Bulunmadı gitti çaresi derdi derunumun.
Sekban uzandı, bavulundan iki kitabı çekti. Üstteki, Gandhi'nin anıları idi. (Hayat Yolundaki Tecrübelerimin Hikâyesi) adını taşıyordu. Onu aldı. Rasgele bir sahifesini açtı. Okumaya başladı: "Kendimi zeki bulmam. Bazı şeyleri başkalarından daha geç kavra-nm. Ama buna aldırmam. İnsan zekâsının gelişmesinde bir sınır vardır. Kalbin gelişmesinde ise hiçbir sınır yoktur."
Uyku ile uyanıklık arası, çıplak ayaklı liderin bu alçakgönüllülüğünden hoşlandı. • Kendini zeki bulmadığını açıklayacak kadar yürekli olabilmek için insanın, ille güvendiği başkaca meziyetleri olmalı. Mahat-ma Gandhi'nin en güçlü yanı son cümlede ağzından kaçırdığı içgüdüsü ve seziş yeteneği mi? Yoksa iradesi mi?
Sahifeleri karıştırdı. Kitabın ortalarında bir de resim vardı: Merdivenimsi bir zemin üzerine Gandhi'nin bütün şahsi eşyasını yaymışlar: İki çift sandal, gözlüğü, cep saati, iki yemek kâsesi, iki tahta kaşık, bir de yarı açık bir kitap. Hepsi o kadar.
Kitabı yine rasgele başka bir yerinden açtı. Bak şu da fena değil: "Hep aynı fikre bağlılığı taassup haline getirmedim. Ben gerçek arayıcısıyım. Bir konu üzerinde, o an ne düşündümse, onu söylemeliyim. Aynı konuda daha önce ne söylemiş olduğumu hiç hesaba katmadan."
Büyük adam şu Gandhi. Kendini vuran katil için son nefesinde söylediği bile, bunu gösteriyor, "ona bir fenalık yapmayın" demiş. Bunu laf olsun diye söylemediği muhakkak. Şiddete karşı olan bir bilgenin kendine uygulanan şiddet karşısında bile, doğrultusundan şaşmaması. Üstelik işine de gelmiştir böyle bir bitiş. Önüne geçilmeyecek bir son'u, üç ay, beş ay, bir yıl sonra nasıl olsa gelecek ve kendini belki de yatakta bulacak ölümünü; çabuklaştıran, ama ülkücü hayatını, ona en yarasan bir şekilde noktalayıp yücelten bu suikast, giderayak hoşuna bile gitmiştir. Sok-rates'in, zehiri içerken duyduğu buruk mutluluk gibi.
Bunları düşünürken düşünürken iki bilge el ele kayboldular. Ankara'da, Göreme sokağının başındaki, PTT'nin arsası belirdi. Memurlann öğle tatilinde voleybol oynadıkları filelere -bak nerden nereye-naylon yelkenler asılmış, kurusun diye. Mavi, beyaz, kırmızı. Fransız bayrağı gibi. Sonra hiç ilgisi yokken bir köprü göründü. Hecin devesi gibi üç kamburlu bir köprü. Bir top yuvarlanıyor bir ucundan hızlana ya-vaşlaya. Bir yokuştan inerken onun hızıyla öbür yokuşu aşıyor. Sonra tanıdı ki, o köprü, güya Kumburgaz'a giderkenki Mimar Sinan'ın köprüsü imiş. Koca Sinan (Devri Daim)i bulmuş da söylemeyi unutmuş olacak. Tam bu sırada top suya düştü. Gup.
Ve Sekban, kendi horultusunun son mezürünü duyarak, gözlerini açtı. Ne kadar kestirmiş olabilir. Belki üç, belki dört dakika. Belki daha da az. Ama bir an içi geçmişti ya, yeter. Bu kadarı bile, kafasını yerine oturtmaya yetiyordu.
Gerindi. Yan döndü. Sol dirseği üzerine yaslandı. Bir süre boş boş bakındı. Sonra öbür kitabı, Agat-ha Christie'nin polisiye romanını, çekti. Romanın adı "Hercules Poirot'un Tatili" idi. Olay bir plaj kasabasında geçiyordu. Otel müşterilerinden Miss Webs-ter'e göre, bu göl kadar sakin deniz, bu pınl pırıl güneş, huzurlu manzara, herkesin sere serpe tatilde olduğu bu ağustos ayı, bir cinayet için hiç de uygun ortam değildi. Aynı sahil kasabasında dinlenmekte olan Hercules Poirot ise: "Faraziyenize çok yanlış ön yargılara oturturyorsunuz sayın Miss Websters" diyordu. "Sakin bir deniz, sadece şairane bir imgedir. Aslında deniz durmadan huzursuzluk içindedir. Her an bir fırtına patlayabilir. Hem de en umulmadık zamanda." Ve tecrübeli detektif söyle devam ediyordu: "Unutmayın ki, kötülük güneşin altında daima pusudadır.
Alfred ve Vigny ne demiş: Tabiat çoğu zaman insanların acılarını umursamaz, demiş. Ayrıca insanlar da çoğu zaman tabiatın güzelliklerini göremeyecek kadar kendileri ile doludurlar. Ben size katılmıyorum Miss Websters. Tam tersine, bence, asıl bu ortam, tam cinayete uygun ortamdır. Hem tutalım ki, siz bir düşmanınızı ortadan kaldırmak istiyorsunuz. Onun evine, bürosuna gitseniz, bunu fark etmemesine ihtimal var mı? Oysa bir ağustos ayında, bir plaj kasabasında onun indiği pansiyona inseniz, kim sizden şüphelenir?"
Beş sahife içinde, bir fırtına öncesinin gerilimli atmosferini bir rütbe yoğun yansıtıveren yazara, hayranlık duydu.
Hercules Poirot'ya nerde, ne zaman, ne konuşsa, hak vermemeye imkân mı var? Bundan sonra gelecek bölümler çok soluk kesici olacağa benzer, diye düşündü. Ve kaldığı yere tarağı koyup kitabı kapadı.
Detektif romanlarını, bir de science fiction romanlarını, teknoloji çağımızın kaçınılmaz ürünü, birer faydalı tür sayıyordu. İnsanı her günkü uğraşılarından koparışları, kavrayıp götürüşleri de caba. Entelektüel bir insan için on sahife detektif romanından daha dinlendirici ne tasavvur edilebilir? Satranç müstesna tabii.
Haldun Taner / Bütün Hikayeleri