.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

9 Kas 2011

Geleceğini Biliyordum




bir,
iki,
üç,
dört,
beş…
altı değil…
hayat; benden gizlediğin ellerini hangi cebinde saklıyorsun
Seni dünden daha çok seviyorum.
Dünden daha mı çok yalnızım? Buraya hiç kar yağmayacakmış. Sırf bu yüzden geri dönebilirim. Ama önce gidilecek daha çok yer bulmalıyım: Şehirden daha başka yerler varmış kuzeyde. Beyaz kumsalların olduğu bir sahilin adı geçti. Bir kaç gün sonra ordayım.
Artık, girmek istemiyorum şehrin içine. Her dönüşümde, yüzüm sargısından yeni çıkmış bir kazazedenin yüzü gibi yansıyor camda. Otel param bitti. En komiği, kütüphane tarafından reddedildim. Kapıdaki görevli içeri giremeyeceğimi, belgelerimi görmek istediğini söyledi. Defterlerim hep ıslanıyor ve onlardan başka belgem yok. Varlığımın bütün ıspatı olan o defterleri ona göstermedim; çünkü, bana defterlerim yüzünden aşık olmazdı; ama, sebebi bu da değil şehre gitmeyişimin.
Sebebi hiç biri değil. Göğsümüzdeki levha, alnımızdaki sis ve ürkek el yazısı bile değil. Çünkü, o hakiki, yapışmayan hüznü çok az insanda gördüm. Ve o insanları bu şehirde bulamıyorum.
Şehirdeyken, yalnızlığımla, ormandaki gibi değilim. Burun buruna. Soluk alarak. Okuyup yazarak, herkesin uyuduğu saatleri bekleyerek yaşıyorum ormanı. Oysa, yalnızlığımı zehirliyor şehir. Senin yalnızlığın nerde? Beni, uzak ülkelerin birinden seyahat etmek için gelen bohem bir prens olduğuma ikna ediyor. Yani, 21. yy çöplerine yaptığı gibi yeniden dönüştürüyor ve ucuzlaştırıyor. Senin yalnızlığın nerde? Kendi açmadığım kapılardan geçip duvarlara listelenmiş bilmediğim kahvelerden içerken ve sigara hiç sönmezken, yüzümün küskünlüğünü unutturuyor. Yüzüm küskün, ama altına yapmış çocuk gibi görünüyor aynada. Anlamıyorum bunu da. Çok saçma. Saygıyı sunuyorlar. Yemeklere kattıkları sarımsak sosu gibi. Dökülerek eğiliyorlar önümde. Utancımı öldürüyorlar. Yeni aldığım ceketin gece ışıklarıyla parlayan fermuarına kaçamak bakıyorlar. Bu hoşuma gitmişti ama sıkıldım. Buddha’nın sarayındaki hizmetkarların yaptığı gibi, bana unutturmaya çalışıyorlar yalnızlığımı. Dudaklarını öpmem için ısırıyorlar, ama öpüşmek için gereken Yakınip duruyorum. Çünkü, yüzümün kirini parmaklarıyla temizledikten sonra, onlara para verdim. Ama bitti. Yüzümün kiri kalmazsa kim inanır onlara küstüğüme? Bir zamanlar, kirli çocukları sevdiğimi kendime nasıl yazabilirim. Benim yalnızlığım sende.
Çünkü aynı şehir, gece çöktüğü zaman, şekerli ağzıyla acımı emmeye çalışıyor. ellerimle itiyorum,
Ve hangi filmin yıldızı olduğumu soruyorum onlara… dillerini bilmediğim için anlamadığım kadar çok soruyorum. Sevdiğim filmleri bilen birini bulana dek bunu yapacağım. Bilmediğim ve seveceğim bütün filmlerin sende olduğunu hatırladığımda, ormanda, aynalı bir mağaraya benzeyen otel odasında, ‘Neden şehre döneyim?’ diye soruyorum. Ne kadar yalnızsam o kadar çok sevebileceğim filmler hala var biliyorum.
O filmler, şarkılar ve kitaplar kadar uzun olan geceler.
Seninle. Vazgeçemeyeceğim.
Sözler.
İki kişilik silinemez mutsuzluklar ve onları unutturan mutluluk. Bize birbirimizi unutturan mutluluk… hiç birbirimizi unutarak seviştik mi sözle diye sormadığım senle. Bir de sanki, başka bir çağı yaşıyorum.
yollarda,
yanımdaydın; ve birbirimizi özlemeden yan yana durduğumuz halde seni unutmadım.
Aşık olabilir miyim sana. Hiç bir fikrim yok. Yalnızca hayallerim var.
Sen bana bakmaya utanmaktan daha güzelini yaptın- sana bakmamdan utandın.
İnsan güzelliğinden mahcup olunca daha mı güzel olur: penceredeki yansımama bakmıyorum, ….en güzel yerim gözlerim, ama onları sensiz görmek istemiyorum. Çünkü, sana yazıyorum.
Her akşam, yemeğe giderken yanından geçtiğim akasya ağacına bakıyorum.
Akasya ağacından kuru yaprakların üzerine atladığımda öleceğim aklıma gelmiyor.
Yaşamak için kollarımı açmak, tutunmamak gibi.
Yaşama tutunanları değil, onu devirenleri sevdiğim için yalnız sana yazıyorum.
Akasya ağaçları inanamayacağın kadar uzun burada. İşte seni bu yüzden seviyorum. Bir de, onu devirirken bana sarıldığın için.
Beni devirirken, ona.
Elini hayatın kalbine bastırdığın için. Ve izini bana gösterdiğinde okuyabildiğimi bildiğinden.
Bir gün hastalanırsam, delirdiğim bir gece, resminle iyileşeceğimi biliyorum. Peki ya sen?
Kim daha fazlasını biliyor?
Hangimizin özlemi daha büyük? Kim bu gece tuvalette şarkı söylecek?
Peki Neden kızıyorum sana? Herkesi affederim ama sende zorlanıyorum…… diyorum.
Her sessizliğim için mi? Senden, çok öğrendiğim ve öğrenmekten nefret ettiğim için mi: yalnızlığımı korumak için. Sen yalnızlığımın en güzel tehdidisin. Ve derenin en güzel okyanusu.
Palavra. Palavra.
Tüm bu şairler neden kokuşmuş geliyorlar bana:
Homer okuyorum. Babaları bana çok şey anlatıyor herkesin. Annelerinden fazla.
Ne anlattığını yazmaya yerim yok.
Çünkü, şimdi seni yavaş yavaş aşkla karıştırıyorum.
Neden şaşırıyorum sana?
Sen varsın diye bulamadığım sözcükler yüzünden mi?…bilmiyorum…
Senden nasıl vazgeçerim, bana söylesene. ……………., vazgeçmek istiyordum. Herşeyden. Şimdi yine düşleyebiliyorum.
Çok basit, gözlerini kapa ve vazgeç… diyen sesin ensesi buzlu.
Dinler miyim – anlar mıyım?
Gene birbirine karıştırınca, ellerimi kulaklarıma yumdum.
Bu karıncalar tenimde ne arıyor: şeker mi?
Herkes uyurken içtiğim kahve- yine yasak İnternet.
Duam nerde?
Sigara hep az.
Tatlılığın içimi ısıtırken, kimbilir kimi ısırıyor…
Bana herşeyi yapmanı istiyorum.
Yazarak saklayabilirim seni. Bu gece bunu anladım. Kendime, bana saklanabilirsin. Ne olduğunu bilmediğim ve her zaman kollarımı açtığım bana. Gel! Sana sarılmak ve seni koklamak istiyorum. Hiç bir zaman kalbimi vereceğim kadar sevebileceğim bir sevgilim olmayacağını bildiğim için, sana asla sevgilim demedim, demem. Yalansızlığın kuraklığında gri giysili insanların ortasında ağlıyordum ve sen geldin. Bacaklarına döktüğün şarabın baş döndürücü yalanlarının en gizli rengiyle ilgilenmiyorum.
Hala arkadaşınım. Seni dudağından öpmedim.
Kalbinin yaralarından ağlayarak öptüm.
Tipkı o filmdeki gibi. Senin yakmaktan benim kesmekten hoşlandığım o film gibi.
Kalbimi keşfetmem için her gece bir parçasını daha saklandığı yerden çıkardığın kırmızı, siyah ve mavi gibi.
Boşluktan esen rüzgarın dalgalandırdığı sarı ve beyaz yelkenler gibi.
Sen uyurken, ben uzağa giderken, uyandığımda, sen yoksun diye dönmeyeceğim için. Sen her güzel tohuma kendi suyundan verdiğin için. Olmasaydın, her uyanışımda içimde yeni çiçeklerin açacağına nah inanırdım. Kendimi ölümden kusturarak nah uyanırdım.
Peki, sen beni yazarak saklayabilir misin şimdi?
Yazıyla bana açılabilir misin……. daha başka yerlerden beni işaretleyebilir misin?
“İçinden gelmeyeni bana yapma, bu beni de kirletir.” Bu doğru.
içimden gelmeyeni yapmıyorum. Seni temiz tutmak için.
Aşk, dostluk, nefret, kompleks, iftirha, günah, saplantı, masturbasyon, pamuk helva, dua, intihar, avuntu, uyuşturucu, uyku, .. hepsi birbirinden daha palavra.
Avcumun içine alip her gün yeniden şekillendirdiğim hayat sinemamda seyrediyorum seni.
Dünyanın en güzel kadını olduğuna inandığım kadar dünyanın tek yazarı olduğuma inanacak kadar kör.
Ulyssees’in ağzını elimle kapadım.
Çünkü Annem şimdi masal anlatsa uyurum.
Tasarlanmış ve beğeniye pazarlanmış bir sözüm bile yok senin için.
Naylon seviyorum. Ama, yırtılana kadar.
Oysa cam ve kristal, kırıldıktan sonra da gözümü alıyor.
Sen, Bu yüzden……… Camdan kalpli kristal kraliçe olmaya mahkumsun.
Öbür kalbini yırttığımda ağlamaya mahkum oluşum gibi.
Avcumun içi bir hapishane şimdi.
Ormanın yılanları yanıma yaklaşmaya korkuyor.
Ve ben adını fısıldıyorum.
Geleceğini biliyordum.