.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
15 Mar 2012
Yeraltından Notlar X I
Varıp dayandığımız sonuç:
En iyisi hiçbir şey yapmamaktır. Bir köşeye çekilip, seyirci kalmaktan iyisi var mı? Onun için yaşasın yeraltı! Normal insanı ölesiye kıskandığımı söyledim, gördüğüm kadarıyla gene de onların durumunda olmak istemem. (Kıskanmaktan geri durmayacağım gene de... Ama hayır, hayır, ne olursa olsun yeraltı daha kazançlı!) Orada hiç olmazsa insan... Eh!.. Şimdi bile yalan söylüyorum. Yalan, çünkü iyi olanın yeraltı değil, özlemini duyduğum, ama bir türlü elde edemediğim başka, bambaşka bir şey olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum. Cehenneme kadar yolu var yeraltının!
Ah, şimdi şuraya yazdıklarımın bir bölümüne bari inansam başka ne isterdim! Yemin ederim ki, beyler, şu çiziktirdiklerimin bir sözcüğüne bile inanmıyorum. Daha doğrusu belki inanıyorum, ama bir yandan da nedense her sözümün yalan olduğunu hissediyor, kuşkular içinde kıvranıyorum.
- Öyleyse ne diye yazdınız bunları? diyeceksiniz.
- İşsiz-güçsüz olarak sizi de yeraltına sokup, kırk yıl sonra "Durumunuz nicedir?" diye sormaya gelsem, sizin karşılığınız ne olurdu? İnsan kırk yıl tek başına, işsiz-güçsüz bırakılır mı, efendim?
Başınızı hor görürcesine sallayarak, belki de,
- Bu ne utanmazlık, bu ne alçaklık! diyeceksiniz. Yaşamaya susadığınız halde, dolambaçlı mantık yollarıyla yaşam sorunlarını tartışmaya kalkışıyorsunuz. Hem sırnaşık, küstahça davranışlarda bulunuyorsunuz, hem de korkudan ödünüz patlıyor. Saçmaladığınız zaman keyfinize diyecek yok, ama küstahlığa başladınız mı, hemen ürküyor, özür üstüne özür diliyorsunuz. Bir yandan bize korkmadığınızı söylüyor, öte yandan yaltaklanmaktan geri durmuyorsunuz. Bizi hıncınızdan dişlerinizi gıcırdattığınıza inandırmaya çalışırken güldürmek için nükteler savuruyorsunuz. Nüktelerinizin bayat olduğunu bilmiyor değilsiniz, ama taşıdıkları edebi değer dolayısıyla da pek sevinmiş görünüyorsunuz. Belki gerçekten acı çektiniz, fakat çektiğiniz acılara hiç mi hiç saygınız yok! Söyledikleriniz doğru olmakla birlikte efendilik eksik sizde, gururunuz yüzünden, ufacık bir şeyi sorun yapıp içinizdeki gerçeğin ipliğini pazara çıkarıyor, değerini beş paralık ediyorsunuz. Bir şeyler söylemek istediğiniz anlışılıyor, fakat korkudan son sözleri geveleyip duruyorsunuz. Açık konuşacak kadar kararlı değilsiniz, ürkekçe bir küstahlık sizinki. Anlayışınızla övünüyorsunuz, bir yandan da ikircimlerle (tereddütlerle) dolusunuz; çünkü kafanız işlediği halde yüreğiniz kötülük batağına gömülmüş; oysa yüreği temiz olmayanın anlayışı da kıttır. Ya o küstahlığınız, sırnaşmanız, kırıtmalarınız! Yalan, yalan, hepsi yalan!
Yukarıdaki sözlerinizi de ben uydurdum kuşkusuz. Onlar da yeraltından çıkmadır. Kırk yıldır kapı aralığından konuşmalarınızı dinlemekteyim. Kafam hep böyle şeylerle dolu olduğu için uydurmak da kolay oluyor. Ezbere bildiğim bu sözlere edebi bir biçim verdim, o kadar... Peki ama bütün bunları yayımlayarak üstelik bir de sizlere okutacağımı düşünecek kadar ağır başlılıktan yoksun musunuz?
Sonra, bir sorun daha var: Sizlere niçin "beyler, efendiler, okurlarım!" diye sesleniyorum? Az sonra yazacağım itiraflar ne yayımlanabilir, ne de başkalarına okutulur türdendir. En azından ben kendimde bu güveni bulamıyorum, hem bulsam ne çıkar!.. Fakat ne yaparsınız ki, içime bir heves düştü, ben de bu hevesi gerçekleştirmeye çalışacağım. Durum şu:
Her insanın anılarında herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarına açabileceği şeyler vardır. Hatta dostlarına bile açılamayacak, gizli kalması koşuluyla yalnız kendi kendimize itirafta bulunacağımız durumlar olur. Ama bir de öyleleri vardır ki, kendi kendimize bile açmaktan korkarız. Her aklı başında insanın dağarcığında bile böyleleri yığınla bulunur. Daha doğrusu, insan aklını başına topladıkça bunların da sayısı artar. Geçenlerde, eski serüvenlerimi kafamda şöyle bir toparlayayım diye karar verdiğim halde şimdi bir türlü yapamıyor, büyük bir tedirginlikle çoğunu geçiştirmeye çalışıyorum... Yalnız anımsamakla kalmayıp, bunları bir de yazmaya karar verdiğim şu anda bir deneme yapacağım. İnsan hiç olmazsa kendi kendisiyle içli-dışlı olabiliyor, gerçekleri çekinmeden söyleyebiliyor mu? Sırası gelmişken belirteyim;
Heine, doğru bir özgeçmiş (otobiyografi) yazmanın mümkün olmadığını, insanın kendisi hakkında bir sürü yalan söylemeden edemeyeceğini ileri sürer. Heine'ye sorarsanız Rousseau İtiraflar'ında yalan üstüne yalan kıvırmış, üstelik bunları gururu yüzünden bile bile yapmıştır. Heine'nin haklı olduğuna inanıyorum; insan salt gururu yüzünden cinayet yalanlarına dek bulaştırabilir kendini, böyle bir gururun ne menem bir şey olduğunu da pek iyi biliyorum. Ama Heine, toplum önünde içini döken birinden söz ediyordu. Oysa ben kendim için yazıyorum, okurlarımla konuşmakla, bana da kolay gelen, alışılmış bir yazı biçimine uymuş oluyorum; bunu bir kez daha, açıkça belirtirim. Bütün yaptığım, pek de gerekli olmayan bir geleneğe bağlı kalmaktır, yoksa okurlarım olmayacak hiçbir zaman. Yukarda da söyledim ya...
Anılarımın düzenine aldırış bile etmeyeceğim. Aklıma nasıl gelirse öylece kâğıda aktaracağım. Ama sözlerime takılarak "Gerçekten okurlarınız olmayacağını öngördüğünüze göre, ne diye kendinize, hem de kâğıt üstünde birtakım koşullar ileri sürüyor; tertip, düzen düşünmeden, aklınıza geldiği gibi yazacağınızı söylüyorsunuz? Bu açıklamayı yapmanızın, üstelik bir de ezilip büzülmenizin sebebi ne olabilir?" diyeceksiniz.
Buna:
- Ne bileyim ben! diye karşılık vereceğim.
Hayli karışık bir konudur bu. Belki ödleğin biriyimdir de ondan böyle yapıyorum. Belki de yazarken daha ciddi olmak için gözümün önüne okurları getirmek istiyorum. Sebep mi ararsınız! Bir nokta daha var: Neden anılarımı ille de yazmak istiyorum? Okurlar için olmadığına göre, anılarımı kâğıda dökmeden, zihnimden geçirmekle yetinemez miydim?
Orası öyle, ama anılarım kâğıt üzerinde daha bir görkemli duruyor. Böylece etkisi daha da artacak, kişiliğim üstünde daha doğru bir yargıya varabileceğim; buna bir de üslup güzelliği eklenecek. Ayrıca, içimi dökmekle belki rahatlayacağım. Sırası gelmişken söyleyeceğim, eski bir anım var ki, şu sıralar canımı sıkıp duruyor. Geçenlerde birden kafama takıldı, o günden beri de, hep kulağımda çınlayan hüzünlü bir müzik parçası gibi, bir türlü aklımdan çıkmıyor. Peki ama, ondan kurtulmam da gerekli. Böyle anıların yüzlercesi var bende, zaman zaman bunlardan bir tanesi üste çıkarak beni bunaltmaya başlıyor. Yazmakla bunlardan kurtulacağıma inanıyorum nedense. Bir kez denesem ne çıkar? Üstelik, işsiz güçsüz, otura otura sıkıntıdan patlayacağım!
Anı yazmak da bir çeşit iştir. Çalışmakla insanın iyi ve namuslu olacağını söylerler. Hiç olmazsa bu da bir şans...
Bugün kar yağıyor; sarı, bulanık, sulu sepken gibi bir şey. Dün de, daha önceki günler de yağdı. Beni rahatsız edip duran o olay sulu sepken yüzünden kafama takılmış olsa gerek. Öyleyse bu da sulu sepken üstüne bir anı olsun.
SULU SEPKEN ÜSTÜNE
Ateşli sözlerimle kandırıp
Yanlış yolun karanlığından
Düşmüş ruhunu kurtardığım zaman,
Derin bir azap duyarak
Seni saran ayıbı
Pişmanlık içinde lanetledin.
Unutkan vicdanını anılarınla cezalandırmak için,
Benden önce olanları
Tek tek bana anlatırken,
Birdenbire yüzünü ellerinle kapadın;
Ruhundaki isyan sonunda
Utançla, dehşetle sarsılarak
Gözyaşlarına boğuldun...
vb, vb, vb...
N.A. Nekrasov'un bir şiirinden