.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

31 Oca 2011

Ayın Büyüttüğü Oğullar



Bize kanlı bir uykunun, bir kardeşlik sabahı başlatacağı
müjdelenmedi.
Cinayetten dönen kardeşiniz, gölgesini gizlediği duvarların
ötesini görür.
Ellerini yıkar ve sizi dünyada bir söz olarak bırakır.

Sessiz bir törenle iç geçirme arasında duran yerde gömdüm onları.

Ölü oğullar. Kurban hepsi.
Sanki onlara, kurban oluşlarını hatırlatmak için var yeryüzü.
Yüzleşiyoruz.
Sızlanmaya başlayan bir çırpınmada "yeter" diyorum.
"gidin ve öldürmeyin"
ağzımda kesik bir gülüş. Kâbus olmalı.
Bir cinayetten dönen kardeşim korkutuyor beni.
Kanlar içinde uyanıyorum. Terliyim.
Aç gözlerini. Tırnaklarını acıyan yerlerine bastır.
Biri var mı göğsümü mendiliyle silecek.
Kardeşim bir cinayetten dönüyor. Karanlık dehlizlerden.
Siyah paltosu
Ve gözleriyle.


Ona benzemeyeceğim.



Gece ayaklarımız okşandı ve büyük dağları geçeceğimiz söylendi.

Karlarla bekletilmiş büyük dağları geçtik.
Bahçede ilk gün keskin bir çizgiyle yan yana duran üç yıldızı gördük.
Mutlak. Yol açıcı.
"Bakmak istiyorum ayaklarına" dedi eğilen bir ses.

Onlara, bir daha görüşmeyebiliriz demedim.

Hepimiz biliyorduk.
O dağ oğullarını yedi.
Ve onları bir sese kapattı.
Kolu yok kiminin.
Kimi kör.


Kardeşlik eski bir masalın bilgisinde kaldı.

Kardeşlik acımaydı.




Bütün İnsanlara



Dillerde gezen adım:
Bir seciyesiz, bir it.
Nedense olamadım,
Sizin gibi bir yiğit...

Ne gaye taşıyorum,
Ne bir dağ aşıyorum;
Delice yaşıyorum,
Ne ihtiras, ne ümit...

Yuh...Eğer hayat buysa,
Bu ahmakça uykuysa...
Bana kim sokulduysa
Hadi dedim, hadi git! ..

Bende çok şey var ama,
Akıl filan arama...
Ciddiyetle arama
Koydum dikenli bir çit.

Saçıma düşen aklar,
Ne bir macera saklar;
Çıkarmaz bu dudaklar,
Ne bir küfür ne tevhit...

Korkutmaz beni ölüm,
Bir şeytan kadar hürüm.
Süremez bende hüküm
Ne Allah, ne de Nahit...

İlk Öyküler Kaçkınlar / Bozgun / Devam




gecenin çökmesini bekliyordum. kendimi hapsettiğim bu evden, karanlığın yardımıyla kaçacak, içimde bir çocuk yazısı gibi kargacık-burgacık, okunması güç sıkıntımın kaynaklarına doğru doludizgin gidecektim. 


"gece olunca insanlar fare deliği evlerine girer ve..."

1.

bir otobüse bindim. bir yığın insanın, insanın içine düştüm. sırtım sırtlarına, kollarım kollarına sürtünüyordu. bu bende ürperti uyandırıyordu. solukları dayanılmaz bir koku taşıyordu. pis. İçlerinin, beyinlerinin, düşüncelerinin kokusu. kurtulmak için çabaladıkça etleri etlerime daha çok yapışıyordu. etleri... kadınların ve erkeklerin. erkeklerin beyaz etleri. bayılacak gibi oldum. İnerken geçkin bir kadının kıçına dirseğimle vurdum. kafasını çevirip bakmadı bile. özdekleşen kinimin tekmeleriyle, bu insan tünelinden geçtim. dışarıya attım kendimi.

daha evden çıkarken nereye gideceğimi biliyordum. uzun zaman tenha sokaklarda dolaştım. yusuf'u düşündüm. gözlerimi kırpıştırdım, bir yığın belli belirsiz görüntünün içinden onu bulup çıkardım. yanımdaymış da birbirimize yaslanıp yürüyormuşuz gibi oldum. cam bir şişe gibiydi karşımda. bakışlarını yüzümde duyduğumda, dayanamamış, gözlerimi çinko tezgahın üzerinden ayırıp ona çevirmiştim. elideki şişeden bardağımı doldurdu. ürperdim. bir şişenin canlanması, bu yeşil gözlerle, sarı uzun saçlarla bezenip, bir anda hiç konuşmadan, gizlisiz, saklısız önümde soyunması. karşısında kıvrandım mı? yoksa...

sokaklardan, sokaklardan, sokaklardan geçtik. tahta eski bir evin küçük bir odasına girdik. bu ışıksız odada ince kız elleriyle sarıp uzattığı cigaranın ateşinde, yüzünü, soyunuşunu, bedenini izliyordum.

herşeyin bir sonu vardır. yaşamım boyunca yalnız bunu öğrendim. herşeyin bir sonu vardı. söylene söylene, kendi kendimle anlamadığım bir dille konuşarak yürüyordum. sokaklardan, sokaklardan, sokaklardan geçtim. yalnızdım. yusuf'un evinin çevresinde dolaştım. kapıyı vurup sormaya çekiniyordum. uzaktaki kırımsı yere çöktüm. cigaramı sardım. az sonra bütün insanlardan uzakta olurum. onların üstünde, bir kule gibi, bir kule gibi yürürüm. onların ayakları yerde. üstlerinden uçarcasına geçerim. herhangi birini tırnaklarımın arasında ezebilirim. hiçbirinden hoşlanmıyorum.

"haydi kalk yürü evine artık. yapacak..."

hiç görmediğim renkte sulardan, tepeciklerden geçtim. eve vararken ayaklarım yere değdi. sallana sallana içeri girdim. sessiz bir mekanın içinde, eşyalar sanki biçimlerini değiştirmiş, sofaların, odaların sınırlı boşluğunu doldurmaya çalışıyordu. çokluk bunları birbirine çarpıp kırasım gelirdi. bu nesneleri. cansız. bu iğrenç nesneleri. sendeledim, düşer gibi oldum. havları iyiden iyiye dökülmüş halının ortasına çöktüm. perdelerin arasından ışık sızıyordu. beni gözlüyorlardı. bütün ev halkı uykularını bırakmışlar. öyle sandım.

yusuf'un uzun, ince kemikli parmaklarıyla, tütünlerin yarısını dökerek cigaramı sardım. bu iğrençliğin içinde, bir cigaranın dumanından, bir içki şişesinden elde etmeye çalıştığım avuntunun anılarıydı bunlar. cigaramı yaktım. dumanı içime çektim. uzun zaman tuttum içimde. cigara parmaklarımı yakıyordu. yaksın, dedim içimden. yanayım da. İşte yeniden ayağımın kayması, uzun ayaklarımın... bu düşlediğim sessizlik içinde, dipdiri yaşayan ben, benim kuş misali hafifliğim, başkalığım. bir dağın tepesine oturmuş, ayaklarımın dibinde oynaşan pirece küçük insanlara hükmediyorum. yeryüzünde denenmemiş işkence araçlarını akıl almaz bir buluşla ortaya koyuyorum. İnsanlardan herhangi birine uyguluyorum. dayanabilene aşkolsun. İşi bitenin yerine bir yenisi, bir yenisi, bir...

İşte: bu kendi katıma yücelttiğim kadını ellerimle soyuyorum. uyarıyorum. İsteklendiriyorum. beyaz, duru teni altında gizli kadınlığı. o bir istek kasırgası içinde kıvranırken, ben yatağıma uzanmış onu seyrediyordum. şaşkın. umduğunu bulamama. titriyor. eşyalara sarılıyor. o iğrenç nesnelere...

üşüyerek uyandım. başım dönüyordu. midem kazınıyordu. beyaz, yapışkan bir çamur yığınının ortasından, bütün dikkatimi kullanarak, daha çok bulaşmamak istercesine doğruldum. burnuma nerden çıktığını bilmediğim pis bir koku geliyordu. midem bulandı. bir ara bu kokunun kendi kokum olduğunu, artık etimin, kemiğimin kokmaya başladığını düşündüm. dışarı fırladım. yarı belimden aşağısı çıplaktı. geri döndüm. pantolonumu ararken gözlerim karardı. sandalyenin yanına çöktüm. kusacağım. ağzımdan yeşil, acı sular geldi. ne kadar zaman geçti bilmiyorum. ayağa kalkabilecek gücü bulunca, sandalyenin hasırına geçen parmaklarımı kurtarıp, ayağa kalktım. pantolonumu giydim. sofaya çıktım. duvara tutunarak banyoya yürüdüm. İçerden kilitledim. burasının iç açıcı bir serinliği vardı. soğuk su dökündüm. kurulanırken, vücudumun burnuma değdirebileceğim yerlerini kokladım. sanki koku alma duyularım yitmişti. banyodaki aynada kendimi gördüm. çıplak kendimi. yusuf'u düşündüm. traş olup deniz kenarına gideyim. belki açılırım, dedim içimden. kendim toparladım. usturayı aldım. yağlı kösele parçasının üstüne sürttüm. yüzümü sabunladım. gözlerimi aynaya diktim. İyice baktım kendime. her hücreme ayrı ayrı baktım. bir an elimdeki usturayı... böylece sonumu, gerçek sonumu görecektim. fışkıran kan aynanın üstünde bir leke oluşturacak, evdekiler banyonun kapısını kırıp girdiklerinde... al bir saçmalık daha. usturayı yerine koydum. aynada yeniden kendime baktım. dayanılmaz bir acı. kafamı duvara çarpmaya başladım.

2.

İyileşmem için hastahaneye yatırdılar. on gündür boş bir odada yalnız sabah akşam gelen doktorla, hastabakıcıyı görüyorum. İlaç veriyorlar. karşı koymadan içiyorum. İğne yapmamalarını söyledim. doktor nedenini sormadı. peki, dedi. geldiğimin ikinci günü kitap istedim. hastahanenin kitaplığından gelişigüzel iki kitap getirdiler. saçma sapan şeylerdi. okumadan geri gönderdim.

dışarıdaki hayatımı irkintili, tedirgin hayatımı özlüyordum. o akıp giden kalabalıkları. bu özlemimi açıklayamıyordum. dışardayken bucak bucak kaçtığım bu sıkıntımın kaynaklarını burda.... gün geçtikçe sıkıntının benim bir parçam olduğunu anladım.

İçimdeki konuşmalar artmıştı. başımı yastığa koyar koymaz birkaç kişi içimde bağdaş kurup konuşmaya başlıyorlardı. uykumda da sürüyordu bu. konuştuklarının içinde bana yabancı gelmeyen olaylarla yüklü sözler de geçiyordu. benim bütün karşı koymam, onları susturmak için çabalamalarım hiçbir sonuç vermiyordu. onlara kendimce bir biçim de veriyordum artık. İçimden koparıp atmanın olanaksızlığını görüyor, büsbütün umutsuzluğa düşüyordum. başım bir mengeneye sıkıştırılmışçasına ağrıyordu. gözbebeklerime varan bir karıncalanmayla, yatağın üstünde oturmuş kendi kendime söyleniyordum. alışkanlıklarım tepiyordu. İçkim, ince kemikli parmakların sardığı cigaram. bu oda içinde yapabileceğim işler sınırlıydı. dolaşmak, yatmak, avluyu seyretmek, verilen cigaraları belirli aralıklarla içmek...

pencerenin önüne gittim. avludaki büyük ağacın altında bir cenaze arabası duruyordu. hastahanenin hemen bütün pencerelerinden süzülen ışıklar altında, araba açılan demir kapıya doğru gitti. bu birkaç dakika süren olay beni çok ilgilendirdi. bayanamayacağım. dayanamayacağım. işığı yaktım. odanın içinde bir duvardan bir duvara gidip gelirken anlamsız, boş bir hayatı ardımda sürüklemekten ne elde ettiğimi sordum kendi kendime.

3.

geldiğinizden ne kadar başka çıkıyorsunuz, zaten söylemiştim...
kurtuldunuz, kurtuldunuz, yeniden...
gün geçtikçe o da kalmaz...
karamsarlığınız....
daha önünüzde....
genç...
kurtuldunuz, bu...
umutsuzluk, görüyorsunuz ki...
zaten öyle sanıyorum ki, öyle...
san...

dinlemedim, bu beyaz gömleğinin içinde, bana bir şeyler anlatmak isteyen, çırpınan, beceriksiz adamı. teyzem az ötede duruyordu. bana bakıp gülümsüyordu. birazdan dışarı çıkacağız... elini uzattı doktır. sıktım. bir sözcük olsın söylemeden arkamı döndüm dışarı çıktım. bir zaman dış kapıda teyzemi bekledim. geldi. konuşmadan yürümeye başladık.

"kötüler de yaşar. kötüler de. ben de onlardan biriyim. herkes benden tiksiniyor. ben de tiksiniyorum. herkesten. ve kendimden. çaresiz kendimden. sürüp giden yaşamaktan. ah niçin o anda..."

yüzüme bakmaktan çekinir gibiydi. bense gelip geçenlere, evlerin pencerelerine, katranlı yüksek duvarlara, afişlere bakıyordum. yeniden dışarda olmak...

- şurdan arabaya binelim.
- hayır ben yürümek istiyorum.
- kendini nasıl duyuyorsun?

İyi, dedim ona eve gitmesini, biraz dolaşmak istediğimi söyledim.
annen biraz hasta, dedi. onun için seni almaya gelemedi.
İyi, sormadım, dedim. onu bir arabaya bindirdim. elimdeki bavulu verdim.
eve erken gel.
cevap vermeden yürüdüm. sokaklardan, sokaklardan, insanların arasından geçtim. herbirini ayrı ayrı solur gibi... İnsan kokuları. sürüp giden, her gün aynı yükü taşıyan insanların kokusu. ama hiç de hastanadekilere benzemiyorlar. bir şarapçının kapısından geçtim. şarap kokusu midemi bulandırdı. İçeri giremedim. ellerim ceplerimde, caddede bir gidip bir gelerek, kararsız, - yusufa gidecek miyim? ama bu... - akşamın çökmesini bekledim.

gideyim. o kahvededir gene. niçin gitmeyecek mişim? çünkü... kahvenin olduğu sokağa saptım. köşeyi döner dönmez yusuf'u gördüm. yanında bir adam vardı. rengi soluktı. sırtında açık renk yeni bir ceket vardı. yusuf! yusuf! hayır bağırmadım. geldiğim yoldan geri döndüm. başım dönüyordu. İçimde bir eziklik duydum. bir cigara yaktım. herkesin içtiğinden. adımlarımı yavaşlattım. birden kalabalığın içinden yusuf'u seçtim. önüne bakarak yürüyordu. demin konuştuğu adam da yanında yürüyordu. karşı kaldırıma geçtim. görmesin beni diye. ağzım apacıydı. bir mağazanın camında silik gürüntümü gördüm. eskisi. bir korkuya kapıldım. sanki kendimden... cigaramı bir duvarda ezdim. hiçbir şey istemiyorum. beynimi delen sorularla uzaklaştım. ne görünmek, ne lanetlenmek korkusu, hiçbiri, hiçbiri... saplantılarımdan arınmıştım. dudağımı ısırıyorum. kurtulmuşum. peki şimdi ne yapacağım? hastahaneye girdiğim ilk günden beri dışarda olmayı istemiştim. ama böyle bomboş mu? evet, bomboş. erkenden eve gittim. yemekte beni bekliyorlardı. hepsinin yüzünde anlayamadığım bir sevincin aydınlığı. kurtuldu, kurtuldu. artık o da bizim gibi...

4.

odama çekildim. pencerenin kenarına oturmuş, bütün bu olanları düşünüyordum. hepsi bana anlamsız geliyordu. İyileşmeden önce kendi elimle kendi ömrünü kısaltan bir adam olduğumu söylüyorlardı. şimdi bu sağlıklı ömrümde ne yapacaktım? İçimde uyanan isteklerden kaçmak... böylece kurtuluşumu, bu saçma kurtuluşumu sürdürmek. bir yalanın peşinde. gerçekten hayatım bir yalan olabilir. bir yalan mıyım? kendimi aldatmak. başkalarını. başkaları kim? ne yapacağım? çırpınıp durmak. hep böyle. her gün aynı. bu korkunç devam. bıktım. kafamdaki ses? bir tıngırtı artık. bir adamın bağırışını duydum. karşı evin kapısını tekmeliyor, yüksek sesle kapıyı açmalarını bağırıyordu. birkaç evde ışıklar yandı. pencereler açıldı. kim bilir ne bekliyorlardı? durum öğrenilince içeri girdiler, ışıklarını söndürdüler. o fare deliği yuvalarında. adam umutsuzlukla yere çöktü. bir yardım ummuyordu artık. birden ayağa fırladı. az sonra nerden bulduğunu göremediğim bir kazmayla gelip, evin zaten çürümüş olan tahtalarını sökmeye başladı. kazma sesleri kafamda çınlanıyordu. uyuyamayacağımı anladım. oturduğum yerden kalktım. başım dönüyordu. dışarda, gerçekten böyle bir adam varmış gibi sokağa baktım. sarı ışıklar içinde bomboştu sokaklar. sıkıntımın arttığını duydum. konsolun üstündeki sürahiden bir bardak su doldurdum.

kurtuldunuz, iyi oldunuz artık, sürdürmek tabii, tabii... uyku haplarından iki tane aldım. bir an duraladım. şişeye baktım. doluydu. bütün hapları avcuma boşalttım. düşsüz, sıkıntısız bir rüyaya dalmak için. hiç ses olmayacak. kimse... çöken dünyamın yıkıntıları altında, kımıltısız, dümdüz, uzandığım gibi, öylece kokmamı bekleyerek, devinmesiz, ama gene de dolu dizgin gidiyordum karanlığın içinde...



30 Oca 2011

Marianne Faithfull - Crazy Love




san-mak..
bu kadar ağırdır aslında
aslında bu kadar tuzdur hikaye..

muhtelif hüzünler geçidi

 

her kentin bir delisi var
her aşkın bir soytarısı
sarhoş günaydınlar yol alıyor sabaha
içerden yeni çıkmış bir hüzün
bilmiyor nasıl yer bulacağını
arta kalan kırıntıları topluyor güvercinler

bu şehrin güvercinlerini acı kırıntıları doyuruyor
kurtuluş sokaklarında rüzgâra karşı çıkan saçlarım
dolapdere’ye düşen bir yalnızlığa dönüşüyor
çıplak mankenler karşılıyor beni sabahları
ve işçilerin mazot karası elleri
ceplerinde şeker olmayan tulumları onların
bakkalın karısı kaşarlı tost kokuyor
iki paket sigara, bir küçük şişe su
bir de sokak pohaçası
her kentin bir köprüsü var
her aşkın bir merdiveni
annesiz çocukların mayısa isyanı bu
kanatlanmış kelebek
görmediğim gelincik
sahi o zehir zakkum
bir gün odayı ele geçirecek
açık camlardan içeri girecek hayat
kendimi taşıyorum bir hüzünden bir hüzne
inanmak ne zaman lükse dönüştü
neden taksim’de sıkışıp kaldı bakışlarım
oysa galatasaray’dan sonra genişliyor herşey
yolun sonu tünel
ordan galata, köy karası
sonra eminönü ve sarayburnu
sonra yine o güvercinler
beni aşıracaklar
           adım gibi biliyorum bunu
muhtelif hüzünler geçidine katıyorum neyim varsa
neyim varsa hepsini bölüyorum ikiye
yaralandıkça yarım kalıyor yarımlar
bu aşkın tamamlanma ihtimali yok
herşey koşar adım ölüme gidiyor
bu kentin de suçu var gözlerim mezarlık taşıyorsa
                                          bu gökyüzünün de
senin de suçun var
her gece bir çiğdemi eziyorsa ayaklarım
hele cumartesiler nasıl saldırgan
nasıl alıyor hırsını kalabalık cumaların
sarılıyorum kederden kanayan sol göğsüme
sol göğsüm yatağın
           uzun uykulara derin daldığın
hiç ele vermiyor kendini
hiçbir şeye benzemiyor ucundaki acı
ben çarpım tablosuna denk düşmeyen
bir sonucu taşıyorsam içimde
feriköy mezarlığı’nda
çoktan ölmüş bir kadın için ağlıyorsam
                              ağzımda taze şarap kokusu
bütün kanalizasyon çukurları
bizi denize ulaştırır sanıyorsam
casusu gibi görüyorsam
cama yanaşan kumruyu
sevmiyorsam artık
her seferinde ah çektiren vapur yolculuklarını
üsküdar’a gitmiyorsam
beşiktaş’ta yaslanmıyorsam bir ağaca düşmemek için
her çıkmazın sonunda  uçuruma dönüşüyorsa sorular
bu kentin de suçu var beni ölüme bağlıyorsa hayat
sizin de arka sokaklar kadar
bir saksıya neden yakışır saks mavisi
ve niye ölür sonra bir çiçek
bu cam neden bu kadar davetkâr 
herkes hangi yitirilmişin peşinde
anlatmalıyım kaç zamandır benden kaçtığımı
nerde yakalandığımı kendime
teslim olmalıyım işlediğim suçlar için
bir sandal gibi açılmalıyım sessizliğe
tophane’den yürüyerek inmeliyim amerikan pazarı’na
ama nargile için vakit yok
yok artık vakit özür dilemek için
ve yeniden yapmak için yıktıklarımızı
ben bu şehirde soyumdaki soysuzluğu avuçlamışsam
ellerimde dolar ellerimde mark
karşılıksız çeklerle yargılanmışsa bir adam
ve varsa bütün bunların karşılığı
uzun zamandır ellerim çatlaksa
ve yalandan okşuyorsa krem ellerimi
her gece düştüğüm merdiven
hâlâ musallat oluyorsa  rüyalarıma
suyun da suçu var her yere aktığı için
ay’ın da saklandığı ay ışığında
her kentin bir dilencisi var
her semtin çarşı pazarı
haraç mezat selamlar esirgendikçe üzerimden
her gece bir tank çiğnedikçe yüreğimi
gazi mahallesi’nde hoş geldin demeye hazır panzerler
ve neden diyen pencereleri evlerin
kanlı bir tabloyu anlatıyorlar
çocukların suçunu alıyorum üzerime
onlar masum
onlar camları temizliyorlar
oysa kirli olan camlar değil
oysa kir, nasıl yakışıyor ellerime
tırnaklarımın arasında sözcükler
onlara da inanmıyorum artık
her cümle hedefine kilitlenmiş bir roketatar
yürek çoktan yitirmiş yörüngesini
her kentin bir meydanı var
her meydanın bir barikatı
galatasaray’da çocuklarını arıyor anneler
gül yerine dikenle karşılıyor onları
çelik zırhlı bahçıvanlar
ben annemi aramaktan geliyorum
çocukları topluyorum başka bir meydanda
hadi ‘geride kalan çocukluğumuzu istiyoruz’ diye bağıralım
hadi pankart açalım
menziline girmiş ayrılıkçı sevgililerimize
içine sığmadığım öteki siz
sizin de suçunuz olmalı
buruşuk bir çarşaf gibi örtüyorsa yeryüzünü gökyüzü
sigara üstüne sigara içiyorsam
açıp bakıyorsam ciğerlerime bir kuytuda
kuytuda bir kuyu oluşturmuşsa onca nikotin
onca izmarit
saçlarıma dokunuyorum da
 mısır püskülü sanıyorum elime geleni
parmaklarımda  hastalıklı bir renk
renkler de hastalanır mıymış
ilk defa duyuyorum
evet şizofren oldu sarı
ve  nefret ediyor  maviden
 yeşil yıllar önce yaralandı
yıllar oldu yıllar
 yıllar yollardan daha uzaklara götürdü beni
kimse getirmedi aldığı kitapları
suçlusu bu kenttir biraz da
ışıklar açık kalıyorsa
musluklar bozulmuşsa
aylardır ödenmediyse elektrik faturası
bu kadar hazırsam karanlıkta kalmaya
hayvanları sevmiyorum
 sevmiyorum iki ayaklı hayvanları
çocukluğumun elma ağaçları
ve çıplak ayakla tırmandığım dalları o ağaçların
ki tırmandıkça
gökyüzüne dokunacak sanırdım parmaklarım
düşmek korkusu eskiden böyle değildi bende
değil mi ki kendime gitmek için
en az iki kat inmeliyim yerin dibine

toprakta kaybolmuş bir patatesi yeryüzüne çıkarmanın
ayçiçeğini dalından koparmanın
ve kireni bilmenin mutluluğu
utandırıyorsa yüzümü
bir bit yeniği arıyorsa şüpheyle katmerlenmiş yüreğim her sevinçte
biraz da suç ortağım değil mi bu kent
ben miyim tek katili kendimin
akrebin onuruna saygı duyan bir gölgeyim
ölmek, öldürülmekten daha onurlu çünkü
gitmem şimdi kim vurdulara, gitmem
dinletilerde sağır kulaklarım
gören gözüm diğerinden daha kör

isterse sıkıştırsın bu kent beni sokaklarında
yapsın, korkmuyorum olacaklardan
size kalacak bize düşmeyen gökyüzü
size kalacak kentlerin geniş meydanları
en güzel koltukları sinemaların
galalar, kokteyller, sergiler
açılışlarda satın alınmış bir gülümseme
yalanlayacak gerçek sandığınız hayatınızı
sizin olsun
bir araya gelmeyen iki yakasıyla bu kent
köprüleri sizin olsun
aylardır ayak basmadım ikisine de
denizi sizin olsun 
sizin olsun istiklal caddesi ve beyoğlu şiir cumhuriyeti
kız kulesi sizin olsun
size kalsın efsanesi
size kalsın kapılarıyla bu kent
bütün tepelerine dikin zafer bayraklarınızı
ey elden çıkarılmış dairenin
çapı gittikçe daralan sahibi
ey sahip yeni sahip
biraz daha kalantor bir gelecek
biraz daha vergi, boya badana
biraz daha bahar temizliği çoğalıyor sana
ben bu kenti artık sevmiyorsam
kentin de parmağı olmalı bu işte
bir yanı size dayanmalı nedenlerimin
nedenler çoğalırken nedensizce
büyümeyi hissediyorum

susuz kaldığım akşamlarda
menekşenin toprağından çekiyorum suyu
sana anlatmıyorum hiçbir şeyi
şiir yazmıyorum
bu bir şiir değil
bu bir ceza defteri
kafka’nın ceza kolonisi’ni görmek istiyorum
o şehre gitmek, orda ölmek, ölmek orda…
ölmek… orda… istiyorum
intiharın tereddütü
ya ölemezsem sorusu
bir tabuta omuz atmak istiyorum  ölmeden
ey eşyalarıma dokunan yabancı parmaklar
ey imzasız azrailler
can alıcı tırpanlar
ey herşeyin düşünürü adorno
ben bu kentte
gökyüzünün altında eziliyorsam
yoruluyorsam kendimi dinlemekten
bir suçu olmalı çarpık kentleşmenin de
izinsiz sevmelere sıcak bakmıyor devlet
şenliklerle  yıkıyor gece konanları
ey benim yüreğine gecelerden konduğum
ey bakışlarının kışında üşüdüğüm sevgilim
ey tuzaklarına bilerek düştüğüm avcı
ey benim ey demeyi marifet sanan dilim
ağzımda acı bir küfür dolaşıp duruyor
kendimi ne yapacağımı bilmiyorum
her hayat sıfırlamalı kendini
dışardan bakınca görünmüyor iç
teslim ol çağrısı yapıyor ölümün erleri
teslim ol! direnme!
ya da gelip alırız
alırız içinde büyüttüğün kır çiçeklerini
kır mı kalmış kentlerin kara caddelerinde
ama biz solduk
ama biz solalı çok oldu
suyumuzu değiştirmedi hayat
gittikçe azalıyor derinlik
sığ sulara gömülüyorum boğazıma kadar
çekti bende yaşanan hayat
boyu kısaldı
‘metresi kaça bu kumaşın
pek güzelmiş pek de parlak
üzerimde dikmeyin
aklım sağlam kalsın’
başımın üstünde dualar
piknik tüpünde üzellik otu
sinmiş kokusu yataklardaki sidiğin
annemdi beni nazardan koruyan
evet annemdi en büyük düşmanım
annem: doğubeyazıt’lı kadın
köşesinden buzlar sarkan bir odada
soğuk suyla yıkarmış beni
babamda ne doğdum diye sevinç
ne ölsem diye beklenti
babam koruyucusu devletin
bıçakla sünnet ediliyor kızlığımız
devlet bize sahip çıkmıyor sevgilim
allah hüznümüze zeval vermesin
cuma ertesi hep kanatır içimi
acımasız bir kasap gibi yatırır beni masaya
narkozsuz bir müdahale kalbime
yüzümden anlaşılmayan bir  kanama
belki de bu baş dönmesinin nedeni
sizdeki müteşebbis ruh
sizin hali hazırda gidişleriniz
giderken dönüp bakmayışınız
bakıp da görmeyişiniz beni
iskele han kat:2 kadıköy
istanbul/ türkiye/ dünya
ötesi var mıydı sekizinci kattan atlamanın
‘bağışla sevgilim üzdüysem seni
bak aylardan nisan, ayın on altısı
kar yağıyor inanılır gibi değil
hem aşağı inip alacağım seni
özenle kazıyacağım bedenini kaldırımdan
hadi sevgilim üzme beni
bırak öldüreyim seni bu karlı gecede
ikimiz için de iyiye işaret bu
hadi direnme’
sustum
susmak kadar güzel değildi konuşmak
nedense sevdim kahverengiyi
gride olmayan bir şey vardı
belki hiçbir renkte yoktu  kahverengideki hüzün
oysa daha dün yüzümü tarif ediyordu bir adam
tanıdık geliyordu bu tarif bir yerden
derken yüzüm düştü
bin parça oldu yüzümden düşen
seni anlatacaktım olmadı
kapandı bir yara önceki gece
kabuk koptu
sen güldün
nedense
ılık bir şerbete benziyordu gülüşün
yağmur yağıyor
bunu sana anlatmalıyım
yeni bir tanım getirmeliyim her sözcüğün varlığına
nesnelerle kardeş olmalıyım
anladım sonunda
bırakmalıyım istediği gibi döksün içini musluk
kapı istediğini alsın içeri
istediğine evde olmasın
zavallı balkon üşümüyor mu yaz kış
onu da almalıyım odaya
suyu yıkamalıyım
evet yıkamalıyım suyu
yıkamalıyım mutlaka
‘biraz sessizlik sana iyi gelecek
 bir yerlere mi gitsen
dönmesen mi hâttâ’
nasıl? olur, tabii…  nasıl istersen…
bak nasıl uysal oluyorum bazen
“ama birtanem
tabi ki mektuplar yazacağım sana gittiğim yerden
mesela diyarbakır’ı anlatacağım dar sokaklarını
yıkık surların önünde ayakta duruşumu
sonra mardin, urfa gidebilirsem van’ı
ve belki ağrı’ya kadar
tabi seni anlatacağım tanıştığım insanlara
istanbul’un içinde başka bir istanbul var diyeceğim”
ah evet
şiiri unutmam giderken
ışıklarını da söndürürüm kalbimin
dönebilirsem gelirim
ama geç kalırsam
bekleme
yeri doldurulmaz hiçbir şeyimiz kalmadı artık

Kar


Akşam çok uzun süreden sonra gelmişti. Aynı akşamın gecesi çok derin,
karanlık, olağanüstü karanlık oldu. Bir ara ağaçlar altında yürüdüğümüzü
hatırlıyorum.Sonra suya atladılar yanımdakiler. Belki ben bunun için döndüm
eve. Bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Evde her gün üzerinde oturduğum bir koltuk
var. Camdan düzensiz bir duvar, bir ayva ağacı, toprak birikintileri ve
kurumuş otlara bakıyorum. Gece bile olsa görür gibiyimonları. Çünkü bu evi ve
bahçesini çok iyi tanıyorum.
   İçeri girdiğimde kapkaranlık her yan. Gözlerim alışsın diye sokak kapısına
dayanıp bekliyorum. Alışmıyor gözlerim. Hiç bir şeyi seçmek imkansız. Her şey
imkansız. Ellerimle eşyaları bulmaya çalışıyorum.
   Yok hiç bir şey.
   Birden salonda bir mum parlıyor. Ve hiç bir aydınlık vermiyor bu mum.
Salona doğru bir adım atıyorum. Ve kafamı çevirdiğim her yanda ışık vermeyen,
parlak mumların ufak alevlerini görüyorum. Yer birden sallanmaya başlıyor.
Mumlar, ev, ben sallanarak dönüyoruz. Bu sallantı arasında birden bir fare
beliriyor. Ben çok korkarım farelerden. Çocukluğumdan beri. (Birden bu geliyor
aklıma.) Fare kafasını kaldırmış hareketsiz sıçramakta.
   Kafasının iki yanında siyah gözleri var. (Birden bunun eskiden,
çocukluğumda görmüş olduğum farelerden çok başka olduğu geçiyor aklımdan.) Bu
grilikte, kafasından büyük gözlü fare görmemiştim hiç. Ve ben bunu düşünürken
gözümü oynattığım her yer farelerle doluyor. Sayısız yanan mumlar ve her yanda
sayısız siyah gözlü gri fareler. Ve ben bunların arasında sallanarak
dönmekteyim. Çok korkuyorum. Arkamda bir kapı olduğunu hatırlıyorum. Hemen
geri dönüyorum. Açıp kapıyı sokağa çıkacağım. Tam o anda kapının ortasında
durmakta olan, görülmemiş irilikte, benim başım kadar büyüklükte kara gözlü
bir fare, göğsüme sıçramaz mı? Üstelik pençelerini geçiriyor göğsüme ve ben
onu çözmeye çalıştıkça, o daha derin gömülüyor içime.
   Bağırıyordum. İki elim de göğsümdeydi. Sanki bir şeyi söküp atmak
istiyordum göğsümden. Gün yeni yeni doğmaktaydı. Yeniden uyumaktan korktum.
Taşradaki evimiz bir yokuşun üzerindeydi. Alabildiğine büyük bir holün her
dört köşesinde gene çok büyük odalar vardı. Biz kış aylarında bu odalardan
birine çekilirdik. Ancak orası ısınırdı. Ama uykum gelince, annem beni, kışın
içinde yaşadığımız bu odanın tam karşısındaki odaya gönderirdi. Sıcak ve
havasız odadan çıkınca, soğuk, korkutucu, karanlık bir büyüklükte gelirdi hol
bana.
   Karşı odaya girer girmez, yatağın altına bakar, sonra içine girer, yorganı
başıma çekip gömülürdüm. İşte o zaman korkmaya, terlemeye başlardım.
Düşündüğümü hatırlamıyorum. Oysa o büyük eviniçinde herbirimizin uykularının
ne büyük bir yalnızlıkta geçtiğini biliyorum. Ninem ölüm döşeğinde uzun süre
yattı. Yatağı benimkinin tam karşısındaydı. Ben büyüyordum. O ölüyordu.
   O zamanlar, yatınca, onun ne zaman öleceğini düşünürdüm. Doğrusu
istiyordum ölmesini. Ölmesi gerekiyordu. Eriyordu çünkü bedeni. Ufalmıştı.
Derileri kemiklerinden sarkıyordu. Sabahları uyanır uyanmaz onun koynuna
girerdim. Sanırım bu, onun ölüm hastalığından daha evveldi. Çoktan uyanmış ve
yuvarlak gözlüklerini takmış bulurdum onu. Gözlüklerinin altından iki yanağa
yaşlar sızardı.
   Ağlıyor musun? derdim.
   Hayır, gözlerim sulanıyor, derdi.
   Ama onlar gözyaşlarına çok alışmış da, ondan, derdim. Bu büyük evde, sabah
insanın ağlatabileceğini düşünmüştüm. Ve gece yatmadan önceki korku.
   Bir gün holün karanlık bir girintisinde olan mutfağa girdiğimde, (daha
kapıdayken) ninemi karnını açmış, karnına bir bıçak dayamış, -beklerken-
gördüm. Ben de kapı eşiğinde bekledim bir süre. O ise hareketsiz durmaktaydı.
Eli bile titremiyordu. Hiç bir şey yapmıyordu. Ben de bir şey yapmıyordum.
Beni görmüyordu. Ben onu görüyordum.
   Mutfağa ben niçin gelmiştim? Unuttum. Sonra yanına gittim.
   Napıyorsun? dedim.
   Kendimi öldürüyorum, dedi.
   Hiç bir şey anlamadım. Bıçağı elinden alıp, almadığımı hatırlamıyorum.
Ama o öldürmedi kendini. Bunu biliyorum. Bir gün gene evden kaçmıştı. Bu daha
önce oturduğumuz kentten yazları çıktığımız yayladaydı. Orada bir göl ve
evimizin önünde bir elma bahçesi vardı. Bütün gün ağaçlara çıkar, elma yerdik.
Akşamları da annem önüne bir sepet alır, elmaları teker teker yedirirdi.
Hepimiz elmadan usanmıştık. Orada ninem evden kaçtı. Onu aramaya çıktık. Ben
yalnız çıktım. Ve onu uzakta, büyük at kestanesi ağacının yakınında bir
çukurda buldum. Başına eşarbını bağlamıştı. Yuvarlak gözlükleri gözündeydi.
Bana bakıyor, beni görmüyor. Benimle konuşmuyordu. İncecik yüzü sararmıştı.
Korkarak yanına sokuldum. Hayır korkmadım. Onu bulduğuma sevindim. Gerçekten
bulamayacağım yerlere gitti sanmıştım. Çukurda böyle duruşu şaşırttı beni.
   Niçin çukura girdin? dedim.
   Kendimi kaybedeceğim, taa şu dağların ardına gideceğim, derken, bana
gerideki Bozdağları gösterdi. Kendini dağlarda dolaşarak kaybetmenin ne
olduğunu hiç anlamadım. Eve birlikte dönüp dönmediğimizi hatırlamıyorum. Ama
onun ölümünü çok iyi biliyorum. Yatırdığımız hastanede onu ameliyat etmek
istediler. Buna karşı diretti. (Kimden duydum bunu? O zamanlar çok küçük
olduğum için, almazlardı beni hastaneye.)
   O öldü. Hiç bir şey anlamadım onun ölümünden. Korkmadım da. Yalnız bir
evin yüksek katından caddeye bakarken, aşağıda giden cenaze arabasında onun
götürüldüğünü biliyordum. Bir kadın beni oyuncaklarla oynamaya zorluyordu.
Sanki şimdi bir başkasının ölümünden bir şey anlıyor muyum?
   Kendi ölümümden?
   Bir yıl annemle yalnız kaldık taşrada. O zaman birlikte yatıyorduk. Uzun
süre karlarla kaplı kalıyordu kent. Ve biz o koca evde, birlikte uyuduğumuz
uykuda ne değin yalnızdık. Ölümümü anlamadan büyüdüm. Bir gün yüksek bir evin
balkonunda tek kolumla asılı kaldım. Vücudum caddeye sarkıyordu. Kalabalık ve
bomboştu cadde. Aşağıda ninemin cenaze arabası gidiyordu. Gözlerimi aşağıya
yöneltmekten korkuyordum. Tek elimle balkonun içine geçmek için gösterdiğim
her çaba, caddenin derinliğine düşmem için bir tehlike oluyor. Ne içeri
girebiliyorum ne de caddeye düşüyorum. Bu bir düş mü? Boşluğa sallanırken
bunun bir düş olduğunu düşünüyor muyum? Bunun bir düş olup olmadığını
düşündüğümü hatırlıyorum. Oysa bu düşten uyanıp uyanmadığımı hatırlamıyorum.
Bilmiyorum. Annemle birlikte yatıyoruz. Sabaha karşı kapıyı çalarak
uyandırıyorlar bizi. Okulun hademesi gelmiş. Ağlayarak kendisi ile gelmemizi
istiyor bizden.
   Henüz yüksek karlar arasından geçmemiş kimse.
   Onlar önden gidiyorlar.
   Ben arkadan.
   Kar onların dizlerine geliyor.
   Benim omzuma.
   O kadın nereye götürüyor bizi?
   Eve döndüğümüzde annem gene üzgün. Ve ben gene bir şey anlamıyorum. Annem
benim camdan düştüğümü bağırıyor ve ben onun sesini duyarak düşünüyorum.
   Uyandığımda kendimi annemin koynunda mı bulacağım?
   Yoksa bambaşka bir boşlukta mı?

Kanamalar..


size,
bu odanın alacakaranlığından,
okyanusundan, beni boğan dalgalarından,
tenimde kalan tuzundan ve
yastıklarda kuruyan gözyaşından
hiç bahsetmedim.

size,
nasılsın diyerek başlayan telefonlarınıza
(garip, tuhaf aslında)
beyaz bembeyaz tabiatımla
'iyiyim' diyorum.
yani aslında korkuyorum
bütün bunlar kıyamet
bütün bunlar cinnet
bütün bunlar cinayet demeye
bir daha düzeltilemeyecek sözler
söylemeye korkuyorum.

telefonla birlikte ışığı da kapatıp
bol şanslar deyişiniz, şanslar deyişiniz, deyişiniz
çınlarken içimde,
bunun beni ne kadar kırdığından
hiç bahsetmedim.
bahsetmediğim çok şey var daha
yaz çiçekleri, cam çiçekleri ölüyor
akşamın altını, gümüşe dönüyor
bunlar da önemli elbette
en az,
bana ihaneti öğrettiğiniz
bana kanatlarımı bıraktırdığınız kadar.

29 Oca 2011

Defolu Çıkan Hayat Ve İyi Yürekli Çocukların Serencamı


I

Uzun boylu ağrılara atıldım
Sokaklarda
Hırçın rüzgârlara katıldım
İyi yürekli çocuklar sessizce
Büyümekte
" dünyanın şavkı kendine,
Efkârı bize mi?demekte;
Kimileri taburlara, koğuşlara gitmekte
Kimileri sidikli döşeklerde upuzun uykulara
Düşmekteydiler
Uzaklarda yaşlı çam ağaçları sessizce çürümekteydiler...

İyi yürekli çocuklar
Günlerin rahmine yaslarken düşlerini
Bazen apansız ölmekte
Ölmekteydiler...

Ama şalvarları gül desenli döne'ler
Yeniden dillenip döllenmekte
Doğrulup yeniden dillenmekte
Ve sokakların, a(damların), kedilerin üstünden
Rüzgârlar esmekteydiler...
(gecede bir fahişenin koynunda uzun donlu, nizipli bir tüccar üşümekte; kaçak elektrik kullanılan evlerde sümüklü oğlanlar " püsküvit”(!) istemekte ve sımsıcak somunları kavrayan yaslı eller, balta girmemiş hayatın ortasından korkak ve küstah bir tevazuyla yürümekteydiler... iyi yürekli çocuklar düzineler halinde feleğe küfrederek geçmekteydiler; sonra gecede mart kedileri, ay ışığı ve iniltiler... hep aynı nakaratta köhne bir hayat...)
Sonra bildik törenler, kanıksanmış itaatler
Ve her aşkın künyesine bir gün
Dökülen küller...

Sonrası pazaryerleri: patates, pırasa vs.
Taksitler ödenip senetler alınacak bu ay da
Bu ay da sürüm sürüm
Turplara sıkılan limon damlaları gibi duraklarda

Defolu çıkmış hayat
Kimin umurunda!



Kimin umurunda
Yeni donlar giyen eski kadınlar
Ve bilumum " öteki”ler
Dolup boşalan kültablaları
Bozuk sifonlar
Şerefsiz adisyonlar
Ve yamalı bohçalar gibi uzayan yollar

Kimin umurunda
Buharlaşmış oğullarını arayan anaların acısı
Ve yaşlı bir kemancının eskimiş papyonundaki keder...

/sürerken ıssızlığın ödül töreni
Sen topla dur topla dur dağılan sevinçleri.../

Iıı

" -vay anasını bu maçı da alamadık abiler
İpne hakemler bizi yine mağlup ettiler!”

İyi yürekli çocuklar sessizce büyümekte
En pahalı düşleri dolara endeksleyip
En ucuz pazarlara sürmekteydiler
Sonrası aşkın
Ve şarabın şanına düşen gölgeler...

Gölgeler
Kimin umurunda?
Yoruldu yorgunluk da
Aşk bir yana, düş bir yana!

Paranın sultası düştükçe
Düştükçe aşka, ışığa ve şarkıya
Her şey hızla ayrışmakta
Üstelik gün ortası, ışıkta!

Her şey pazar
Ve karmaşa...
/sürerken ıssızlığın ödül töreni
Sen topla dur topla dur kirletilmiş düşleri.../

Iv

İyi yürekli çocuklar sessizce
O aşınmış saçaklarda, yollarda
Israrla yanlış atlara binip
Israrla düşmekteydiler...

-yok yoluna geçti geçen günler
..k yoluna kaldı kalan günler geride
Bu yüzden aşk dediğiniz nedir ki be abiler?
Camları buğulu bir genelev odasında
Vizite fiyatına...

Solarken
Gecekonduların dar pencerelerinde bal gözlü kızlar...

V

Sürerdi
Yine sürerdi mırıltılar ve homurtularla hayat
" bu maçı da alamazken abiler”
İyi yürekli çocuklar sessizce büyümekte
Büyüdükçe kirlenmekte
Kirlendikçe ölmekte
Öldükçe bilmekte
Bildikçe acımakta
Acıdıkça görmekteydiler
Ki her fırtınadan ve anıdan geride
Herkes figüran
Yaşamın sahnesinde...

Sahnesinde
Yaşamın
Kentlerin kaldırımlarında upuzun dilenciler
Minibüslerde demlenmiş ter ve çürük sperm kokusu
Sahnesinde
Aşklarla rus ruleti
Ve tel kaçıran çorapların kederi...

Sahnesinde
Brüt bir yaşam
Net bir ölüm

(bırak rezil gündüzleri
Geceye yaslan gülüm!)


İyi yürekli çocuklar o mahallelerden
Düzineler halinde geçmekteydiler...
Uzak ormanlarda yalnız meşeler sessizce büyümekteydiler

-işte bu vuruşlar sürdükçe
Maç mı alınır ulan sayın abiler
İpne hakemler bu sezon da bizi mağlup ettiler!

Aşkta
Düşte
İşte
Birer
Birer
İnerken
Beyaz
Bayrakları

/b i z i m ç o c u k l a r,
B ü t ü n m a ç l a r d a y e n i l d i l e r.../

Hatıralar Kuşlar Gibi Dal İster Konacak



“Benzemez insan dostlarıma/ Ağaçlar gölgesini esirgemez/ Güneş köpeğimden daha sadık/ Dizlerime sıçrar ellerimi ısıtır/ Karşılık beklemeden/ Hele kuşlar/ Avcılara bile kin beslemezler.”


Oktay Rıfat’ın “Gün Sonu Konuşması” şiiri böyle biter. Mahsusmahal için aklımda harfler, kâğıda, dünyaya, insana her baktığımda, bu dizeler sözden önce halkalandı içimde. Kalbim, özgürlüğü elinden alınmış insanlara her gittiğinde bu dizeler benden önce vardı cezanın duvarlarına. Dokunan neydi bilmiyorum. Yaşama sevinci; doğanın insana bağışladığı büyük bilgi; insanın yarattığı incinme ve yalnızlığa, sevgisini yitirmeden yapılan sitem; bir iyilik duygusu; bize anlamanın ve sevmenin kapılarını aralayan olağanüstü alçakgönüllülük…
Evet, insan dostlarımız ağaçlara, kuşlara, güneşe, yağmura, denize benzemiyor. Kendisi gibi düşünmeyene, kendisi gibi olmayana karşı akıl almaz bir önlem duygusuyla korkular geliştiriyor. Korku insanı masum bir yerde bırakmıyor. Eşiklerden başlayarak sokakları, öteki evleri, bütün bir kenti, giderek dünyayı bir yabancıya çeviriyor. Yabancı, içimizde mayalanan korkuyu, aldığı her solukla biraz daha kışkırtıyor! Yetmiyor, içimizden dışımıza doğru halka halka yayılan yalnızlığın zehirli duygusu, yarattığımız bu yabancıyı düşmana dönüştürüyor. Anlamanın ve sevmenin, dünyayı bir bağışa çeviren konakları geçilmiştir artık. Düşmanlığın nerelerden birikip geldiği çoktan unutulmuştur. Herkes yalnızca kendi haklılığına inanmaktadır. Ötekinin hikâyesi yoktur. Korunma güdüsü; hiçbir adalet duygusu, yaşama hakkı, varoluş saygısı tanımadan açık bir şiddete ve yok etmeye varmıştır: Bir parmak sallamadan, seste cisimleşen öfkeye; dayaktan öldürmeye, onlarca acıyla her şey cezaya dönmüştür “öteki”ler için. Korku, hem yedeklediği hem merkezine oturduğu çıkarla, bireysel ve toplumsal düzlemde örgütlenmiştir. Kendisini haklı kılacak kurallarını koymuş, yapılarını kurmuştur. İnsanın evine, bedenine kurulan hapishane yetmemiş, zamanı, doğayı, insanı suça ve cezaya çeviren kocaman yapılar kurulmuştur. Korku, çıkar ve güç, şiddetini yasalaştırmış, bir kamusal düzene dönmüştür. Terazinin dolu kefesi devlettir, boş kefesi ‘düzen dışı’ dır. Düzen dışının mekânı mı? Mezarlık değilse hapishanedir elbette… boş kefeden fırlayan hayatın dışına düşecektir!..
***
Ölüm sonsuza düşer, tamam da (ölenin yaşayanlarda süren hatıralarını da öldürebilirseniz kuşkusuz), hapishanedeki insan hayatın dışına düşer mi? Kimi, hangi ağır sessizliğe, donmuş zamana, sevgisiz mekâna, hareketsiz gölgeye kapatırsanız kapatın, eğer dışarda bir gün yaşadıysa, verdiğiniz bütün cezayı ters yüz edecek dayanma gücünü, sonsuz bir zamanı da vermişsiniz demektir. Bu güç, bu sonsuzluk insanın hayal gücüdür. Hiçbir korkunun, cezanın, yoksulluğun önünü alamadığı, “terbiye” edemediği mucizesidir insanın. Ağacı kesmezseniz ya da güneşi karartmazsanız, gölgenin önünü nasıl alamazsanız, insanı yok etmeden, cezanızı bir karşı cezaya çevirecek hayal gücünü elinden alamazsınız. Siz, gücünüzün azdırmasıyla yüksek sesin bütün perdelerinden konuşun durun; duvarlarınız çiçek açacaktır; verdiğiniz korku gülünçleşecektir; caddeler salkım saçak yataklarda sürecektir; koğuşun ya da hücrenin tavanı günün her saati denizdir, parktır, bozkırdır, sıralı kirpiktir, dağ koyağıdır, kadın ağzıdır, anne sesidir, çocuk gözleridir, kavga meydanıdır. Unuttuğunuz ya da bilmek istemediğiniz iki şey var: İçerdeki insanın sizden ve dışardaki diğer insanlardan çok daha fazla dışarda olduğu; ikincisi ise özgürlüğün hayal gücü olduğu… hapishanenin kapısını kapatırken hayal gücünün kapılarını açtınız. Hiçbir zaman bilemeyeceğiniz bir başka şeyse, zamanı, içerdeki insanın dışarıdaki insandan çok daha iyi bileceğidir. Sizin, ancak ölümün eşiğinde bir hayıf duygusuyla hatırlayacağınız zaman, içeri koyduğunuz insan için saniye saniye gerçekliğe dönüşmüş, ayırdına varılmış, değeri dünya olan bir somutluk kazanmıştır. Çünkü onun için geçmesi de acıdır, geçmemesi de… zaman, mahpusun bedeninde ‘şimdi’ olarak can bulan hayal ve hatıradır.
***

Oktay Rıfat’ı bir daha analım: “Hep yaşadığımı hatırlatıyorum kendime/ Diyorum ki işin acele/ Bir gün ne el kalacak tutmak için/ Ne yürümek için bacak/ Ne bulutların seyri/ ne de bir hatıra dünyamızdan/ Çünkü hatıralar kuşlar gibi/ Dal ister konacak (…)”


Hatıra iyidir elbet mahpus için. Onu yaşadığı dünyanın içinde tutar. Hayal çok daha iyidir. Onu geleceğin içinde tutar. Yalnız hatıralar mı? Hayaller de dal ister konacak. Yaşayan her şey gibi; kuşlar, ağaçlar, kediler, çiçekler, insanlar gibi, hayaller de kendisini hayatın içinde görmek ister, sınamak ister, çeşitlenmek ister, büyümek ister. Oysa beş duyu ile beslenmeyen hayal gücü yorgun düşecektir. Bir biçimde dile gelmeyen, hayat bulmayan hayal gücü, usul usul kabını yakmaya başlayacaktır. Cezanın çanları yeni çalmaya başlamıştır. Hapishane bütün kasvetiyle, sessiz sinsi, içerdeki adamın içine yürümektedir. Gardiyan şimdi gardiyan olmuştur; duvarlar gittikçe soğuk, yüksek ve uzaktır; gelenler dışardan yalnızca keder getirmektedir; ranza yavaş yavaş erimektedir; dünya ne hatıradır artık, ne hayal… insana verilebilecek en büyük ceza başlamıştır.
Yazmak tam da buradan başlamıştır cezaevinde; şiir, resim, müzik, roman, el işleri, tiyatro, buradan… çünkü insan, hangi insansız cehennemle cezalı olursa olsun, soluk aldığı sürece var olmak için kendisini yıkıp yıkıp kuracaktır. Yaşama mucizesi dediğimiz şey, onun, çift ağızlı bıçak gibi iyiliğe de kötülüğe de işleyen bu yetisindedir.

28 Oca 2011

Yalnızız

Yalnız mıyız?

                  
                      “…Laboratuarlarında aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını deştiğin her şey arasında yalnız ruhun yok…’’ (Peyami Safa-Yalnızız)
Psikolojik roman türünün Türk Edebiyatı’ndaki kıymetli isimlerinden biri ‘O’.  Bugün, “üstat” ın insanlığa, vermek istediği mesajları bünyesinde barındıran eserlerini görmek mümkün raflarda.  “İlk romanı” namını gururla üstlenen Sözde Kızlar (1923); kendi hayatının otobiyografisi olarak tanımlanan, hasta bir çocuğun psikolojisini içeren Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930); ismi, yazarın çoğu eserinde hakim olan kavramı göstermesi bakımından büyük önem taşıyan Bir Tereddüdün Romanı (1933) ve daha sayamadığımız, geride kalmış izler…
‘O’ insanoğlunu başat seçti. İkilemleri, toplumda gördüğü bozuklukları, çatışmaları, şüpheleri, yalanları dolanları, sıkıntıları gözüne kestirdi ve kalemini eline aldı. Eserlerinde kahramanların ruhlarına inip, derin tahliller yaptı. “Yalnızız” da da yaptı yine yapacağını ve okuyucuyu bir kez daha sorgulamaya çağırdı. Kimden mi bahsediyorum…
Yıl 1951, “Yalnızız”
      Büyük bir bölümünde zihnimizi uzun süre meşgul edecek şüpheler ve tereddütler silsilesinin bulunduğu romanda yazar, bizlere birer davetiye gönderir. Davetiyeyi açıp baktığımızda Safa’nın, bizleri materyalizmin ağından kurtulmaya, ihmal ettiğimiz ruhumuz ve kendimizle baş başa kalmaya çağırdığını görürüz. Yazara göre, insanlık, maddeciliğin hoyrat eli nereyi işaret ederse oraya gitmekte, bocalamanın içinde sürüklenirken ruhunu unutmaktadır. Bütün problemlerin kaynağını, insanın ruhuna ve kendine yabancılaşması oluşturur. Romanda kahramanların ruh tahlilleri bu konu çerçevesinde şekillenir. Kahramanlar konuşturulur, masaya yatırılır ve durum incelemesi yapılır. Mesaj verme isteği hiç tükenmez, ideal ülke yaratılır. Sorgulayıp sorgulamamak, esaslı bir ders olarak görüp görmemek ya da yazılanlara karşı öfkesini belirtip belirtmemek tamamen okuyucuya kalmıştır…
Sayfaları geri çevirip devam edelim… Temelde birkaç karakterin çevresinde dönen olay, bir şüpheyle başlar ve bizleri tahmin edilmesi güç sonuçlara götürür. Hani korku-gerilim filmlerinde olur ya, izleyicinin zihnini oyalamak için dikkat başka yere çekilir lakin asıl unsur da soyutlanmış bir şekilde aynı sahnede vardır. İşte “Yalnızız” da da birkaç defa selamlayabiliriz bu durumları. Örneğin, başlangıçta Besim ve Mefharet karakterlerinin şüphesi başımızı döndürür. Şüphenin hangi yola çıkacağı konusundaki merakımız bizi hızla sayfaları okumaya iter. Merakımıza karşı koyamayarak çıktığımız yolda şüpheyle ilgisinin olabileceği aklımızın ucundan bile geçmeyen karakterin gelip salonun başköşesine oturması gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. İlerleyen bölümlerde de bu karakterin, aslında koltuğa uygun olmadığı hatta şüphenin de yersiz ve Selmin cephesi tarafından, yaratılması adına ateşlenmiş olduğunu görürüz.
      Gelelim başka bir karaktere. Samim’ e, kutsal görevi üstlenen zatı muhtereme. Peyami Safa’nın her daim okuyucusu olanlar bilirler, onun bir özelliği vardır: Üstat, romanlarındaki kahramanlardan birini seçer ve onun ağzından kendi görüşlerini çekinmeden, büyük bir zevkle dile getirir. Bu romanda ise okun ucu Samim’i gösterir. Yazar, Samim karakterine büyük bir sorumluluk yükler ve onun, bedenine yerleştirdiği Peyami Safa zihnine hizmet etmesini ister. Samim, çevresinde olan bitenleri inceler; toplumsal ve aynı çerçevede toplumsalı oluşturan bireysel aksaklıkları belirtir; odaya girip kendisiyle baş başa kaldığı anda da Peyami Safa’ya döner ve: “Simeranya adlı ülkeni yazmaya hazırım, tüm soruların cevaplarını burada bulmaya da” der. “Simeranya”, Peyami Safa’nın yarattığı nam-ı diğer “ideal ülke”dir. Aşk dışında her sorunun çözümü gördüğü ideal ülke… Safa, romanın büyük çoğunluğunda Simeranya ile içinde bulunduğu dönemin dünyasını karşılaştırarak muhtelif konularda yorumlarını döker satırlara.
      Yıl 1951, Safa’nın “Yalnızız” ı. Bakınız Samim’e neler söyletir Peyami Safa: “…Müfredat programlarının ezici yükü altında bunalan şimdiki mekteplerde her çocuğun ayrı ihtiyaç ve istidadı hesaba katılamaz. Talebe derse çalışmaktan ve imtihana hazırlanmaktan şahsi araştırmalara da vakit ve enerji bulamıyor. Halis kültürü de meslek bilgisini de bu şahsi araştırmalar verir…
      Bir de Simeranya’dan bakalım: “…Çünkü orada insan bir makine adam ve bir otomat değil, kabiliyetlerinin serbestçe gelişmesine her yaşta ve her meslekte imkan verilen manevi bir şahsiyettir…
      İçerik yönünden oldukça zengin, her mevzudan yorum ve mesajları bulabileceğimiz “Yalnızız” ın sayfalarının, tereddütsüz çevrileceği ve zevkle okunacağı kanısındayım. Benim de okurken en çok zevk aldığım bölüm, Samim’in Meral’i inceleyerek onun üzerine yaptığı yorumlardı. Samim, yani Peyami Safa,  Meral’i birinciye ve ikinciye ayırıp ikisi arasındaki zıtlıkların tahlilini yapar. Birinci “iyi”; ikinci ise “kötü” işlenmiş birer motif gibidir. Yazar, Samim’in ağzından, insanlarda (Meral’de de bunu görebiliriz) çok defa “ikinci” nin birinciyi ezerek üste çıktığını belirtir. Yine yazar, “ikinci” nin “Bugün varız, yarın yokuz” mantığından ileri geldiğini ima eder. İki benlik vardır. Fani olma hissidir, bizi çelişkilere götüren ve benliğimizde bulunan birinci-ikinci bocalamasına sürükleyen (Romanda daha ayrıntılı olarak bulabiliriz birinci-ikinci mukayesesini).
      Ve son noktayı koymadan, edebiyattan sinemaya…
      1995 senesinden, “Bulutların Ötesinde” (Au-dela des nuages, Yönetmen: Michelangelo Antonioni ve Wim Wenders) filminden bir diyalog:
      Bir kafede, kadın adamın masasına gider. Dergide okuduğu şey dikkatini çekmiştir. Bir yabancıyla paylaşmak ister. Tipik bir giriş konuşması geçer aralarında. Sonra kadın anlatmaya başlar.
      Kadın: Bir grup bilim adamı Meksika Dağları’ndaki İnka kentine gitmek üzere birkaç hamal kiralıyor. Bir noktada hamallar öylece duruyor ve devam etmeyi reddediyorlar. Bilim adamları kızıyor ve yola devam etmek istiyorlar. Böyle uzun bir molanın neden gerektiğini anlamıyorlar. Saatler sonra hamallar yola devam ediyorlar. Sonunda şefleri bir açıklama yapmaya çalışıyor.
      Adam: Ne diyor peki?
      Kadın: Sanırım ilginizi çekti
      Adam: Şu an evet
      Kadın: Diyor ki…
      Adam: Evet?
      Kadın: Çok hızlı yürüdüklerinden ruhlarını arkada bırakmışlar.
Ruhlarımızı beklemeli miyiz, beklememeli miyiz? Bu, düşünülecek bir soru mu, yoksa gereksiz bir çırpınış mı?

Melike N. Korkmaz

27 Oca 2011

Düşüş



Unutmak' düşüncesi, içinde olduğumuz zamanın geri çekilmesine izin vermiyordu.Durmadan kabaran bir şeyler vardı etrafımızda; ama biz susuyorduk...Endişeyle izliyordum onu...İçindeki huzuru yitirmişti. Yıllardır tanıdığım, sürekli içimde taşıdığım bu adam hakkındaki düşüncelerimin acımasızlığı şaşırttı beni.
Susuyorduk gene...

“Onun bedeni bir tımarhane
İçinde çok işçi, deli ve çalışkan!

Onun bedeni bir kule
İçinde çok basamak, karanlık ve nemli.
Güldürerek çıkarır merdivenlerden,
Ağlatarak indirir aşağı!

Onun bedeni bir küre
Yüzeyi çok giz, parlak ve akışkan.
Döndürdükçe gösterir çarpıtmaz,
Zamana saygılı ve acıyan...”

“Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..” diyerek ağlamaya başladı. Korkunç bir ağlamaydı, bir patlamaydı. Hiç dinmeyecek sandım. Dindi sonra... Sızdı koltukta. Bu gece, her zamankinden kötüydü. Ben ondan uzaklaştıkça, bana ve hayata dair içindeki nefret daha da artıyordu. Hayata gömüldükçe ben, yüzümdeki fırtınayı köşe bucak kaçırdıkça insanlardan, o da uzaklaşıyordu benden. Uzaklaşıyorduk birbirimizden,...ve birlikte düşüyorduk hızla.....

Orada!




“Herkesin bir Feride’si vardır ben bilmez miyim
Herkesin bir ayakkabısı gibi bir de şarkısı
Herkesin bir kimsesi vardır ben bilmez miyim
Bir de kimsesizliği…”
diye yazmıştım Feride adlı şiir kitabımda. “Sahi, herkesin bir kimsesi var mıdır? Benim yok” diye sormuştu bir okur da yanıtlayamadığım mektubunda.
Bütün gelenlere, gidenlere, insandan yana pişmanlıklara, yalnızlıklara rağmen, herkesin “biri” ya da “birileri” kalır… Herkesin “birileri”, “kimseleri” olmalı ve kalmalıdır ki, herkes kendi ıssızlığında avunsun; insan kendini avutan bir şeydir…
Bir zamanlar kendime: “Hayatı anlamak mı, hayatı yaşamak mı?” diye sormuş ve anlamayı, dahası anlamaya çalışmayı ve anladıklarımı da yazmayı seçtiğimde, orada kimsesizliğimin, kimselerimden hakiki olduğunu bütün çıplaklığıyla görmüştüm; ben aslında o gün bugündür kimsesizim… Bu yüzden birileri, olsa olsa kimsem değil, kimsesizliğim oluyor benim…
Hayat ve ilişkiler, kimsesizliğinizi kavramanız için çok fırsat sunar size; gerisi size kalmıştır…Ya inanır ya da avunmayı sürdürürsünüz.Bu konuda gerçekten özgürsünüzdür.
Hayatı yaşamayı -veya hem anlamayı hem de yaşamayı- birlikte yeğleyen biri için, kimsesizliğin ıssızlığına yer açabilmek, buna inanmak, bunu kabullenmek doğrusu katlanılır gibi değildir. Bu yüzdendir ki, bütün gelenlere, gidenlere rağmen “herkesin bir kimsesi” kalır; kalmalıdır ki herkesin yaşamı hem yaşanabilir, hem anlaşılabilir, hem de katlanılabilir bir şey olsun…
Belki bu yüzden Dünya’nın yarısı, öbür yarısının kimsesidir…
Dünyanın yarısı, öbür yarısını öper.
Dünyanın yarısı öbür yarısını dolandırarak yaşar.
Dünyanın yarısı mazlumdur, yarısı zalim.
Bunlar, çatışmak zorundadırlar; çatışma hep sürer…
Deliler, şizofrenler, filozoflar ve şairler dışında herkesin bir “kimsesi” vardır; tabii bir de genellikle yok sayılan kimsesizliği… Çünkü insan, hep kimsesine bakan, kimsesizliğini ise inadına yadsıyandır… Bu yüzden “derdini söylemekle ona çare bulmanın aynı şey olmadığını” anlayıncaya dek, hep ağlaya sızlaya koşar dururlar kimselerine; çünkü insan, sürekli avunması ve avutulması gereken bir varlıktır.
Evet, herkesin bir kimsesi bir de kimsesizliği vardır; hangisini seçmek, hangisini görmek ve hangisine inanmak isterseniz orada kalırsınız…

… Orada!

Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?..





Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?..

Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu. Ve onu herhalde çok kucakladın. Geceleri buluşur ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa.

Yahut sevgilin seni sevmiyordu O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın mı?.. Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?..

Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kâfi mazeretler tedarik etmiştir.

Ha, sonra bir üçüncü, bir döndüncüyü sevdin ve bu böyle gidiyor.
Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir?..
Çırçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?..

Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?

Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misin?

Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim.
Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır: Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun. Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun.

Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler. Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz. Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler.

Dinle adaşım, sana bir Çingene nin aşkını anlatayım.


Eskisi Gibi

Seneler sürer her günüm,
Yalnız gitmekten yorgunum;
Zannetme sana dargınım,
Ben gene sana vurgunum.

Başkalarına gülsem de,
Senden uzak kalsam da,
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum.

Dağları aşınca başım,
Geri kaldı her yoldaşım,
Gel sevgilim, gel kardaşım,
Ben gene sana vurgunum.

Gönlüm seninkine yârdı,
Aynı şeyleri duyardı;
Ayaklarımız uyardı...
Ben gene sana vurgunum.

İtilmiş, tekmelenmişim,
Doğduğum günde yanmışım,
Yalnız sana güvenmişim;
Ben gene sana vurgunum



Sabahattin Ali
Şubat 1932
Adana

Kar Yağıyor


Ne maveradan ses duymak,
ne satırların nescine koymak o “anlaşılmayan şeyi”,
ne bir kuyumcu merakıyla işlemek kafiyeyi,
ne güzel laf, ne derin kelam…
Çok şükür
hepsinin
hepsinin üstündeyim bu akşam.
Bu akşam
bir sokak şarkıcısıyım hünersiz bir sesim var;
sana,
senin işitemeyeceğin bir şarkıyı söyleyen bir ses.
Karanlıkta kar yağıyor,
sen Madrid kapısındasın.
Karşında en güzel şeylerimizi
ümidi, hasreti, hürriyeti
ve çocukları öldüren bir ordu.
Kar yağıyor.
Ve belki bu akşam
ıslak ayakların üşüyordur.
Kar yağıyor,
ve ben şimdi düşünürken seni
şurana bir kurşun saplanabilir
ve artık bir daha
ne kar, ne rüzgar, ne gece…
Kar yağıyor
ve sen böyle “No pasaran” deyip
Madrid kapısına dikilmeden önce
herhalde vardın.
Kimdin, nerden geldin, ne yapardın?
Ne bileyim,
mesela;
Astorya kömür ocaklarından gelmiş olabilirsin.
Belki alnında kanlı bir sargı vardır ki
kuzeyde aldığın yarayı saklamaktadır.
Ve belki varoşlarda son kurşunu atan sendin
“Yunkers” motorları yakarken Bilbao’yu.
Veyahut herhangi bir
Konte Fernando Valaskerosi de Kortoba’nın çiftliğinde
ırgatlık etmişindir.
Belki “Plasa da Sol” da küçük bir dükkanın vardı,
renkli İspanyol yemişleri satardın.
Belki hiçbir hünerin yoktu, belki gayet güzeldi sesin.
Belki felsefe talebesi, belki hukuk fakültesindensin
ve parçalandı üniversite mahallesinde
bir İtalyan tankının tekerlekleri altında kitapların.
Belki dinsizsin,
belki boynunda bir sicim, bir küçük hac.
Kimsin, adın ne, tevellüdün kaç?
Yüzünü hiç görmedim ve görmeyeceğim.
Bilmiyorum
belki yüzün hatırlatır
Sibirya’da Kolçak’ı yenenleri
belki yüzünün bir tarafı biraz
bizim Dumlupınar’da yatana benziyordur
ve belki bir parça hatırlatıyorsun Robespiyer’i.
Yüzünü hiç görmedim ve görmeyeceğim,
adımı duymadın ve hiç duymayacaksın.
Aramızda denizler, dağlar,
benim kahrolası aczim
ve “Ademi Müdahale Komitesi” var.
Ben ne senin yanına gelebilir,
ne sana bir kasa kurşun,
bir sandık taze yumurta,
bir çift yün çorap gönderebilirim.
Halbuki biliyorum,
bu soğuk karlı havalarda
iki çıplak çocuk gibi üşümektedir
Madrid kapısını bekleyen ıslak ayakların.
Biliyorum,
ne kadar büyük, ne kadar güzel şey varsa,
insanoğulları daha ne kadar büyük
ne kadar güzel şey yaratacaklarsa,
yani o korkunç hasreti, daüssılası içimin
güzel gözlerindedir
Madrid kapısındaki nöbetçimin.
Ve ben ne yarın, ne dün, ne bu akşam
onu sevmekten başka bir şey yapamam.

Bilmez Miyim Hiç


Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona
Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar
Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok
Kıyılar da bomboş, kır yolları da
Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum
Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca
Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler
Yol kenarında bir kapı, tahta
Peki, kim yitirmiş evini, ya da
Hangi yitikle yok olmuş o yapı
Kimbilir
Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya
Bir taşın üstüne oturuyorum
Ben oturur oturmaz
Çıkıyor kuytularından bütün görünümler
Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa
Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan
Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi
Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara
Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi
Denize yeni sürülmüs bir tarlaya benziyor, uyanık, diri
Ve işin tuhafı bense
Alışıyorum gittikçe
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden
Ve bu yüzden mi bilmem
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum
Sürüyle kus havalanıyor defnelerin içinden
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri
Dağılıp gitmişler herbiri bir yana
Kuşlar gibi, onlar da
Benimse ne gidecegim bir yer
Ne de özlediğim bir şey var
Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona
Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa
Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük
Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana.
Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki
Dalıp gidiyorum, düsünüyorum da, saat on iki
Bir sigara yakıyorum, bir kağıda bir iki dize yazıyorum
Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha
Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da
Yani tam böyle birşeye benziyor zaman
Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan
Çıkageliyor sonra, saat on iki.
Anlıyorum
Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi
Yalnızca bunun için uzun
Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da
Örneğin
Bir sevgiyi yontup onarmak için
Döğüşmek de sevgidir
Ve benim bildiğim kadarıyla
Her şeydir bir insan, her şeydir
Yalandır kısalığı yaşamın
Ve özellikle insan dediğimiz şey
İnançli bir insan soyunun parçasıysa.
Sonunda başbasa kalıyoruz gene
Başbaşa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum.

düşerken bile


uzun bacaklı bir yaban hayvanıydı aşk
harıl harıl onu arıyordu İstanbul, duyuyorduk
Galata Kulesi'ndeydik, başın omzumdaydı
Kule döne döne içimizdeki gökyüzüne akıyordu
sevgilim
yüreğimin ipleriyle dudaklarına indim senin
gözbiliminden tenbilimine dönüşürken aşkımız
Kule'den aşağıya fırlattım beynimi
"Dalgın şair!" dedi Einstein, Niels Bohr'a dönerek
"Baksana, unutmuş beynine kanat takmayı!"
"Yürekle beyin arasındaki en büyük belirsizliktir aşk"
diyerek söze karıştı Heisenberg
"Belki de, iki yüreğin aynı dalga boyunda buluştuğu bir salınımdır o!"
dedi Louis de Broglie
"Aşk, bir kara cisim ışıması değil midir?"
böyle sordu Max Planck da
dayanamayıp
ışık tozuna bulalı gözleriyle
"Kendinize geliniz efendiler!" diye söylendi Takiyüddin
"Bilimle açıklanamaz aşk, şiirle açıklanabilir ancak!
O, uzun saçlı bir yıldızdır; yüreğin içinde taranır"
bence sevgilim
söylendikçe bizim olan bir şarkıdır aşk
dikey bir şiirdir bütün kuşları aynı anda havalandıran

Galata Kulesi'nden aşağıya fırlattım beynimi, söylemiştim
bana bakan
uzun bacaklı bir yaban hayvanıydı aşk
aşağı tükürsem Dördüncü Murat
yukarı tükürsem Hezarfen Ahmet Çelebi
ağzımın içinde dilin, bulutlarımı ıslatan gökırmak
sonsuzluğu ikiye bölmektir aşk,
kasığına yazdığım ak yazı
sevgilim
ağzına düşerken yanardağının
kanatlarım ol benim
kafeslerinden soyundur kuşlarımı
balıklarımı çıplakla tuzdan
Cenevizli boynumu sev, Venedikli sırtımı
Osmanlı kokan saçlarımı
Anadolu'dan gelen gözlerimi
Peralı bakışımı sevgilim, İstanbullu ellerimi
bana beni anımsat
sensizken yitirdiklerimi




Kule'den aşağıya fırlattım beynimi, bir yerlerde yazmıştım
bak işte
bir çift martının yanından geçiyor düşerek
irice olanı, "Herifin biri kafayı yemiş yine!" diyor
yanındakine
"Sen aşktan ne anlarsın koca gaga!" diye söyleniyor diğeri
sevgilim onlara aldırma sen
yalnızlığın kabuğuna çekilip
kendi içime düşerken bile
kanatlarım
kanatlarım
kanatlarım ol benim

Rüzgâr Dolu Konaklar



Doğduğumuzda
Bizim için yaptırdığı sandıklara
Gümüş aynalar
Lacivert taşlar
Ve Halep'ten kaçak gelen kumaşlar
Dolduran annemiz
Bir zaman sonra
Bizi koyup o sandıklara
Yol
Rüzgâr
Ve konakları fısıldayacaktı kulağımıza.
Yalnız kalmayalım diye karanlıkta
Çocukluğumuzu ekleyecek
Avunmamızı isteyecekti
O çocuklukla.
Sırtımızdan jiletle akıtılan kanın
Karıştığı uzun ırmağa
Bırakıldığımızda
Annemiz bu kadarını istemezdi
Bu yüzden
O uyurken
Uzaklaştık
Diyorduk sulara.

Gidişin kendisinden artakalan
Her şey, herkes burada.
Ben buradayım
Kardeşlerim yitikliğiyle burada
Annem elbiseleriyle
Erkek kardeşim savaş korkusuyla
Babam burada hiç uyanmış olmasa da
Dünya eksilmiş etrafımda
Bir düş sanki olanlar
Uzayan ve uzadıkça acıtan

I

Annemiz
Siyah kadife elbisesini okşadığında
Saçlarını düşürerek bakışlarına
Babamızı hatırlardı:

Beyaz bir dağda olduğunu söylüyordu onun
Beyaz ve her bahar küçülen bir dağda


II

Hepimizden büyük olan
Ve uzaktaki savaştan korkan
Erkek kardeşimiz
Dönmeyince bir daha
Biz de korktuk savaştan.
Ama savaş değildi onu bırakmayan.
Gelirken yanımıza
Atıyla uyumuş
Babamızın karşısındaki karlı dağda

Annemizin yüzü azaldıkça
Omuzları küçüldükçe annemizin
Şaşırdık hangi dağa bakacağımıza


III

Evimizin uzun sofasında
Kadife elbisesi uzayıp
Gümüş başlığı ağırlaştıkça
Bolardıkça gümüş kemeri
Annemiz benziyordu baktığı dağlara.
Baharda inceliyordu kabuğu
Ama ulaşamıyorduk ona.
Ölüyordu
Bu defa gerçekten eriyordu
Bir daha görünmedi sofada


IV

Her kış kaybolan
Ve baharda ortaya çıkan
Bir ağaç oldu annemiz

Dövmeleri olan bir meşeydi o
İniltisi geliyordu kulağımıza


V

Annemiz
Her gece siyah kadifesiyle
Dolaşıyordu dağların arasında
Kökleri olmayan bir meşeydi o
Suskun, arasıra ağlayan

Ayrılmadan daha
Toplaşır gölgesine annemizin
Fısıldaşırdık aramızda
Tanrım n'olur bağışla
Evimizi bağışla tanrım n'olur
Dokunma sofamıza
Orada gülebiliyoruz ancak
Orada adamakıllı susuyoruz
Orada ağzımız bizim oluyor
Dokunmasak da

Görüyoruz annemizi uzaktan


VI

Soğuklar başladığında
Atlılar gelmişti bizi almaya
Yaşlı ve tuhaf atlılardı
Korkutmuşlardı bizi
Kar yağmıştı bakışlarına.
Ve hiç konuşmadan bizimle
Bakmadan ellerimizin küçüklüğüne
Konaklara götüreceklerdi bizi
Rüzgârla uğuldayan konaklara


VII

Annemiz
Babamızın ve kardeşimizin ortasında
Usulca uyurken
Uzaklaştık yaşlı atlılarla.
Boynumuz ağrıdı geriye bakmaktan
Gözlerimiz uzadı her kıvrımda.
Ama boşuna
Boşuna bizim ağlayışımız
Hastalığımız boşuna
Yönü yitirmişti atlılar

Dönemedik bir daha


VIII

Dağlardan yuvarlanan taşlar gibiydik.
Dört kızkardeş
Gölgesiyle derinleşen bir vadide
Artık bizim olmayan
Yatağımızı aradık
Aradık yatağımızı günlerce.
Kaç dağ gittiysek
O kadar uzaktık birbirimizden
O kadar yalnız kendimizle


IX

Ne son ne başlangıç
Ne içeri ne dışarı
Oradaydık
O taştan dünyanın ortasında.
Yollarımız uzadıkça
Annemizin dövmeleri kararmakta


X

Ayrılacaktık herbirimiz
Bir yolağzında.
Ama önce kim
Kim korkacaktı
Yoldan
Geceden
Ve yaşlı atlıdan.
Sıramız yoktu
Bu yüzden ürperiyorduk her ayrımda.

Ben kalmıştım sona
Önümde uzanan dar yolla
Acılarından güç alan
Bir yolcuydum artık hayatta


XI

Geldiğimde rüzgâr dolu iki konağa
Günlerce uyudum
Kilimler ve bakırlar arasında.
Rüzgârı sevebilirdim
Kapılar ve pencereler olmasa


XII

On yılım geçti rüzgârla
Üşüdüm her konakta
Konuşmanın ne anlamı var diyordum
İnsanın yankısı olmazsa

Suskun konaklar gibiydim
Kapıları gittikçe çoğalan


XIII

Gümüşler ve atlar azaldıkça
Taşınıyordum oradan oraya
Yıldızların sesini tanıyordum
Güneye yaklaştıkça


XIV

Geceleri
Yalnız ve budala ay
Bana benziyordu
Bir tuhaflık vardı gülüşümde
Büyüyordum.
Aşkı düşünüyordum arasıra
Efendisini gövdenin.
Hangi gece uykusuz kalsam
Toprak kokuyordum

Ve çıktığım her yolculukta
Yorgunluğuma aldırmadan
Düşler kuruyordum.
Yolların korkutmadığı bir zamanda
Yoksulluğuyla alay eden
Yeşil gözlü bir adam çıktı karşıma
Gözleri koyulaştı adamın
Yaşlandıkça




XV

Çocuklarım oldu o yeşil gözlü adamdan
Biri askerdeyken, diğeri kızıl saçlı olan
İki oğlan.
Ve gelinim,
Her gece kızıl saçlı oğlumla uyuyan.
Üşürdü hep
"Yenge ayakların ne sıcak"
Derdi ona sokularak.
Onüç yaşında iki çocuk
Uyurlardı her gece fısıldaşarak.
O gecelerden birinde
Yağmur girmişti uykusuna.
Saçlarını bana bırak
Saçlarını bana bırak
Diyen yağmur,
Büyülemişti oğlumu uykuda.

Saçlarını rüzgârla yıkadığı
Tepeye çıktığımda
Görünen ova
Sular altındaydı
Bulutlar yapışmıştı toprağa.
Bir kıpırtı bekliyordum
Bir ses
Oğlumu gizleyen sulardan.
Arkamda toplanan köylüler
Uçları yanan sopalarla
Karanlığı hatırlattılar bana.
Duramazdım
İndim buharlaşan toprağa.
Çamurlar arttıkça
Gücüm yetmiyordu karanlığa.
Üşümesinden korkuyordum yine
Saçlarının kirlenmesinden.
Bir ses
"Ölmüş" dediğinde
Üşümüyordu artık oğlum
Sessizdi yağmurdan.
Yüzüm çamurlu ve keder içinde
Taşıdım gövdesini,
Saçlarını taşıdım ellerimde.
Yüzükoyun bindirildiği at
Tepeyi çıkarken
Işık sızdırıyordu gizlice.



XVI

Yeşil gözlü adamın
Bıraktığı yatakta
Yaşlanıyorum tavana baktıkça.
Artık
Anneminki kadar uzun eteklerim.
Saçlarım uzun
Oğlumun kızıl saçlarından.

Kısa sürdü her şey
Yolculuklar
Ölüm
Ve konaklar
Hiçbir şey kalmadı etrafımda
İsten kararmış sütunlardan başka

Gücümü toplamalıyım son defa
Saçlarım kına kokmalı
Elma çiçekleri olmalı suyumda.
Ve tanrı beni duyuyorsa
Daracık bir mezar istiyorum ondan
Konakların büyüklüğünü
Uğultusunu unutturan