belki de yüreksizlerin asıl cezası budur: gerçeği, iş işten geçtikten sonra, artık yapılabilecek hiçbir şey kalmadığında görmek, anlamak..
her şey, unsurlar ve fiiller, seni yaralama da elbirliği ederler. burun kıvırmanın zırhına mı bürünmelisin? kendini bir tiksinti kalesinde tecrit mi etmelisin? insanüstü kayıtsızlıklar mı düşlemelisin? zamanın yankıları seni son yokluklarının içinde de mağdur edeceklerdir.. kanamanın önüne hiçbiri geçemediğinde, fikirler bile kırmızıya boyanır, ya da tümörler gibi birbirinin üzerine tırmanır… eczanelerde varoluşa karşı hiçbir özel ilaç yoktur – yalnızca palavracılar için küçük ilaçlar… peki, berrak, alabildiğine eklemlenmiş, vakur ve kendinden emin ümitsizliğin panzehiri nerededir? bütün varlıklar mutsuzdur; ama ne kadarı bunu bilir?
kök sözcüğünü sevmem, imgesinden daha da az hoşlanırım. kökler toprağa gömülür, çamurun içinde kıvrılıp bükülür, karanlıklarda dal budak salar; daha doğumundan başlayarak ağacı tutsak eder ve gözünü korkutarak beslerler: “özgür kalırsan ölürsün!”
ağaçlar, boyun eğmek zorundadır; kökleri onlara gereklidir; insanlara değildir oysa. bir ışığı soluruz, gözümüz göklerdedir ve toprağın altına girdiğimizde, çürüyüp gitmek içindir bu. doğduğumuz toprağın cansuyu, ayaklarımızdan başımıza doğru yükselmez; ayaklar yalnızca yürümeye yarar. bizim için, yalnızca yollar önemlidir. bize göz diken, bizi isteyen onlardır – yoksulluktan zenginliğe ya da başka bir yoksulluğa, kölelikten özgürlüğe ya da kanlı bir ölüme giderken. ve o zaman, tıpkı doğduğumuz gibi, kendi seçmediğimiz bir yolun kıyısında ölüp gideriz.
dünyadaki çoğu insan kanıtlanabilir gerçeğin peşine falan düşmez. gerçek denilen, çoğu durumda söylediğin gibi güçlü bir acıyı da beraberinde getirir. dahası çoğu insan acıyı beraberinde getiren gerçeği falan aramaz. insanların gereksinim duyduğu, kendi varlıklarının biraz daha derin bir anlamı olduğunu hissettirebilecek hoş, rahatlatıcı öykülerdir. işte o yüzden din dediğin şey var olabiliyor.
hayatını değiştiremeyecekse, bir insana neden asık olasın ki?
akşam olmaktadır albayım.
bütün güzel oyunlarda, heyecanı arttırmak için akşam olur albayım: ışıklar yavaş yavaş söner. güneş demek istiyorum albayım. parantez içine yazılır 'hava kararmaktadır' diye. aynı parantezin içine italik yazılır albayım. uzatma hikmet, denir ona gerçek hayatta.
oyunda ise denmez..
yaza unutma mevsimi, diyorum ben... kışa anımsama;
sen olduğun gibi yaşamak istiyorsun kafamda:bir varlık kavram olarak çıkıyorsun karşıma.yaşanırken düşünülmesi ve düşünürken yaşanması gereken bir mesele olmak istiyorsun.
her canlı türünün kendine en büyük kusurunun adını verdiğini hayal et. biz kendi türümüze kibir diyebilirdik.
dünya sahtekarlarla doludur azizim. insanlar samimi değildir; herkes birbirini kırar, incitir. bizim o koca koca kitapları devirmemiz, iki satır samimiyet bulabilmek içindir...
iki insan arasındaki aşk ölür, derler. bu doğru değil. aşk ölmez. eğer ona layık değilsen seni bırakır gider. o ölmez; ölen sen olursun. aşk deniz gibidir. sen işe yaramaz biriysen, sularda kötü bir koku çıkarmaya başlarsan, o zaman deniz, dışarıda bir yerde ölmen için kusar atar seni.
kenarlarım törpülendi. denizdeki cam kırığıyım ben. dikkatli bakarsanız içimi görebilirsiniz.
unutma
ki, sevgili dostum, ölümlüdür görüntüler dünyası, ölümlü, son derece ölümlüdür giysilerimiz, saçlarımız, vücudumuzun kendisi ayrıca.
çoğunluğunun bir işte çalıştığı, aynı dükkânlardan alışveriş yapıp aynı yöntemlerle yediği, aynı şeyleri konuştuğu, çocuklar doğurduğu, sonra onların hep birlikte okula gittikleri, aynı renk giysilerle sınıflarını geçip mezun oldukları, ardından tabur tabur askeri birlikler oluşturdukları, aynı marşları aynı biçimde söyleyerek aynı koğuşlarda aynı kıvrılışlarla yattıkları ve bu edimlerle
beraberlik ruhunu yakaladıklarını sandıkları, sonra bir bavul dolusu anıyla terhis olup eve döndükleri, anne babalarına hiç değişmeyen ve toplumun hazırladığı reddedilmez
duygularla sarıldıkları, aynı yasalara uyarak
evlendikleri, babalarından devraldıkları yöntemlerle seviştikleri ve babalarından boşalan iş kadrolarına kapılanınca dünyanın yarısını ele geçirmişcesine sevindikleri, sevinçlerini aynı yüz ışıltısıyla yansıttıkları ve tıpkı kendilerinden öncekiler gibi, gene çocuk doğurdukları ve onları besleyip büyütmeye başladıkları ve bütün bu olup bitenlere “dönüp duran paslı bir çember” diyecekken “akıp giden yaşam” adım verdikleri uyumsuz bir toplumda, yelken kulaklı bir uyumsuzdum ben.
.
düşün ki, milyonlarca yıl önce her şey yaratılırken, bu masalın eşiğinde dursaydın ve senin günün birinde bu gezegendeki bir hayata doğmak isteyip istememeyi seçme şansın olsaydı... ne zaman doğacağını bilmeyecektin, ama ne olursa olsun kısa bir süreden bahsedilecekti. eğer günün birinde dünyaya gelmeyi seçecek olursan, onu ve üzerindeki her şeyi tekrar terk etmek zorunda kalacağını bilecektin. neye karar verirdin?