Sevgili
Bilge, Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım.
Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz
yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet
içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak
konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım.
Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları,
eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım.
Kendimden dekaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim.
Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere
başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım;
ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım.
Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla.
Ben iyi
değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim.
Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda
kalan bütün köprüleri yıktım ve şimde geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum
cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım.
Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı
ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne3 de hiçbir şey
olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerdfe
böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar.
Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? diyerek öfkeyle bir öncekine
ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi
bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım,
benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş
insanlarcayadırganacaktır. Oysa, Sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara
sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı
için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, buakıl benibütünüyle terkedi
nceye kadar gidipgelenazizvarlık masalınakimse inanmayacaktır. Bazı insanlar
bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır.
Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısıda başkaları tarafından
okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın
yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını
bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere
göre bu durum daha acıklıdır.
Ben ölmek
istemiyorum. Yaşamak ve herkesinburnundangetirmek istiyorum. Bu
nedenle,Sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığı mahkum edildim. (İnsanların kendilerini
korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım
ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum.
Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken
hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar
yazı, Sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.)
Geçen sabah
erkenden albayıma gittim. Bugün sabahtan akşama kadar radyo
dinleyeceğiz, dedim. Bir süre sonra sıkıldı. (İnsandır elbette sıkılacak.
Benim gibi bir canavar değil ki.) Bunun üzerine onu zayıf bulduğumu,
benimle birlikte bulunmaya hakkı olmadığını yüzüne bağırdım. (Ben yalnız
kalmalıyım. Başka çarem yok.) Bazen Nurhayat Hanıma gidiyorum; karşılıklı
susarak oturuyoruz. Konuşmamak ne iyi, bir bilsen. İnsan elbette konuşmak
istiyor; dert yanmak, haklı çıkmak istiyor. Fakat kelimeleri insana ihanet
ediyor, insan kendine ihanet ediyor. Kendinden nefret ediyor. Dul kadın iyi: bana
kahve pişiriyor, sigaramı yakıyor. Onun yanında biraz huzura kavuşuyorum.
Pilleri, kutusundan büyük birradyosu var; onu dinliyoruz. Nurhayat
Hanım sıkılmıyor. Bazen dul kadının evinde, bir iki söz ettiğim oluyor:
Kendi kendime konuşur gibi. Nurhayat Hanım hiç söze karışmaz; aman işte biri
konuşmağa başladı varlığını ortaya koydu, dur ben de bir şeyler söyleyeyim
kişiliğimi göstereyim gibi küçük ça ar içinde değildir dul kadın Onunla
oyunlar dinliyoruz radyodan. Yıllardır sesleri değişmeyen, fakat adları farklı olan
oyuncuların piyesleri; aynı heyacanlı titreşimler, aynı yükselip alçalmalar.
Sanki yıllardır sürüp giden uzun bir oyunu parça parça oynuyorlar. Kahkahalar
atıyorlar - çocukluğumdan beri dinlediğim kahkahalar. Aynı kapıları yıllardır
açıp kapıyorlar. Aynı güç durumlarda kalıyorlar. Yavaş konuş bizi duyacak
diyorlar, siz burada ne arıyorsunuz bakalım diyorlar. Ben yalnız sesleri
dinliyorum, anlamlarla ilgili değilim.Kuş sesi dinleyerek huzur duyanlar
varmış; onlar gibiyim. Haberleri de, belli konular üzerindeki konuşmaları
da, tartışmaları, açık oturumları, reklamları da, özel programları da aynı
şekilde dinliyorum. Her kuşun kendine özgü bir sesi var: Sözleri dinlemeden
hangi program olduğunu biliyorum bu yüzden.
Dul kadının
inanılmaz bir hoşgörüsü var: Her çeşit müziği dinliyoruz üstüste.
Bizim dilimizden şarkılar da var galiba: Çünkü sözlerini anlar gibi olyorum.
Dul kadınla ben, senin anlayacağın, soyut bir durumdayız; daha doğrusu her
şeyin özüyle ilgilieniyoruz: Meyvaların yalnız suyunu içiyoruz. Birer
sigara yakalım mı Nurhayat Hanım? diyorum. Yakalım Hikmet Bey, diyor. Songünlerde
bana 'Bey' diyen bir dul kadın kaldı. Görüyorsun ben de kaçamak yapıyorum:
Yalnızlığı dul kadınla aldatıyorum. Ne yapayım? Beni olduğum gibi kabul
ediyor. Sen,yalnız iyi programlarımı dnlemek istedin. Alaturka çaldığım zaman
düğmemi kapatmak istedin. Belki gerçek canavar ben değilim.
Kalemi
elinden bıraktı, "Saçmalıyorum albayım," diye mırıldandı. Aslında
bütün canavarlık benim içimde. Birden nasıl oluyor anlayamıyorum. Hayır,
birden olmuyor. Yavaş yavaş oluyor. Oraya nasıl geldiğimi bilemiyorum. Canım
sevgilim derken, kendimi bir odanın ortasında bütün gücümle bağırırken buluyorum.
Sevgi'ye de böyle yaptım. Bir şeyler yapıyorum herhalde. Allahım! Neden bir
türlü hatırlayamıyorum? Albayıma sormalıyım. Durun albayım geliyorum.
Merdivenleri
koşarak çıktı. Odaya hızla daldı. "Siz de hep bulunuyorsunuz
albayım.İşte bu kolaylık beni çıldırtıyor." Hüsamettin Bey başını
kaldırdı: "Artık sana şaşmıyorum. Gene ne istiyorsun?" "Yalnız
başını ve sonunu
hatırlıyorum albayım. Arada ne yapıyorum acaba?" "Dur," dedi
albay. "Biraz
nefes al" Duramam albayım. Beni kimse durduramaz. Bilge bile." "Anlaşıldı,"
dedi Hüsamettin Bey. "Mesele nedir?" "Neden tedirgin oluyor beni görünce
albayım? Ne yaptım acaba? Babası içerdeyken ona sarıldım diye mi kızdı?
Allah kahretsin! Kendimi tutamıyordum. Kolay zaferden başım dönmüştü. Tam
formundaydım albayım. Şimdi de formundayım. Biraz koşalım, ısınalım albayım.
Günlük beden hareketlerimizi yapalım." Odanın içinde koşmağa başladı. "Dur
oğlum Hikmet, kendine gel," "Geliyorum albayım, koşarak geliyorum.
Şimdi de beden hareketlerimizi yapalım: Bir iki üç dört. Dörde kadar saymasını biliyorum
albayım. Bundan sonra her sabah aynı hareketleri yapacağım. Karın dizden
yukarı doğru alınırke acak yarım daire şeklinde sola doğru çekilir ve omuz
hizasında yere uzatılır bu sırada eller bitiştirilerek nefes alınır ve aynı hareket
sol karınla tekrarlanır: Yedi sekiz dokuz on. Babasına bile kızdım
albayım. Neden erken yatmıyor dedim. Omuz adelelerimi de şu şekilde çalıştırıyorum.
Hareketler aslında basit, fakat her gün tekrarlanmalı. Beş altı yedi.
Fikret meselesinde burnundan getirdim elbette. Benden önce tufan dedim.
Bütün geçmişi aptalca yaşadığını itiraf etti sonunda. Buyıkıntıya kim dayanabilir?
Sağlam kafa - sağlam beden. Peki neden birdenbire bağırmaya başladım
dersiniz? Neden çileden çıktım? Oysa Fikret'in aptal olduğna karar verilmişti
sonunda. Olayları hatırlıyorum, nedenleri hatırlamıyorum. Buyrun size
mesele! Peki, nasıl kötü oluyorum? Zamanla. Doğru. Zaman her şeyi hallediyor
değil mi albayım?"
Durdu,
düşünceye daldı."Ne korkunç değil mi albayım? Evet, her şeyi zaman bu
duruma getirdi. Aslında zamandan korkuyordum; günlerin birbirine benzemesini
bu yüzden istiyordum. Bu nedenle yaşamıyordum, değişiklik istemiyordum.
Beni zaman mahvetti albayım. Zamanla buluyor insan formunu. Her şey zamana
bağlı: Yetmiş beş yetmiş altı yetmiş yedi derken insan ölüyor. Zaman her
şeyi hallediyor değil mi? Her sözün hesabını sordum ondan, hiç bir sözün
hesabını vermedim. Çünkü ben canavardım albayım, insan etine susamıştım. Çiğ et
yemek istiyordum. İşte sana çiğ et: Midene oturdu. Fakat ben, gerçekten
yanaydım; bu nedenle midem bozuluncaya kadar devam ettim. Onun gibi kendimi
korumadım. Şimdi de beden hareketlerimi yapıyorum, karın adelelerimi kuvvetlendiriyorum.
Gelecek sefer herkesi çiğnemeden yutacağım. Çünkü taş gibi sertleşti
midem. Geriye doğru dönelim, karın adelelerini görelim: Bir iki üç dört. İşin
başına dönelim. Beni istemedi, yeter artık dedi. Fakat onu ben kovdum.
Çünkü as en bilirsiniz ki, en iyi savunma saldırıdır. Ben yamyamım albayım:
Çiğ etten -insan etinden- midesi bozulan bir yamyam. Acıklı bir yamyam
değil mi? İşte benim dramım albayım! Zaman her şeyi bozuyor albayım. Ona kendimi
göstermek istedim ve sonra da acıklı görüntümü örtmek için meseleyi
gürültüye getirmeğe çalıştım. Fakat hatırlamıyorum albayım., Allah kahretsin
hatırlamıyorum. Bir takım bağırmalar, ağlamalar duyar gibiyim; bir öfkenin,
sebepsiz bir öfkenin yükseldiğini görür gibiyim. Peki ne yaptım? Ne söyledim?"
Oturdu.
"Beni tahrik etmiş olmalı. Bilmeden bir yere dokunmuş olmalı. Herhalde
ben de kendimi korumadım. Hayır yalan! Korumuş olmalıyım. Her hareketimi
hesaplamış olmalıyım. Küçük hesaplar yapmış olmalıyım. Kalbi çalıştıralım
albayım; kalp hareketleri yapalım. Kalbe giden damarları genişletelim:
İkialtı sekiz beş. Koşalım, durmadan koşalım. Herkes kendine bakmalı.
Herkes kendini sever. Aziz varlığımızı koruyalım, aziz aklımızı koruyalım.
Bizi, biz olduğumuz için sevmezler;sağlam olalım. Bizim oyunları bir
arkadaşa okuyordum albayım; o günlerde bir kız aşık olduğu için beni dinlerken
uyukladı. Yalan albayım, böyle bir şey olmadı; fakat olabilirdi. Her an tetikte
olalım. Kötü ihtimalleri bir bir düşünelim. Beyin jimnastiği yapalım.
Birkötü ikikötü üçkötü dörtkötü. Şimdi hep birlikte nefes alalım. Koşalım
albayım, durmadan koşalım. İtirazlarınızı dinlemiyorum albayım. Koşuyorum."
Koşarak odadan çıktı, merdivenlerden inerken düşüyordu. Hemen masanın
başına geçti. Kaldığımız yerden delim.
Canavar ben
değilim. Belki de canavarım. Son günlerini bu odada geçirmek
zorunda kalan emekli bir canavar. Can sıkıcı anlarını hatırlayarak acıklı
canavar sesleri çıkaran bir kara ejderi. Vuuu vuuu! Canavarın en kötü günleri
hangisi? Canavar takvimine göre perşembeleri. Çünkü perşembeleri sevmem. O
günleri hatırlamak istemem. Hangi 'ogünleri'? Sevmem işte. Özellikle perşembe
günleri pencereden bakıyorum: Gaz tenekeleri var, içlerine toprak doldurulmuş.
Kim doldurmuş? Ben doldurdum. Karışık bir takım tohumlar ve çiçekler
satan adama dedim ki: Bana bir çiçek ver. Arsız çiçeklerden verdi. Bilirsin
işte: Begonya mı derler? Kırmızıdır, mat yapraklıdır, kötü boyanmış mahalle
kadınları gibi bir çiçektir. Elimden bu kadarı geldi. Belki ayrıca, kuru
akvaryum içinde solucan da beslemeliyim. Mide adelelerim kuvvetlenince onu da
yaparım. Sen tabii, perşembe günleri ne olduğunu merak ediyorsun. Bu sözlerin
sonunda esaslı bir itiraf bekliyorsun.Yok canım, beden eğitimi derslerinden
nefret ede altı yıl boyunca her perşembe bu münasebetsiz ders vardı.
İsmini bile yazmak istemem bir daha bu sıkıcı dersin. Öyle sözler ediyorum
ki, ne ağlanır ne de gülünür bunlara değil mi? Bir zamanlar insanları güldürürdüm.
Ne yapalım? Komedi aktörleri bile sonunda duygulu filimlerde oynamaya
özenmiyorlar mı? Ben de kalabalık yerlerde ağlayan sarhoşlara döndüm. İnsan
böylelerini görünce meyhane kapısını vurduğu gibiçıkar gider. Sevgi'nin bir
akrabası vardı: Ergun gibi bir şeydi adı. Bak o gülmezdi sözlerime. Çünkü Selim Bey
miydi neydi bir akraba vardı orada. Onun mirasına göz koyduğumuzu sanırdı bu
Ergun. İnsanların adlarını da unutuyorum artık. Bir kız vardı, onun da adını
unuttum; oysa aylarca dolaşmıştım bu kızla.Üstelik bir kere de ağlatmıştım
onu. Fazla ağlamasına fırsat kalmadan kaçtım, kız benimle evlenmek istiyordu
çünkü.
Kalemi
bıraktı. Bir kadını daha ağlatmıştın. O kimdi. Düşündü. Evet, yüzü yaralı
bir kadındı. Anadolu'daydım albayım. Pokerde kaybetmiştim. Şöförle muhasebeciyi
randevu evine götürecektim. Öyle söz vermiştim. Sonra nasıl oldu bilmiyorum,
bir kamyonda gidiyorduk -artık olayların bazı kısımlarını hatırlamıyorum-şehre
varınca onları randevu evine götürecektim. Kumar borcuydu.
Oysa yol boyunca yemek paralarını da ben vermiştim. O sayılmamıştı. Otelde
kalmıştık. Onlar horlamışlardı. Korkudan ve gürültüden uyuyamamıştım. Onları
uyandırmak ve ben ömrümde hiç randevu evine gitmedim,demek istemiştim.
Benim bu
insanların içinde ne işim vardı? Onlardan nefret ediyordum. Bununla birlikte
sanki onlara yaranmak istiyordum. Allah kahretsin, onlarla çok samimi bir görüntü
içinde konuşuyordum. Bu adını unuttuğum kızı da anlattırmışlardı bana sonunda.
Çok baskı yapmışlardı: Karılarıyla nasıl yattıklarına kadar bu konuda en
ince ayrıntılara girmişlerdi. Bir şey söylemezsem çok ayıp olacaktı. İşte zora
gelemiyordum.İşletme müdürü de kızını benimle evlendirmek istiyordu, ikide birde
yemeğe çağırıyordu beni. Muhasebeci de kamyonda giderken sırtıma vurup
duruyordu; sana şu kızı yapalım diyordu. Bana yapıyorlardı. Nazmi de yapmıştı:
Behçet'in karısıyla ilişki kurduktan sonra bana da bir kadın yapmıştı.
Bir gece, daha önce hiç gitmediğim bir evde birdenbire kadını yanımda
bulmuştum. Burası kadının eviydi. Nazmi de Behçet'in karısıyla birlikte
yatak odasındaydı. Kadın pantalon giymişti.
Neden
kumarda kaybettim? diye hırsla vurdu yumruğunu masaya. Neden o gece otelde
horlayanları uyandırıp, adını şimdi unuttuğum kızla yattığım yalan! diye
suratlarına bağırmadım? Neden pantalonlu kadını -çirkin ve ihtiyar olduğu
halde- divanda öptüm? Sonra,Allah kahretsin, bu pantalon yüzünden bir şey
yapamadım. Çünkü kadın nazlandı. Hay Allah! tabii ilk gece olmazdı, kadının da
bir şerefi vardı. Neden Behçet'e de ihanet ettim? Nazmi, onun karısıyla
yatak odasına gidince neden kaçıp gitmedim? Kadın, sevgilim,dedi. Rezalet.
Annem yaşındaydı. Hayır, belki daha büyüktü. Pantalonu çıkarabilseydim
mesele yoktu. Bile bile kötülük budur işte. İlk gece okşayacaksın,
ikinci gece... Kadın sonra Nazmi ile ne haberler gönderdi? Büsbütün
küçüldüm. Kadının kulağına da o gece Allah bilir, sevgilim filan da dedim.
Nazmi, pantalon meselesine çok güldü. Aman Allahım! Demek ona da anlattım!
Bir pantalon yüzünden küçüldüm. Hayır, küçüldüğüm halde, bir pantalon
yüzünden... Aynı şey. Kendimi sattım, vermediler; ya da bunun gibi bir şey.
Sonra ne oldu randevu evinde? Yüzü yaralı kadınla da yatamadım işte.Onlar
oteldeydi horlamalarını sürdürüyorlardı. Erkenden çıktım, bir randevu evi buldum.
Nasıl bulduğumu Allahtan hatırlamıyorum. Belki otel katibine sormak
alçaklığını filan göstermişimdir. Kadının göğüsleri küçüktü, çok da uğraştı
benimle, hayır yüzü yaralı değildi, yüzüne bant yapıştırmıştı, hayır böyle bir
resmini vermişti, yıllarca cüzdanımda taşıdım, yalan,aylarca, belki de
günlerce, ne uzatıyorsun? Cüzdanıma bir bakayım, olur mu canım? elbette yok işte,
kadınıağlattım sonra, neden ağlattım? çünkü yatamadım, bir şey yapmam gerekiyordu
ona, ben de ağlattım, o işi yapamadığıma göre, beni öptü ağlarken, evet, bir
ıslaklık hatırlıyorum yüzümde, tuzlu bir ıslaklık, sonra o işi de yaptık,
yattık yani, demek istiyorum ki tam değil, ben geldim yani sonunda, kadın
benimle alay etmedi, birtanesi etmişti çünkü, onun için sevmezdim böyle yerleri
kadını ağlatmıştım, çünkü sarhoştum, çünkü ne yaptığımı bilmiyordum, yalan,
hayır doğru.
Kadına söz
vermiştim tekrar gelirim diye. Ben de sahte acımacının biriyim. Bu
kadına hiç olmazsa bir kere daha gidebilirdim, belki ikinci seferde
başarılı olurdum. Şimdi gitsem bulabilir miyim acaba? Polis kayıtları filan.
İmkansız mı? Ne yapabilirdim? Elbette sonunda bir kadına gidecektim.İnsanlardan
kaçamazdım. (Mektubu yazmağa devam etmeliyim). Bunları kime
anlatmalı? Bilge'ye. Mektubu yazmalısın. İnsanlar bilmeli. Belki yarın ölürsün
çünkü. Bunları hemen yazmalısın. Götürüp postaya atmalısın. Yolda giderken de
kimseyle mesele çıkarmamalı. Kafamda, demek istiyorum. Fakat onlar ne
meseleler çıkarıyorlar. Yolda karşıdan karşıya geçerken bile mesele çıkıyor:
Otomobiller, insanı nefretle sıyırarak geçiyor. Önüne baksana, beni çiğneyecektin
alçak! Araba uzaklaşıyor,işkence devam ediyor. Bana alçak diyemezsin.
Otomobil gidiyor, kavga kalıyor. Kafama işkence ediyorlar. Sizi şikayet
edeceğim. Adam pi pis gülüyor. Ne gülüyorsun? Ben sana gösteririm. İhtilal
yapıyoruz, ben diktatör ol Ben karşıdan karşıya geçerken bana gülen şöförü,
arabasıyla yanımdan hışım gibi geçen haini bulup getirin. Biz ihtilali bunun için
yaptık. İşte seni yakaladım. Karşımda domuz gibi susup durma. Özür dile,
yerlere kapan, bir şeyler söyle. Olmadı. Bilge'nin mektubunu göndermeli. Postahaneye
gittik. Pul verir misiniz? Bozuk paranız yok mu? Olsaydı verirdik. Bozdurun
gelin. Canım işim acele. İşiniz aceleyse bozuk parayla dolaşın. Bu durakta
inecektim. Daha önce söyleseydiniz; bu tarafa bakmadınız ki. Posta memuruyla
biletçiyi de yakalayın; hepsini birden kurşuna dizin. Önce bana getirin.Sorgu
sual yok, götürün. Bir de şey vardı... Ne vardı efendimiz? Adam yolda
gidiyordu, sert bir görünüşü vardı, bana çarpabilirdi. Çarptı mı efendimiz?
Susun. Her ihtilalin bir başkanıolur, herkes onu dinler. Çarpsaydı elbette
özür dilemeyecekti. Beni kızdırabilirdi. Ben öfkelenince sırıtabilirdi.
İnsanlar her gün birbirlerine neler yapıyor. Her gün başkalarında
görüyoruz da aman bize bulaşmasın diye sus uyoruz bu kötülüklere. Adam benden
kuvvetli olabilirdi, ben onun peşinden koşabilirdim, yakasına yapışabilirdim,
beni itip yere düşürebilirdi. Onu da yakalayın. Gözüm görmesin
yalnız. Bu sahneyle karşılaşabilecek kadar kuvvetli hissetmiyorum kendimi.
Diktatörler hassa olur. Ben de kötü ihtimalleri düşünmekten hassaslaştım.
Fakat sağlığımı da bu duyarlığıma borçluyum. Çünkü, insanın düşünceleri
gerçekleşmez. Kötü şeyler düşünürsen kötü şeyler gerçekleşmez.
Korktuğun
her olaydan, başına gelmesinden ürktüğün her kötü raslantıdan kaçınmak
için onu ayrıntılarıyla düşünürsün hemen. Ayrıntılarıyla düşünmek şart. Yoksa
bir noktayı bile düşünmeyi unutsan o nokta başına gelir. Yalnız yaşayanlar
her şeyi hesaba katmak zorundadır. Başka türlü korunamazlar. Başka türlü
yaşayamazlar. Allahım neler düşünüyorum! Düşün oğlum Hikmet. Düşün ki bunlar
başına gelmesin ha-ha. İyi şeyleri düşünmekten kaçın sadece. Onlar başına
gelsin. Mesele bu kadar basit işte. Daha önce bunu neden akıl edemedim? Peki, i
nsan düşüncesini durduramazsa ne olacak? Hiç durmadan kötü olayları düşün; iyi
olayları düşünecek vaktin kalmasın. Bunu da kimseye söyleme, büyüsü
bozulur sonra. Başıma kötü işler gelecek, başıma kötü şeyler gelecek. Bilge'yi
bir daha göremeyeceğim, hiç göremeyeceğim. Bilge beni ne yapsın? Sevmiyor
işte, sevmiyor sevmiyor. Mektup yarıda kaldı yahu, devam edelim:
Kendimi iyi
hissetmiyorum Bilge. Beni bir daha görmek isteyeceğini sanmıyorum.
Kendimi suçlu hissediyorum. Doğduğum günden başlayan bir suçdizisi içindeyim.
Seni görmek istemiyorum, seni görmek istemiyorum. Aynı olaylarıbir daha
yaşayacak gücüm kalmadı. Beeni unut -belki de unuttun- beni unut. Başıma gelecekleri
düşünme. Ne yaptığımı, nasıl yaşadığımı merak etme. Sana anlatması zor.
Sevmesini bilmeyenler, kaderlerine razı olmalıdırlar. Oluyorum. Eyvallah.İyi
değilim, fakat üzüntülü de değilim bak gülüyorum: Ha ha. artık senin
için bir yabancı olan H.H.H.(Ha-Ha
Hikmet)
Hemen
giyin. Çorapların yatağın altında. Pembe gömleğini giy. Kazağını geçir
üstüne. Bakkaldan zarf alırsın. Yolda mesele çıkarma. Postacı sana neler yapabilir?
Onu düşün, tedbirini al. Ağır ağır giyindi. Bir şey düşünmemeğe çalışarak
merdivenlerden indi. Bakkaldan zarf istedi. "Buyurun üstad." Durum iyi
gidiyor. "Yağmur yağacak galiba Rıza Bey." Ona Rıza Bey denince
sevinir. İnsanlarla
iyi geçiniyorum. Böyle söyleme, böyle düşünme; iyi şeyler düşününce biliyorsun...
Mektubu postaya verdi; bir aksilik çıkmadı. Eve dönmek istemiyorum.
Yollarda dolaşmak istemiyorum. Hava kapalıydı. Sonbahar gelmiş demek. Bu
mevsimlerle nasıl ilgilenir insanlar? İçimin mevsimlerine de hiç uymaz şu
tabiat. Onun için tabiat çocuğu olmadım, olamadım. Mevsimlere uyamadım.
Duyduğum bazı belirsiz sıkıntılardan, mevsimlerin değişmek üzere olduğunu
sezerim. O sıralarda kafamı bir şeylere takmamışsam tabii. Yağmur yağacak.
Hüzünlü mevsim diyorlar. Peki, nerede yerdeki yapraklar? Ağaçsız bir yoldayım,
ondan . Şu adını unuttuğum kızı da yağmur yağarken ağlatmıştım.
Sevgi de
evime ilk defa yağmurlu bir günde gelmişti: Üstümde yeşil bir gocuk vardı.
Sevgi, o sıralarda Nursel Hanım yüzünden sanatçılarla görüşüyordu. Onlara
takılsaydım, neden duvarlarınıza balık ağları asmıyorsunuz? deseydim; sanatçı
işaretleriniz nerede diye sorsaydım. Sen sanki ne yaptın? diye küçümserlerdi
belki beni; işte görmemişin biri bu Hikmet, diye düşünebilirlerdi.
Ben de onlarla hırslanırdım, sonra hepsini yakalatırdım. Benimle
yaptığınız tartışmaları kazanmakla sanki daha iyi bir ressam mı oluyorsunuz
Nursel Hanım? Alaycı bir şekilde gülümsedi. Beni bir gören olsa... Sonra
hepsini yakalatırdım: İnsanlarla uğraşamam. Soğukkanlılıkla hepsini ortadan
kaldırabilirim, bütün dellileri ortadan yok edebilirim. İnsanlar benim için birer
deneme tavşanıdır. O kız da bir tavşandı. Kahvede, oda arkadaşımla oturuyorduk
ve adını şimdi unuttuğum bu kızdan bahsediyorduk. Bugün kızla buluşacağım
dedim. Yarın bu şehirden ayrılmak zor unda olduğumu söyleyeceğim, dedim.
Durumu iyice hesaplamıştım. Bu kızdan artık kurtulmak gerekiyordu.
Benimle
evlenebilirdi. Biraz da korkuyordum. Mesele çıkar diye. Sen bir canavarsın
dedi, oda arkadaşım. İnsanları kullanıyorsun. Müstehzi bir tavır takındım.
Rolümü iyi oynadım. Oda arkadaşım beni anlamıyordu.Beni kimse anlamıyordu.
Bu nedenle kıza daha kötü davranmağa karar verdim. Yolda giderken birden
söyledim bu şehirden ayrılacağımı. Bu sözleri duyunca elbette ağladı. Bunu
beklemiyordum. Birden yağmur başladı. Tenha bir yerlerde yürüyorduk. Onu daha önce
hiç öpmemiştim. Yolda kimseler yoktu. Bir ağacın altında telaşla öptüm onu:
Vaktim kalmamıştı. Ertesi gün gidiyordum. Odam boştu: Arkadaşıma, her
ihtimale karşı evde bulunmamasını söylemiştim. Kızın dudakları ıslaktı; göz
yaşından olmalıydı. Onu eve götürdüm. Yolda bir kere daha öpmüştüm, sonra beni
itmişti. Eve girince hemen perdeleri kapattım. Çünkü kız, çok kalamayacaktı,
bir yerlerde çalışıyordu, işine dönmesi gerekiyordu. Onu divana yatırdım.
Pencerenin önünde oynayan çocukların seslerini duyuyorduk. Kalktı, perdeyi
açtı. Bana aksilik etmek istiyordu. Elini tuttum. Bu temasla ikimiz de ürpermeliydik.
Olmadı. Divanın üstüne oturduk. Benim gidişimi konuştuk. Beni suçladı.
Ona yazacağıma söz verdim. Oysa adresini almamıştım; bunu biliyordu.
Sesini
çıkarmadı. Şimdi adını bulurdum, adresini almış olsaydım. Gene divana yattık.
Kollarımla onu sardım, saatime baktım, ikiye geliyordu. Elimi bacaklarına
uzattım. Aylarca birlikte dolaşmıştık. Bir iki günüm daha olsaydı. Fakat
biliyordum ki bu yakınlığı, gidişimin yarattığı gerginliğe borçluydum. Yarım
yamalak seviştik divanda. Sonra birden fırladı, eteklerini düzeltti, perdeleri
açtı, geç kaldığını söyleyerek aceleyle çıktı gitti. Divanda, uzandığım
yerde kaldım. Onu bir daha görmedim. Sonra adını da unuttum. Onunla evlenseydim
korkunç bir şey olurdu. Başkasıyla evlendim, gene korkunç oldu. Sevgi böyle
davranmamıştı bana: Gocuğunu çıkardıktan kısa bir süre sonra kendi isteğiyle
kucağıma oturmuştu. Göğsünde
bir sıkışma hissetti. İçine bir hüzün çöktü. Mevsim insanı etkiliyor
demek. Başı döndü bir elektrik direğine tutundu. Yoldan geçenlerin görünüşü
iyi. Demek dünyanın durumu iyi. Ben de iyiyim. İyi deme. Yağmur başladı
işte. İnsanın kazağından içeri girer, iğne gibi derisine batar.
Kendimi yormadan
yürüsem, bir kahveye girsem. Kahve bakımından düzenli bir şehirdir:
Her yerde bir tane bulunur. Kahvenin yaylı kapısını itti, pencerenin önündeki
bir masaya oturdu. "Bana bir çay." "Beye bir çay." Burada
insana iyi davranırlar,
bir geleneği vardır çünkü insan kendini boşlukta hissetmez. İyi şeyler
düşündüğün halde iyi şeyler olur. Kusura bakmayın, sıkıntım var. Kendimi
yaşamak zorundayım. İnsanları ve tabiatı sevmeyen birine saldırmakla daha mı iyi
olacaksınız
Sevgi'nin
elbiselerini kolay çıkaramamıştım; oysa kenimi soğukkanlı hissediyordum.
Gene bir acele vardı işin içinde. Bazı şeyleri yaşamakta geç kalmıştık,
zaman kazanmak zorundaydık. Telaştan doğru dürüst sevişemedik. Aylar sonra
bir düzene girebildik. Bütün oyunları kısa bir süre içinde sahneye koymak
istedik. Bu endişe yüzünden heyecanlar çabuk tükendi. Biraz daha idare edebilirdik.
Çayını yudumladı. Elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilmiyorduk.
Şimdi olsaydı daha düzenli davranırdım. Doğru kapısını çalardım, ben geldim
Sevgi, derdim. Ona neden giderdim? Geçen gün yolda görmüştük ya, işte ondan.
Uzun süre yalnız başıma düşündüm Sevgi, buhranlarımı senden saklamak
istemiyorum artık. Bana bir çay pişir. Bırakalım her şey kendi kendine
düzene girsin: Yavaş yavaş soyunalım. Bir şey kaybetmek korkusuyla yaşamayalım.
Ne olacak endişesine kapılmayalım. Bırakalım zaman her şeyi halletsin.
Bu söz bize korkunç gelmesin. Aynı ırmağa bir kere daha girelim. Acele etme,
çay kendi kendi enir. Sen gideli neler oldu bak diyerek her şeyi bir çırpıda
anlatmayalım: Bu sağlık bozucu davranıştan kaçınalım. Hemen birbirimizi
eksiltmeyelim. Dur ıslanmışsın, sana kuru bir şeyler vereyim, deme.
Hürriyetime düşkünüm biliyorsun. Nasıl olsa kururum. Günlük yaşantıların küçük
koşuşmaları içinde bunalmayalım, nefes nefese kalmayalım. İnsan kendini kaybediyor
sonra.
Peki
Hikmetçiğim, dedi Sevgi. İnsanlar birbirini anlamadan da sevebilir.
Her ırmağa istenildiği kadar girilebilir. Tecrübe insana bir şey kazandırmaz.
Çok bilen çok yanılır damlaya damlaya göl olur. Saçmalama dedi Hikmet
kendi kendine. Ben küçük burjuvaları sevmiyorum Sevgi. Kapı tokmağını da tamir
etmek istemiyorum. Ne olur bir marangoz çağır. Ampulu değiştirmek için de
elektrikçi gelsin. Seviştikten sonra yataktan hemen kalkmayalım. Hiç kalkmazdık
zaten Hikmet. İçimiz kalkmasın demek istiyorum. Çok becerikli olmalıyım:
Birbirimizin kusurunu görürürüz o zaman. Zaten becerikli olacak gücüm yok
Hikmet. Sen gideli çok zayıfladım. Biliyorum, yolda farkettim seni görünce.
Belki bir çocuğumuz da olur Hikmet. Çocuk mu? Evet, öyle ya: Geride bir şeyler
bırakmak gerekiyor. Her şey denenmeli. Yavaş yavaş. Evet, yavaş yavaş
hamile kalırsın Sevgiciğim, çocuğu karnında iki yıl taşırsın. Hızlı bir gebeliğin
gerilimine dayanamayacağımı hissediyorum. Birdenbire büyük bir karınla
karşılaşmakta yorum. Sancı filan da çekme olur mu? Dünyada yeteri kadar acı
var zaten. Kendimi çok yorgun hissediyorum. Yavaş yavaş doğur, olur mu? Çok
yavaş seviştiğimiz bir günün sonunda hamile kalırsan bütün bunları başarırız
belki. Çocuk da yavaş ağlasın. Yorgun yaşayalım dünyayı. Yorgun bir aşk olsun
ilişkimiz. Bana iki aspirin ver, her tarafım ağrıyor. Evliliğimizin ilk
günlerinde olduğu gibi fakat telaşı eksik bir yaşantı olsun: Durgun birhavuzun
ılık sularına girer gibi...
Uzun ve
durgun bir yaşantı için aklımızı koruyalım. Çünkü Sevgiciğim, sen de
biliyorsun ki, en büyük hazinemiz aklımızdır. Geliyorum Sevgi, yağmur dinsin
geliyorum. İnsanların arasına sıkışmadan geleceğim, yavaş yavaş yürüyerek
geleceğim. Önce çayımı bitereceğim; sonra, sakin ve ilgisiz bir tavır
takınarak garsonun yaklaşmasını, önümden bardağı kaldırmasını bekleyeceğim.
Sonra, yavaş yavaş uzatacağım parayı. İnsan endişe etmezse küçük hesaplara
kapılmaz. Birçok işi bir anda yapmağa çalışmazsa her an ne yapacağını
unutmaz. Bütün kötülükler dalgınlıktan çıkıyor. İnsan nerede olduğunu,
ne yapmakta olduğunu her an bilmeli. Mesela ben şimdi kahvedeyim, bunu uzun
uzun düşündüm, Hikmet sen kahvedesin dedim kendime, çayını içtin dedim,
parasını ödeyeceksin dedim. Dışarda yağmur yağıyor, sen yağmurun dinmesini
bekliyorsun. Mevsimlerden sonbahardır ve içindeki bu yavaş hüzün, sonbahar
yüzündendir. İlkbahar olsaydı böyle hissetmezdin. MEvsimlerin değiştiğini
gözden kaçırmamalısın, mevsiml insanları birbirine karıştırmamalısın.
Kahvede otururken Sevgi'ye gideceğini durmadan düşünüp sonra da
çayın parasını verip vermediğini bilmez bir duruma düşmemelisin. Hızla
kapıdan çıkıp, yürümeğe karar vermiş olduğun halde yalınayak otobüse binmemelisin.
Hiç bir zaman, birdenbire kendini bilmediğin bir yerde bulmamalısın.
Bütün kötülükler hazırlıklı olmamaktan doğuyor. İlerisi için çok hesap
yapmamalısın. Hesap yapmağa alışmamalısın. Bütün kötülükler alışkanlıklardan
doğuyor. İnsan acele etmeden kendini seyrederse, alışkanlıkların
kölesi olup olmadığını görebilir.
Ben de
yavaşlıktan yanayım Hikmet. Ben de yorulmamaktan yanayım. Senden
yanayım. Benim sözlerimi kullanıyorsun Sevgi, ne iyi. Ben de bundan sonra
dikkat ederim Sevgi: Senin nasıl konuştuğunu kulakarımla izlerim ve senin seslerini
çıkarırım. Birinci seferde aceleye geldi biliyorsun. Bunu unutalım
Hikmet. Evet unutalım. Yalnız herşeyi unutmayalım. Yağmurun dinmesini beklediğimizi
unutmayalım. Hayatın bir oyun olduğunu unutmayalım. En büyük hazinemizin
aklımız olduğunu unutmayalım. Aklımızı korursak bütün oyunları istediğimiz
gibi oynayabileciğimizi unutmayalım. Dalgınlıkla yanlış kelimeler kullanmayalım;
birbirimizi buhususta her zamanuyaralım. Dikkat et, hatırlıyorsun
ya, diyelim; aman elini unutma, elinden bir kaza çıkmasın. Bir de ne olur
kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma!
Yağmurun
dinmesini bekledi. Yağmur dindikten sonra hesabı ödedi. Ağır adımlarla
kahveden çıktı. Karşıya geçmeden bir süre kaldırımda yürüdü. Yolun boş olduğu
bir sırada karşı kaldırıma geçti. Güneşsiz gökyüzü, havanın kokusu ve yolların
gölgesizliği ona, başka bir zamanı, daha önce içinde yaşadığı başka bir
şehri hatırlattı. Hatıralar, bana duyularımın var olduğunu belirtiyor;
gelecek zaman da sadece endişe veriyor. Geçmişin dalgınlığına da kapılmamalı;
geleceğin endişeleri artar sonra, kararlarda sarsıntılar olur. Uzun yolunu
yavaş yavaş yürüdü. İşte hürriyet budur: Her köşeyi dönerken heyecanlı
bir insan yüzü görülebilir. Sevgi'nin evine. Ona derim ki: Ben geldim.
Ölmek üzere olanbir insan korkmamalı. Ölmek nedir? Yaşayabileceğini hayal
ettiğim olayların bitmesidir ya da insanın öyle sanmasıdır. Küçük şeylerle
avunamaz mı insan? Yanımdan geçen şu kadının,birlikte yürüdüğü erkeğe bakışı gibi
bir görüntüyle teselli olamaz mı? Onlarla sonuna kadar gidebilseydim,
buradan nereye g rini ve birbirlerine neler söylyeceklerini ve nasıl
ayrılacaklarını ve ayrıldıktan sonrane yapacaklarını ve gece nasıl soyunacaklarını
ve nasıl yatağa gireceklerini ve kendileriyle başbaşa kaldıkları
zaman ne düşüneceklerini bilseydim belki bir yaşama gücü bulurdum içimde.
Ayrıntılar olmadıktan sonra... Vitrinlere baktı. Vitrinlere bakanlar, sonra dönüp
birbirlerine bakarlar. Vitrindaşlar. Birbirlerini beğenmezler.
İnsan,
kendine benzeyenden hoşlanamaz da ondan. Yok canım. Ben, bana benzeyen birini
bulabilseydim, geleceğe güvenle bakabilirdim. Vitrinlerin önünde bana ters
bakanları görmezdim. Elbette öyle bakacaklar; vitrindaş olmaktan başka ortak bir
yanımız yok ki. Ben vitrinleri, değiştirilirken seyretmeyi severim aslında.
Kocaman beyaz bez pabuçlar giyen tezgahtarlar, suçüstü yakalanmış gibi
olurlar. İşte asıl onlar ters ters bakarlar adama. Hayvan herif! derler bakışlarıyla;
bakacak başka zaman bulamadın mı? Bütün gün orada durdun, sonunda bu
münasebetsiz saati seçtin. Sonra da se ni görmüyormuş gibi yapar: En sakin
görünüşüyle yanındakinden toplu iğne ister. Böyle çatışmaları severim.
Seninle tanışmamışsa, aranızda vitringibi bir engel, aşılmaz bir duvar
varsa, tek taraflı bir eğlencedir bu. Senin inatla orada duruşun, yoldan geçen
yabancıları da etkiler. İşte sayın baylar! Dünyanın en garip vitrin canavarını
görüyorsunuz. Çıngır çıngır! Ha-ha. Dağılın! Maymun mu oynatıyoruz burada?
Vitrindeki bir şey söyleyemez. Biz de mankenin soyunmasını bekleriz. Manken
karışık bir durumdadır. Onu hiç böyle görmemiştim. Demek eğilip bükülebiliyormuş.
Siz de satılık mısınız bayım? Görülmemiş bir canavar: Bezden yüzgeçleri
var. İnsan olsa, öyle şey takar mı ayaklarına? Canavar, canavar. İnsanlarla
aklımda kavga etmeyi, böyle anlarda severim. İşte vitrinin de en mahrem
yerini gördük. Yazık ki tezgahtar pantalon giyiyordu. Yarın aynı yerden,
küçümseyici bakışlarla geçebiliriz artık. Kalabalık artar. Ben de bir gün canlı
manken görmüştüm vitrinde. Sonra aynı adamı sokakta sigara içerken seyrettim.
Aynı adam mıydı? Emin misiniz? Hayır değildi; basit insanları kandırmak
için aynı adammış gibi gösteriyorlardı onu. Unut bütün bunları. Bir vitrinle bu
kadar uğraşırsan... Yol uzundu. Bir sigara aldı. Yeni heyecanlar bekliyor
beni. Kendini dağıtma onun için. Bir taksiyi durdurdu pazarlık etti. Öğle yemeği
vaktini geçirdik ve böylece bir taksi parası kazandık. Arabanın arkasına
kuruldu, köşeye oturdu, pencereden baktı: Meseleler hızla önünden geçti.
Kapıyı
Sevgi açtı. Ben hazırım. "İşte geldim." Gülümsedi mi? Dikkat etsene.
Çokşaşırsaydı farkederdim. Sen kendi planını uygula, dış etkileri hesabe
katma. Oturma odası kalabalıktı. Eşyayı ve insanları tanıyorum: Benim koltuğum,
Nursel Hanım, kitaplık, halı. Ergun da var. Oysa geç vakitlere kadar bu kanepede
oturup Ergun için nelersöylemiştik. Sevgi de bana karşı çıkıyor. Çaresizlikten.
Tanımadığım insanlar da var, yeni bir sehpa ve bir masa örtüsü de alınmış.
Ergun ne kadar da kibar: "Nasılsın Hikmet?" bir küfür ederim,senin bile yüzün
kızarır. "İyiyim." Beni şaşırtmayın; mesele sizinle ilgili değil. Bu kısmına
hazırlıklı değildim meselenin. Sustu. Buraya susmaya mı geldin?
Fakat
günlük hayatlarını yaşıyorlar, ben burada değilmişim gibi davranıyorlar. Evet,
hazırlandılar; beni yenilgiye uğratmak için manevralar hazırladılar. Bir kere oyun
bozanlık ettin sen; piyesin yarısında hiç bir şey olmamış gibi içeri giremezsin.
Girerim. Ben görünmeyen adamım: Sözler beni delip geçer. Ya orum oysa. Ben
de insanım. Hayır canavarsın. Seni hiç konuşmadık mı sanıyorsun? Terbiyemizden
susuyoruz. Beni tanımayanlar: Kim bu adam? Tanıyanlar: Eski kocası.
Anlamıştık. O halde neden sordunuz? Böyle sorular hayatın tadı tuzudur da ondan.
Kim dedi bunu? Tanıyanlar:Biz dedik. Sıkıntılı bir sessizlik. "Kahve içer misin
Hikmet?" Karnım aç ama "İçerim." Sen odadan çık da beni iyice
bir süzsünler.
Ulanbiz bunlara hazırdık be! Ben öldüm, sizden mi korkacağım? Burada bir
ölüyü temsil etmeseydim size gösterirdim. Nursel Hanım sordu: "Nerede
oturuyorsunuz?" Gecekonduda. "Uzak biryerde, üç katlı ahşap bir
evde." Albayım
burada olsaydı gözleri yaşarırdı. Beyefendiler!Hanımefendiler! Buraya ben aslında
bir iade-i ziyaret yapmak üzere gelmiş bulunuyorum. Yıllar önce gene
yağmurlu bir günde Sevgi beni ziyarete gelmişti. Onun üstünde bir gocuk vardı:
Yeşil bir gocuk. Sonradan öğrendiğime göre bu gocuğu Nursel Hanımdan almıştı.
Ben de kahvede oturdum önce ve ıslanmamak için bir taksiye bindim geli rken.
Aynı ırmağa bir kere daha girmeğe geldim. Yorgun ve hazırlıklıyım. İnsan
aşağılık bir hayvan olduğu için kendimi korumak için geldim. (Dokunaklı bir
konuşma.) Sevgi, beni gördüğünü ve benimle konuştuğunu sizlere söylemiştir.
Yoksa biraz şaşırırdınız. Fakat Hikmet konusu da artık ilginç olmaktan
çıkmıştı. Sevgi'yi de çok sık görmüyordunuz artık. Heyecan yatışmıştı.
Zaman her şeyi halletmişti. Sevgi'yi yolda gördüğüm için mesele belki biraz
alevlenmiştir, o kadar. Sevgi, kahve tepsisiyle girdi; kahveyi önce ona
uzattı.Hikmet fincanı tuttu. Buraya geldiğime göre, bunun bir anlamı var:
Elbette kahve,önce bana verilecek. Fincan elindenkaydı. Çok yavaştutmuşum demek.
Fincanın düşüşünü ve kırılışını seyretti. O sırada düşünmeseydin; iki işi aynı
zamanda yapamadığını bilmem sana nasıl anlatmalı? Zarar yok, denildi. Var. aklıma
çok zararı var. Eskiden telaşa kapılırdım. Şimdi yerin temizlenişini
de fincanın düşüşünde olduğu gibi, aynı kayıtsız gözlerle seyrettiğime
göre demek öldüm; duygu larım öldü, duygularımla ilişkili aklım öldü. Demek
zarar var: Aklıma zarar var. Çünkü sevgi, sen de çok iyi bilirsin ki, en
büyük hazinemiz aklımızdır. Şu şarkıyı koro halinde tek sesle söylemeliyiz.
Böyle programlar düzenlemeliyiz. Tanıdığım bir fincandı bu kırılan.Oysa
onu, tanımıyormuş gibi seyrettim. Hiç bir tepki göstermedim. "Affedersin,"
dedi Sevgi'ye: Kırmak istemedim. Ne yaptığımı bilmiyorum. Ne yaptığımı
bilsem, buraya gelir miydim? O başka, dedi Sevgi, gözleriyle. O halde
heyecandan oldu. Her şeyin farkındaolmak, aklımı korumak isterken, epsini
birden kırdım. Yerde hafif bir ıslaklık kaldı, yer bezinin ıslaklığı. Birazdan
kurur.
"Yalnız
mı oturuyorsun?" diye sordu Nursel Hanım. Bilge'yle birlikte gördüler
beni. Sen evlenmişsin, demişti biri de galiba bana. Yoksaçok eskiden mi
söylenmişti bu söz. Yalnız mı oturuyorsun? diye sordular sana. Üst katta albayım
var. "Evet," dedi. Alt katta Nurhayat Hanım var. "Çalışıyor
musun?" dedi Ergun.
Bu soru değil. Çalışmadığımı biliyorsunuz. Fakat hiç bir şey olmamış
gibi kabul edemezler ya beni; biraz hesap vermeli. Ben sana gösteririm.
Bir karşı saldırıya geçelim: "Aynı evde mi oturuyorsun Ergun?" Ergun
aldırmadı: "Selim Bey öldükten sonra biraz oturduk. Selim Beyin öldüğünü biliyorsun,
değil mi?" "Duymuştum," dedi zayıf bir sesle. "Cenazesinde bulunmak
isterdim." "Bir yapıp satıcıyla anlaştık ev için," dedi Ergun.
"Bize iki kat
verecek." Peki Sevgi'ye ne bıraktı Selim Amca? Miskin ölü, ne olacak? O halde ne
hakla bulunuyorsun bu zavallı kızın evinde Ergun? "Sevgi, Selim Amcayı çok
severdi," dedi hırsla. Neden çekip gitmiyorsunuz? Bizi yalnız bırakın
artık. "Sevgi, ye gelemedi." İyi yapmış. Demek, Sevgi'nin anlattığı
ev yok artık.
Bir daha o sokaktan geçemem. "Büyük bir evde oturmak çok masraflıdır,"
dedi Sevgi. Duygularını belli etmez, iyi kızdır. Sevgi'ye baktı, ne giymiş
diye. Belki bir gün sorarlar bana: Bu tarihi günde Sevgi'nin üzerinde ne
vardı? Yağmurlu bir gündü; bir şala sarınmıştı. Bilirsiniz Sevgi çok üşür.
"Birden kayboldun," dedi Nursel Hanım. Bu da ne demek? "Bana hiç uğramadın."
Doğru. Dizlerinize kapanarak, ben Sevgi'yi bıraktım Nursel Hanım, demeliydim;
çok ıstırap çekiyorum. Kendimi ele vermeliydim. Nursel Hanım, bütün
bunların sebebini biliyorsunuz. Nursel Hanım, ben aslında sizi seviyorum.
(Saçmalama.) Bu yasak aşkı kalbime gömmek için buradan uzaklaşıyorum:
Gemilere tayfa giriyorum (Hiç de yapamam.) Şimdi oturun da beni maskara
edin bakalım. Albayım, size ihanet ediyorum. Çünkü Nursel Hanımı seviyorum.
Bacakları da fena sayılmaz. Kendine gel.
"Bu
kadar zaman ne yaptın?" dedi Nursel Hanım. Seni düşündüm; başka işim
kalmamıştı da. "Yazmak istiyordum," dedi; "Kafamda bazı oyunlar
vardı." "Biz
bu hafta Gogol'un bir piyesini seyrettik," diye gülümsedi Nursel Hanım. "Çok
güzel oynuyorlardı." Oyunun güzel oynandığı, gülümsemenizden belli oluyor Nursel
Hanımcığım; hemen kulise koşup sanatçıları tebrik etmiş bir insanın mutlu
görünümü içindesiniz. Daha kendinize gelememişsinizdir. Hepinizi kovacağım
bu evden! Ben geldim çünkü. Benim gelişimin ne demek olduğunu bilirsiniz.
Nursel Hanım, oyuncuların adlarını sydı. "Onlar Gogol'u oynayamazlar,"
dedi Hikmet. "Görmeden nereden biliyorsun canım? Sen de kimseyi beğenmezsin."
Beğenmezdim. "Gogol," dedi, vazgeçti. Kimse de, Hikmet'in kafasındaki
Gogol'u merak etmedi. Gogol yaşamıyor ki artık canım. Oyuncular yaşıyor,
kulisler yaşıyor, gazetelerdeki eleştiriler yaşıyor. Gogol'dan bize ne? Sözün
gelişi Gogol dedik. Sevgi de bu oyunu beğendiyse ben gidiyorum. Bir adam, eski
bir koca, bi e çıkıp geliyor, daha yarım saat olmadan ona Gogol'den söz
ediyorsunuz. Hepiniz aklınızı kaçırmışsınız. Siz ne duygusuz insanlarsınız.
Neredeyse beni de çarklarınızın arasında ezecektiniz.
Birden
karşısındaki öteki yabancıları gördü. Hepsiyle tanıştırılmıştım ama,
adlarını unuttum işte. Bu kadını tanıyorum. Terlediğini hissetti. Kadın, Süleyman
Turgut Beyin son karısıydı. Onu tanıştırmamışlardı elbette: Bu kadını tanıdığımı
sanıyorlardı. Odadakilerin yüzlerini inceledi. Hayır, kimse, Süleyman
Beyin iki aylık karısını daha yeni tanıdığımı farketmemiş. "Emekli bir albay
var," dedi. Sevgi, Hikmet'e doğru eğildi: "Efendim?" Hikmet,
kolunu eski koltuğunun
yanına dayadı:"Oyunları yazarken bana yardımcı oluyor. Üst katta
oturan emekli bir albay var da. Hüsamettin Bey. Tiyatroya ve tarihe meraklı.
Beni çok destekliyor." Sevgi başını salladı, "Hep yazmak
isterdin," dedi. Öyle
mi? Hiç hatırlamıyorum. Albayıma ne diyeceğim şimdi? Eski karımla barıştım
albayım. Ne kötü söz. Söylemek, yapmaktan daha zor. "Beni çok teşvik etti
oyunlar için," dedi. "Dünyaya gücümüzü göstermek için çok çalışmamız gerektiğine
inandırdı beni. Beni sabırlı bir dikkatle izledi. Sürekli ve düzgün bi
de çalıştırdı. Önce, oyunların hangi esaslara dayandığını incelemek gerekiyordu.
Genel kuralları öğrenmeliydim. Bunun için de ilk olarak, nelerin oyun
olmadığını, gerçekten ve oyuna benzemeyen başka şeylerden oyunu nasılayırmak
gerektiğini incelemeğe başladık. Albayın derin tarih bilgisi,bize bu konuda
çok yararlı oldu. Çünkü tarihte birçok oyun oynanmıştı, birçok oyun tekrarlanmıştı.
"Albay
Hüsamettin Tambay da tiyatroya küçük yaştan heves ederek babası Mirliva
Hasan Paşanın (Müsellah Hasan Bey, ölümü 1343 - 1947) vazifeten bulunduğu
Sazandağ Askeri Sultanisinde mesleki öğreniminin ilk hazırlık dönemini
idrak ederken mektebinin yaz tatili münasebetiyle babası ile birlikte bir
akrabasını ziyaret için gittikleri İstanbul şehrinde o zamanki adıyla Darülbedayi
(aslı: dar-ül-bedayi) bugünkü adıyla Şehir Tiyatrosu'nda seyrettiği
bir temsil vesilesiyle yukarıda bahsi edilen tiyatro tutkunluğu nüksetmiş
ve sonradan bu şehre temelli yerleştikleri zaman Mektebi Harbiye'ye devamı
sırasında bu temsil heyetine gizlice katılarak figüranlık yaptığı günlerde
sanata büyük bir aşkla bağlandığı gibi bu meyanda tesirinden kurtulamadığı
Otello Arabın İntikamı) ve Hamlet (Hain Baba) piyeslerine özenerek
bazı manzum dramlar kalme almaklabirlikte bu hevesi sani, ondaki oyunculuk
hevesi evveline mani olmamış ve bir fırsatını bularak Darülbedayi rejisörü
M.T.R. Hakkı Bey (rahmetli H y) ile tanışmaya muvaffak olmuş ve yaz mevsimi
temsilleri için namzet sıfatıyla imtihana katılan birçok heveskar arasında
temayüz ederek 'Darülbedayi baş rejisörü M.T.R. Kemal' imzasıyla verilen ve
'I teşrinievvel tarihine kadar muteber' olduğu kaydını taşıyan 'heveskar
sınıfı alisine muvakkaten şehir emaneti sanayii aliye ve terakkiyi nefise
encümeni daimisinin muvaffakatiyle' verilen bir karar mucibince sahneye dahil
olduğunu öğrenince o gece sabahlara kadaruyumamış ve sokaklarda dolaşmış ve baba
mesleği askerliği dahi kısa bir müddet için unutmaktan kendini alamayarak
babasının sert tenkitlerine muhatapolmuştu. Büyük şehirde kalmış oldukları
ilk yaz zarfında, birçok oyundabirbirine karşıt karakterleri olan figüran
rollerini de büyük bir başarıyla canlandıran Hüsamettin Bey, Polonius'un
öldürülmesi olayına karışan Hamlet'i tutuklamak üzere gelen Rosencratz
ve Guildenstern'in emir ve kumandasındaki askerlerden biri olarak görevini
gereği gibi yaptıktan başka,sert bakışlarıyla dabir ç ok seyircinin dikkatini
çekti. Piyesin müellifi izin verseydi, Hamlet'i tutuklamak için hemen
üzerine atılacağından kimsenin şüphesi yoktu. Aynı oyunda -kadro darlığı yüzünden-
aynı zamanda bir adam, bir oyunc, bir yüzbaşı, bir haberci ve bir gemici gibi
isimsiz rolleri de büyük bir hevesle oynamaktan çekinmedi. Bunun dışında,
başka bir figüranın hastalanması üzerine, Cornelius rolünü de geç vakitlere
kadar çalışarak ezberlediği halde, tek konuşmasını kendisiyle birlikte
konuşan Voltimand'ın erken davranması yüzünden söyleme fırsatını bulamadı.
Perde kapandığı zaman onu arayanlar, bir köşede tek başına ağlarken gördüler.
Bütün ısrarlara rağmen, o gece tekrar sahneye çıkmadı ve ikinci perdede
kıral, 'Hoş geldiniz dostlarım,' yerine, sadece Voltimand'a 'Hoş geldiniz
dostum,' demek zorunda kaldı." "İnsanlar
istedikleri işlerle uğraşamıyorlar, ne yazık," dedi birisi.
"Bu
albayınız da belki tiyatroda kendine önemli bir yer yapardı." Hikmet itiraz
etti: "Albayım bu emelini gerçekleştirmek için, bütün görev süresince çalışmaktan
ve bir gün arzusuna kavuşacağını bildiği için ümit etmekten geri kalmamıştır.
İnsan, içinde böyle yüksek bir gaye taşırsa, yaptığı her iş ona bu alanda
yararlı olur. Ayrıca albay, emekliliğine her gün bir adım daha yaklaştığını
ve yaşamakla amacına ulaşacağını hissetmiştir. Bir gün emekli olacağını
ve bütün gücünü tiyatro üzerinde toplayacağını bildiği için inancını hiç bir
zaman kaybetmemişti. Yıllar boyunca piyesleri izlemiş, bütün tenkit yazılarını
okumuştur. Bu arada zaman bulabilmiş olsaydı, Cornelius hakkında başlı
başına bir oyun da yazacaktı: İçindeki bu eski yarayı tedavi etmek istiyordu.
Askerlikten emekliye ayrıldıktan sonra, gene bu büyük tiyatro ülküsünü
gerçekleştirebilmek için karısından ayrıldı; kendini oyunlara verdi."
Hikmet
çevresine baktı:Tanımadığı misafirler gitmişti. Galiba yerimden kalkmıştım
bir aralık, birilerinin ellerini sıkmıştım diye düşündü. Sevgi de odada
yoktu. Hayır, gitmemişler; tepsiler tabaklar ve yiyecekler arasında göründüler.
Başı dönüyordu, insanlar üzerinde dikkatini toplayamıyordu. Herkes yerini
aldı. Onu dinlemek üzere hazırlandılar. Benimle boy ölçüşmeyi düşünemezler.
Öğrenmek hevesiyle tutuşan öğrencilere benzer bunlar. İnsan konuşurken
kendini daha kuvvetli hisseder böyle öğrencilerin yanında. Hiç bir söz boşa
gitmez. Yıllar sonra, birdenbire 'Hatırlıyor musunuz?' derler. 'Çaylarımızı
içerken bize oyunlardan ve albaydan ne güzel bahsetmiştiniz, ne kadar
heyecanlıydınız, sizin büyük bir oyun yazarı olacağınızı daha o gün anlamıştık.'
Fincanlarını aynı kibarilgiyle tutarlar; size, beklemediğiniz bir anda,
sözlerinizi çoktan unutmuş olduğunuz bir sırada mutluluk verirler. Birden
gecekondunun rahatlığını içinde duydu, Kirkor'un meyhanesindeki yumuşaklığı
yaşadı. Bura ir gecekondu. İşte dul kadın, işte sevdiğim kadın. Albay
nerede? Albayı içimde taşıyorum. Siz, gerçekten benim dışımda yoksunuz albayım,
kızmayın bana. "Albayım
olmadan ben hiç bir şey yapamam," dedi. "Albayım yıllarca düşünmüş,
albayım yıllarca okumuş. Ben onu dünyaya tanıtmak için bir aracıyım. Benim
yaşımda bir insan, tek başına böyle bir görevin üstesinden gelemezdi elbette.
Yüzyılların ağırlığını omuzlarında taşıyamazdı. Ben onun yarışçısıydım,
daha doğrusu yarış atıydım. Kendi bacaklarında eski güç olsaydı,
bana ne ihtiyacı vardı? 'Oğlum Hikmet,' dedi: 'Sen istekli bir oyuncusun,
sana bütün bildiklerimi öğreteceğim.' Önce tekniği iyi bilmek gerekiyordu.Büyük
oyun yazarları bize örnek oldu. Onları tanıdık. Albayım da bilgilerini
benimle birlikte yeniden değerlendirdi. 'Oyunlar,' dedi, 'Oğlum Hikmet,
gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de bazı güçlükler
yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır.' Neden gerçeklerden kaçtığımı ben de
böylece anlamıştım. Artık kendimi geliştirmeliydim: soluğumu oyunlara göre
ayarlamalıydım. Bu amaçla her şeyi kullanmalıydım. Bunun için de, önce her şeyi
kulanmasını öğrenmeli. En küçük bir ayrıntı bile önemliydi.
"Birer
oyun yazarı olarak yaşamağa başladık. Albayım hayatla ilgili her şeyi
biriktirmişti: İnanılmaz bir koleksiyoncuydu. Bütün hayatını, sonunda oynayacağı
büyük oyun için biriktirmişti. Albayım, bir hayat koleksiyoncusuydu.
Hayatının hiç bir bölümünü çöp sepetine atmamıştı; bir gün lazım olur
diye bir köşede saklamıştı. Kendisine yazılan bütün mektupları biriktirmişti.
Kendi yazdığı mektupları da bir süre sonra geri almıştı. Tanıdıklarıa
gider ve 'Mektuplarım zaman aşımına uğradı, onların üzerindeki hakkınızı
kaybettiniz,' derdi. Evet, hayatını büyük bir kıskançlıkla, büyük bir
cimrilikle biriktirmişti. Kimse ondan bir şey alamamıştı. Büyük ve yüksek amaçlar
uğruna her dakikasını, her saniyesini bir kenara koymuştu. Başkalarını bile,
onunla ilgili şeyleri biriktirmeğe zorlamıştı. Kendisine gönderilen pusulalar,
onu evde bulamayan tanıdıklarının kapı altından attıkları-kartvizitler,
makbuzlar, küçük notlar, cep defterleri gibi önemsiz şeyler bile
bir kütüphane dolduracak kada . İnsanın bir yerde muhakkak kendini ele
vereceğini bildiği için, en beklenmedik zamanlarda zayıflık göstereceğini tecrübesiyle
tespit etmiş olduğu için, hiç bir belgeyi küçümsemezdi. Albayım, yorulmaz
bir koleksiyoncuydu. Yolda yürürken başı daima önüne eğik gezerdi. Birinin
yırtıp attığı bir mektup, balkondan düşen bir ev ödevi, arkadaşlarının can
sıkıntısıyla üzerlerine anlamsız şeyler yazdıkları kağıt parçaları, şaşmaz bir
kesinlikle yerini bulurdu. Durmadan cümle biriktirirdi albayım; insana ait her şeyi
bir köşeye koyardı. Oyun alanını genişletmenin gereğine içten inanmıştı.
Beni de, hafızam kuvvetli olduğu için, bu işte kullanmağa başlamıştı.
Gerçeği, iyi oynanan bir oyun hhaline getirebilmek için hiç bir fedakarlıktan
çekinmemek gerekiyordu. İnsanların arasına karıştığımız zaman da, sabırlı
bir yönetmen gibi onlara oyunların kurallarını öğretmeliydik. İnsanlar,
çok kötü oyunlar oynuyorlardı genellikle. Her şeyi ancak bir kere, o da prova
yapmadan, oynamak fırsatını buluyorlardı ; üstelik, iyi bir oyuncuda bulunması
gereken özelliklerden de haberleri yoktu. Böyle uzun bir oyunu, bu kadar
sorumsuzca oynamayı, albayımın aklı almıyordu. İnsanların mimikleri ve jestleri
son derece acemiceydi; diksiyonları inanılmaz bir şekilde bozuktu. Birçok
kelimeyi yanlış söylüyorlardı. Başarısızlıkları bu yüzdendi. Birçok insan da
kendisine uygun olmayan rolü benimsiyordu. İyi bir yönetmenin varlığına
büyük ihtiyaç vardı. 'Anladım albayım,'diye bağırdım bir gün. 'Demek bunun için
insanların arasında bulunmaya katlanamıyorum. Bu yüzden, onlar kötü oyunlarına
başlayınca, kaçacak delik aryıroum.' 'Sende doğuştan tiyatro sezgisi
var,' dedi albayım. 'O halde ne yapalım albayım?' diye ümitsizce sordum.
'Oyunları düzeltelim,' dedi kısaca.
"Yaşadığı
hayat, onu hemen pratik sonuçlara götürürdü. Ben korkuyordum.
Bu korku, birçok oyuna başlamamı engellemişti. 'Yalnız bu sefer dikkat
edelim albayım' diye yalvardım. 'Bu sefer bir oyuna gelmeyelim. Son fırsatı da
elimizden kaçırmayalım. Bütün ihtimalleri hesaplayalım. Bütün teknikleri
öğrenelim. Göründüğümüz kadar olmayalım. Hiç olmazsa, göründüğümüzden
az olmayalım. Hemen tükenmeyelim. Bütün milletlere rezil olmayalım.
Bizden iyi bir oyun çıksın.Mışgibi yapmaktan usandım albayım.' Albayım,
benim gibi telaşa kapılmadı. Her şeyi yeni baştan nasıl ele alacağımızı
anlattı. 'Bütün bildiklerini unut,' dedi bana. 'Zaten fazla bir şey
bilmiyorum albayım,' diye itirafta bulundum. 'Her şeyden önce nefesimizi iyi
ayarlamalıyız oğlum Hikmet,' dedi bana. 'Evet albayım!' diye heyecanla bağırdım.
'Hemen içkiyi, sigarayı ve boş düşünmeyi bırakıyorum. Bedeva düşünmek
yok artık!' 'Heyecanlanma,' dedi albayım. 'Heyecanlarını boş yere harcama.'
Kendimi tutmak istiyordum. İnanın çok ist . Gene de dayanamadım, bağırdım:
'Anlıyorum albayım! Her yeteneğimizi hesaplı kullanmalıyız. Batılılar,
kendilerini tutmasını bildikleri için büyük başarılara ulaştılar, değil mi?
Ölsen bir yudum su vermezler. Tabii şimdi anlıyorum: Bakalım bu suyun sana
verilmesi doğru mu? Bakalım sen kimsin? Ya Goethe'nin de aynı suya ihtiyacı
varsa? İlerleme başka türlü olmaz albayım. Onlar da önce çok hesapsız davranmışlar;
bir sürü esaslı insan bu yüzden yok olup gitmiş. Ben de eskiden, şu
zenginler -ama çok zenginler- servetlerinin küçük bir parçasını da neden banavermezler?
Neden böyle sürünüp dururum? diye içimden onlara itiraz ederdim.
Elbette albayım: Önce, suyu hakettiğimi göstermeliyim. Kağıtları biriktirdiğimiz
gibi, heyecanlarımızı da biriktirmeliyiz bundan sonra albayım.'
"Büyük
bir durgunluk gelmişti bana. Artık bağırmak istemiyordum. İyi bir yetiştirici
olan albayıma kendimi teslim etmenin zamanı gelmişti."
"Müzikte
de böyledir," diye atıldı Nursel Hanım. "İyi bir yetiştirici olmadan
sonuç alınmaz."
"Ergun
"Ben de bir zamanlar spor yapmıştım," dedi. "Atletizme çalışmıştım.
Antrenör, her şey demektir."
"Değil
mi?" diye bağırdı Hikmet. "İngilizlerin neden sustuğunu artık anlamıştım.
Kendimden utanıyordum. Bütün hayatımca konuşmuştum. Bir cümlesi aklımda
kalmamıştı. Birden dehşete düştüm. Sonra, yok canım, dedim kendi.
Birkaç cümle kalmıştır elbette. Bütün gücümle düşünmeğe çalıştım. Hayır
aklıma bir cümle bile gelmiyordu. Bazı atasözleriyle, çok dinlediğim için bir
kısmı ezberimde olan kötü şiirlerden başka bir şey hatırlayamadım. İngilizlerin
sözlerini bile hatırlayamıyordum; demek onları da okurken kendimi boş
düşüncelere kaptırmıştım. Boş düşünceler bile bir yerde kullanılabilirdi. İnsan
onları olduğu gibi koruyabilseydi titiz bir koleksiyoncu gibi biriktirebilseydi,
onlardan da bir şey çıkabilirdi. Hayır, boş düşüncelerimi de unutmuştum.
Albayım sakindi,'Her şeyin birden unutulmasına çok ihtiyacımız var,'
diyordu. 'Ya hepsini unutmamışsam albayım? Yarım yamalak bildiklerim ya engel
olursa bana?' diyerek, bir endişemi daha açıkça belirttim. 'Her şeyden önce,
soğukka alısın,' dedi. 'Soğukkanlı olmalıyım albayım!' diye bağırdım. Heyecandan
yerimde duramıyordum, hem de soğukkanlı olmak istiyordum. 'Kendini yakıp
bitirme,' dedi albayım. Ben de kendimi yakıp bitirmedim. Hayır, hiç bitirmedim.
Soğukkanlı, soğukkanlı, soğukkanlı dedim. Kendime.'Bir de İngilizlere
soğuk deriz,' diye acı acı güldüm. Her şeyi ne kadar yanlış biliyorduk
canım. Bizim bu durumumuz kısaca rezaletti. Ellerimle sandalyenin kenarına
sıkı sıkı tutundum; çok soğukkanlı ve çok sağlam bir biçimde durdum orada.
Kendimi o kadar sıkmışım ki, bir süre sonra adelelerim ağrımaya başladı.
'Elbette albayım,' dedim. 'İdmanımız yok da ondan.'
"Bu
yüzden bütün yarşımaları kaybederiz," diye görüşünü belirtti Ergun.
"Evet,
bu yüzden kaybediyorduk; birçok yüzden kayediyorduk. Bu nedenle bacaklarımın
ve kollarımın ağrıması pahasına soğukkanlı olmalıydım. Kendime acımamalıydım.
'Evet, acımak albayım!' diye bağırdım. Henüz bağırmalarımı kontrol
edemiyordum. Henüz, her düüşnceyi,aklıma gelir gelmez söylemek gibi bir yanlış
davranıştan kurtulamamıştım. Kant, elli iki yaşına kadar sabretmişti.
Ben sabredemediğim için, onun yazdığı bir kelimeyi bile anlamıyordum.
Sandalyeye daha sıkı tutunarak: 'Düşüncelerini olgunlaştırıncaya kadar
beklemelisin Hikmet,' dedim kendime. Ağrılara ve kendine acımaya boşvermelisin.
Birz düşündüm ve sabrettim; sonra, "Bizi bir de bu acımak mahvediyor
albayım,' dedim. 'Başkalarına acımakla başlayan bu tehlikeli duygu, her zaman
kendimize acımakla son buluyor. Kendimize acımaktan, başka işlere zaman
kalmıyor. Acımak, ancak soyut bir düşünce olabilir. Ya da Batılılar gibi davranır
insan: Acıdığı kimse için bir şeyler yapar. Buradan bir yere varır. Batılılar
neden bize bu ğretmiyor? İşin esasını bana söyler misiniz albayım?"
"Hiç
bir şeyin aslını öğretmez onlar," dedi Sevgi. "Sonra bizi pazar olarak
kullanamazlar. Onların yanında yetişsek bile, işin esasını öğrenemeyiz. Temel
bilgileri büyük bir titizlikle saklarlar. İşte durum meydanda: Bizim kumaşlarımız
neden bu kadar çabuk soluyor?"
"Her
şeyimiz soluyor," diye heyecanla atıldı Hikmet. "Alçaklar! Hayır, soğukkanlılığımı
kaybetmemeliyim. Onlara kızmak da, bir çeşit kendine acımaktır.
'Kendimize acıyacağımıza kendimizi tanıyalım albayım,' dedim. 'Kendini
tanı derler ya; bu sözün gerçek önemini kavrayalım.' 'Doğru,' dedi albayım.
'Fakat albayım, ben kendim olalı yıllar geçmiş; kendimi tanımadan geçen
yılları unutmuşum. Onları nasıl öğrenmeli acaba?' Birden ümitsizliğe düştüm.
'Üzülme oğlum Hikmet,' dedi albayım. İşte iyi bir yetiştirici böyle olmalıydı,
değil mi? İnsanın kendini bırakmasına engel olmalıydı. Bu yüzden de kaybediyorduk.
Zaten hangi yüzden kaybetmiyorduk ki? Bunların hepsini saymak bile
güçleşmişti. Fakat, artık ümitsizliğe kapılmaktan korkmuyordum. Albayım her şeyin
çaresini buluyordu. Bununda çaresini buldu, 'Kendimizi başkalarına sorarız
oğlum Hikmet,' dedi. Albayım bu kadar söyledi; ben onun sözlerini hemen
çoğalttım. Zaten her sözü çoğaltıyordum; kötü alışkanlıklarımdan henüz vazgeçmemiştim.
kapı dolaşırız albayım,' dedim. 'Bizi bize anlatın, bizi durmadan
kötüleyin', diye yalvarırız. Bize acımayın. Bize kendimizi tanıtın. Durun acele
etmeyin: Önce kendinizi tanıyın. Önce kendinizi,sonra bizi kötüleyin.
Bize vurun. Kendimize gelmemiz, kendimizi tanımamıziçin bizi iyica hırpalayın.
Artık kaybedecek durumda değiliz. Bu ülkenin artık kaybetmeğe tahammülü
yok. Kendimizi tanıyalım da sonunda yok olalım, zarar yok.' Albayım itiraz
etti, 'Bir uçtan öteki uca geçme hemen,' dedi. 'Kendini aşırıuçlar arasında
kaybetme.' 'Etmem albayım,' diyerek hemen razı oldum. Kendimi, yetiştiricime
teslim etmiştim. 'Orta yol, değil mi albayım?' diye sevinerek sordum.
Aslında, hemen her söze cevap yetiştirmemeliydim. Ne var ki, söylenenleri
anladığımı o anda göstermek istiyordum. Bu davranışım da, yeni baştan
kurmak istediğim öz varlığıma zararlı oluyordu. Hayır, bir bakıma da yararlıydı:
Kötü huylarımı, dolayısıyla kendimi tanıyordum. Kendimi, bir de başkalarına
sorsaydım, kim bilir ne kadar esa slı olacaktım? Evet, çok akıllı ve
kavrayışlı görünmemeliydim. Çünkü böyle değildim. Biraz aptal olmasını öğrenmeliydim.
'Bir de Batılıları aptal buluruz, değil mi albayım?' diye gülerek
sordum. 'Onların acelesizliğini, meselenin esasını öğrenmek isteyen sabırlı
durgunluğunu, aptallıkla nitelendiririz. Oysa acele etmek yüzünden kendimizi
bir kere daha ele veririz. Aptal olmalıyız albayım, aptal! Bütün kurtuluşumuz
buna bağlı.'
"Kurtuluşumuzun
bağlı olduğu niteliklerin sayısı bir çığ gibi büyüyordu.
Neredeyse ilk nitelikleri unutacaktık. Bu nedenle, bilimsel de olmak için,
hemen bunları kaydettik.Büyüklü küçüklü otuz yedi neden çıktı ortaya.
Üstelik, işin daha başındaydık. Ben, sayının yüze yaklaşmasından korkuyordum.
Fakat bu meselenin üzerinde durmak gereksizdi. Ön yargıyla yola çıkılamazdı.
İşin gittikçe zorlaştığını albay da görüyordu. Ayrıca, yeni ilkelerimize
göre, biraz da aptal görünmemiz gerekiyordu; aptallar gibi ortaya atılmak da
tehlikeliydi. Bu bizim için kavranması güç bir durumdu. Albayım, 'Eskiler
buna tecahülü arifane derler oğlum,' dedi. 'Anlamadım albayım,' dedim. Oysa
anlamıştım; çok duyduğum bir sözdü. Fakat, hemen anlamış görünmek istemiyordum;
bu huyumdan çok çekmiştim. Artık, ilk ortaya koyduğumuz ilkeleri uygulamağa
başlamıştım. Kendimle biraz gurur duydum; çok değil. Çünkü bizim ilerlememizi
engelleyen otuz yedi durumdan on yedincisi, gereksiz gurura kapılmaktı.
Yirmi ikincis on yedinci ilkenin aşırı uygulanması sonunda, kendini
küçümsemek gibi başka bir yanlışlığa sürüklüyordu insanı. Böylece iki ilkeyi daha
uygulamış oluyordum ki, insan biraz kendini tutarsa otuz yedi ilkeyi
birden uygulamak işten değildi. Fakat albayım fazla heyecanlanmamı istemiyordu;
başlangıç için bu kadarı yeterdi. Yirmi dokuzuncu ilke de bize, iyi
başlangıçların tarihimizde çok görüldüğünü, önemli olanın iyi bitirişler olduğunu
bildiriyordu. Baştan çok yorulmamalıydım. Fakat idmanlarımı da hemen bitirmek
istemiyordum. Soluklu olmalıydım. Bunun üzerine albayım, 'Baştan itibaren
tekrarlayalım ki, iyice yerleşsin bunlar,' dedi. Çok haklıydı; her zaman o
durum için gerekli olanı hemen bulup çıkarıyordu. Bana örnek olmak için,
kendisi de bu çalışmalara katıldı; onun yaşında, benimle birlikte koşmak büyük bir
fedakarlıktı. 'Susmalıyız,' dedik 'Susmalıyız.' 'Acele etmemeliyiz, acele
etmemeliyiz.' Ben, 'Heyecanlanmamalıyız,' dedim. Sesim biraz yüksek çıktı gene.
Albayım uyardı. Fısıldayarak , 'Aptallaşmamalıyız,' dedim. 'Kendimizi
tanımalıyız, kendimizi başkalarından sormalıyız.' Oluyordu. 'Unutmalıyız
albayım,' dedim. 'Kötü günleri unutmalıyız.' Gözlerim yaşarmıştı."
"Piyano
çalarken de," dedi Nursel Hanım, "Tekrar çok önemlidir. Başlangıçta
da önemlidir, ilerledikten sonra da." "Nasıl başlanır?" diye
sordu Hikmet,
heyecanla. Nursel Hanım gülümsedi: "Önce tırnaklarını kemelisin." dedi.
"Uzun tırnakla olmaz." "Duymuştum," diye sevindi Hikmet.
"Evet, belki piyano
çalmasını da öğrenebilirim. Hemen bir makas bulalım." Düşündü."Acele ettim
gene," dedi. "Hayır, dağılmamalıyım. İnsan bir şeyi ciddiye almalı.
Bir kadın
arkadaşım vardı, bir gün benim gibi piyano meselesinden heyecanlanıp tırnaklarını
kesmişti hemen. Fakat piyanoyu bıraktı sonra; çünkü kendini ciddiye
almıyordu. Böyle bir şeye hakkı olduğuna inananamıyordu. Tırnaklarını kestiği
halde kendini ciddiye almadı. Fakat belki de bu yüzden heyecanı, ciddi insanlarınkinden
daha güzeldi. Neyse. Albayımla ben kendimizi ciddiye alıyorduk.
Otuz yedinci ve en önemli ilkemiz buydu. Evet, biz kendimizi ve bunları
düşünürken aklımızı ciddiye alıyoruz. Çünkü bütün ilkelerimizi aklımıza
dayandırıyoruz. en büyük hazinemiz aklımızdır. Bunu unutmadıkça, mantığımızı
da sağlam tuttukça, onun üzerinde her şeyi kurabiliriz. Piyano da çalabiliriz,
atletizm de yapabiliriz."
Hikmet,
çevresinin boşaldığını hissetti: Ergun odada yoktu, başkaları da yoktu.
Belki içeri gitmişlerdir gene, diye düşündü. Evi dolaşıyormuş gibi yaparak
odalara göz attı: Kimse yoktu. Demek ellerini sıktım. Odaya döndü: Nursel
Hanımla Sevgi'den başka kimse yoktu. Olabilir, dedi kendi kendine; biraz
dalgın olunabilir, bunda bir zarar yoktur. İnsan sonunda hatırlıyor işte.
Kadınların elbiselerine baktı. Bu elbiseleri de hatırlamalıyım. İnsanın düşünce ve
hafıza gücü sonsuz değildir; onu korumalıyım. Kendimi iyi hissediyorum.
Gülümsedi. Nursel
Hanım da gülümsedi: "Çok çalışmışa benziyorsunuz." Evet çok çalıştık.
Bu bakımdan kendimizi korumadık; buna tenezzül etmedik. Benim endişeye
düştüğüm zamanlar oldu:'Albayım,' dedim, 'Kendimizi acaba boş yere harcamıyor
muyuz? Ya başaramazsak?' aslında bu korku yersizdi; otuz üçüncü ilkeye
göre, kendini harcama korkusu ve olduğu gibi koruma endişesi de zararlıydı.
Albayım beni yatıştırdı. 'Birilerinin başlaması lazımdı oğlum Hikmet,'
dedi. Aynen böyle söyledi. Çok yorgun olduğumuz bir sırada konuşuyorduk.
Ben kahve pişirmiştim; sigara molası vermiştik. O gün oldukça yol almıştık.
Herhalde yorgunluktan olacak, belirsiz kuruntulara düşmüştüm. Ayrıca bir
odanın içinde, kendi başımıza ve yardımsız çabalamanın da korkusu vardı.
Ülkede kimse bizi desteklemiyordu. Kimse, ne yaptığımızı bilmiyordu. 'Bizi
tanıyacaklar mı albayım? Sesimizi duyurabilecek miyiz? Yoksa bir tecrübe tavşanı ya
da bilinmeyen bir bilim adamı gibi, kendimizi kendi üzerimizde deneyerek
yok olup gidecek miyi iştiğimiz işin altından kalkılabilir miydi? 'Giriştiğimiz
işin temelleri sağlam,'diyerek endişelerimi dağıttı albayım. 'Aklın
temelleri üzerine oturuyoruz.' Ben heyecanlandım. Akıl sözünü duyunca heyecanlanıyordum.
Aklı çok seviyordum. İkimiz de heyecanla ayağa kalkarak 'En Büyük
Hazinemiz Aklımızdır' marşını hep bir ağızdan söylemeğe başladık. Bu marş, Akıl
Cumhuriyetinin milli marşıydı. Bu marş, bizim derinliklerimizden kopup gelen
bir sesti. Albayım zamanında askeri bandoda çalmış olduğu için müzikten
anlıyordu. Marşı o bestelemişti. Hep bir ağızdan söylüyorduk:
En büyük
hazinemiz aklımızdır
Aklımıza güvenmek hakkımızdır
Hayatta aklımızdır en güzel şey
Akılsızlar bize kulak verin hey
Aklımıza güvenmek hakkımızdır
Hayatta aklımızdır en güzel şey
Akılsızlar bize kulak verin hey
Biz bu aklı
bulmadık sokaklarda
Görevimiz onu korumaklarda
Kurtulduk, başka akıllar bize yük
Aklımızdır hazinemiz en büyük.
Görevimiz onu korumaklarda
Kurtulduk, başka akıllar bize yük
Aklımızdır hazinemiz en büyük.
"Ben,
aynı zamanda marşın güftesini de yazan albayıma itiraz ettim: Müzikten
anlamakla birlikte şiire aklı ermiyordu: Korumaklarda denir miydi? Albayım
kızdı, daha henüz eski akılların etkisinden kurtulamadığımı ileri sürdü.
İkinci kıtanın üçüncü mısraını anlamamış mıydım? Bu albayımla ben başa çıkamazdım."
Hikmet
gözlerini yeniden kaldırdı: Nursel Hanım da gitmişti. Bunu da görmemiş
olamam, diye homurdandı içinden: Giderken haber vermedi bana. Zarar yok, ne
yapalım? Daha iyi oldu: Benden sıkılanlarla işim yok. Yalnız, Sevgi'nin
hangi elbiseyi giydiğini unutma. Görmek istediklerini hatırla yeter.
"İşte
bunun için Sevgi," diye söze başladı, "Bu yorgunluklar beni yordu. Bir
süre bunları düşündüm sadece. Fakat her zaman seni düşündüm. Ve sonunda,
seni sevdiğimi söylemeğe geldim sana." Başını kaldıramıyordu. "Çünkü benim
durumumu en iyi sen anlarsın. Yalnızlığı ve korkuyu en iyi sen bilirsin. Yorgunluklar
vardılar, fakat ümitsizlik yoktular. Sen bir yerde bulunuyordun. Yumuşak bir
yerdeydin. Sert köşelere çarpmaktan yorulan aklımın durgun ve sürekli bir
aşk içinde ancak seninle birlikte dinleneceğini biliyordum. Bizi başkaları
anlamaz Sevgi. Başkalarının aklı başkadır. Bu yüzden ikimizi hep garip
bakışlarla süzmüşlerdir. Şimdi beni de garip bakışlarla süzenler var. Ben onlara
aldırmıyorum. İnsanların beni beğenip beğenmemeleri umurumda değil artık. Ben
kendimi tanımakla ilgiliyim. Albayımın tavsiyelerini tutmakla ilgiliyim.
"Para
meseleleriyle de ilgili değilim. Albayımla birlikte bir şeyler yaparız
nasıl olsa. Çünkü bu arada yazıcılığımızı çok geliştirdik. Nerede ne söylenmesi
gerektiğini çok iyi inceledik. İnsanlara bunu öğreterek hayatımızı kazanabiliriz.
Onları yanlış sözlerin tehlikelerinden kurtarabiliriz. Hüsamettin
Bey yanlış konuşmalar hazırlıyor. Bir daktilo kiraladık; ben de çoğaltıyorum
bu konuşmaları. Törenler için güzel söylevler hazırladık. Nişan törenlerini
izliyoruz gazetelerden. Onlara nikahta, düğünde gerekli olan konuşmaları,
postayla gönderiyoruz. Kitap gibi ödemeli gönderiyoruz. Daha önce bir mektup
yazıyoruz, durumu açıklıyoruz. Postaya parayı ödeyen rahata kavuşacak.
Aşk mektupları, kısa ve uzun yolculuk mektupları da yazdık. Bunları kırtasiyecilere
satmayı düşünüyoruz. Mektup yazmak için zarf-kağıt almaya gidenler,
isterlerse bu hazır mektuplardan da yararlanacaklar. Her birinin üstünde çok
çalıştığımız için, akla gelebilecek bütün ihtimaller üzerinde durduğumuzu
sanıyorum et konuşmalarıyla tiyatro ve sinemadan dönerken yapılacak
yorumların kalıpları üzerindeki çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Kitapları
okumadan öğrenmeleri ve üzerinde konuşabilmeleri için insanlara yararlı
olmak amacıyla da çeşitli incelemelerde bulunuyoruz. Bu konuda meslekten
eleştirmecilerin başvurdukları yollardan kaçınmaya çalışıyoruz. Çünkü
görmüşümdür ki, insan bir şey üzerinde çalışır, onu hakkıyla başarırsa, sonunda
muhakkak bir yararını görür. Bunu da albayımdan öğrendim. İnsan parayı kendine
dert edinmemeliymiş; kimse aç kalmazmış.
"Ben
kendimi tanımak için, daha çok başkalarıyla görüşüyorum. Albayımın
da yardımıyla eski dostların bir listesini yaptım; onlarla kendim hakkında
konuşuyorum. Geçen gün annemin ve babamın mezarlarını ziyaret ettim. Taşın
üstüne oturup onlarla bir süre konuştum. Onlara sitem edebilirdim. Neden albayım
kadar olamadınız? Benimle uğraşmadan beni hayata gönderdiniz? diyebilirdim.
Demedim. Neden bu kadar erken öldüklerini de yüzlerine vurmadım. Yalnız
kendimle hesaplaşmak istiyordum. Onlar öldükten sonra neler yaptığımı anlattım:
Senden ayrılmıştım, gecekonduya yerleşmiştim, çalışmıyordum, param gittikçe
azalıyordu, kötü rüyalar görüyordum. Sonu belirsiz bir takım işlere girmiştim,
belki de ölüme yaklaşmıştım, evet onların ölümleri bana da bulaşmıştı,
yakınımdan geçmişti. Bana inanılmaz gelen bu ölümlerden sonra başka ne
yapabilirdim? Annem, benim ölümden korktuğumu bilirdi; bunu bildiği halde gene
de ölmüştü. Tabii ben, bu ölümlerin hesabını sormadım onlardan. Benim
onlara karşı çıkacağımı, çünkü bunu beceremeyeceğimi düşünüyorlardı. Beni yalnız
bıraktıkları için fazla üzgün görünmüyorlardı; öldükleri için yaşayanlara
acımıyorlardı. Belki ben sizin kadar yaşamam, dedim onlara. Benim ne
olacağımı bilebilir misiniz? Ben de size acımıyorum işte, dedim.
"Başka
tanıdıklara da uğradım. Onların ayağına gittim. (İnsanlar bundan
hoşlanırlardı.) Nazmi evlenmişti. Şehrin uzak bir yerinde, karanlık bir mahallede
oturuyordu. 'Yakında elektrik verecekler buraya' diye ümitliydi. Oturduğu
daireyi satın almıştı. İki çocuğu olmuştu. Küçük çoçuğunu kucağına alarak,
bana uzattı. Çocuk, 'Be-ba,' gibi anlamsız sesler çıkardı elini bana uzatarak.
Bir zamanlar kimseyi beğenmeyen Nazmi, bu seslere hayrandı. Anlattığına
göre Behçet'in oğlu daha iki sesi bir araya getiremiyordu. Bu çocuk
muhakkak büyük adam olacaktı. Radyo çalarken de başını o tarafa doğru uzatıyordu.
Demek müziğe de kabiliyeti vardı. Sonra, saman gibi sarı bir kadın mutfaktan
çıktı; sıcak sudan kızarmış elini bana uzattı 'Oğlumu nasıl buldunuz?'
diye sordu. Ben çocukları sevmiyordum; onları çok aptal buluyordum. Allahtan
ben hiç çocuk olmamıştım. Bir yıl sonra Nazmi'nin oğlu üç heceyi bir arada
çıkaracaktı; bu, ömür törpüleyici bir işti. İnsan da çocukla birlikte aptallaşıyordu
zam ikçe. İşte Nazmi de başını çocuğun karnına dayıyor ve 'Ulu-dulu'
gibi sesler çıkarıyordu; çocuk gibi anlamsızlaşıyordu. Başını kaldırarak,
'Karım bize güzel yemekler yapar şimdi,' dedi. Bir başka anlamsız yaratık
olan karısı da çok kötü yemekler yaptı. Yağsız ve çorba gibi sulu olan bu tatsız
tuzsuz şeyleri yemek boyunca övdü durdu Nazmi. Ev yemeğinin iyiliklerini
sayıp döktü. Oysa, lokantalarda daha iyi yemek yapıyorlardı. Sonunda ben
de onlar gibi aptallaştım, lüks lambasının ışığında yediğimiz yemeklerin
iyi olduğundan, insanın kendi evinde oturmasının yararlarından söz ettim.Nazmi
de bana, 'Alay mı ediyorsun?' demedi. Ben de ona, 'Nedir senin bu durumun?'
demedim. Birbirimize birşey demedik. Ben ona, kendimi soracaktım; yemekler,
be-ba'lar, sarışın kadınlar arasında ne diyeceğimi unuttum. Yemekten sonra,
lamba ışığında kitaplarımızı okumağa çalışırken ona, eski günlerden, çatışmalarımızdan
filan bahsettim; bütün suçun bende mi olduğunu sordum. Soruyu
anlamadı: Benim ona yaptıklarım ı hatırlamıyordu. En kötüsü bana yaptıklarını
da unutmuştu. Ben anlattıkça, artık önden üç tanesi altın olan dişlerini
göstererek gülüyor, 'Söylemişimdir herhalde,' ya da 'Bak sen şu işe,'
diyordu. Bizi anlamadan dinleyen karısına da 'Bak neler söylemişim bir zamanlar,
insanların kalplerinde ne fırtınalar yaratmışım,' der gibi baktı. Bu sırada
çocuk, yerden bitti birdenbire. Babasına bir kalem uzattı. 'Yemekten sonra
bilmece çözerim de,' dedi Nazmi, 'Akıllı oğlum, bana bunu hatırlatıyor.'
"Biz
böyle olmamalıyız. Sevgi; böyle olmak istesek de böyle olmamalıyız.
Biliyorsun, albayımla çalışmağa başladıktan sonra, kötü oyun yazmak ve
oynamak yasak, dedik. Ülkemize ve insanlarımıza karşı bir görevimiz var. Nazmi
gibi, çocuk akıllı olsun diye, mutfak raflarına üstün mamalar dizemeyiz.
Ne tedbir alınırsa alınsın, çocuklar aptal olur. Sen de karnındaki böyle bir
çıkıntıyı bol elbiselerin altında saklayamazsın. Biz albayımla her şeyi
kararlaştırdık, nasıl yaşayacağımızı tespit ettik. Bundan sonra hata yapmayacağız.
Çılgın bir kalabalığın ortasında nereye döneceğimizi bilmeden koşup
durmayacağız. Kime ne söylediğimizi çok iyi bileceğiz. Kendimizi tanıyacağız.
"Sonra
ayrıldım Nazmi'den. Benimle otobüs durağına kadar yürüdü, elindeki
fenerle bana yol gösterdi. Tam zamanında çıkmıştık evden: Son otobüs ışıklarını
yakmış, beni bekliyordu. Nazmi her şeyi ayarlamıştı; oğlu gibi o da akıllıydı.
Ben otobüse binerken sarıldı bana, öpüştük. (Bu adama bir zamanlar kızardım.)
Otobüs köşeyi dönünceye kadar bana el fenerini salladı. (Belki biraz daha
salladı sonra.) Otobüse binerken, 'Yalnız oturuyorum, istersen bir gün uğra
bana," dedim Nazmi'ye. Biletçi'nin surat asmasına rağmen, adresi yazdırıncaya
kadar otobüsü beklettim.
"Bir
gün de Dumrul'a gittim. Karışık bir sokakta, çok yüksek bir apartmanın
çatı katında oturuyordu. Burası daha önce bir çamaşırhaneymiş. Kapıcı
Dumrul'un en üst katta oturduğunu söyledikten sonra ben merdivenleri çıkarken
ters ters bakmıştı bana. Kapıcılar, sevmedikleri kiracıların ziyaretçilerine
böyle bakarlar. (Dünyada çok sevgisizlik vardı.) Dumrul beni karşısında
görünce çok şaşırdı. Çoktandır kimse beni görünce böyle şaşırmamıştı.
Çıplak bir masanın üzerine gazete kağıdı sermiş, sucukla şarap içiyordu.
Önce konuşamadı, dili dolaştı. Birkaç şişe devirdiği anlaşılıyordu.
Odada perde
yoktu. (Çok yüksekte oturduğu için onu kimse görmüyormuş.) Ayakta sallanıyordu.
İki sokak köpeği gibi bakıştık. Birbirimizi kokladık . 'Allah allah şuna
bak' dedi. Başka bir sözedemedi. Bana dokundu, her tarafımı yokladı.
Beni eksenim etrafında çevirdi her doğrultudan baktı bana. 'Otur birader,'
dedi. Bir çay fincanı da banagetirdi, fincana şarap doldurdu. 'Ben çok
içemiyorum artık, Dumrul,' d Allah allah olur mu?' diye güldü. 'içince kötü
rüyalar görüyorum Dumrul,' dedim ona. Beni dinlemedi, 'Haydi bakalım içelim,'
dedi. Neden geldin? Nereden çıktın? diye sormadı.Beni görünce, kimsenin
şaşırmadığı kadar şaşırdığı halde, böyle sorular sormadı. Odanın çıplaklığı için
özür dilerdi, 'İnsana lazım olan bir yatak,' dedi 'Bir de kitaplar.'
Ukalalık için böyle söylemedi. Bütün eşya bundan ibaretti. 'Bir de daktilo
tabii,' 'Fakat çabuk yazamıyorum daha.' 'Ben karımdan ayrıldım, Dumurl,'
dedim. 'Yaa,' dedi, 'Çok şaşırdım.' dedi. 'Hiç tahmin etmiyordum.' Oysa,
biliyorsun Sevgi, seninle ilk kavga ettiğimiz sabah bizimle birlikteydi. 'Eeee ne
var ne yok?' dedi ve güldü. Çok içki içmiş olduğu için gülüyordu. Elindeki
çay fincanını, çay fincanıma vurarak, 'Haydi bakalım,' dedi. 'İçki bize de
dokunmuyor mu sanıyorsun?' Bana hemen nerede oturduğumu sordu, adresimi
aldı. Birdenbire gelişime ve senden ayrılışıma, durmadan şaştı.
Başkalarına
da gittim Sevgi. Hemen hepsiyle bir takım küçük olay lar yaşamıştım,
bana bir zamanlar dokunan küçük olaylar. Bunun dışında onlara kendimden
pek bir şey vermemiştim; bu yüzden onlardan da pek bir şey alamadım. Çoğunu
güldürmüştüm bir zamanlar; bu yüzden, beni gülerek karşıladılar. Oysa ben
insanları ağlatmak istiyordum. Hiç olmazsa ben ağlayabilseydim. Babamla annemin sağ
olduğu sırada bize çamaşıra gelen bir Fatma Hanım vardı, radyoda okunan
mevluda ağlardı. Sonra annem de katılırdı bu ağlamaya. Ben onları paylardım.
'Sen anlamazsın,' derlerdi. Gerçekten anlamıyordum. Nasıl ağlıyorlardı,
hiç bir şey anlamadıkları halde? Şimdi ben de, söylediklerimi anlamasalar
bile bana ağlamalarını istiyorum. Belki de sözlerimin tam anlaşılammasını,
gene de benim için ağlanmasını istiyorum. İnsanları ağlatmanın
bu kadar güç olduğunu bilmezdim. Aslında, kendimi de ağlatamıyordum.
Kendimi heyecanlandırma yeteneğinden yoksun kalmıştım. Bir bakıma
iyiydi bu: Otuz yedi ilkemize uygundu. Fakat ben de kupkuru olmuştum işte.
Sonunda büsbütün kuruyup yok olacaktım. İşte Sevgi, bu acıklı sona varmadan
önce buraya gelerek, seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim.
Bunu kafamda çok kurdum, içimde çok yaşadım; kaç kere kapıya kadar geldim.
Uzun provalar yaptım. Albayımla da bu meseleyi üstü kapalı konuştum. Sonunda
seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. Söze başlamak için, bundan iyi
bir giriş bulamadım: Seni eskisi gibi seviyorum Sevgi. Belki uzun bir süre
susmalıydım önce. Sonra gözlerine bakmalıydım. Ya da boşluğa bakarak boğuk bir
sesle konuşmalıydım. Hepsini düşündüm, hepsini oynadım. Sonunda, seni eskisi
gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. Bundan daha iyisini bulamadım
bulamadım. Arkadaşlarım da bana yardımcı olmadı. Onlara da sormak isterdim ne
yapmak gerektiğini. Oysa bir zamanlar benimle bu konuda çok uğraşmışlardı:
Yolda gördüğüm kadınlara, bir toplantıda tanıştırıldığım kadınlara,
bir barda masama gelen kadınlara neler söylemem gerektiğini bana uzun uzun
talim ettirmişlerdi. Buraya gelmeden önce, aynanın karşısında kendimi çok
seyrettim, fakat uygun bir davranış bulamadım. Daha önce de seyretmiştim
aynada kendimi: Arkadaşlarımın öğrettikleri sözleri denemiştim. Fakat
kadınlar, acemi bir oyuncu olduğumu hemen anladılar: Lütfen yerinize oturun,
dediler. Söz birliği etmiş gibi hep bir ağızdan, 'Lütfen yerinize oturun,'
dediler. Ben de lütfen y erime oturdum. Çünkü, ben söz dinleyen bir erkektim.
Herkesin sözünü dinledim. Kendini kötülersen sana acırlar bütün kadınlar,
denildi bana. Ben de kendimi acındırmak için gittim kadınların ynaına:
Lütfen yerinize oturun, dediler. Lütfen yerinize oturun. Sonunda kendime,
ben acıdım. Şimdi yerimden kalkmak, sana yaklaşmak istiyorum. Lütfen yerine
otur, diyecek misin bana?"
Başı
ağırlaşmıştı. "Başımı taşıyamıyorum," diye söylendi. Başını kaldırdı:
Sevgi yoktu. "Hayır," dedi kendi kendine. "Gitmiş olamaz. Herkes gidebilir,
Sevgi gidemez. Bunu çok iyi biliyorum. Bunun provasını çok yaptım. Burası onun
evi. Hesapta bu yoktu." Çevresini inceledi. Sevgi yoktu. Sevgi'nin evinde
değildi. Bütün vücudunu bir ter kapladı. "Demek eve dönmüşüm," diye mırıldandı.
"Bu sefer de ben allahaısmarladık dedmişim. Elimi uzatmışım. Yatağıma
uzandığıma göre demek böyle yapmışım. Sözü bir yerde bitirmesini becerememişim."
Yatakta yan
döndü, yorganı üstüne çekti, "Uykum var," dedi.
"Uyumalıyım."
Tehlikeli Oyunlar / Oğuz Atay
Tehlikeli Oyunlar / Oğuz Atay