Bir ses, bir gürültü, bir fısıltı ne zaman müziğe dönüşür...
Soru işareti koyacak gücü bulamadım, çünkü asıl soruyu hiçbir zaman dile getiremedim. Hep sözcüklere yenik düştüm. Şu an, pencerenin önünde duruyor, dışarıdan gelen sesleri dinliyorum. Sokağı, sokakları... Alçaktan uçan kuşların kanat çırpışlarını, ağır, bezgin, ikircikli ya da hızlı, öfkeli adımlarını insanların, rüzgârda sallanan çamaşırları, sürüklenen dalları... Uzaklardaki limandan ayrılan bir geminin veda ıslığını... Uzayıp giden dolambaçlı yolları... Usulcacık yanan bir mumu dinlercesine soluk alıp verişini dinliyorum hayatın ve sanki uzak ya da yakın, bütün sesleri duyuyorum. Yankıları, gölgeleri, duraksamaları ve suskunluklarıyla bütün seslerini dünyanın... Yaşamları, ölümleri, öyküleri... Kimi tanıdık, neredeyse benim diyeceğim kadar. Kimiyse yabancı, tuhaf, ürkütücü. Şu an belli belirsiz duyulan, kalın duvarların boğduğu kırık dökük bir yakarış ya da tek düze bir dua mı? Ansızın yükselerek kentin uğultusunu bastıran, gerçek bir ölüm çığlığı mı, yoksa bir tehdit ya da kahkaha mı? Ya ben, pencerenin önünde duran kadın, yorgun, endişeli yüzüm ve kemikli bedenimle, bir çığlık mıyım, yoksa bir tehdit mi? Bir fısıltı, işitilmeyen bir çağrı, bir dua... Tek başına bir sözcük, başkaların gürültüsünden oluşturulmuş... Sessiz harflerin söylenebilmesi için dilin çarpmak zorunda kaldığı aşınmış herhangi bir diş. Peki ben, hangi sesin, gerçek ya da düşsel hangi seslerin, bir yankısıyım, hangi sessizliklerin?
Belki de asıl soru, sonsuzca uzayıp giden ya da her anı sonsuza dek uzatan seslerin arasında, kendi sesimi duyup duymadığımdır. Gerçekten anlamıyorum, garip, çözülmez, aykırı seslere sessizliğin böylesine eksiksiz bir uyuma kavuşmasını, kesintisiz bir diyaloğu sürdürmesini... Hayattan kaçıp giden sözcüklerin, hayatın ta kendisinin ses verdiği bir ezgiye dönüşmesini... Yalnızca dinliyorum. Hepsini bir arada tutan, sarıp sarmalayan ezgiyi. Ölümü, yaşamı, beni ve diğerlerini... Belki tek yapmam gereken, bütün geçirgenliğimle bu sesin çağrısına açılmak. Dışarı çıkmak. Kâğıtlardan, cümlelerden, sözcüklerden dışarı... Kendi sesimi de katmak karşı konulmaz çağrıya, kendi soluğumu üflemek kıpırdayan uçsuz bucaksız, yoğun görünüme, kendi bedenimi vermek o sonsuz soluğa... Sözcüklerden önceki ilk ışığın peşinde, daha uzak kıyılara sürüklenmek. Acıyla dolu, tek düze ezgisine katılmak dünyanın. Belki de müzik, benim için yalnızca budur. Hiçbir şey kendi sesimden daha uzağa götüremez beni. Sanırım geri dönmeyeceğim. Şöyle ya da böyle, geriye dönen ben olmayacağım.
Ya sen, sevgili okur? Sana yabancı bir kadının yazdığı, ikimize de yabancı bu sözcükleri nasıl duyuyorsun?
“İkiyüzlü okur, benzerim, kardeşim!”
İkiyüzlü okur, düşmanım, benzerim.