.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

17 Eyl 2011

Siyasi—insani / 01.07.2011




”Bu tekme tokat yağmurunu durdurabilmek için ne kadar erdem gerekeceğini tahmin edebiliyor musun?’’ Tekme tokat yağmurunu durdurmak için ne kadar erdem, umut, düş gücü, düşleme gücü gerekiyor? Sırtlanacak daha ne kadar acı, seslenilecek ne kadar yarın, başka hayatlarda yollarına devam edecek ne kadar sözcük...

Başka türlü de başlayabilirdim: ’Kürtlerin’ çalınacak başka neyi kaldı? Temsili demokraside— adı her neyse— her şey demek olan oylarından başka? (Tırnak işaretini kullanmam bunu etnik kimlikle sınırlamak istemeyişimden... ’Yahudi olmak bir histir,’ demiştim. ’Azınlık olmak bir histir, diye düzeltti bir okurum.) Temsil hakkına el konanlar sadece Kürtler değil, eşitlik ilkesini savunan herkes desem, abartmış olur muyum? Aslında ne söylesem az kalıyor, gerçekdışı tınlıyor.


İktidarın diline doğru giden yol sanılandan kısadır hep, bazı yazılardan sadece boş kovanlar kalır geriye, hedefse tam isabet karavana! Kurallarını, gücü elinde tutanın belirlediği, keyfince değiştirdiği acımasız bir oyunda, daha da ustalaşmak ya da çekip gitmek dışında bir seçenek bırakmaz hayat çoğu kez... Son on günde, benim gibi bir karamsarın bile öngöremediği öyle olaylar yaşandı ki, sayfalarca yazmaya hazırlanırken, birkaç beylik sözcükle kalakaldım: İnsaf! Ayıp! vb. Birkaç beylik soru: Ne olup olmadığını sanırım sıkça tartışacağımız parlamenter demokrasi, yasa ile onun kaynağı olarak gösterilen halkın özdeşliği ilkesine dayanmaz mı? Bu özdeşlik yok sayılırsa, güçler ayrılığından, hukuktan söz edilebilir mi? Geldiğimiz nokta, haksızlıktan ya da adaletsizlikten de öte bir durum değil mi? Bile isteye çıkarılan bu kriz, siyasi manevralarla çözülse bile, çok daha derin, devletin toplum üzerindeki mutlak egemenliğine işaret eden yapısal bir krizi açığa çıkarmıyor mu?


96 yılında, ölüm oruçları zamanı sıkça kullanılan siyasi—insani kavramlarının, asıl şiddeti, insanlık dışı olanı saklamak için sanki aralarında temel bir karşıtlık varmış gibi sunulduğunu düşünmüştüm. Şimdiyse sanki hukuki—siyasi ’karşıtlığı’ gerçek sorunları konuşmamızı öteliyor: Siyaset konuşmak, hatta kanunun kendisini sorgulamak isteyenleri, ’terör’ örgütü adına şunu bunu yapmakla itham eden TMK... Belediye başkanından sendikacısına, insan hakları savunucusundan yazarına yüzlerce insanın tutuklanması, plastik kelepçelerle sıraya dizilmesi, kendi ’bilinmeyen’ dillerinde savunma yapmalarının engellenmesi... Toplumsal uzlaşmada vazgeçilmez bir adım olan genel affın dillendirilmemesi... Son aylardaki polis baskınlarına, yasaklanan kitaplara, bini aşan tutuklamalara bakarsak... Karamsar bir soruyla bitireyim: Devlet terörüyle susturulmuş, sözcü(k)leri elinden alınmış bir toplum, hangi talebini şekillendirebilir, hangi gerçeğiyle yüzleşip uzlaşabilir ki?


İNSANİ YAZI: Pazar öğleden sonra. Göç konulu bir panel için beni arayan numaraya geri dönüyorum. Ansızın çığlıklar, bağırışlar geliyor. Panzer sesleri... ”Kusura bakmayın, sonra ararım. Şimdi gaz atmaya başladılar...” Binlerce polis arasından—otobüsler, silahlar, gaz maskeleri, kalkanlar vs. —geçip Şişli’ye vardığımda yalnızca kekremsi bir gaz kokusu kalmıştı geriye. İnsanlar kadın, çocuk, ihtiyar demeden tekme tokat dövülüp yerlerde sürüklenmiş, bilmedikleri, ciğerleri perişan eden bir gaza maruz kalmış, toplu halde, çığlık çığlığa işkenceden geçirilmişti. Kaburgaları kırılana dek dövülen yetmişlerinde bir kadını anlattı; bir arkadaşım, bir diğeri gazın etkisiyle üzerine dışkılayan on dört yaşlarında bir kız çocuğunu... Biri bir çocuğu kurtarmaya çalışırken görüntülendi, diğeri kafasına tekme atılan bir kadını kurtaramadığı için suçluluk duyduğunu anlattı. (Üç yıl önce, 1 Mayıs’ta, ciddi felç riskine işaret eden boyunluğuma rağmen üzerime 5—6 metreden tazyikli su sıkılıp gaz atıldığını, bir arabanın arkasına çömelmiş, sırılsıklam, kameraların önünde astım nöbeti geçirdiğimi yazayım yeri gelmişken... İşkence derken neyi kastettiğimi biliyorum.) En azından meydanlarda eşitlik ilkesini hayata geçirmişiz. Vekilmiş, basınmış aldırmıyor, kadın—sakat ayrımcılığı yapmıyor, gaza erişimde fırsat eşitliği sağlıyoruz.


Gaz kokusu muydu, midemi ağzıma getiren, yoksa saçları fönlü, şık bir kadının gençten bir polise söylediği şu cümle mi? ”İyice kudurdular artık!”


Nedir hakikaten? Şiddetin, aşağılanmanın acısını tanıyan bir toplumun, dövülenlerle değil de dövenlerle saf tutmasına neden olan? Empati eksikliği mi, iktidarla özdeşleşme tutkusu mu?


Faşizm, bazen tek bir sözcükle başlar, söylenen ya da susulan, bazen tek bir bakışla, gören ya da görmeyi reddeden... Nerede biter? Bitmez.