Kötülük-iyilik ve ölüm hakkında değiniler:
“Yerli melodramlarda kendisine ilgi gösteren yabancı adamlara 'siz ne kadar iyi bir amcasınız?'diyen çocuklar artık büyüdüler ve onlara şefkatle yaklaşan o amcaların ilgilerinin odağında analarının olduğunu pekala gördüler.Artık bu toplumda da iyi olmanın ve iyiliğin kriterleri çok değişti...İyi olmanın da bir şerefi vardır ve herkes bilinci, ahlakı ve duyarlığı kadar iyidir…"
YILMAZ ODABAŞI
2001 yılı kış ayları Ankara’da altı yıl ne diye yaşadığıma, daha yaşamayı sürdürdüğüme şaşarak karlı bir Ankara sabahı o kravatlı hademeler şehrinde pencereden dışarı güç bela ilerleyen trafikte yüzlerce araca, o gri göğe bakarak kendi kendime sormuştum:
Ben burada bir memur muyum?Kira filan aldığım bir mülkiyetim mi var, tayin mi geldim?Derken, bir sabah aracımı park ettiğim bina aralığındaki buzlardan güç bela çıkararak, bilgisayarım ve turuncu kanaryamla o karlı kış günü yola çıktım.Ege uzaktı, Marmara soğuk.Direksiyonu Akdeniz’e, Ankara’dan Konya yoluna kırdım.
Sabahtı, yollarda yoğun sis vardı; saatte yüz km.’yi geçmemeye özen gösteriyor, aracımda ikinci bir can (kanarya) taşıdığımı da unutmuyordum.Konya ovasından Akdeniz’e yöneldim.Çam ağaçları birer gelin gibi karşıladılar beni.
Bir yıl kadar kaldığım o küçük Akdeniz kasabasında bir okur kardeşim, arada bir kasabaya indiğimde beni sürekli “iyi insan”larla tanıştırıyordu; “iyi insan”ların ardı arkası kesilmiyor, ortalık iyi insandan geçilmiyordu.
Örneğin, yolda birileriyle tanıştırılıyor, el sıkışıyor, ayrıldığımızda, “Kim bu insan?” diye sorduğumda, genellikle “iyi bir insan” yanıtını alıyordum. Bazen “okuyan biri mi” veya “demokrat bir insan mı?” gibi sorularım, “Hayır, ama iyi bir insan” yanıtıyla karşılık buluyordu...
Ben ise, bu yanıtlar karşısında sadece susarak onunla “iyi insan”lara saygımız olması gerektiği gibi kanıksanmış bir toplumsal doğruda buluşuyordum.
Artık kızmaya başlamıştım; tanıştırdığı yeni bir “iyi insan” daha uzaklaşıp gidince sordum:
“Ortak paydamız nedir, kim bu insan?”
“Hocam, iyi bir insan...”
…
“Nedir iyi insan olmanın ölçütleri? Kimdir iyi insan?” diye düşündüm.
“Diyelim ki ben çok iyi bir insanım; kalbim iyiliklerle dolu, ama illegal iyiyim, bundan kimsenin haberi yok ve iyiliğimi değil yaşam pratiğime, yüzümdeki bir mimiğe bile yansıtmıyorum.Bu mudur iyi olmak? İnekler de iyidir o halde!
Yoldan geçen herhangi birinin, alışveriş yaptığımız bir manavın veya bir garsonun kötü olabileceğini kim öne sürebilir? Aksi ispatlanmadıkça, bu ölçütlerle değil yalnız onlar, herkes, elbette herkes iyidir.
Gündelik hayatta, toplumsal işbölümü içinde hiçbir zararı ya da hiçbir yararı olmamak mıdır iyi olmak?Bir insan kişisel çıkarlarından başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorsa, toplumsal bir kaygı duymamış ve kendinden ötesi için hayatında hiçbir özveride bulunmamışsa, cebinde sakladığı bir şiiri bir insana okumamışsa, üşüyen birinin üzerini örtmemişse, bir hastaya ilaç bulmamışsa, hep zararsız ya da hep yararsız yaşamışsa, iyi olabilir mi ? İyi olmak bu kadar ucuz olabilir mi hiç?
İyi olmanın da bir şerefi vardır ve herkes duyarlılığı, ahlâkı, bilinci kadar iyidir...
Yerli melodramlarda kendilerine ilgi gösteren yabancı adamlara “siz ne kadar iyi bir amcasınız?”diyen çocuklar artık büyüdüler ve onlara şefkatle yaklaşan o amcaların ilgilerinin odağında analarının olduğunu pekala gördüler…Artık bu toplumda da iyi olmanın ve iyiliğin kriterleri çok değişti(...)
Nedir bu biat kültüründe iyi olmanın kriterleri?Ezberlerimiz mi?Bize öğretilen paket servis doğrular mı?Üç büyük kulüp taraftarı olmak, Ağrı dağı kadar Türk ve Hira dağı kadar Müslüman olmak ve başka hiçbir şey olmamak mı?Nedir iyi vatandaş olmanın kriterleri? Vergi vermek, askere gitmek, oy kullanmak mı?Nedir iyi bir memur olmanın kriterleri?Amirlerine itaat etmek, hiçbir şeyi kurcalamamadan kişinin bir bayrak direği gibi çakıldığı yerde kalması mı?Hayat, sadece size sunulmuş aidiyetler mi, sadece bilincin belirlenmiş sınırları içindeki yeşil ışıklar hattı mı?
İyi öğrenci ya da iyi evlat olmanın kriterleri nedir?Bu soruların yanıtları ayrı, uzun yazıların konusudur.Beni hep "iyi insan"larla tanıştıran o okur kardeşime serzenişte bulunurken şunları söylemiştim: Ben ‘iyi insan’ olmak istemiyorum; ya zararlı ya da yararlı olmak istiyorum.Kızdıklarıma zarar, sevdiklerime yarar istiyorum!Benimle aynı sancıları, kaygıları paylaşmayan, hayatında bir kitabın sayfalarını dahi aralamamış, toplumsal acılara bir kez sahip çıkmamış ve olup bitene gündelik bakıp sadece sığ sularda avunmuş ilkesiz, rotasız, pragmatist insanlarla -sırf semirmiş bir tüccar veya sessiz sedasız bir memur diye- beni tanıştırmayın!
Yararı da oldu tepkimin.O günden sonra “iyi insan”larla tanıştırılmadım; o küçük kasabada ortalıkta pek kötü insan da yoktu. Zaten ben de yalnız kalmak, oturup okumak ve yazmak için oraya gelmiştim. Bu yazıyı da kendi kötülüğümle baş başa kalarak yazmış, kötüyüm ben, demiştim: Üstelik kötü olmak ve kötü kalmak için özel bir çabası olan kötülerdenim.Kötülük o kadar işlemiştir ki iliklerime, “iyi insan” olmaktan çok daha zor olduğu halde yine de caymam kötülüğümden...
B.Brecht olmalıydı:”iyi bir insanı, iyi bir yere götürüp iyi bir silahla iyi bir vurmalı," diyordu…
Gücüm yetse, keşke daha çok kötü olabilsem! diyerek şöyle sürdürmüş ve eklemiştim:
Unutulmamalıdır ki yalnız kötüler için değil, “iyi”ler içindir de ölüm...Onlar da en az kötüler kadar ölümlülerse eğer, sözde “iyi” kalmaktaki ısrarlarını anlamakta güçlük çektim her zaman.
Fransız yazar Marguerite Duras, ölümünden önce kendisinden yaşça çok küçük genç sevgilisi Yaan Andrea’nın “Öldükten sonra ne kalır?” sorusuna:
“Hiçbir şey!”diyordu:”Hiçbir şey. Gülümseyenler de, anımsayanlar da yaşayanlardır yalnızca...”
Böylelikle, birçok psikanalistin yazma edimini yazarın ölüme karşı bir savunusu olarak yorumlayan avuntuları da yadsıyordu.
Yazıda(da) böyledir: Sonra gelenler, öncekileri aşmakla yükümlüdür; bu yüzden sonrakiler, -istisnaları bir kenara koyarsak- öncekileri genellikle unutturur. Ancak kırk yıl barajını aşan yapıtlar birer klasik olabilirler, fakat yapıtların birer klasik olmalarının da yazarıyla bir ilgisi yoktur. Herkes gibi yazarlar da ölür ve öldükten sonra yaşamak diye bir şey yoktur; yapıtlarda yaşamak diye bir şey de yoktur.
Yapıt kalırsa eğer, yapıtın ve bu yüzden de onu üretenin ismi kalır; o kalan da bir zamanlar hisseden, gülümseyen, anımsayan o insanın dışında nesneleşmiş, metalaşmış bir şeydir ve bu yüzden de evet:
“Gülümseyenler de, anımsayanlar da yaşayanlardır yalnızca...”
Çünkü kalmak için kalmak gerekir; anımsamıyorsan, gülümsemiyorsan yoksundur.
Bu yüzden benim de herhangi bir kitabımın beni ölümsüz kılacağı gibi beklentilerim yok; kalacaksa bile, umurumda değil.Üstelik umurumda olsun desem bile, zamanın vicdanının, edebiyatın tarihsel sürecinin umurunda olmayabilir.
Kaldı ki zamanın vicdanı beni kırmasa bile, ölüler hiçbir şey hissetmezler ve üzülemedikleri gibi, örneğin bir mezarlıkta, “Ulan kırk yıl geçti, kitabım hâlâ okunuyor!” diye sevinemezler de.
Gerçek olan, bu yazımın yer alacağı kitabımın da yayınlandığı an’ dan itibaren benim dışımda, benden uzak bir nesne, bir meta olacağıdır; yazım bittiğinde onunla kesinlikle ayrılacağımız ve onun da tıpkı benim "naciz bedenim gibi" yazgısıyla baş başa kalacağıdır.
Herkes ölür ölümünü; göğe salıp düşlerini, salıp tenini, nefesini bırakır ceketini.Herkes bırakacaktır ceketini...Herkes...Bırakacaktır çeketini!