</b></p><p><br /></p><p>aynadaki kadın benim zıttım," demişti, "ben ne kadar ev haliysem o, o kadar sokak. ben sokulgan isem, o başını alıp giden. ben gündüzüm, o gece... çapkın, güçlü, özgür.</p><p><b>fakat müzeyyen bu derin bir tutku / İlhami Algör</b></p><p><br /></p><p>"kendine sevdiğin kişinin ölümlü olduğunu, sevdiğin şeylerin sana ait olmadığını, sana birer hediye olarak verildiklerini, sonsuza kadar senin olmayacaklarını hatırlat. üzüm ya da incir bile sadece mevsiminde toplanır.</p><p><b>epiktetos</b></p><p><br /></p><p>"galaksinin batı sarmal kolu’nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşesinde, gözlerden uzak, küçük ve sarı bir güneş vardır. bu güneşin yörüngesinde, tamamıyla önemsiz ve mavi-yeşil renkli, küçük bir gezegen döner. gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hâlâ çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler. bu gezegenin şöyle bir sorunu vardı: üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu."</p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div>( evet en favori şarkım )<div><br /><div> <iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/66VnOdk6oto" width="560"></iframe></div><div><br /></div><div><br /></div><div><br /></div></div>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-83926551826449875922020-11-10T01:55:00.000+03:002020-11-10T01:55:01.183+03:00Benimle Oynar mısın?<p style="text-align: center;"><br /></p> <iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/hO2j8lFaGi8" width="560"></iframe><div><br /></div><div><br /></div><div><div> Ama bil ki</div><div><br /></div><div>ben bazen içimde çok derinlere daldığında seni boğacak deniz, bazen çöllerde kaldığında susuzluğunu dindiren bir bardak su olurum,</div><div>bazen bana dokunduğunda seni yakan kor, bazen soğuk kuytularda kaldığında seni ısıtacak ateş olurum,</div><div>bazen senin gökyüzünde batan bir güneş, bazen gününü ayan bir güneş ışığı olurum,</div><div>ben bazen kendimi dile getirir çok konuşurum, bazen taş gibi buz kesilirim konuşamam anlatamam hiç bir şey ...</div><div><br /></div><div>yine de oynar mısın benimle?</div><div><br /></div><div>benim kusurlarım, günahlarım çoktur bu hayatta kabahatlerim yüzüme vuruldukça sus pus kalırım,</div><div>eyvallahım yoktur kimseye hayata karşı küfür olur çıkarım kendi ağzımdan,</div><div>ben kendi içimde esirimdir; kendime vurduğum zincirlerin anahtarını pandoranı kutusunda sakladığım esaretle yaşarım</div><div><br /></div><div>yine de oynar mısın benimle?</div><div><br /></div><div>saklanırım bu hayatta; sayılayım istemem gidesim vardır hep uzaklara kaç olasım gelir,</div><div>toprak olurum bazen sorgulanmadan kabullenmeyi sunan, reddetmeden gücüne güç katan,</div><div>aptallığım çoktur başkasının gözünde suç olan; benim kendi dünyamdır aptallık..sebebi değişen kişiliğim olsa da, aşk olsa da, bahar depresyonu olsa da</div><div><br /></div><div>yine de oynar mısın benimle?</div></div>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-69633643690346297292020-11-10T01:12:00.002+03:002020-11-10T01:12:33.208+03:00Saçmalıklar çağı<p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjAK-s8VnyjZgz-tczF7MOSU20kOFZK-a-Cqfg1vBorQo9xEVh0di2GH1vuOyvKbd3X_DOFgJLJbL6ezo0bi_AOGntPmmbKX3MPsIir0k4aEv-pCHKQ5FajW-mE1evYCRCGAx7ojt8AB-uJ/s1088/IMG_20200911_115238.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1088" data-original-width="1080" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjAK-s8VnyjZgz-tczF7MOSU20kOFZK-a-Cqfg1vBorQo9xEVh0di2GH1vuOyvKbd3X_DOFgJLJbL6ezo0bi_AOGntPmmbKX3MPsIir0k4aEv-pCHKQ5FajW-mE1evYCRCGAx7ojt8AB-uJ/s320/IMG_20200911_115238.jpg" /></a></div><p> "kendinde hak görme çağında herkes diğer herkese üstün görünmek istemektedir ama doğum, refah, profesyonel statü ve özel semt gibi geleneksel üstünlük nişanları, doğaları gereği edinilmesi çok zor veya imkânsız şeylerdir.</p><p>çözümse, örneğin "cool takılıp" öyle olmayan çoğunluk üzerinde sonsuz üstünlük sağlamak gibi yeni üstünlük biçimleri yaratmaktır. "cool olmak" ayrıcalıklı olmanın herkese açık, masrafsız bir türüdür.</p><p>mesela benim ayrımım kültürel züppeliktir cahil-cühela tayfasına üstünlük sağlamak sadece kolay değil, aynı zamanda kesin sonuç garantilidir.</p><p>sonuçta insanların birbirlerini ezerek proust okumaya akın etmeleri ihtimali düşüktür (ayrıca çok fazla insanın önerilerimi dinleyip marcel'i popüler yapmaları da canımı fena sıkacaktır).</p><p>ancak "cool" kalmak kolay değildir çünkü "cool olmak" kitlesel benimseme yoluyla sürekli alaşağı edilmektedir.</p><p>dövmeler tehlikeli suçluların simgesiyken dövme yaptırmak "cool"du. ama bugün bir sürü ev hanımının bile poposunda dövme var.</p><p>psikolojinin bir diğer keşfiyse duyguların asimetrikliği, olumsuz duyguların olumlulardan daha güçlü ve uzun süre kalıcı olduklarıdır. schopenhauer bunu da yakalamıştı: "ıstırabın gücünün aksine iyilik ve mutluluk zayıftır."</p><p>olumlu duygular günlük gezilere çıkan kaprisli tiplerdir; olumsuz duygularsa işgale, ezmeye, yerleşmeye ve boyunduruk altına almaya kararlı emperyalistlerdir. emperyalizmin kilit numarasıysa pis işleri yerlilere yaptırtmaktır. öfkenin benliği nasıl kapladığını, kendisini mümkün her yolla besleyişini, zekâyı kendini haklı çıkartmalar yaratmaya ve belleği eski dertleri diriltmeye nasıl zorladığını düşünün. oysa olumlu duygular kısacık bir aydınlanma yaratarak uçup giden kelebekler gibidir.</p><p>bakanın gözünde de eşdeğer bir dengesizlik söz konusudur: iyilikleri çabucak unuturken pis numaraları ebediyen hatırlama eğilimindeyizdir. evliliğin sorunlarından biridir bu; tek bir hatayı düzeltmek muazzam miktarda iyi davranış gerektirir.</p><p>günaha girmek kolay, kefaret ise feci zordur. jonathan haidt belli bir miktarda para kazanmaktan alınan hazzın aynı miktarı kaybetmenin verdiği acıdan daha kuvvetsiz kaldığını açıklayarak bu ilkeyi finans ve kumar konularına da yaymıştır. ama shakespeare işi yüzlerce yıl önceden çakmıştı: "insanların kötülükleri yazar tunçta, yazarız erdemlerini suya."</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-49154799957502928492020-11-09T23:55:00.000+03:002020-11-09T23:55:12.262+03:00Acıdığım gelecekleri miydi? Bilinçsizlikleri mi?<p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgUBF1dNuiXh6D2lS5O3mQnw7N1PQJ2JB6T7dymlMJUM1lZ7vi9Adla1P48jJR8nAPI4pZlXcRBTuIgz3PQoIX_zJkW8JcbjaIQ6NGK1axvylhTJbe8nH4A6FOG4tQ0u3udHdqenfFS1-Gx/s1080/IMG_20200912_133951.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1059" data-original-width="1080" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgUBF1dNuiXh6D2lS5O3mQnw7N1PQJ2JB6T7dymlMJUM1lZ7vi9Adla1P48jJR8nAPI4pZlXcRBTuIgz3PQoIX_zJkW8JcbjaIQ6NGK1axvylhTJbe8nH4A6FOG4tQ0u3udHdqenfFS1-Gx/s320/IMG_20200912_133951.jpg" width="320" /></a></div><br /><p></p><p>Müziğin ya da düşün hafif bir soluğu, ne olursa olsun, yeter ki öyle ya da böyle bir şey hissetmemizi sağlasın, ne olursa olsun, yeter ki düşünmekten bizi alıkoysun.</p><p>20</p><p>Ömrüm boyunca, hayatımı ezen koşulların bazılarından kurtulmak istediğim, buna karşılık kendimi benzer başka koşullar tarafından kuşatılmış olarak bulduğum çok oldu, olayların belirsiz örgüsünde bana karşı kesin bir düşmanlık vardı, desem yeri var. Diyelim ki, beni boğmakta olan bir eli boynumdan söküyorum. O eli söküp atan kendi elimin, beni kurtarırken boynuma bir ip geçirdiğini fark ediyorum. İpi boynumdan dikkatle çıkarıyorum, ama bu kez de kendi ellerimle boğazımı sıkmama ramak kalıyor.</p><p>21</p><p>24 Mart 1929</p><p>İster var olsunlar ister var olmasınlar, biz tanrıların kölesiyiz.</p><p>22</p><p>Aynalarda gördüğüm suretim, hep ruhumun kollarına sığınırdı. Düşüncelerimde bile olduğum gibi var olabilirdim ancak: zayıf ve beli bükük biri. Her şeyim çoktan ölmüş bir çocuğun eski fotoğraf albümüne yapıştırılmış, renkli bir prens tipografisini anımsatıyor.</p><p>Beni sevmek, bana acımak demek. Gelecek zamanın sonlarına doğru bir gün biri çıkıp hakkımda bir şiir yazacak, ben de belki ve ancak o zaman, Kendi Krallığım’da hüküm sürmeye başlayacağım.</p><p>Tanrı; biz varız ve her şey bundan ibaret değil, demek.</p><p>23</p><p>Saçma aksiyomlar</p><p>Sahtesinden de olsa sfenkslere dönüşsek, hem de kim olduğumuzu bilemez hale gelecek kadar. Çünkü aslında sahte birer sfenksten başka bir şey değiliz ve gerçekte ne olduğumuzu bilemiyoruz. Hayata ayak uydurmamızın tek yolu, kendi kendimizle uyumsuz olmak.</p><p>Tanrısallık, saçmalık demektir.</p><p>Samimiyetle, sabırla akıl yürüterek teoriler kursak ve bunu yalnızca, hemen çürütmek üzere yapsak –edimlerimizi, onları mahkûm eden kuramlarla doğrulasak–, hayatta kendimize bir yol çizsek, sonra da o yolun tam tersine gitsek. Yapılmadık şey bırakmasak, olmadığımız, olduğumuzu iddia etmediğimiz, başkalarının olduğumuzu hayal etmesini de istemediğimiz bir şeyin bütün hallerini kuşansak. Okumamak için kitaplar alsak; konserlere gitsek, ama ne müzik dinlesek, ne de kimlerin geldiğine baksak; yürümekten yorulduk deyip uzun gezintilere çıksak ve gidip kırlarda kalsak, sadece ve sadece kırlar bizi uyuşturduğu için.</p><p>24</p><p>Bugün, kimi zaman kabına sığmayan o çok bildik iç sıkıntısının beni nasıl boğduğunu bedenimle bile algılarken – asmakatı sayesinde varlığımı sürdürebildiğim o lokantada ya da basit aşevinde pek bir şey yiyemedim, her zamankinden de az içtim. Tam çıkarken, garson şişenin yarısının hâlâ dolu olduğunu fark etti ve dönüp dedi ki: “Görüşmek üzere Bay Soares; geçmiş olsun.”</p><p>Bu basit cümle kulağımda bir boru sesi gibi çınladı: Ruhum, rüzgâr değer değmez gökyüzündeki bulutların hemen dağılması gibi, anında aydınlanıverdi. O zamana kadar açık seçik göremediğim bir şeyin farkına vardım: Kahvelerdeki ya da lokantalardaki garsonlarda, berberlerde ya da sokak başlarında dikilen, ayak işleri yapan çocuklarda içten gelen, doğal bir sevecenlik var, deyim yerindeyse daha büyük bir samimiyetle yaklaştığım insanlarda buna rastladığımı söyleyemem doğrusu.</p><p>Kardeşliğin böyle incelikleri var işte.</p><p>Kimileri dünyayı yönetir, kimileri de yönetilen o dünyanın ta kendisidir. Servetini İsviçre’de ya da İngiltere’de saklayan bir Amerikalı milyonerle bir kasabanın sosyalist lideri arasında nitelik bakımından hiçbir fark yoktur; fark nicelikten kaynaklanır yalnızca. Uzakta, aşağıda biz varızdır, yani kılıksız insanlar, biz, bohem oyun yazarı William Shakespeare, biz, öğretmen John Milton, serseri Dante Alighieri, dün alışverişlerimi yapan çocuk, komik fıkralar anlatan berber, yalnızca önümdeki şarap şişesinin yarısını içmedim diye geçmiş olsun dileyerek kardeşçe bir jest yapan garson.</p><p>25</p><p>İflah olmaz, renkli bir gravür bu. Gözlerimi dikmiş bakıyorum, görüp görmediğimi pek bilemeden. Camın ardında başka taşbasmaları var, bir de bu. Girişte, merdivenin altındaki boşluğa yerleştirilmiş camekânın ortasında azametle duruyor.</p><p>Genç kız, baharı göğsünün üzerine bastırmış, hüzünlü gözleriyle gözlerimin içine bakıyor. Kâğıdın bütün parlaklığı gülümsemesine yansımış, yanakları da en güzel kırmızıya boyanmış. Arkasındaki gökyüzü pamuk mavisi. Küçük sayılabilecek ağzı iyi çizilmiş. Kartpostallık tasvirinin üzerinden, gözlerini gözlerime derin bir acıyla dikmiş, öylece duruyor. Çiçekleri tutan kolu bana birinin kolunu anımsatıyor. Entarisinin ya da bluzunun yakası epey açık, işlemeli. Gözlerinde sahici bir hüzün var: Gravür gerçeğinin derinliğinden, dürüstçe gözlerimin içine bakıyor. İlkbaharla birlikte gelmiş bu kız. İri, hüzünlü gözleri var, ama beni çarpan bu değil. Camekânın önünden ayrılırken ayaklarıma zor laf geçiriyorum. Yolun karşısına geçiyorum, cılız bir isyanla geri dönüyorum. Bahar kucağında hâlâ ve gözlerinde, benim hayatta sahip olamadığım her şeyin hüznü okunuyor. Gravür uzaktan daha renkli görünüyor. Saçları tepeden, koyuca pembe bir kurdeleyle sıkıca bağlanmış, bunu fark etmemiştim. Basit bir gravürde bile olsa, insanoğlunun gözlerinde korkunç bir şey var: görmezden gelinemeyecek bir bilinç, o bedende bir ruh olduğunu kanıtlayan gizli bir haykırış. Her yerimi kan terlere batıran uykudan güçbela uyanıp sisli karanlıkların ıslak kalıntılarını köpek gibi silkinerek üzerimden atıyorum. Ve uzaktan seyrettiğimiz bu metafizik taşbasmasının, bütün bir ömrün hüzünlü gözleri, alelade bir şeye veda edercesine inancımı yitirdiğimi görmezden gelerek, sanki Tanrı hakkında bir bildiğim varmış gibi sabit bakışlarla süzüyor beni. Altında bir takvim olan gravür, alttan ve üstten yassı, dışa doğru kıvrılan, gelişigüzel siyaha boyanmış iki silmeyle sınırlandırılmış. Bu kesin alt ile üst arasında, kaçınılmaz 1 Ocak’ı saklayan, modası geçmiş motiflerle süslenmiş 1929’un üzerinden, hüzünlü gözler muzipçe gülümsüyor bana.</p><p>Bu yüzü başka bir yerden tanıyorum ben, hem de tuhaf bir yerden: Bizim yazıhanede bir köşede, bunun tıpatıp aynısı, gözümün aşina olduğu bir takvim var. Ne var ki belki gravür sanatından, belki benim bakışlarımdan kaynaklanan bir esrarla, bizim bürodaki kardeş takvim hüzünlü gözlerden yoksun kalmış. O, solak Alves’in tepesinde silik varlığıyla uyuyan, parlak kâğıttan bir gravürden başka bir şey değil. Keşke gülüp geçebilsem bütün bunlara, ama içimde derin bir rahatsızlık esiyor. Yüreğimde, beni gafil avlamış bir hastalığın soğukluğunu hissediyorum. Bu saçmalığa baş kaldıramayacak kadar güçsüzüm. İstemeden hangi pencereye, Tanrı’nın hangi sırrına yaklaştım acaba? Bir merdiven altında duran bu camekân nereye bakıyor olabilir? Gravürde gözlerimin içine bakan gözler kimindir? Titremem geliyor. İşyerinde gözüm hep gerçek gravürün olduğu uzak köşeye kayıyor artık. Ona bakmadan edemez oldum.</p><p>26</p><p>Her heyecana bir kişilik, ruhun her haline bir ruh kazandırmak. Dönemeçte belirdiler; bir sürü genç kızdılar. Şarkı söylüyorlardı yürürken; sesleri de çok neşeliydi. Kim olduklarını bilmiyordum. Onları, özel bir şey hissetmeden, uzaktan uzun süre dinledim. Yüreğim burkuldu. Acıdığım gelecekleri miydi? Bilinçsizlikleri mi? Belki doğrudan onlar değildi – ama kim bilir? Belki de yalnız kendimdim acıdığım.</p><p>25 Aralık 1929</p><p>Çatılara vuran son yağmur damlaları hız kesip de, parke taşlarına gökyüzünün ağır maviliğini yansıtmaya başladığında, araba sesleri daha güçlü, daha neşeli yeni bir şarkı tutturdu, pencerelerin de üzerlerine yağan güneşe karşı açıldığı duyuldu. O sırada, dar sokağın en yakın köşesinde ilk piyangocunun aşina sesi çınladı ve karşı dükkânda kasalara çakılmakta olan çivilerin sesi berrak havada yankılandı.</p><p>Aslında resmî tatil olmasına rağmen kimsenin buna aldırış etmediği, iki arada bir derede bir gündü. Çalışma ve dinlence yan yanaydı, benim de yapacak hiçbir işim yoktu. Erken kalkmıştım, aylaklık ederek var olmaya hazırlanıyordum. Odamda bir aşağı, bir yukarı yürüyor, yüksek sesle birbirinden kopuk, kopuk olduğu kadar da olmayacak şeyler düşlüyordum – bir türlü başlayamadığım işler, tesadüfen gerçekleşmiş imkânsız tutkular, vaktiyle yapılsaydı uzun ve doyurucu olacak sohbetler. Ne huzurdan ne yücelikten nasiplenmiş bu dalgınlıkla, amaçsızca, umutsuzca gezindikçe adımlarım bu özgürlük sabahını yıpratıyor, alçak sesle, bağıra bağıra telaffuz ettiğim cümlelerim, yalnızlığımın yalın dehlizlerinde çoğalarak yankılanıyordu.</p><p>İnsan kişiliğim, dışarıdan su katılmamış bir komedi gibi görünüyordu; içerden bakıldığında insana özgü olan her şey gibi. Yarım kalan uykumda giydiğim alelade giysilerin üzerine, böyle erken kalktığım sabahlarda kullandığım eski yağmurluğu geçirmiştim.</p><p>Emektar terliklerimin sağı solu delinmişti; özellikle sol tekinin. Ve ellerimi ölümden sonraya ait o yağmurluğun ceplerine sokmuş, yararsız düşlerimi bölüp duran iri adımlarla küçücük odamdaki bulvarı arşınlıyordum, ki düşlerim, bütün ölümlülerinkine benzeyen bir hayalin nihai haliydi.</p><p>Odamın biricik penceresinin yarı aralık serinliğinde, son sağanaktan geriye kalmış ağır su damlalarının çatılardan hâlâ damladığını duyuyordum. Biten yağmurun getirdiği serinlikler, belli belirsiz de olsa hissediliyordu. Bununla birlikte gökyüzü gönül çelen bir mavilikteydi ve yorgun düşmüş ya da yere serilmiş sağanaktan artan bulutlar, São Jorge Kalesi’ne doğru çekilerek gökyüzünün bilinen yollarını olduğu gibi göz önüne seriyordu. Kendimi neşeli hissetme zamanıydı. Ne var ki içime bir ağırlık çökmüştü – bilinmeyen bir arzu, tarifsiz, ama yakışıksız bile olmayan bir heves. Belki de canlı olma duygusu kendini göstermekte gecikiyordu. Ve görmeden baktığım sokağa hâkim penceremden dışarı sarktığımda, kendimi birden, kurusun diye pencerelere asılan, sonra orada unutulup yavaş yavaş buruşan, sonunda da asıldığı yeri kirleten yaş bir toz bezi gibi hissettim.</p><p><br /></p><p>Huzursuzluğun Kitabı </p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-78394922265294504352020-11-05T00:35:00.000+03:002020-11-05T00:35:37.841+03:00No Plan<p style="text-align: center;"> Plan yok</p><p style="text-align: center;">Dizgin üzerinde el yok</p><p style="text-align: center;">Mack'in açıkladığı gibi, ... karanlık olacak</p> <iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/gXq_J29V5Io" width="560"></iframe> <div><br /></div><div><br /></div><div>canım Hozier'ın albümü wasteland. İlhamını Charles Bukowski'nin bluebird şiirinden ve astrofizikçi Katie Mack'in bir konuşmasından almış ki kadın da çok şaşırmış ve sevinmiş bir şarkıda isminin bu şekilde geçmesine. gitar rifflerine ve ritmine aşık oldum.Kolay kolay bir şarkıya aşık olmam ama abi büyülü.. ne varsa irlandalılarda var..</div>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-69873890462925455822020-11-05T00:21:00.002+03:002020-11-05T00:21:13.225+03:00Kendi sınırlarımız<p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEijIrWP4OgYdegu4io5ZK5wJ_0_9QKrKFqY7X-1orY2wi-1WRtEbWZi9Qz-C6sPAoIypSUaRJhNppcAtMLH8ucTXbTdwEtQv-JnTn_TT0wTgrjFRyEToAt-p54C7nyAIU_VR9nerZ2_pPVP/s1341/IMG_20200911_111735.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1341" data-original-width="1080" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEijIrWP4OgYdegu4io5ZK5wJ_0_9QKrKFqY7X-1orY2wi-1WRtEbWZi9Qz-C6sPAoIypSUaRJhNppcAtMLH8ucTXbTdwEtQv-JnTn_TT0wTgrjFRyEToAt-p54C7nyAIU_VR9nerZ2_pPVP/s320/IMG_20200911_111735.jpg" /></a></div><p><br /></p><p> yaşamlarımız kendimizin oluşturduğu insan duvarları, bilgi dağları, inanç kuyuları ile çevrili küçük hapishanelerdir. kendi sınırlarımız var, kendimize varlıklarını inandırıp birçok eylemden hatta yaşamın ta kendisinden kaçındığımız. kendi duvarlarımız var, dünyanın en büyük kalesi gibi koruduğumuz tüm insancıl, akademik ve duygusal kuşatmalardan. kendi sırlarımız var, çevremizde ördüğümüz ışıklı yansımalarımızın arkasında saklayıp kendimizden bile gizlemekle meşgul olduğumuz!</p><p><br /></p><p>en sevdiğimiz hobimiz sınırlarımızı kendimiz çizerken, başkalarının dayatması olduklarından emin olmak. en sevdiğimiz fobimiz sınırlarımızı sahiplendiğimiz kadarıyla kimsenin geçmemesinden kuşkusuz durabilmek. düşüncemiz tüm varlığımızın birilerinin -kutsal veya insancıl- kontrolü altında bulunan belirli bir çerçeve olduğuna yönelik. korkumuz tüm varlığımızın -ister sosyal ister kişisel- kendimize ait bir özgürlük yumağı halinde bizi oluşturacak, büyütecek ve yaşatacak kozamız olduğu ve hep saldırıya açık olduğu yönünde. sevdiklerimiz ve nefret ettiklerimizin dengesinde kuruyoruz kendimize en derin kuyuları, en karanlık dehlizlerine çekiliyoruz başarının ve başarısızlığın; tüm negatifleri yansıtmayla, tüm pozitifleri benimsemeyle geçiştirip yolumuzu daracık açılarla çiziyoruz.</p><p><br /></p><p>psikolojik bir hapishaneye yatıyor gençliğimiz, mutluluk ve mutsuzluk cehenneminde. sosyolojik dehlizlerde çürüyor hayallerimiz, şekillendirilmiş sosyal düşüncelerimizin parmaklıklarına sarılıp yalnızca hayal kurabiliyoruz. ideolojik kafeslerde taşıyoruz tüm insanlığımızı, sergilemek adına ortaklaşa yapabildiğimiz son hayvanlığımızı; kendimize tutkuyla savaşabileceğimiz yalanlar inşa ediyoruz, dünyanın en benzersiz takıntıları halinde. kronolojik yalnızlığımızda çeşitli etki-tepki genellemeleri sağlayıp, en doğal klişelerde insanları kendimize yakın ve uzak olarak tanımlıyor-kendimizi böyle rahatlatıyoruz.</p><p><br /></p><p>tüm bu sınırlardan ibaret yaşam, sınırlarımızdan. sahip olduğumuz, hediye olarak aldığımız, miras alınan ve miras bırakılacak büyük saçmalıklar dahilinde yaşamlarımızı basit tekrarlamalar ve karmaşık bağlantılar örgüleri halinde iğrenç bir hale getiriyoruz. her seferinde..</p><p><br /></p><p>Ekşi'den alıntıdır.</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-65510685615513973872020-11-01T22:57:00.000+03:002020-11-01T22:57:29.783+03:00Portishead - Roads<p style="text-align: center;"> bir masal anlatıyor portishead. diyor ki:</p><p style="text-align: center;">“siz hepiniz, ben tek.”</p><div><br /></div>
<iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/Vg1jyL3cr60" width="560"></iframe> <div><br /></div><div><div>dünyada herşey birlikte var olur.siyah beyaz hayatlara; hayatının en tatlı renginden karıştırmalısın ve senin fırçana da onun acıları bulaşmalı.yoksa sen de var olamazsın...</div><div>kulağımda her çalışında yolları kaybettirir ardından derine giden yollar buldurur.</div></div><div><br /></div><div><br /></div><div><br /></div><div><div>( portishead'in massive attack ile bristol'da verdiği bir konserde beth gibbons'ın söylerken sesinin çok fazla çatallandığı, detone olduğu ve canlı olarak söylerken sıkıntı çektiği şarkıdır.</div><div>ama portishead'in ve beth gibbons'ın güzelliği de budur ki bu olaylar şarkıyı daha da güzel daha da hisli hale getirir. )</div></div>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-14616229566073456022020-11-01T22:34:00.004+03:002020-11-01T22:35:14.615+03:00Devlet nedir? <p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg1ZjRlRppmtHvRiGGs-5uvqonHcv7_IkhPqbH0o4rIYliJxFC4KDUYutZAUmD-ItsirRFhcYi6EdBvm1dqBZQ_WNmX73M09iZl1c2RLJXlnPCP9obzENoM4Wc0motOVFEfTXGrNpbnsdzd/s1405/bakunin-1.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1118" data-original-width="1405" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg1ZjRlRppmtHvRiGGs-5uvqonHcv7_IkhPqbH0o4rIYliJxFC4KDUYutZAUmD-ItsirRFhcYi6EdBvm1dqBZQ_WNmX73M09iZl1c2RLJXlnPCP9obzENoM4Wc0motOVFEfTXGrNpbnsdzd/s320/bakunin-1.jpg" width="320" /></a></div><p></p><p>İLK ÖNCE ateşli yandaşları tarafından betimlendiği haliyle Devlet düşüncesini inceleyelim. O yalnızca her bir bireyin değil aynı zamanda görece olarak küçük her topluluğun – birliklerin, komünlerin ve eyaletlerin – doğal özgürlüğünün ve çıkarlarının herkesin çıkarlarına ve özgürlüğüne, büyük bütünün özgürlüğüne feda edilmesidir. Ama bu herkes, bu büyük bütün gerçekte nedir? Tüm bu bireylerin ve bunların oluşturduğu daha sınırlı insan toplukluklarının tamamının bir toplamıdır. Ama onları temsil ettiği varsayılan bu bütün, tüm bireyler ve yerel çıkarlar onu yaratmaları ve kendilerini onun içinde koordine etmeleri için feda edildiğinde neyi temsil eder? O bireylerin tam özgürlüğünün ve refahının onun içinde gelişmesiyle beraber, her kişinin içinde özgürce nefes alabildiği, daha üretken, daha güçlü ve özgür bir hal aldığı yaşayan bir bütün değildir, her bireyin yaşamının onun içinde her bir diğerinin yaşamı aracılığıyla güçlendiği ve genişlediği doğal insan toplumu da değildir, her bireyin ve yerel birliğin kurban edilme ritüelidir, yaşayan yıkan bir soyutlamadır. Sözde herkesin iyiliğinin bu “herkese” dahil olan her bireyin yaşamının ve haklarının sınırlandırılması, ya da daha doğrusu bütünüyle olumsuzlanmasıdır. O Devlettir, doğal toplumun her zaman üzerinde kurban edildiği politik dinin sunağıdır: İnsanları kurban ederek geçinen ve onları yutuveren bir evrenselliktir, tıpkı Kilise gibi…</p><p>Devlet… politik azamet uğruna üzerinde insanların gerçek özgürlüğünün ve refahının kurban edildiği sunaktır; ve bu kurban ediş ne kadar eksiksizse Devlet de o kadar mükemmel olacaktır…</p><p>Söylediğim gibi, Devlet halkın hayatını tüketen bir soyutlamadır. Ama bir soyutlamanın gerçek bir dünyanın içinde doğması, gelişmesi ve varlığını sürdürmesi için onun varlığıyla alakadar gerçek bir kolektif yapının olması gerekir. Bu kolektif, büyük halk kitleleri olamaz, çünkü onlar tam da onun kurbanlarıdırlar: Bu ayrıcalıklı bir yapı olmalıdır, Devlet’in kutsal yapısı yöneten ve mülk sahibi sınıf, ki Kilise için ruhban sınıfı neyse Devlet için de dinin kutsal sınıfı bu sınıftır.</p><p>Ve gerçekten, tüm tarih boyunca gördüğümüz nedir? Devlet her zaman bir takım ayrıcalıklı sınıfların mirası olagelmiştir: Papazların, asilzadelerin, burjuvaların, son olarak da tüm diğer sınıflar tüketildikten sonra, Devlet bir makine vaziyetine düştüğünde ya da yükseldiğinde -hangisini dilerseniz- bürokratlar sınıfının.</p><p>1869</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-51901738325156947562020-11-01T19:56:00.004+03:002020-11-01T19:58:30.306+03:00 “Ne olur, hep anlatın” <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh-WmmFn-Jws4zqyEH9V6JkAdXXp-aE0o0IoapHo_6jNKtTAnXZ6Ij3zOrU5CJrn7uDnAUqspa9dDb9dWbACaX1pOo65kZEqv1_u23uhwdbG5p05_LP9eEC3WIQL1p7wWOuKkuO9dsYScdw/s1324/IMG_20200825_160133.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1324" data-original-width="1080" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh-WmmFn-Jws4zqyEH9V6JkAdXXp-aE0o0IoapHo_6jNKtTAnXZ6Ij3zOrU5CJrn7uDnAUqspa9dDb9dWbACaX1pOo65kZEqv1_u23uhwdbG5p05_LP9eEC3WIQL1p7wWOuKkuO9dsYScdw/s320/IMG_20200825_160133.jpg" /></a></div><p> Selim’i, ölümünden bir yıl kadar önce tanımıştı. Günseli’nin çalıştığı daireden bir memur arkadaşı, bir pazar gezintisine çağırmıştı genç kadını. Selim’i ilk defa bu eğlentide görmüştü. İlgilenmişti onunla. Selim, asık suratlı ve sıkıntılıydı. Önce kimseyle konuşmuyordu. Zorla getirilmiş gibiydi. Gerçekten de zorla getirilmişti. Memur arkadaşı, Selim’e takılıyor, onu mağarasından zorla çıkardığını söylüyordu. “İnsanların arasına karış biraz,” diyordu.</p><p>“Onun, bu insanlar ve bu çeşit gezintilerle ilgilenmediğini, oyunlara katılmakta güçlük çektiğini ve bu uyuşmazlığından ıstırap duyduğunu anlamak için bu sözleri işitmeye ihtiyaç yoktu. Sıkıntısını artık gizleyemiyordu. Kendi de bilmeden bir kurtarıcı arıyordu. Sıkılganlığının geçmesi için ona yardım etmek istedim. Onun gibi, suratımı asarak yanına yaklaştım, konuşmaya başladım. ‘Benim gibi bu eğlentiye yanlışlıkla gelmediğinize göre, beni anlayacağınızı sanmıyorum,’ dedi. Yere bakarak konuşuyordu. Yüzüme bakmaya cesareti yoktu. Birden, başını kaldırarak: ‘Yıllardır, bir genç kız yanıma yaklaştığı zaman, ona söyleyeceğim acı ve alaylı sözler hakkında o kadar hayal kurdum ki siz bütün bunların ağırlığına dayanamazsınız,’ dedi. ‘Ben de söylediklerimden hemen pişmanlık duyarım. En iyisi hiç konuşmamak. Bakın, burada canlı ve neşeli bir sürü genç adam var. Onlar sizi daha iyi eğlendirebilir.’ Ben, gene suratımı asarak, onunla konuşmak istediğimi söyledim. Teselli ye muhtaç üzüntülü genç adam rolünü beğenmiyormuş. ‘Ben sizi bu durumda görmüyorum,’ dedim. ‘Herkes kadar canlı olduğunuzu sanıyorum.’ ‘Kadınlar insanda....’ dedi. Durdu. ‘Bernard Shaw’u okudunuz mu?’ Bir süre otların arasında yürüdük konuşmadan. Durdu, ilk defa gözlerime bakarak: ‘Ben, böyle bir karşılaşma için çok daha iyi birşeyler yapabileceğimi sanıyordum,’ dedi. ‘Kendimi hayal kırıklığına uğrattım.’ Sonra, sorularına başladı: hangi gazeteyi izliyordum? hangi kitapları okuyordum? hangilerini beğeniyordum? ailem serbest yaşayışımı uygun buluyor muydu? bu gezintiye neden gelmiştim? ilgilendiğim bir erkek yok muydu gelenler arasında? ileri düşünceli olduğumu göstermek için mi çalışıyordum? Durmadan soru yağdırıyordu. Bu sorulardan incinmemeliydim: beni daha önce uyarmıştı. Sorularını birden kesti ve: ‘Sanıyorum yeter derecede gücendirdim sizi,’ dedi. ‘Artık eğlentinin sonuna kadar yüzüme bakmazsınız.’ Gitmek üzereydi: ‘Suratımı, genç kızların hoşuna gitmek için asmadığımı anlamışsınızdır artık.’ Yüzüne bakıyordum. ‘Daha ne bekliyorsunuz?’ dedi.</p><p>Gülerek: ‘Belki tam böyle olmanızı bekliyordum,’ dedim.</p><p>Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi yüzünü buruşturdu: ‘Anlaşıldı,’ dedi. ‘Kendinize eğlence arıyorsunuz. Buyrun o halde.’ Elimden tuttu ve koşarak top oynayanların yanına götürdü beni. Çocuk gibi eğlendi akşama kadar. Dönüşte yanıma oturdu. Kucağımdaki çiçeklere bakarak, onları hangi kitapların arasında kurutacağımı sordu. ‘Aman benim sevdiğim kitaplar olmasın.’ Gülüyor, fıkralar anlatıyor, şarkılara katılıyordu. Kolumu tuttu; güneşte yanan derisinin üstüne bir saman çöpüyle adını yazdı. Arkadaşlardan utanarak elini ittim. Mahzunlaştı. Kötü bir şey yapmadığını göstermek için gülümsedim. Yüzü değişti birdenbire.</p><p>“Türkçe tango sever misin?’ dedi. ‘Beni ne sanıyorsun?’ dedim. Suratını astı: ‘Sonum geldi,’ dedi. ‘Artık kadınlar da espri yapabiliyor.’ Yol boyunca Türkçe tangolar söyledi bana, sözlerini değiştirerek. O günden sonra bir ay hiç aramadı beni. Her gün heyecan içinde daireye telefon etmesini bekliyordum. Beni unuttuğunu düşünüyordum. Sonra, bir gün aradı. Ürkek</p><p>bir sesle konuşuyor, beni aramasının doğru olup olmadığını soruyordu. Kızarak, şimdiye kadar neden hiç aramadığını sordum. Şaşırmış olacak; bir an sustu: ‘Yani, aramamı mı bekliyordun?’ dedi. ‘Bunu hiç düşünmemiştim.’ Güldüm: ‘Çok düşüncesizsin,’ dedim. ‘Diyecektim ki... şey,</p><p>Günseli... hemen buluşabilir miyiz?’ Onu daha fazla üzmek istemedim.”</p><p>Turgut, Günseli’nin sustuğunu görünce telaşlandı. “Ne olur, hep anlatın,” diye yalvardı. “Ne olur hiç susmayın. Buradan sıkıldınızsa başka yere gidelim. Siz yolda da anlatın. Her şeyi anlatın. Ne durumda olduğumu bir bilseniz...”</p><p>Durdu, gülerek: “Selim ne derdi şimdi?” diye sordu. Günseli, iri gözlerini açtı, çocuksu bir gururla: “Ne durumda olduğunuzu bilseydim, hamiyetten gözümün yaşını tutamazdım, değil mi?” “Gördünüz mü, benden saklayacak hiçbir şeyiniz olmamalı.” “Doğru. Hem o kadar yalnızım ki.” Birlikte yemeğe çıktılar.</p><p>Turgut çocuk gibi seviniyordu içinden. Demek seni de sonunda yakaladık suçüstü. Bayağılık etme Turgut. Haklısın Selim. Kendimi kaybettim bir an için; aslıma döndüm. Peki peki. Sevinçten şaşkına döndüm. Yakalandın ama Selim, itiraf et. Seni yaramaz seni, ben görürüm anneni. Her şeyi anlattın mı ona Selim? Çocuk şiirlerini filan? Ben de Günseli’ye ait her şeyi öğrenmeliyim Selim. Buna hakkım olmalı. Ne istersen sor, budala. Yanında yürüyor işte. “Onu çok mu sık görüyordunuz?” Çok sık görüyormuş. Mahzunlaştı. Bunun için benden kaçıyordun Selim. Oysa, herkes anlatmak için birini arar. Sen ne biçim Selim’din? Ne olurdu her şeyi öğrenseydim? Ellerin terliyor muydu gene? Dalıp gittiğin oluyor muydu? Dinlemekle olmuyor. Yanında olmalıydım. Anlatmakla oluyor mu? Birlikte yaşamak gerekti. Birlikte yaşamak gerekti. Üçümüz kırlara doğru açılsaydık. Benden utandığın anda başımı çevirirdim. Yokmuşum gibi davranırdım. Daha önce aşk konusunda bana söylediklerini hiç hatırlatmazdım. Deli misin? Neden korktun?</p><p>Nasıl yanıldın? Evlenmekten korkuyordun herhalde. Öyle ya, otobüste gidiyorduk ayakta. Kadınlar sürünüp geçiyordu. Bir gün evlenirsem ne düşünürsün Turgut? diye sorduğun zaman anlamalıydım. Kadınları artık rahatça seyredemeyeceğinden korkuyordun. Onları, sana sürünüp geçerlerken bir daha hayal edemeyeceğinden korkuyordun.</p><p>Açıkça söyleseydin bana. Anlamadım işte. Seni bir masal kahramanı yapmıştık. Dokunulmazlığın vardı sanki. Sen de kimseye dokunamazdın sanki. Tabaklara dokunmaya korkuyor; ürkek bir yaratık. Hemen hiç yemek yemiyor. Biraz içki içince cesareti arttı, hikâyesine devam ediyor....</p><p><br /></p><p>443-444-445-446 </p><p><br /></p><p>Tutunamayanlar / Oğuz Atay</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-16606546001788453872020-10-28T21:34:00.000+03:002020-10-28T21:34:19.520+03:00Uçları kırık<p> </p><iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/LU7r_6_N73Y" width="560"></iframe> <div><br /></div><div><div>yakan güneşin "soğuttuğu" yerlerde, başka vücutlarla sevişirken akla gelir. yağmurlar yağar, yıldırımlar düşer, hortumlar çıkar. ama hiçbir zaman kar yağmaz. kimsenin yanağı üşümez, kimsenin yanağı kızarmaz, kimse kimseyi özlemez, kimse kimseyi istemez, kimse kimseyi beklemez. die eier von satan mekanikliğindeki hatır hatır bir hayatın lubrike edilme çabasıdır. sarfedilen çaba yatak sarmasın diyedir.</div><div><br /></div><div><br /></div></div>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-34964659242409157642020-10-28T20:48:00.001+03:002020-10-28T20:48:25.370+03:00Okuma ve Yazma Haklanda<p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjgdp5plE93Ptx_SPEmWu4phPneq-38_JVDkgVJYDgazuPUwDO-WiNa6mjYttU11zen79eoKpD4DQY-FWosSevLGhEL0sEXjKqS4KjsCAkXmyr4PsjLKXdeMPucZ26taQWbuLutdUwbrAde/s1080/IMG_20200818_175216.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="717" data-original-width="1080" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjgdp5plE93Ptx_SPEmWu4phPneq-38_JVDkgVJYDgazuPUwDO-WiNa6mjYttU11zen79eoKpD4DQY-FWosSevLGhEL0sEXjKqS4KjsCAkXmyr4PsjLKXdeMPucZ26taQWbuLutdUwbrAde/s320/IMG_20200818_175216.jpg" width="320" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><p></p><p>Tüm yazılmışlar arasında sevdiğim tek şey, birilerinin kendi kanıyla yazdığıdır. Kanla yaz: fark edeceksin ki, kan ruhtur.</p><p>Kolay bir iş değildir, meçhul kanı anlamale nefret ederim,avare okurlardan.</p><p>Her kim ki okuru tanır, daha fazlasını yapmaz onun için.</p><p>Bir okur yüzyılı daha, - ağır kokacaktır, ruhun ta kendi.</p><p>Cümle alem okumayı öğrenecek olsa, yalnız yazmak değil, düşünmek de çürürdü.</p><p>Vaktiyle ruh tanrıydı, sonra insanlaştı ve şimdi, neredeyse avaınıaşmak üzere.</p><p>Kanla ve hikmetle* yazan kişi, okunınayı değil, ezberlenmeyi ister.</p><p>Dağda, en kısa yol, doruktan doruğa alandır: ancak bunu yapabilmek için uzun bacaklı olmak gerekir. Hikmetli sözler, en üst derece olmalı: ve onlar, muhatapların yani, onlar da yüce ve heybetli olmalı.</p><p>Hava açık ve temiz, tehlike yakın ve ruh, şen bir muziplikle dolu: birbirlerine iyi yakışmaktalar böyle.</p><p>Etrafımda koboldlar- olsun isterim, yürekliyim zira. Hayaletleri dağıtan cesaret, kendisine kaboldlar yaratır, - cesaret, gülrnek ister.</p><p>Artık sizinle aynı şeyleri hissetmiyorum: altımda gördü</p><p>ğüm şu bulut, şu karanlık ve şu vahim, gıyabında güldüğüm, - tam da bu, sizin firtınaya yol açan bulutunuz.</p><p>Yukarı bakarsınız, ne zaman yücelrnek isteseniz. Ve ben bakarım aşağı, zaten yücelmiş olduğumdan.</p><p>İçinizden hanginiz hem gülebilir hem de yüce olabilir ki?</p><p>En yüksek dağlara tırmanan, güler tüm facia ve vahamete.</p><p>Yüreldi, kaygısız, müstehzi ve zorba - böyle olmamızı ister bilgelik: bir dişidir o ve daima yalnız savaşçı erkeği sever.</p><p>Bana diyorsunuz ki : "Hayatın yükünü taşımak zor." İyi de, neye yarar o zaman, kuşluk vakti mağrur, akşam vakti itaatkar olmak?</p><p>Hayatın yükünü taşımak zor: ama siz de çıtkırıldım olmayın öyle! Her birimiz, pekala hoş, hayli yük taşıyabilecek er kek ve dişi eşekleriz.</p><p>Üzerinde bir damla çiğ var diye tir tir titreyen gül gonca sıyla müşterek neyimiz var?</p><p>Hakikat şu: biz hayatı seviyoruz, ne ki hayata değil, sev meye alıştığımız için.</p><p>Aşkta daima biraz hezeyan vardır. Ama hezeyanda da da ima biraz akıl bulunur.</p><p>Ve bana, ki hayatla aram iyidir, öyle geliyor ki saadeti en iyi idrak edenler, kelebek ve sabun köpüğü ya da benzeri tür den insanlardır.</p><p>Bu yufka, ahmak, narin, hareketli ruhçukları uçuşurken görmek - budur Zerdüşt'ü gözyaşı ve türkülere sürükleyen.</p><p>Ben, yalnız dans etmesini bilen bir tanrıya inanırdım.</p><p>Ve şeytanımı gördüğümde, onu ciddi, titiz, derin ve vakur buldum: o, ağırlığın ruhuydu - onun yüzünden düşmekte her şey.</p><p>Öfkeyle değil, tebessümle öldürülür kişi. Hadi, öldürelim ağirlığın ruhunu!</p><p>Yürümeyi öğrendim: öğrendim öğreneli koşar dururum.</p><p>Uçınayı öğrendim: öğrendim öğreneli ihtiyacım kalmadı, yerimden kımıldamak için itilmeye.</p><p>Şimdi hafıfım, şimdi uçuyorum, şimdi altımda kendimi görüyorum, şimdi bir tanrı dans ediyor içimde.</p><p>Böyle buyurdu Zerdüşt.</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-48540414974848956572020-10-24T15:22:00.002+03:002020-10-28T00:13:47.497+03:00Cehenneme övgü<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_jiIVHgyt77D80rLUDz3XB_EpOpnha1cVKsc29Ce50fHMGE-aQjAHKnPcsEMwilKsTvAIW6-PQ66SuvqvVC9vI6pLSrhQCqZgdK0G6ojDScBoqYTQM2mlyW65wd5zI1nSLdND5Hu7sjSH/s1095/IMG_20200912_133024.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1095" data-original-width="1080" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_jiIVHgyt77D80rLUDz3XB_EpOpnha1cVKsc29Ce50fHMGE-aQjAHKnPcsEMwilKsTvAIW6-PQ66SuvqvVC9vI6pLSrhQCqZgdK0G6ojDScBoqYTQM2mlyW65wd5zI1nSLdND5Hu7sjSH/s320/IMG_20200912_133024.jpg" /></a></div><p> “insanın karşısındakine duyduğu güven ve inancın eşlik ettiği bir uyuşmazlık neden olmasın? görüş ayrılıkları ve uyuşmazlıklar neden karşıdakini reddetme anlamına gelsin? yıllar yılı hemen hemen her konuda anlaşan iki insanın belirli bir konuda şiddetli bir uyuşmazlığa düşmesi neden bir felaket olarak görsün ve bu durum neden onların birbirlerini hiç tanımamış olduklarının belirtisi sayılsın?</p><p><br /></p><p>birbirinden farklı iki insanın, zevklerden ideolojilere varıncaya kadar akla gelen her konuda sonsuza kadar uyuşması nasıl mümkün olabilir? birlikte olmak neden birbiriyle anlaşmak anlamına gelsin? sağlam bir ilişkiye neden ne kadar da iyi anlaşıyorlar gözüyle bakılsın? atomun pozitif protonu ile negatif elektronunu ele alalım: bunlar arasında ahenkli bir ilişki yok mu? hele bir de, ancak maddeyle birlikte varolabilen antimadde düşünülecek olursa.</p><p><br /></p><p>özgürlük uyuşmazlığın bir fonksiyonudur. hiçbir zaman uyuşmak zorunda kalmama sürecidir özgürlük. özgürlüğün doğrulanması, anlaşma peşinde koşmamakla sağlanır. anlaşma bir süreci durdurur. her şeyi dondurur. yaratıcılığı durduran bir frendir o.</p><p><br /></p><p>eleştirel düşünce, uyuşmazlığı körüklemek demektir. anlaşmazlık yerine anlaşmayı teşvik ettiğimizde, totaliterce ve kendimize karşı saygısızca davranmış oluruz. doğa çatışma içinde ve çatışma sayesinde ahengini sürdürebiliyorsa, biz de anlaşmayabiliriz. kendi kendimize böyle bir borcumuz var. anlaşmamak suretiyle yalancılıktan kurtulur, özgürleşiriz.”</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-52404693771893475982020-10-24T15:17:00.004+03:002020-10-28T00:16:31.848+03:00 Dünya tarihi<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg9fMtoFL2pxNDH8NdvO3g3cCQcHZXkHK8OIz_IXpl7r_YWeX-p-J_ZrZnO1NNWFYEm8A22JT7hmfbooMD_ejSElB_AEIN_W0Fz-0Ji-f0eeYntZD5uJu3kRt-k1pDZDuSkKZj0shyphenhyphenBWQ3R/s1357/IMG_20200911_115304.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1357" data-original-width="1080" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg9fMtoFL2pxNDH8NdvO3g3cCQcHZXkHK8OIz_IXpl7r_YWeX-p-J_ZrZnO1NNWFYEm8A22JT7hmfbooMD_ejSElB_AEIN_W0Fz-0Ji-f0eeYntZD5uJu3kRt-k1pDZDuSkKZj0shyphenhyphenBWQ3R/s320/IMG_20200911_115304.jpg" /></a></div><p> "insanın yeryüzündeki karmakarışık ve gürültülü patırtılı yaşamı üzerinde düşünen herhangi bir kişi, insanların tarih boyunca birbirlerine göstermiş oldukları tüm insanlık dışı davranışlar ve ahmaklıklar karşısında üzülebilir. savaşlar ve savaş hazırlıkları tarih boyunca yankılanmış durmuştur. siyasal iktidar, her yerde ve her zaman askerlik yöntemlerinde ve silahlarda görülen değişikliklerle birlikte el değiştirmiştir. teknolojik gelişmeler de insanların birbirlerini öldürme ya da öldürülmekten korunma çabalarının dürtüsüyle yürümüştür.</p><p><br /></p><p>öte yandan geçmişte gelişip büyüyen uygar toplumların hepsinin, şefkate ve sevgiye önem veren ahlak sistemlerini benimsemiş olmaları da üzerinde durup düşünelecek bir olgudur. büyük dünya dinlerinin hepsi bu öğretileri aşıladılar. inançlarının kurallarına göre yaşamaya az çok çaba göstermiş olan insanların, arkalarında bir davranış kuralı olarak şefkati benimsemeyen insanlardan daha çok izleyici bırakma şansı oldu.</p><p><br /></p><p>bu nedenle insancıl ve barıçıl ülküleri, bunlara inanmayan alaycı bir tutumla reddetmek, bu tür ülküleri gerçeklik dünyasıyla karıştırmak kadar yanlış bir tutumdur. insan yaşamı her zaman korku ve umut arasındaki gerilim altında kalmıştır. bu gerilim çağımızda da ortadan kalkmayacak, tam tersine artacaktır. ancak özellikle bu yüzden, hem yıkım tehlikelerinin hem daha insancıl bir dünya toplumu yönünde gelişme olanaklarının büyük oluşu nedeniyle, geçmişteki gibi umut ile korku arasında işleyen akıl ve yüreklilik, kendini ortaya koymak için geçmişte olduğundan çok daha geniş bir alan bulacaktır."</p>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3634564362540926233.post-11286437431487259162020-10-15T15:39:00.000+03:002020-10-15T15:39:07.492+03:00“...özgürlüğüme tutsağım.”<p> </p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7gB7bT_4I4pzq4kgnS5V-d5EHUDm65gIP794RY2MWvUgiuTbMiFaKUpckWgX61-P34StDZBtV-QssiIlwYjDJRBwms-GK_2VeHVv6qygvD21ZHddN4fiRevSzaSCwjwF2hz8jcOELsnAh/s1320/Screenshot_20201004-181407.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1320" data-original-width="1073" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7gB7bT_4I4pzq4kgnS5V-d5EHUDm65gIP794RY2MWvUgiuTbMiFaKUpckWgX61-P34StDZBtV-QssiIlwYjDJRBwms-GK_2VeHVv6qygvD21ZHddN4fiRevSzaSCwjwF2hz8jcOELsnAh/s320/Screenshot_20201004-181407.jpg" /></a></div><p></p><p><br /></p><p>“bu toplumu haklı çıkarmadan ölmenin bir yolunu bulmalıyım diye düşünüyorum. akciğer kanserinden ölsem çok sigara içiyordu diyecekler. sirozdan ölsem çok içki içiyordu diyecekler. araba çarpsa, herhalde hafif içkiliydi, şoför haklıdır diyecekler.</p><p>türkiye’de intihar da edilmez. ilaç ve içki şişelerinin kapakları açılmaz, su gelmeyebilir, havagazı gelmeyebilir, tren vaktinde gelmez, atamazsın kendini altına.”</p><p><br /></p><p style="text-align: center;">"üzgünüm geçer diyemeyeceğim; çünkü asla geçmiyor ve katlanarak artıyor.</p><p style="text-align: center;">asıl terk edilenin, terk eden olduğunu anlamıyor ki kimsecikler..</p><p style="text-align: center;">terk eder görünen, neşteri ortak yaraya batırabilendir, çünkü bu güç iş ona bırakılmıştır.</p><p style="text-align: center;">yitirdiklerini, çekeceği acıları bilse de gerekeni yapmak zorundadır, daha azla uzlaşmacı değildir.</p><p style="text-align: center;">benim gibi yapın. nereye olduğunu bilmeden ve durmadan yürüyün..."</p><p style="text-align: center;"><br /></p><p>--"savaşlar kentinin kızısın sen; her yolculuğun, her seferin bir bedeli, karşılıklı bir bedeli olduğunu bilmelisin. korkma sakın!"</p><p><br /></p><p>--"ne de olsa ikimiz de iki üç paragrafla geçiştirilemeyecek kadar zorlu bir çaba gösterdik aramızdaki 'şey'i anlamak için. bildik hiçbir şeye benzemiyor ki."</p><p><br /></p><p> --"bir önceki ilişkiden devralınan incelikler sonraki sevgililikleri kalkındırır"</p><p><br /></p><p>--biraz sonra, gün bütün fazlalıklarından arınıp çağdaş tirşe rengini bulduğunda sen girdin içeri. geniş zamanda. bir gün boyunca usulca hazırlanan, anı kollanan, gelip çatması beklenen, yine de beklenen anda geldiği için şaşırtıcılığı büsbütün artan bir doğaçlama gibi.</p><p><br /></p><p>--"sen uyuyordun, bilemezsin. kaç sigara içiyorum üst üste, kaç eski gazete okuyorum ilânlarına kadar. her sabah kaç bin güçlükle alışıyorum önümdeki güne, getireceklerine."</p><p><br /></p><p style="text-align: center;">"...bir ömre tek bir yaşamın az geldiğini bilirsiniz, bir yazarsanız."</p><p><br /></p><p>--"kendime bir ilham periliği vehmedecek kadar komik bir insan değilim tabii. kendimi de o kadar beğenmem. yalnız şöyle bir şey var: düşünen ve sorgulayan bir insanım. bu sözünü ettiğiniz kişiler de kendi yaptığı işleri sorgulayan, düşünen, tartışmayı seven kişilerdi. herhalde asıl çekici yanım buydu benim. tartışırdım. bir de çok açık sözlü olmam etkili olmuştur sanıyorum. konuyu anlamam ve disiplinli olmam. ilişkilerimde hep kendime bir dokunulmazlık alanı bulmuşumdur. bu da hakikaten sevilmem, değerlendirilmemle birlikte, çok tartışmalara neden olmuş bir özelliğimdir. başkasına verdiğim özgürlüğün, yaratma, tek başına düşünme, yalnız kalma özgürlüğünün bana da verilmesini isterim."</p><p><br /></p><p>--baktım da oğlum hiçbir şeyin tadını çıkaramıyor yeterince. yaşama açlığı gördüğüm bütün çocuklarda had safhada. hayvanat bahçesine mi gittiniz, önünüze ilk fok mu çıktı, çocuk mutlaka ta ötedeki kuşlara göz dikecektir. kuşlara geldinizse, gözü arkadaki fokta kalmıştır.</p><p>"bundan sonra nereye gideceğiz?" ya da biraz büyüdükten sonra "bundan sonra ne yapacağız? yarın doğum günü var iyi ama ya öbürgün?" "bu kitap bitince hangisini okuyacağız?" soruları bitmiyor.</p><p>yaşadığı anı bilerek, tadına vararak yaşayan bir çocuk ya da bir genç göremiyorum ortalıkta. acaba bu duygu bir güvensizlik, yarına, bir an sonraya güvenmeme duygusundan mı çıkıyor yoksa o anı, o yarını, o kitabı hep elde bir sayma doygunluğundan mı? işin içinden çıkamadım.</p><p><br /></p><p style="text-align: center;">“gece metin’le tatlı bir söyleşiye daldık; iyi bir ağabeydir metin. yara almış aşkların üstüne kargaların, çaylakların üşüştüğünü anlattı. hemen üşüşüyorlarmış.</p><p style="text-align: center;">— yaz geçti, dedi, kış da geçer.”</p><p style="text-align: center;">“yine de bilmek başkaydı, iliklerinde duymak başka.”</p><p><br /></p><p>--"eski şeylerin hepsine veda etmek istiyorum. ben de perulu dev gibi güney denizlerinin ormanları içine kendimi gömmek, istediğim gibi yaşamak, istediğim gibi sevişmek, istediğim gibi şarkı söyleyip yok olmak istiyorum."</p><p><br /></p><p>--“annemin isteklerini kaç kere 'biraz sonra' diye ertelediğimi düşündüm. bütün çocukların büyüklerde bir tür ölümsüzlüğe inandığını, o yüzden, onların en ufak isteklerini bile 'nasılsa sonsuz bir zaman var' gerekçesiyle yerine getirmediğini.”</p><p><br /></p><p>--“garip bir ölçü alışkanlık. sevgi, aşk, dostluk ancak bu ölçüye vurulduğunda anlam kazanıyor. en ufak ayrıntılarda bile. sözgelimi ben yeni bir giysiyle, bilmediğim bir yere kolayca gidemem. önce evde deneyip benim kılmalıyım onu, birazcık eskisin, bedenimin kalıbını alsın ki içinde özgürce davranabileyim. alışkanlık, kişiliğin gelişimini, kendini bulmasını sağlıyor evet ama bir sınıra kadar. sizi o sınıra götüren iti, bakıyorsunuz sınırda karşınıza dikilmiş, yolu tıkamış. o tuzağa düşmemeli. her büyük tutku gibi alışkanlık da fethi naci’nin deyişiyle: yıkımının tohumunu içinde taşıyor.”</p><p><br /></p><p>--"manasız bir aşk dünyanın en güzel şeyidir, ama sevdiğin için şarkı söylemezsin, şiir yazmazsın, roman yazmazsın. sorarlar hep, sizin için yazılmış bir şiir var mı? var. edip’in var, turgut’un var, cemal’in var. ama bu onların aşkı düşünmelerini gösterir, beni düşünmelerini göstermez. insanların aşkı düşünüşleri vardır ve o düşünce bazen bir objeye rastlar. o karşılaşmayla içgüdü olarak başka türlü görünür, ama içeride aşk aynı aşktır."</p><p><br /></p><p style="text-align: center;">"-sen hiç konuşmadın asıl. anlatsana...</p><p style="text-align: center;">-seni seviyorum mu diyeyim istiyorsun?</p><p style="text-align: center;">-hayır. o anlamda, kullanılan anlamda sevmediğini biliyorum. belki de yalnız o anlamda seviyorsundur, bilmem.</p><p style="text-align: center;">-yine de duymak istiyorsun ama. bir erkeğin bir kadına diyeceği şeyleri. o senin kadın yanın.</p><p style="text-align: center;">-ayıp mı? kötü mü?</p><p style="text-align: center;">-değil, seni sen yapan bir şey ama konuşmak beni bağlar.</p><p style="text-align: center;">-nasıl yani?</p><p>---şu kadarını söyleyebilirim. seni asıl yaşlılığında görmek isterdim. durgun, uzak, temizken her şey, barışta."</p><p><br /></p><p>--“turgut uyar’la geçirdiğimiz bazı hırgürlü geceleri şimdi olsa kaldıramayacağımı biliyorum ama bütün güçlüklerine karşın fırtınalı bir aşkı, yavan, düz-ayak bir ilişkiye hâlâ yeğlediğimin de bilincindeyim.”</p><p><br /></p><p>--pablo neruda ne iyi diyor, "yalnız kedi, baştan beri kusursuz biçimdeydi" diye. yere düşen bir gazete, yeni ütülenmiş bir çamaşır, yeni alınan bir eşya, hep kedi içindir. evin en rahat, en yüksek, en alımlı köşesini bulur ve kendine ayırır. kedi evi sever. o yüzden denizi bile aşıp bulur evini de, sahibini pek aramaz. sahipsizdir. yemek vererek gönlünü kazanamazsınız. sizi o seçer, görmeyince de unutur. bir daha gördüğünde, aradan hiç zaman geçmemiş gibi sürdürür ilişkiyi. kedi, kendi varoluşunun başlı başına bir mutluluk kaynağı olduğu inancındadır. ödün vermez. nankör sayılması bu yüzdendir sanırım. almaktan çok paylaşmayı sevenlerin hayvanıdır kedi. uyudu mu kinini de unutur.</p><div style="text-align: center;"><b>Tomris Uyar </b></div><div style="text-align: center;"><b><br /></b></div>
<iframe allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/FHW7sn1KheY" width="560"></iframe>Fulyahttp://www.blogger.com/profile/08086759928091951618noreply@blogger.com