.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

25 Mar 2013

Durulmayan Bir Kafa / Bir Delilik ve Duygudurumları Güncesi




Depresyona girdiğinizde kimse sizin yanınızda bulunmaya tahammül edemez. Yanınızda olmak gerektiğini düşünürler, hatta bunun için çaba da gösterirler ama siz kendiniz bilirsiniz -onlar da bilir- inanılmaz ölçüde usandırıcı, yorucu olduğunuzu: Sinirli, paranoyak, mizah duygusundan uzak, cansız, sürekli kusur bulucu birisinizdir, ne kadar dil dökerlerse döksünler size güven aşılayamazlar. Korku içindesinizdir, başkalarını da korkutursunuz, "hiç kendinde değilsin, ama yakında düzeleceksin"izdir ama bunun böyle olmadığını bilirsiniz.

Kafamın içi yavaş yavaş karanlığa büründü, çok geçmeden her türlü denetimi kaybettim. Kendi düşüncelerimin izini süremiyordum. Kafamın içinde cümleler uçuşuyor ama parçalanıp anlamlarını yitiriyor, tek tek sözcüklere indirgeniyordu; sonunda kelimeler de gitti, yalnızca sesler kaldı.

Okuldakilerin nasıl olup da beni normal sandıklarını anlayabilmiş değilim. Herhalde herkes kendi derdinde olduğundan, kendi dünyaları ile dolu olduklarından, çaresizlik içinde kıvranan biri eğer acılarını sergilemeyip saklamaya çabalarsa, kimsenin dikkatini çekmiyor. Bense dikkat çekmemek için öyle böyle değil, çok büyük bir çaba gösteriyordum.

Elbette zaman zaman yüreğim daralıyormuşcasına neşeli görünüyorum, insan içinde aklım başımdaymış gibi konuşuyorum, dışarıdan bakıldığında keyfim Allah bilir ne kadar yerinde. Oysa ruh ölümcül uykusunu sürdürüyor, kalbin binbir yarası kanıyor.

Dünyadaki bütün yeşil bitkiler birer birer, dal dal, yaprak yaprak ölüyorlardı ve ben onları kurtarmak için hiçbir şey yapamıyordum. Attıkları çığlıklar inanılmaz bir sesler kargaşasıydı. Kafamdaki ölüm ve çürüme imgeleri her dakika çoğalıyordu.

Karanlık Öyküler





"Yapamıyorum," dedi. "Özür dilerim, Al, bırakmamı istediğini ve bırakmam gerektiğini biliyorum ama sigara içmeyince hayatımda korkunç bir boşluk oluyor. Ve bu boşluğu hiçbir şey dolduramıyor. Tek yapabildiğim, hiç başlamamış olmayı dilemek."

Kontrolsüzce gülen birinin ağlayan birinden çok daha korkunç olabileceğini düşünemezdim ama öyle.

Sonsuza dek cehennemde kalacağım ve bir milyon yıl, sonsuzluk saatinde sadece bir an.

Hayatınızda bu tür çatlaklar meydana geldiğinde bir an önce çaresine bakmanız gerekir aksi halde çatlak büyük bir yarığa dönüşür ve siz de dahil olmak üzere her şeyi yutar.

En az özlediğim annemdi. Birbirimize yakın olacağımız düşünülebilirdi, ne de olsa babam bizi terk edince deyim yerindeyse dünyada tek başımıza kalmıştık ama annem hiçbir zaman sevgi dolu, şefkatli bir anne olmadı. Beni dövmedi veya koltukaltlarımda sigara söndürmedi ama ne olmuş yani? Buna sevinecek halim yok. Hiç çocuğum olmadı, belki söz hakkım yok ama bence iyi bir anne veya baba olmanın ölçütü çocuklarınıza yapmadıklarınız değildir.

Marketlerdeki yiyeceklerin nereden geldiğini kim biliyordu ki? Tamam, paket içinde olabilirler ama paketlenmeden önce kirli ellerle tutmadıklarını, sümüklerini saçarak üzerine hapşırmadıklarını veya kıçlarını silmediklerini kim garanti edebilir? Midenizi bulandırmak istemem ama haksız mıyım? Dünya yabancılarla dolu ve çoğu da kötü niyetli. İnanın bana, bu konuda tecrübeliyim.

Bazen otoyolda ilerlerken lastiklerden kopmuş parçalar görürdü. Kendini öyle hissediyordu: yıpranmış bir lastik parçası gibi. Haplar durumu daha da beter ediyordu. Beynini, ne büyük bir belanın içinde olduğunu fark etmesini sağlayacak kadar berraklaştırıyorlardı.
"Ama ben deli değilim," dedi "Bu deli olduğum anlamına gelmez." Hayır. Aslında delilik, bu durumdan çok daha iyi olurdu.

Bazen hikayeler anlatılmak için öyle yüksek sesle bağırırlar ki sırf onları susturmak için yazarsınız.

Daha sonra birileri yazdıklarımı bulabilir. Bu bana yüksek bir olasılık gibi görünüyor çünkü sahibinin öldükten sonra ardında bıraktığı, üzerinde GÜNLÜK yazan deftere bakmak insanın doğasında vardır. Yani evet, yazdıklarım muhtemelen okunacak.


Bütün Ruhlar Günü


Tüm evren bir soruysa, o zaman mistisizm buna bir yanıttır ve evrenin müziği mistisizmi söyler. Hiçbir yanıt tam değildir ama ben içlerinden sanatı seçerim.

"Sakın unutma, seyahat etmek de okumaktır. Dünyanın kendisi de bir kitaptır."

Zaman geçmeli. Demek ki tarih, onu yaşayan insanlar ortadan kalktığında, tarihçilerin kurguladıklarına zarar veremediklerinde başlıyordu. Yani gerçekte ne olduğunu asla bilemeyecektik.

"Trendeyseniz ve yola değil de yolculara bakıyorsanız, onların konuştukları veya okudukları şeyler aracılığıyla ve aynı zamanda duruşları, kıyafetleri aracılığıyla da onlar hakkında kafanızda bir şekil çizersiniz. O şekli şimdi yazıya dökseniz, muhtemelen bir gerçeklik yansıması verdiğinizi düşüneceksiniz. Sonuçta o insanları gördünüz, belki onlarla konuştunuz. Ama şimdi tersine döndürün ve onlardan birinin sizi, sizin onunla ilgili çizdiğiniz şekli çizerken izlediğiniz kadar dikkatli izlediğini hayal edin, bu ne kadar gerçek bir şekil olurdu? Dışarıya kendinizle ilgili hiçbir şey hissettirmediğinizi, neleri örtbas ettiğinizi, gizlediğinizi ya da kendinize bile henüz tanımlamadığınızı biliyorsunuz - zira insanların başkalarından sakladıkları, inkar ettikleri, öğrenmelerini istemedikleri şeyler vardır. Bununla birlikte bir hatıralar koleksiyonu vardır, görülmüş ve okunmuş şeylerin sahası, gizli özlemlerin dünyası.. bir tren bunların hepsini alacak kadar büyük olamaz. O kompartımandaki her altı yolcudan üçü, o yolculuk sırasında, nasıl desem, gerçekliğin tecellisinin vuku bulduğunu düşünür. Peki, aslında gerçekten öyle mi?"

"Düşününce, bir şehri şehir yapan binalar ve seslerdir. Kaybolmuş binalar ve kaybolmuş sesler. Gerçek bir şehir, sesi olan şehirdir. O kadar."

Geçmiş atomlardan oluşmuyor. Anıtlar sahtekarlıktır, anıtların üzerindeki isimler birini hatırlatmaz, o kişinin yokluğunu hatırlatır. Verilen mesaj aslında feda edilebilir olduğumuzdur, bu da anıtların paradoksu, zira onlar aksini iddia eder. Hiç olmasalar daha iyi.

Geçmiş kavramının onu en çok heyecanlandıran yanı kader, raslantı ve tasarının kimyasal bileşimiydi. Bu birleşimden başka serüvenlere gebe yeni serüvenler beliriyor, bunlardan da kimine göre rastgele, kimine göre kaçınılmaz, kimine göre ise bizim henüz bilmediğimiz gizli bir tasarıyla, çoktan flu başka serüvenler türüyordu.

Miş: tuhaf, kısa bir sözcük, diğer bazı kısa sözcükler gibi kaba ya da tiz değil, daha çok rahatlatıcı, anlamlar yüklenebilecek veya içinde gizli bir şeyler keşfedilebilecek bir sözcük. Başka dillerde olmayan.


13 Mar 2013

İfadesi güç şeyler düşünüyorum. Şeyler... şeyler.




Can sıkıntılarını da sizinle yaşar mıydı?” diye sordu. “Bazı günler çabuk tükenirdi, ne yapacağını bilemezdi. Böyle zamanlarda hemen yatağa uzanır ve hiç kıpırdamadan uzun süre yatardı. Cansıkıntısını sessizce yaşardı benimle. Bir yandan da dinlenirdi. ‘Cansıkıntısıyla dinleniyorum ancak,’ derdi. ‘Sıkılırken dinlendiğimi anlamıyorum. İçimin yeni heyecanlar için dolduğunu hissetmiyorum. Fakat, bilmeden yeni yaşantılara hazırlıyorum kendimi.

İçimde bir Selim ölürken kalan bütün gücüyle yeni bir Selim yaratıyor.

“Birden yataktan fırlayarak bağırırdı: ‘Selim öldü. Yaşasın Selim!’ ‘Eski Selim’e hiç acımıyor musun?’ derdim. ‘O kadar çok Selim öldü ki, hangi birisine acıyayım. Ayrıca, ölülerden korkarım ben. Onlardan bana ölüm bulaşmasından korkarım.’ Gerçekten ölülerden korkardı. Babasının ölüsüne bakamamıştı.

“Bir gün, gene bir Selim öldürdükten sonra, üstüme saldırdı: ‘Bilimsel bir çalışma yapacağız bugün. İktisadın tanımı ve çeşitli iktisadi sistemlerin karşılaştırılması üzerinde incelemelerde bulunacağız. Dün, bazı serseriler, toplumu yöneten gerçek kuvvetler hakkında anlamadığım sözler ettiler meyhanede. Sizleri orada temsil eden biri olduğum için, bu kulaktan dolma filozoflar karşısında küçük düşmemi istemezsiniz herhalde.’ Masanın üstündeki kitaplara saldırdı ve ilgili bulduğu ilk kitabı önsözünden yüksek sesle okumaya başladı. Anlamadığı cümlelerde durarak, benden açıklamalar istedi. Doğrusu, sadece bir öğrenci, hem de derslere ilgisiz bir öğrenci olduğum için, ona yararlı açıklamalarda bulunamadım. Birden kızarak kitabı kapadı: ‘Tanrım! Hep önsözlerde kalıyorum!’ Durmadan yakınırdı: ‘Biraz daha ilerleyebilsem, hiç olmazsa ‘Giriş’e kadar gelebilsem!’

Ellerime sarılırdı: ‘Bana yardım edin dostum! Bütün kitapların neden yazıldığını, yazanların kimlere teşekkür borçlu olduğunu, bu kitabı yazma düşüncesinin onlara nasıl geldiğini, bu kitabın ne gibi bir boşluğu dolduracağını, hepsini biliyorum. Sonra ne oluyor? Anlatın bana.’

“Önsözler sayesinde, bütün yazarların ailelerini tanıdığını, onlarla artık akraba gibi olduklarını, ilk hayal kırıklıklarına birlikte üzüldüklerini, ilk başarılarının tadını birlikte çıkardıklarını, bütün aşklarını ezberlediğini anlatırdı. Özellikle, yazarın ilk kitaplarında çektikleri güçlüklerle yakından ilgilenirdi. ‘Hayatlarının bu bölümlerini kendi yaşantıma çok uygun buluyorum Esat Ağabey. Sonra, beni yarı yolda bırakıp gidiyorlar. Bu başarısız yılların hikâyesine kendimi öyle kaptırıyorum ki, unutuyorum sonradan meşhur olduklarını; onlara, dolayısıyla kendime acıyorum. Başarıdan sonra sevimsiz oluyorlar. Ne yaptıklarını anlatmaya kalkıyorlar uzun
uzun. Sevmiyorum onları.’ Daha sonra, sözlerine kapılarak bütün kitapların yalnız önsözlerini okuduğunu ileri sürerdi. Oturduğu yerde gözlerini kapayarak mırıldanırdı:

“Hayatı ve Eserleri. Hiç bıkmıyorum bunları tekrar tekrar okumaktan. Yazarın her kitabını okurken ‘Hayatı ve Eserleri’ yeniden karşıma çıkıyor. Bir daha, bir daha okuyorum. Sanki önceden ‘Hayatı ve Eserleri’ni bilmiyormuş gibi yapıyorum: yeni baştan heyecanlanmak için. Yalnız, yazarlar arasında bir birlik bulunmaması beni yoruyor. Hiç olmazsa önsözleri yazanlar, yılda bir kere toplanmalı ve aralarında ortak esaslar tespit etmeli. Bugünkü durum esef verici. Bakıyorsun bir yazar, çok zor birleştiriyor kelimeleri. Bir türlü cümleleri kuramıyor. Öyle diyor önsöz amca. Geçer kara tahtanın başına diyor, yazar bozar, uğraşır. Bütün bunları da yarı karanlıkta yapar. İstediği cümleyi bulunca da koşar, bütün ışıkları yakar. Ben de tam bu üstadın huylarını benimsemek üzereyken, bir önsöz daha geçiyor elime. Bu önsöz de yazarın coşkun bir ırmak gibi yazdığını anlatıyor. Kendisini tutamıyor adam: bıraksan günde yüz sayfa yazacak. Bazısının ilk eseri çıkınca kapışılıyor, bazısı on tane bile satamıyor ilk kitabından. Kime hizmet edeceğimi şaşırıyorum. Onlara uşaklık etmekte zorluk çekiyorum. Biri insanlardan kaçıyor, öteki bir dakika yalnız kalmıyor. Sonunda hükümet el koyacak bu işe. Hepsine haddini bildirecek. Bizi zehirlemeye ne hakları var?’

“Sonunda iyice sapıtırdı. Bir ‘önsöz yazarı’ olacağını, yalnız önsözler yazacağını, bunu daha kimse düşünmediği için böylece meşhur olacağını söylerdi. Neden bunu daha önce düşünmemişti? Belki onun gibi, önsöz okumaya meraklı yüz binlerce insan vardı. Bu insanların istekleri uygun bir biçimde karşılanırsa, insan bu işten zengin bile olabilirdi. Yüz binlerce insanın arzusuna cevap vermek gerekiyordu.

‘Ne gibi önsözler yazacaksın Selim?’ dedim.

“Kendi önsözümü yazacağım. Olmayan romanların yazarı Selim Işık için önsözler yazacağım. Her önsözde, okuyucunun karşısına değişik bir kişilikle çıkacağım. Bin yazar kadar, on bin yazar kadar güçlü olacağım böylece. Bazı önsözlerde başarısız bir yazar olacağım: ilk eserimin ilgi görmemesi üzerine ümitsizliğe kapılarak intihar edeceğim. Bazen de, o kadar meşhur olduğum halde anlaşılmamış olmanın ıstırabını duyacağım gene: insanlardan kaçacağım.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

Uzak


bir mum yaktığında, bir süreç başlatırsın – ama yürüyüşü senin elinde olmayan bir süreçtir bu; artık, kendi oluşma biçimini izleyecek, senin elinde olmadan da, zaman içinde, varması gereken noktaya varacaktır:
mum, önce, bir noktaya kadar, kendi doluluğu içinde, güçlü güçlü yanar; ama yanışında belirli dengesizlikler oluşunca ( ki, kaçınılmazca oluşur bunlar ), çeperini delip, eriyik maddesini dışarı akıtıp, fitilini yakıp küçülterek, söneyazar – önlem düşünürsün: alır, kenarlarını düzeltir, bir madeni kutunun kabını ters çevirip, içine koyarsın – ama, boşunadır bu da : çünkü kendi süreci içinde oluşturduğu dengesizler sürmektedir – çeperleri tam düz değildir; içine koyduğun kabın belirli bir eğimi vardır – gene, arar dışarı eriyik madde: kabın içinde yayılır, kap ısınır; dibine varmış fitil, artık, her türlü biçimi yitirmiş maddenin son kalıntıları içinde, ucu ucuna, yanıyordur – sönmesi yakın ve kaçınılmazdır.

mumun söner.

Kişinin yaşamı, uzaklıklar ile yakınlıklar arasında yürür:
kişi, ne yaparsa yapsın, hep, ya, birşeylere —
birilerine — yaklaşıyor,
ya da birşeylerden — birilerinden — uzaklaşıyordur —
hiçbirzaman, biryerde _ birileri ile birlikte _ duruyor değil :
hep yürüyor… Bu bilinç, zor. Canlı tutması, zor :
nelerden — kimlerden — uzaklaştığını — uzaklaşmakta olduğunu — düşününce, kişi, neleri — ne çok kişiyi — yitirdiğini anlar — gittikçe, daha fazla…

Ama, o, şimdi uzaklaşmakta olduklarına bir zamanlar ne denli yakın olduğunu düşününce de ,
neleri — ne çok kişiyi —kazandığını anlar
Garip bir dengedir bu: Yaşadığı yakınlıklar ve uzaklıklar -yakınlaşmalar, uzaklaşmalar-, kişinin yaşamında karşı karşıya gelerek, hem bir yoğun çelişmeler yumağı, hem de bir uzun uyumlar dizisi oluşturur:
Yaşamı, kişinin, eylemlerinden oluşur — bunların da, kişiye şu ya da bu ölçüde uzak olan; şu ya da bu ölçüde de yakın olanları vardır.

Böylesine bitmemiş toplamlar; ya da toplanmış bitmemişlikler, nasıl, toparlanıp bitirilebilir; ya da bitirilip toparlanabilir —

Anılar


doğaya benzer, doğaya benzer, doğaya benzer,
doğaya, doğaya, doğaya,
tüye benzer,
düşünceye benzer,
ve bir bakıma yer yuvarlağına benzer,
durmayan, gerçekçiliği olmayan şeye, gömülmüş
başına bir çivinin,
kendinizi bir başka yere vermişken sizi yakalayan
uykuya,
yabancı bir dildeki türküye,
ağrıyan ve sızılı kalan bir dişe,
dallarını bir taşlığa yayan,
hesaplarını göstermeden güzelliğini biçimlendiren ve sanat eleştirmesi yapmayan bir arokaryaya,
yazları çıkan toza, titreyen bir hastaya,
bir damla yaş akıtan ve böylece kendini yıkayan
göze,
üst üste biriken, ufku daraltan, gene de gökyüzünü düşündüren bulutlara,
geceleyin bir garın ışıklarına, varılan ve tren olup olmadığı bilinmeyen bir garın,
hindu sözcüğüne, hiç gitmediğiniz bir kentin bütün sokaklarını dolduran,
ölüm üstüne anlatılan şeye,
bir yelkenliye okyanusta,
altındaki tavuğa saz yaprağının, yağmurlu bir
öğle sonu,
büyük bir yorgunluğun okşanmasına, çok sonra yerine getirilecek bir söze,
kaynaşmaya bir karınca yuvasındaki,
bir akbaba kanadına, öbür kanat dağın karşı
yamacındayken daha,
alaşımlara,
iliğe, yalanla birlikte,
körpe bir bambuya, o körpe bambuyu kıran
kaplanla birlikte,
en sonra bana benzer,
daha sonra da ben olmayana,
bu yol'la, ey sen ki yol'umdun benim.

8 Mar 2013

Seni birine tarif etmeye çalışıyordum.



“Birkaç gün önce seni birine tarif etmeye çalışıyordum. Daha önce gördüğüm hiçbir kıza benzemiyorsun.

Şunu diyemezdim: “Şey, o tıpkı Jane Fonda’ya benziyor, kızıl saçlarını saymazsak. Ve ağzı da biraz daha farklı ve bir de, o elbette bir film yıldızı değil.”

Bunu söyleyemezdim, çünkü sen Jane Fonda’ya hiç mi hiç benzemiyordun.

Sonunda seni çocukken Tacoma Washington’da izlediğim bir film ile tanımlayabildim. Sanırım filmi 1941 veya 42’de izlemiştim: o arada bir yerde. Sanırım 7 veya 8 veya 6 yaşındaydım. Film, bir köye elektriğin gelmesiyle ilgiliydi ve 1930’ların Yeniden Yapılaşma ahlakıyla ilgili çocuklara gösterilebilecek bir filmdi.

Film, elektrik olmayan bir kasabada yaşayan çiftçilerle ilgiliydi. Geceleri dikiş dikmek veya bir şeyler okumak için fener kullanmak zorunda kalıyorlardı. Üstelik tost makinesi, çamaşır makinesi gibi aletleri yoktu ve radyo bile dinleyemiyorlardı.

Daha sonra buraya büyük elektrik dinamolarının olduğu bir set inşa ettiler ve direklerini kasabanın çevresi boyunca konumlandırıp, tellerini de tarla ve çayırlardan geçirdiler.

Orada, tüm çevreyi saran telleri tutan direklerin basitçe konumlandırılmasından doğan inanılmaz, kahramanca bir boyut vardı. Aynı zamanda hem antika hem de modern gözüküyorlardı.

Daha sonra film “Elektriği”, çiftçiyi hayatının tüm karanlığından kurtarmak için gelen genç bir Yunan Tanrısı gibi tasvir etti.

Ve birden bire, dini olarak, kara kışın sabah erken saatlerinde ineklerini sağarken önünü görebilmek için, çiftçi, düğmeye basarak ışıkları açtı.

Çiftçinin ailesinin radyo dinlemeye ve tost makinesine ve elbiseleri dikip gazeteleri okuyabilmek için daha parlak ışıklara ihtiyacı vardı.

Bu, gerçekten fantastik bir filmdi ve beni “Star-Spangled Banner”ı dinlemek, Başkan Roosvelt’in fotoğraflarını görmek veya radyoda sesini duymak kadar heyecanlandırıyordu.

“… Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı…”

Ben, dünyadaki her yere gidebilmek adına elektriğin varlığını hep istedim. Ben, dünyadaki tüm çiftçilerin Başkan Roosvelt’i radyoda dinleyebilmesini istedim.

İşte sen de bana böyle görünüyorsun.”

günlerden deniz, sulardan salı, yürürden vatos, yüzerden kedi.



ağzımın kenarı bükük… ama, boşuna arıyorum değişik bir tarafını. yüzü, sesi, kalbi, eskisi gibi. kitaplardan bile, bir an olsun uzaklaşmamış olacak. dalgın, şimdi eskisi kadar dalgın, kapkaranlık kumrallığında…

....

yaşamın, sana, bilmediğin anlamadığın bir dilde;
yabancı, tanımadığın bir üslupta, şarkı söyleyen biri gibi gelecek:
söylenen şarkı seninle ilgiliymiş, senden söz ediyormuş, sana söyleniyormuş gibi bir duygu duyacaksın hep;
ama hep de, bilmediğin, anlayamadığın bir dilde, sana yabancı, tanımadığın bir üslupta olacak duyduğun…
“can you hear me major tom?”

Uzak

Ona bakıyorum. Susuyor. Önüne bakıyor. Çocukluğundan beri bu oyunu oynar:Gözetlenme oyununu.
Önceleri belki bir suçluluk duygusuydu bu: Kendisine dikilen göz Tanrının, anasının, büyüklerden birinin, sevmediği birinin gözü olur, kınardı o anda yaptığını. Adı konmadan yaşanırdı bu suçluluk. Şimdi ise gerçekten bir oyun:kimi dakikayı, ‘bakan, gören varmış gibi yaşamak’…

Ne kitapsız Ne Kedisiz

Sabahın ikisi. sıçanlar çöp tenekelerinde ölü günün artıklarını kemiriyorlar: Şehir hayaletlere, katillere, uyurgezerlere ait. Neredesin, hangi yatakta, hangi rüyada? Sana rastlasam beni görmeden geçerdin, çünkü rüyalarımız tarafından görülmeyiz. Aç değilim: Bu akşam hayatımı bir türlü hazmedemiyorum. Yorgunum: Hatırandan yakanı sıyırmak için bütün gece yürüdüm. Uykum yok: Ölüm için bile iştahım yok. Bir sıraya oturmuş, sabahın yaklaşmasıyla kendime rağmen sersemlemiş, seni unutmaya çalıştığımı kendime hatırlatmaktan vazgeçiyorum.

marguerite yourcenar,

uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle baş edemeyen kişilerdir aynı zamanda. bu insanlar, gün boyunca, her şeyi izlemekle oyalanırlar. oysa gece artık izlenecek bir şey yoktur. sadece, yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe. gündüzden soyutlanıp, kurtulmuş olan anlamsızlık, artık saklı değildir. hayatta olma bilinci kendini daha güçlü bir şekilde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle. "yaşamın anlamı" gece duyumsanır ve sorgulanır. kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. yaşam, gecenin konusudur.

cehenneme övgü

"nakarat birazdan başlayacak, bu nakaratı ve dik kayalıkların denize uzanışı gibi ansızın ortaya çıkışını seviyorum. henüz sıra cazın; melodi yok, notalar var yalnız; binlerce küçük titreyiş. durup dinlenmiyorlar, eğilip bükülmez bir düzen onları ortaya çıkarıyor ve yok ediyor. koşuyor,acele ediyor, yanımdan geçerken bana sertçe çarpıyor ve yok olup gidiyorlar.

onları durdurmak isterdim.ama birini durdursam elimde yavşak ve kötü bir sesten başka bir şey kalmayacağını biliyorum. ölümlerine katlanmam gerek, hatta istemem gerekiyor bunu.

edindiğim izlenimlerden pek azı bu kadar acı ve güçlüdür."

 bulantı

realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir.belki onunla en faydali münasebetimizi tayin etmektir.hakikati görmüşsün ne çıkar? kendi başına hiçbir manası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? istediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? bir şeyi değiştirir mi bu? bilakis yolundan alıkor seni.kötümser olursun, apışır kalırsın,ezilirsin.hakikati olduğu gibi görmek. yani bozguncu olmak. evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar.siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eskisiniz dedim.yeni adamın realizmi başkadır."

saatleri ayarlama enstitüsü

"insan, tek bir insanda tüm dünyanın mutsuzluğunu yakalayabilir ve o insandan vazgeçmediği sürece hiçbir şeyden vazgeçilmiş değildir ve o insan soluk aldığı sürece dünya da soluk alır."

elias canetti

''.....kendini öldürenlerin yaşamayı aşırı sevenler olduğunu düşünürdüm. sonra birgün 'yarın' diyebildim. denizde olacaktı. yanımdaki sığlığın yosunlu, sinsi sokulganlığında değil, ötelerin derinliğinde diyordum. ötekilere benzer bir gündü; ama ben iskeleye yaklaşıktıkça değişir gibiydim. insanları gerçekten görüyordum. eskiden, vapurda biletini uzatırken bile başını pencereden çevirmeyen adam sanki ben değildim. boyuna onlara bakıyordum. belki giderayak umutsuz bir çağrıydı; ama kimsenin aldırdığı yoktu. direnerek baktığım biri gözlerini kaçırırken kaşlarını çattı. yoksa artık aralarında olmadığımın farkında mıydılar ? ertesi sabah ayakkaplarımı giyerken gene duraksamam, kapı gıcırdıyacak diye çekinmem tuhaftı. son günümde bile kurtulamıyordum. kapıyı çarpmadan kapadım. daha orada 'öyleyse yarın' dedim. ertesi gün çıkarken kapıyı çarpacaktım. ''

: bodur minareden öte

“korktuğun her olaydan, başına gelmesinden ürktüğün her kötü rastlantıdan kaçınmak için onu ayrıntılarıyla düşünürsün hemen. ayrıntılarıyla düşünmek şart. yoksa bir noktayı bile düşünmeyi unutsan o nokta başına gelir. yalnız yaşayanlar her şeyi hesaba katmak zorundadır. başka türlü korunamazlar. başka türlü yaşayamazlar. allahım neler düşünüyorum! düşün oğlum hikmet. düşün ki bunlar başına gelmesin. iyi şeyleri düşünmekten kaçın sadece. onlar başına gelsin. mesele bu kadar basit işte.”

tehlikeli oyunlar

"açık büfe masasının üzerine, içi prezervatif dolu plastik kaplarla içi çubuk kraker dolu plastik kapları yan yana koymuşlar. küçük boy atıştırmalık şekerleri. ballı fıstıkları. yerde ise şekerlemelerin ve prezervatiflerin ısırılarak açılmış, hatta çiğnenmiş plastik paketleri var. m&m marka şekerlemelere dalan aynı eller, yarı sertleşmiş yaraklarını sıvazlamak üzere baksırlarının düğmeli bölümüne veya bel lastiğine uzanıyor. şekerleme renklerindeki parmaklar. acılı soslu ereksiyonlar."

 ölüm pornosu

"bir yere varmak, farklı ve ayrıcalıklı bir şeyler yapmak, ilginç biri olmak isteyen herkesten bıktım usandım. tam bir hiçkimse olacak cesaretim olmamasından usandım. kendimden de, bir çeşit ses getirmek isteyen herkesten de usandım."

franny and zooey

"bazen, kendimi küçülmüş, bunalmış hissettiğimde, düşlemin gücü bile yaprak döküp kuruduğunda ve elimde düşlerimi düşünmekten başka düş kalmadığında, eski düşlerimi rasgele karıştırdığım olur, ister istemez hep aynı kelimelerle karşılaşsak da tekrar tekrar karıştırdığımız kitaplar gibi."

  huzursuzluğun kitabı

''eğer mümkün olanı hesaba katmadan düşünürsen geriye kalan imkansız gibi görünse de gerçektir.''

sherlock holmes

hiç olmamış ne varsa o şekillendirir gölge geçmişi. göze görünmeksizin, yağmurun karstı eritmesi gibi eritir şimdiyi. bir özlem yaşam öyküsü. bizi manyetizma gibi, ruhsal bir döndürme gücü gibi yönlendirir. bir koku, bir sözcük, bir yer, bir ayakkabı yığınını gösteren resim böyle allak bullak eder insanı. bir adı çağırmadan ağzını kapayan sevgi.

yaşamımdaki en önemli olaylara tanık olmadım. en derin öykümü kör bir adam, bir ses tutsağı anlatmak zorunda. bir duvarın arkasından, yeraltından. denizin derisinden bir kemik gibi uç veren küçük bir adadaki küçük bir evin köşesinden.

bölük pörçük yaşamlar


Sen yine de çek perdeleri , Odana tümüyle dolsun bensizlik.

Bejan Matur


4 Mar 2013

 

Rüzgar okşar yüzünü ama sen rüzgara dokunamazsın
Güneş değer tenine ama sen güneşe uzanamazsın
Bu şarkı senin şarkın ama sen susturamazsın
Her yolcu gitmek ister
Ne yapsan durduramazsın

Elveda, elveda, kırık kalbim, kesik bileğim
Elveda, elveda, eğik yüzüm, soğuk ellerim
Elveda, elveda, kısık sesim, soluk benzim
Elveda, elveda, bir yalanın içinde kaybolup durunca

Kimse durduramıyor yağmurları yağdırınca bulutlar
Neden susturamıyor içindeki delik deşik umutları
Düştüm. Kalkarım yine ellerini uzatınca bana Tanrı

Tanrı bulsun istedim, sevsin bütün kayıp çocuklarını

Elveda kalbim, elveda yalnızlık, elveda gözyaşlarım
Elveda yağmurlar, elveda kar, elveda sonbahar
Elveda kış, elveda rüzgarlar, elveda ağaçlar, kuşlar
Elveda yorgun kanatlar
Elveda kelebek, elveda ölü melek
Elveda kayıp çocuk, elveda yalan masal
Elveda sessizliğim
Elveda kalbim

Elveda aşk.