.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

24 Tem 2012

Sadizmin Marki'si



lk günah, Adem ile Havva tarafından işlenmişti ve onların yeryüzüne gönderilmelerinden itibaren her gün, hesabını tutamayacağı kadar çok günahla yıkandı insanoğlu...

Kimi zaman heyecanlı gecelerin başlangıcında soluk soluğaydı günah, kimi zaman büyük kıyım kararların alındığı uzayıp giden konuşmaların ortasında ya da yitirilen hayatların son anlarındaydı...

Hep vardı o; yasaklanan her şey gibi hiç tükenmeden varlığını sürdüren, kutsal kitaplardaki kesin emirlere, çocukluğumuzdan başlayan yoğun eğitimlere rağmen, gizlenerek büyüyen, gizleyerek büyüttüğümüz tuhaf bir yaratık gibiydi adeta. Gölgesinden üremiş kısa bir karanlıkla ya da vaatkâr zevklerinin çağrısına kapılarak yaşadığımız bir anlık hatırayla da olsa, hayatlarımızın bir kenarına mutlaka buluşarak çoğaldı günah...

Ahlakın ışığıyla yıkandığını gördüğümüz ilk sokağa girmeden önce, bu güvenli yere yaraşan, gülümseyen ve sürekli ne kadar da masum olduğumuzu anlatan artık oldukça buruşmuş olan maskemizi takıyoruz kızarmış yüzümüzü gizlesin diye `diğerlerinden`...

Oysa bu çaba, bir komediden ibaret gibi geliyor bana. Hepimiz günah işliyoruz çünkü; hepimiz, birbirimizin günah işlediğini de biliyoruz üstelik ve kendi günahlarımıza sahip çıkmadığımız gibi, benliğimizi aklama isteğimizden gelen acıklı çabalarla başkalarını suçluyor ve kınıyoruz...

Temize çıkma kaygısına kapılmadan, doğasındaki en kirli düşünceyi ve gerçekleştirdiği her türlü ahlaksız eylemi savunan, günahlarının tüm sorumluluğunu kabullenen kaç kişi tanıyorsunuz?

Zehirli bir sarmaşık gibi, dikildiği toprağa kolayca uyum sağlayarak arsızca büyüyen,sarıldığı yerlerde bir daha asla silinemeyecek izler bırakan ve kendi zararına bile olsa hayran olduğu tüm o güzellikleri çok kısa bir süre sonra hırpalamaya başlayan, yatıştırılamaz bir erdem ve Tanrı düşmanı olan Marquis de Sade, günahlar söz konusu olduğunda , dürüstlüğüne inanılabilecek ender insanlardan biri...

Onun hayat hikayesine ve yazdıklarına baktığımda, insan olduğunu söyleyen hiçbir yaratığın kolay kabul edemeyeceği inanılmaz iğrençlikler, fanteziler ve eylemler görüyorum. Büyük bir umursamazlıkla hesapsızca işlediği günahlarına nasıl bir cesaretle, böylesine kuvvetli bir biçimde sahip çıkabildiğini düşünüyorum ister istemez...

Sayfalar arasından bir kahkaha duyar gibi oluyorum arada bir, gözlerimin önünden hızla akan kelimelerle irkiliyorum bazen, derin bir bulantıyla çalkalanıyor Marques de Sade’ı okuduğum oda ve ben her sayfada biraz daha karışıyorum o tiksindiren bulantıya...

Koyu bir dindar olan ve İsa’yı kendisinden çok sevmekle suçladığı annesini , daha on dokuz yaşındayken Karmelitler tarikatına kaptıran Sade soylu bir ailenin çocuğu olarak 1740’da dünyaya gelmiş ve hayatı boyunca Tanrı’dan nefret eden iflah olmaz bir dinsiz olarak yaşamıştı.

Dönemin aristokrat ailelerinin ateist yapısı göz önünde tutulduğunda, onun bu düşünceleri kabul edilebilirdi;o, şimdilik , çevresindeki koşullara uyum sağlayan normal biri bile sayılabilirdi.

Sade, Louis-le-Grand Cizvitleri’nin yanındaki eğitiminden sonra, Krallık Süvari Koleji’ne devam etti. Yüzbaşı rütbesiyle yüzyıl savaşlarına katıldı.

Savaşın bitmesini sağlayan Paris Antlaşması’ndan ardından terhis olduğunda , babasının ısrarları ve krallık ailesinin özel izniyle, aslında kız kardeşini sevdiği Renèe de Montreuil ile evlendi ve evlendiği yıl ilk suçunu işlediğinde henüz yirmi üç yaşındaydı. Bir fahişe tarafından, kilisedeki kutsal çanağa boşalmakla , “Tanrıysan öcünü al” diye bağırarak bir kızın vajinasına mayasız ekmek sokmaya çalışmakla ve kızdan “kutsal mahkeme huzuruna çıktığında, kendisine lavman yapmasını ve içindekilerin tamamını İsa’nın üzerine boşaltmasını istemekle” suçlanmıştı.

Kısa süren ilk hapisliğinin ardından serbest bırakılmış, ancak bu özgürlüğünün ömrü de pek uzun olmamıştı. Çünkü, ancak pencereden kaçarak kurtulabilen, hizmetçilik vaadiyle kandırdığı dilenci bir kadının, Sade tarafından evde zorla alıkonularak kırbaçlandığını, vücudunun bıçakla çizildiğini, yaralarının üzerine kızgın mumlar damlatıldığını ve tecavüze uğradığını anlatarak kendisinden şikayetçi olması sonucunda yeniden hapse atılmıştı.

Bundan sonra, “suç kariyerindeki önlenemez yükseliş” , siyasi otorite değiştikçe bir öncekinin kararlarının fesh edilmesi nedeniyle affedilerek hapishaneden her çıkışında ya da her firarında artarak devam etmişti. Sade, aralıklı olarak gençliğinin çok önemli bir kısmını hapishanelerin kirli, günaha açık ve onun gibi birini memnuniyetle barındıran duvarları arasında geçirmiş; dış dünyadaki gelişmeleri, savaşları ve değişimleri, XV. ve XVI. Louis dönemlerinin, Devrim’in ve Fransa İmparatorluğu’nun hapishanelerinde yattığı zamanlarda şansı yaver giderse bakabildiği küçük pencerelerden seyredebilmişti.

Toplum tarafından “bir kafes hayvanı” yapılmaya çalışıldığını öne sürmüş ancak ne zaman affedilse yeni ve kabul edilemez aşırı bir suç daha işleyerek cezalandırılma isteğiyle yanıp tutuşan biri gibi davranmış; bu nedenle insanlara olamadık zararlar vererek sonradan adını alacak olan “sadizm” kavramını, hiç durmadan hak etmişti. Başkalarına acı verme arzusunu da , cinselliğin, insanın bildiği en güçlü duygu olan acı olmadan kişiyi beslemeyeceğini ve doyuma ulaştıramayacağını söyleyerek mantıklı göstermeye çalışmıştı.

Kötülük ve suç kavramları ,onun kendine has dininin vazgeçilmez gerçekleriydi âdeta.Bu tuhaf dine göre, bu kavramlar, alınabilecek tüm zevklerin kaynağıydılar ve kişi, gerçekten iyi bir hayat sürmek istiyorsa içindeki hiçbir arzuyu bastırmaya çalışmayacak,bunların tamamını ortaya dökerek ve yaşayarak, sadece kendi tatminine giden, günahlarla güzelleşecek o büyülü yolu takip edecekti.

Ona göre, kendisi, Diderot ve Rousseau’nun
doğacılıklarını miras olarak o günlere taşıyan ve insanların gerçek mutluluğu öğrenebilmeleri, bu mutluluğun önünde duran Tanrı gibi engelleri reddedebilmeleri için kendi özgürlüğünden vazgeçmiş önemli bir şahsiyetti.

Onun doğacılık anlayışını, yapıtlarından birinde verdiği bir kahraman şöyle anlatır: “Doğa, zevklerimizi kınıyor olsaydı, bizde bu zevkleri uyandırmazdı.”
Sade için , insanların inandıkları Tanrı , zevklerimizi kısıtlayan, bizi kendi doğamıza düşman eden bir büyük saçmalık ;erdem sevdalılarının uydurduğu müthiş bir yalandı. Yoktu ve hiçbir zaman da var olmamıştı.

Otuz iki yaşındayken uşağı Latour’la biseksüel bir hayat yaşadığı Marsilya’da , kırbaçlama, eş cinsellik ve zehirli ilaçlar kullanmakla suçlanarak yeniden hapishaneye kapatıldı. Uşağının ayarladığı genelevde kaldığı odaya onun ardından giren polisler, korkuyla birbirlerine sokulmuş, titreyerek ağlayan, kanlar içinde paçavra haline gelmiş olmalarına rağmen konuşmayan kadınlarla karşılaşmışlardı. Zehirlenen kadınlar Sade’dan şikayetçi olmamalarına rağmen Sade’ın , giyotine gönderilmesine ve ardından yakılmasına `gıyaben` karar verildi; çünkü o sırada Sade , Viyana’da , Madame de Sade’ın bir rahibe olan kızkardeşi ile balayındaydı.

Kadınaların kendisinden şikayetçi olmamalarını, çektikleri acıdan hoşlanmalarına bağlıyordu.

Paris sokaklarında ise kuklaları yakılıyordu artık...

Yakalanışının ardından , edebi anlamda çok verimli olduğunu düşündüğü bu zamanında, dışarıda olması gerektiği düşüncesiyle , her nasılsa, hapishaneden kaçtı Sade, ve `Kont Mazan` adıyla İtalya’ya gitti. Burada da kuraldışı yaşamıyla dikkatleri üzerine çektiğinden iki yıl kadar sonra yeniden Fransa’ya dönmek zorunda kaldı.

Ülkesine döner dönmez beklediği üzere tekrar tutuklandı. Kralın mühürlü buyruğunun ardından araya giren eşinin ailesinin çabaları sayesinde giyotin sehpasına gönderilmek yerine, Bastille Kalesi’ne kapatıldı.

Burada dayalı döşeli bir daireye, değerli kitaplarla
zenginleştirilmiş büyük bir kitaplığa ve çalışmak için sınırsız zamana sahipti. Geçen o uzun zamanda , yazdığı deneme yazıları , romanlar ve piyeslerle sayısız defter doldurdu. Yazdıklarının tamamı basılmaya hazırdı.Ama bunların hiç biri doğal olarak o sırada basılmadı.

Bastille’e kapatıldıktan sonra, yaptığı değil yazdığı aşırılıklar için pek çok defa yargılandı ve hüküm giydi...Bu hapishanede, içindeki sapkınlıkların hiç birini gizlemeden düşündüğü, hissettiği ya da yapmak istediği ne varsa anlattığı , okuyanların ‘iğrenç’ diğe tanımladığı Sodome’un 120 Günü adlı eserini tamamladığında , mesleki anlamda yaşadığı en büyük acıyı kendi eliyle hazırlayacağını bilmiyordu.

Çok değer verdiği bu eserini, incecik bir tüy kalemle , on iki metreye on santimlik bir şerit oluşturacak biçimde birbirine eklediği kağıtlara kopyalamıştı.

Hemen o gece, Charenton Hapishanesi’ne sevk edilen Sade, akıl hastası olan suçluların kapatıldığı bu yeni yerde eşyalarının naklini beklemeye başlamıştı. Ancak o ayrıldıktan sonra, kaleye saldırarak buldukları her şeyi yağmalayan topluluk , Marquis’nin özel eşyaları da bu büyük yağmadan kurtulamamıştı. Sodome’un 120 Günü de bu yağmada yok olup gitmişti.

Aslında bu el yazısı kopya kaybolmamıştı; Saint – Maximin adlı biri, bulduğu bu tuhaf ruloyu bir tarihçi olan Villeneuvve-Trans markisine vermişti. Bu olaydan yüz on yıl kadar sonra , markinin torunları tarafından satılarak Almanca olarak yayımlanan kitabının kurtulduğunu hiçbir zaman bilemedi Sade.

1790 yılında , Kurucu Meclis’in kralın tüm mühürlü buyruklarını feshetmesiyle serbest kalan Sade için dışarıdaki hayat muazzam bir şekilde değişmişti. O zamana dek kendisine yardım etmiş olan eşinin kendisinden boşanmak istediğini ve bir manastıra kapandığını öğrendi ilk olarak, sonra da çocuklarının kendisini görmeyi reddettiklerini... Soylu tanıdıkları, ülkeden kaçtıkları ya da sürgüne gönderildikleri için artık kimsesi kalmamıştı. Üstelik, varlığı yükselen enflasyon karşısında eriyip gitmiş ya da haczedilmiş ve sahip olduğu La Côte Şatosu da köylüler tarafından yağmalanmıştı. Beş parasızdı elli yaşındaki Sade, hapishane hayatının verdiği aşırı kilolarla ve romatizmalarıyla boğuşuyor, uzun öksürük nöbetlerinin ardından kan tükürüyordu.

Devrim zamanında soyluluğu da başına dert olmuştu; aristokrat bir ailenin varisi olduğundan, Devrim yönetimi tarafından şüpheyle karşılanıyor ve zaman zaman rahatsız ediliyordu çünkü.

Ancak Sade, yılmadı , öncelikle sınıfını belli eden yüzüğünün armasını avuç içine doğru çevirerek başladı kabuk değiştirmeye, sonra adının başında, soyluluğun simgesi olan ‘de’ ekinden vazgeçerek Devrim’e olan sempatisini ispatlamaya çalıştı.

Yeni hayatına sağladığı şaşırtıcı uyum, her alanda sürüyordu. Henüz boşanması bile tamamlanmadan, ‘Sensible’ diye seslendiği, kendisinden yirmi altı yaş genç bir kadınla beraber yaşamaya başlamıştı. Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan ve Jakobenlerin Lideri Robespierre’in de devam ettiği Piques Şubesi’nde, okumaya yazma bilmeyen ayak takımının arasında hızla yükselmiş ve yazışmaları hazırlayan, müzakerelere katılan bir adama dönüşmüştü. Sekreter olarak işe başladığı bu şubeden, Devrim Mahkemesi’nin saygın bir jüri üyesi olarak çıkmıştı.

Özgür zamanlarının iş dışındaki kısımlarını da tiyatroların kulislerinde sıkıştırdığı kadınlarla , metresiyle ya da yazdığı eserleri yayımlatma, piyeslerini kabul ettirme çabalarıyla geçiyordu.

Ancak yayımlattığı eserleri ve bunların arasında özellikle de Justine adlı eseri, Hristiyanlığı yeniden düzenleyerek, her türlü erdemi yücelten ve bu erdemleri çiğneyenlerin kellesini isteyen Komün’ün dikkatini çekmiş, sofu düşüncelerle uzun söylevler veren Robespierre’in, Sade’a düşman olmasını sağlamıştı.

İnanç ve ibadet özgürlüğünün kanunen onaylanmasının hemen öncesinde, kiliselerin kapatıldığı ve dine karşı bir tutumun yayıldığı zamanlarda, Konvansiyon Mahkemesi karşısında okuduğu bildiri de Tanrı’nın nihayet öldüğünü ve felsefenin Tanrı’nın aldatmacalarına galip geldiğini belirten Sade , ateizmini belki de en çok saklaması gerektiği anda , adeta Robespierre ile inatlaşırcasına alenen ortaya sererek, yeniden cezalandırılmayı umuyor gibiydi.

Bu anlaşılmaz çabasına cevap almakta gecikmedi. Hapishaneden çıkışının üstünden sadece üç yıl geçmişken, üstelik açıkça hiçbir suç işlememiş ve geçmişine kıyasla oldukça namuslu sayılabilecek bir hayat sürerken , yeniden tevkif edildi.

Aristokrat kökenleri dolayısıyla eleştirilen ve samimiyetsiz bulunduğu açıkça belirtilen Sade’ın , kanunsuz yazışmalar yapmak ve Devrim Mahkemesi’nde, suçu ispatlanmış birinin özgürlüğü için çalışmış olmak gibi suçlarla hüküm giydiği belirtilse de, yayımlatmayı başardığı eserlerinin hatırlattığı sapıklıklarla dolu geçmişi ve dinin sorgulanarak aşırılıklardan arındırılmaya çalışıldığı o hassas dönemde, tüm sapkınlıklarını sonuna kadar savunması nedeniyle tutuklandığı konuşuluyordu.

Yazdıkları yüzünden uğradığı kovuşturmalardan bunalmış ancak yine de yazdıklarından da hayvani duygularla beslediği düşüncelerinden de vazgeçmemişti.

Onun için dışarıda ya da içerde olmak arasında fazla büyük bir fark da kalmamıştı zaten; hatta belki de istediği tek şey, her köşesini ve hilesini bildiği bir hapishanede, kalan yıllarını sorgulamadan, vicdanen ya da kanunen yargılanmadan ve rahatsız edilmeden geçirmekti.

Metresinin devreye girmesiyle, Sade’nin hayatı tam olarak istediği biçimde değişti. Oldukça güzel bir kadın olan metresi Sensible, gerekli makamlarda gerekli kişilerle yakınlıklar kurarak ve sonunda bir milletvekilinin metresi olarak, o sıralarda bir hapishaneden diğerine nakledilip duran Sade’ın , Picpüs’e gönderilmesini sağlamıştı. Sade’ın bir yeryüzü cenneti olarak tanımladığı bu zenginler hapishanesinde kalanlar, kendisi gibi soylu mahkumlar ya da tanınmış kişilerdi ve burada kalabilmek için her ay yüklü bir kira ödüyorlardı.Bir bakımevi mantığıyla işletilen Picpüs’ten, kiralarını ödeyemedikleri için atılan mahkumların giyotine gittiklerini duyuyorlardı birkaç gün içinde.

Sade, metresi Sensible’e buradaki masraflarını nasıl karşıladığını hiç sormuyor ancak kadının boynunda, ilişki kurduğu milletvekilinin belki de kasten bıraktığı izleri gördüğünde, kadını bahçedeki ahıra kapatıp kırbaçlıyordu. Sebsible, her şeyi kendisi için yaptığını ve tümüyle onun hizmetinde olduğunu defalarca söyleyerek Sade’ı yatıştırıyordu. Genç kadın, doğasına karşı gelme gücünden mahrum olarak gördüğü bu adama acıyor, bir yandan da çocuklu ve parasız, çok zor durumda olduğu o kötü zamanlarında, belli bir aylık bağlayarak kendini koruduğu için ona minnet duyuyordu.

Sade’ı Picpüs’te tutabilmek için beraber yaşadığı milletvekili, Sensible’in Sade’a duyduğu sadakatin nedenini anlayamadıkça, bu rezil adamı kendisine tercih eden Sensible’i dövüyor, buna rağmen kadının bağlılığının sürdüğünü gördükçe de aylık aidatlarını ödediği Sade’dan daha fazla nefret ediyordu.

Sade burada, genç bir kızla ve bahçıvanla oynaşıyor, metresini kabul ediyor, kısa sürede yolsuzluklarını öğrendiği müdüre ve diğer yetkililere şantaj yoluyla istediğini yaptırıyor ve içerdeki insanlar arasında, kendi tabiriyle `kaynaşmayı` sağlıyordu.
Zekası, yaptığı uzun ve etkileyici konuşmaları, soyluluk ve hapishane dönemlerine ilişkin anlattığı eğlenceli hikayeleri, müthiş psikolojik tahlilleriyle çevresinde giderek artan bir hayran kalabalığı oluşmuştu ve Sade için Picpüs, mutluluğun anlamı haline gelmişti.

Picpüs’teki son zamanlarında düzenlediği, bir toplu seks gecesi sonucunda, üç gün içinde idamına karar verildi. İdamının gerçekleşeceği gün, hatta girdiği sırada adı bile okunmuşken, Sensible’in çabalarıyla, idam edilmekten son anda kurtuldu.

Robespierre’in giyotine çıkarılarak idam edilmesinden birkaç ay sonra Sade, aklanmış bir vatandaş olarak serbest kaldı. Sensible ile birlikte, yaşamanın daha kolay ve ucuz olduğu Versailles’e taşındılar. Satacak hiçbir şeyleri kalmadığında bir sığınma evine yerleştiler.

Bundan sonra, 1801’de, yöcnetime gelen kralcıların, sade’in yayımcısına yaptıkları bir bskında, ahlaksız bir eserinin daha ele geçirilmesiyle yeniden ve son defa tutuklanan Sade son yıllarını hapishane duvarları arasında geçirdi. Ve 1814’te, geçmişte de kaldığı Charenton Hapishanesi’nde öldü. Vasiyetinde, cesedinin gömüleceği çukurun iyice düşleştirilmesini ve üzerine meşe palamudu tohumları atılmasını istemişti. Bunun nedenini, bu dünyada hiçbir iz bırakmama ve insanlık tarafından unutulma isteği olduğunu yazıyordu.

“Ya beni öldürün ya da böyle kabul edin; çünkü ben buyum” diye haykırarak cürmün efendisi haline gelmiş olan Marquis de Sade, kendi isteğinin aksine bugün hala hatırlanıyor.

Ve o zamanlarda yazdıklarının arasında özellikle biri, bugünlerde geçerliliğini hala koruyor:

Bütün insanlar deli ve görmemek için hiçbirini/ Kapanmak gerek içeri, aynayı da kırın odadaki....


Yelda CANER
K Dergisi

son on yılında yaşadıklarından yola çıkılmış bir film mevcut ; BenimSinemalarım