Kararsızlıkla başlıyorum.
Her ikisini de itiraf ederek: Karar verme zorunluluğunu ve bir başlangıcı. Daha ilk tökezlediğim yerde kalakalıyor, henüz yazılmamış satırın sonsuzluğuna art arda noktalar koyuyorum. İnsan elinden çıkma, ufacık siyah yuvarlaklar, boşluğa işaret etmek, onu belirginleştirmek, görünür kılmak için sanki. İşte böyle başlıyor bir varoluş öyküsü, kararsızca, üzerine ağ gibi atılan sözcüklere yakalanan boşlukla... Ve elbet düşkırıklığıyla.
Beyazın sessizce kabullenişi üzerindeki işaretleri, ama boşluğun, her türlü insani ize karşın boşluk olarak kalmaktaki ısrarı.
Yeniden başlamak. Baştan almak, bir daha denemek. Anlatılamayana doğru bir adım atmak, bir adımı tekrarlamak, yörünge değiştirip bir çember daha çizmek için... Yalnızca gitmek, gitmeyi denemek için. Son cümleye değin.
Bütün gece, boş beyaz kâğıtların başında oturdum, bu dünyayla yaşıt gibi duran düşkırıklığının tam ortasından konuşabilmek için. Son cümleyi yazmamı sağlayacak ışığın, mucizenin ya da trajedinin peşinde. Saatlerin işlemediği katılıkta, yekpare bir zaman diliminde, tek başına bir nota gibi oturdum. Bütün ezgilere dahil olabilecekken, hiçbirine giremeyen... Hiçbir işe yaramıyordu bunca kâğıt, bunca kalabalık oluşu dünyanın, bunca kalabalık oluşu gecenin, hiçbir işe yaramıyordu.
Söylemek isterdim ki... Nedenini hâlâ bilmesem de... Söylemek isterdim ki, son cümle hep bir sonraki kâğıtta, az ötedeki saatte, bir sonraki saatte.
Henüz vaat bile edilmemiş yeni günde. Keşke. Gene de... Her şeye rağmen. İşte üç-dört sözcüğe sığıyor hayatım, bütün başlangıçları ve sonlarıyla, olmuş, bitmiş, başlamamış her şeyiyle, bu sözcüklerle aramdaki boşluktan biçimleniyor. Gene de, her şeye rağmen, teşekkür borçlu olduğumu seziyorum,
ama kime, çıkaramıyorum. Rüzgâra belki. Gece yarısı birden bastıran yağmura, ıslak yaprakların arasında parıldayan ayışığına...
Bütün bunlar, bu virgüller, bu noktalar, tekrarlar, duraksamalar, sayfalar, duyabilmek içindi, beni çağıran ya da yanıtlayan, bir süreliğine bedenimde konaklayan, cisimlenen sesleri... Bana ‘sen’ diyenlerle, ‘ben’ diyenleri, ‘yeter’ ya da ‘daha’, ‘evet’ ya da ‘hayır’... İçimde savaşan gölgelerin yan yana, soluk soluğa uzanabilmesi içindi. Ölülerimle baş başa kalmak, vedalaşmak içindi.
Kucağımda tuttuğum kör bir kediye, tepemizde martılarla kumrular çığlık çığlığa uçuşurken,
gün ışığında dal dal beliren, yavaşça gerçek çizgilerine kavuşan ağacı anlatabilmek içindi. Yapraklarında gümüşi yansımalarla titreşen su damlacıklarına varıncaya değin... Tek bir ağacı anlatabilmek... Gökle toprak arasında öylece uzanan, her ikisinin de suyuyla buluşan. Henüz kaybolmamış her şeyi sarmalayan ufku gösterip, ‘İşte, bu yeryüzü’ diyebilmek için. “Bu kıyılarında durduğumuz dünya! Yaşamaya devam edeceğimiz yaşam! Hepsinin sonsuzca güzel olduğunu söyleyen ışık da burada işte, derinlerin karanlığıyla gecenin birleşmesinden çıkıp gelmiş, senin karanlığınla benim gecemin...”
Tek bir cümle yazabilmek içindi. Yeni günün içine kendiliğinden akacağı, sessizce, muhteşem bir parıltıyla doğup yoluna koyulacağı, sonra gönül rahatlığıyla batacağı tek bir cümle...
Keşke.
Eski cümleler bunlar. MR-doktor ve bir cenaze dönüşü, uzun zamandır dinlemediğim bir Mahler senfonisi eşliğinde kâğıtların başına oturdum.
Yazmaya koyuldum ve sustum.
Her şeye rağmen, gene de... Keşke!