.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
10 Mar 2012
Zıkkımın Kökü / Ayakkabı
Bir gün yanlışlıkla öğretmenimin elindeki sınıf defterini ben kapıp götürdüm müdür odasına. Her zaman bu mutluluğa, kırmızı ayakkabılı sarı saçlı Nimetler, Ayseller, Jaleler erişecek değillerdi ya, biz de çocuktuk, biz de İnönü İlkokulunun öğrencisiydik, biz de Leman Öğretmenin a'sını b'sini öğrenmiştik... Okulun tüm döşemeleri tahta, hele müdür odasının döşemeleri yepyeni tahta. Hademeler de üstelik sile süpüre iyice parlatmışlar mı bu tahtaları. Daha odaya adımımı atar atmaz, kendimi ta müdür masasının dibinde oturan denetmenin kucağında buldum. Adamcağız, bu gürültüyle birlikte, kucağına düşen şeyin tavan olduğunu sanmış olacak ki, elindeki kahveyle birlikte havaya zıpladı. İlk önce müdür kendine geldi, bağırdı:
-N'oluyor?
Ben, kafamı müdürün masasına vurmuştum. Hala şaşarım, bu sağlam kafaya o kütük gibi masa nasıl dayandı diye. Ama olan denetmenin giysisine olmuştu. Tüm giysi, kahve lekesi içerisindeydi. Ama, daha o yaştan görevin kutsallığına inanmış olacağım ki, nasıl yapışmışım sınıf defterine, nasıl kurtarmışım onu o kahve lekesinden, şimdi bile şaşarım.
-Defter başöğretmenim, dedim.
Uzattım. Adamın beni gördüğü mü var?
-Aman müfettiş bey, yaman müfettiş bey, hademeler, bezler, sular, yetişin, diye bağırıp duruyor, yırtınıp duruyor...
Bezler yetişti, hademeler yetişti, hala beni gören yok. Tekrar uzattım defteri başöğretmenime:
-Defter efendim, bir a'nın dafteri.
Kızarak,
-Koy onu oraya, koy da çık, dedi. Koydum, çıkacağım, çıkacağım ama, babamın son buluşunun teki yok ki ortalarda. Bir adım attım, topal ki ne topal ayak. Biri beş santim uzun, ötekisi beş santim kısa. O sırada denetmenin gözü bana takıldı:
-Nedir o senin ayağındaki?
-Ayakkabı efendim.
-Nereden aldınız?
-Babam yaptı.
-Söyle babana, bir daha içine yay koymasın. Anlamadım ne demek istediğini. Ama neden görmedi benim ayakkabımın birinin olmadığını. Gözüm müdürün masasının altında. Acaba oraya mı gitti bizim son buluşun teki? Müdür iyice kızdı:
-Çıksana dışarı!
Çıktım... Çıktım ama tek ayakla nereye gidebilirim ki? Oturdum oracığa. Elbette bu adamlar geceye dek bu odada kalacak değiller ya. Onlar çıkınca hademeye söyler, ayakkabımın tekini ararım. Oturduğum yerde neler düşündüm neler...
Okuyordum, ben de denetmen oluyordum, ilkokul denetmeni. Bu ilkokulu denetlemeye geliyordum, müdürümüz Kaya Beyi denetliyordum. Ya işte, ben o nalını kayan çocuğum, diyordum. O da şaşıp kalıyordu: Demek o sensin ha? Benim ya, okudum adam oldum! Aferin! İşte okuyanlar böyle olur, kocaman adam olur. Sağ olun!
Sonradan, kötü bir düşünce geldi aklıma. Ya bunlar kızıp da nalınımın tekini sobaya attılarsa, ben nasıl giderim eve? Çocukluk... Bu düşünceyle ağlamaya başladım. Nasıl ağlıyorum, hüngür hüngür...
Hademe gördü:
-Niye ağlıyorsun?
Eh, anlatabilirsen anlat, öyle hıçkırıyorum ki, değil nalın demek, na... bile diyemiyorum.
-N'oldu, söylesene!
Hıçkırık, iç çekme, başka bir şey yok! Bir dakika sonra başöğretmen dışarıya çıktı:
-Sen gitmedin mi hala?
Yanıt bile veremedim. Boyuna hıçkırıyorum. Kolumdan tuttu:
-Gel içeri bakalım, gel! Denetmene,
-Ağlıyormuş efendim, dedi.
-Aa bu deminki çocuk değil mi?
-Evet efendim.
-Niye ağlıyormuş?
Bana döndü, kollarımdan yakaladı:
-Adın ne senin bakalım?
Hıçkırıktan söyleyemedim.
-Unutum bile ben o deminki şeyi. Haydi üzülme, git evine!
Daha çok ağlamaya başladım.
-Geç sobanın yanına geç! Kaya Bey, ağlasın da açılsın bu biraz.
-Evet efendim, ağlasın, iyi olur.
Gerçekten sobanın yanında biraz durunca açıldım. Açılır açılmaz da gözlerim odanın içinde dört dönmeye başladı. Denetmen sordu:
-Nasıl, gidebilecek misin artık evine?
-Evet, dedim. Yalnız ayakkabımın teki!..
-Nerede kayboldu?
-Burada!
Yeniden ağlamaya başladım. Denetmen,
-Dur ağlama canım, biz onu şimdi buluruz, dedi.
Üç kişi üç koldan bizim son buluşu aramaya başladık. O, yaşlı başlı denetmen bile, dolap aralarına, masa altlarına bakmaya başladı. En sonunda bulan da o oldu zaten:
-Buldum! Burada kaplumbağaya benzer bir şey var.
Çividen, ağırlığı bir kat daha artan ayakkabımı uzattı:
-Al evladım, nasıl da ağırmış bu böyle, dedi.
-Babam çok çivi çaktı efendim, dedim. Nalınımı buldum ya, denetmen bey saçımı okşadı ya, başöğretmen bana gülümsedi ya, uça uça, seke seke gittim eve. Olanları anama anlattım, anam,
-Üzülme oğlum, bir gün gelir sen de en güzel ayakkabıları giyersin, dedi.
İyi ayakkabılar giymek için, o yarım günlük cumartesi öğle sonrası hep çalıştım, çalıştım, defterimi doldurdum.
Çünkü yarın pazar...