.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

12 Ağu 2016

Birinci Masal; Avından El Alan


"Denizim ben batık aşklarla dolu''



Güneşli, ılık, ilkyaz koktu kokacak bir kış günüyle, onun dört gün ardından gelecek tipili, kürtünlerin iki üç karışı buldu­ğu bir kış günü arasındaki ikircik... Masalımı bu günlerden han­gisine yerleştireceğimi düşünüyorum.

Düşündüğüm bir şey daha var:

Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka bir anlama gelmediği...

Deniz, ya güneşin altında aynalaşacak, ya da kurşun-zeytin renkleri karışımı yüzünün sivri, keskin dalgalan, günün tümünü bir akşam saatine indirgeyen kar dumanı ardından, görünüp gö­rünüp yitecek.

Önce deniz var çünkü, içinde orfinozu, yüzünde balıkçıyı taşıyan. Sayısız parmaklı olduğu için, orfinozu da, balıkçıyı da, istediği yere sürükleyen, balıkla balıkçıyı ayrı ayrı yeden, kimi zaman birine, kimi zaman da öbürüne yüz verir gözüken.

Sonra orfinoz var; denizle balıkçı arasında geçit, köprü; ba­lıkçıyı, olsa olsa düşman bilen. İkisini de taşıyan denizin kendi­sini kullanacağından habersiz. Balık. Hava güneşliyse, yavruluğuna bakmadan balıkçıya terler döktürecek; karlıysa, kulağına kaçacak kar suyuyla, baygın, suyun yüzüne vuracak balık.

En sonra da balıkçı var. Denizdeki kırgınla denizin vurgu­nundan başka şey bilmeyen; sevgiyi, olsa olsa, bir balıkta tanı­yabilecek kişioğlu... Tutalım ki güneşli havadan başladık. (Birçok okurun hoşuna gitmeği de düşünmüş olabiliriz bu arada...)

Balıkçı denize çıktığında, diyebiliriz örneğin, sular, nere­deyse kırışıksız, ince ince akıyordu kıyı ile karşı adalar arasın­dan... Deniz, çoğu zaman, balıkçıyı kollar, kayınrdı. Balıkçı ise işinin rastgittiği bu zamanlan denizden değil, kendi bahtının açıklığından bilir, usta denizci olmasına verir, övünürdü. Deniz, kişioğlunun kimi şeyi anlamamakta gösterdiği direnimi bilirdi, kendisine göre alıklık olan şeyin kişioğlunda neredeyse zeyrek­lik sayıldığını bilirdi. Bilenler, susar.

Durum bu olsun... Ardından da şöyle bir şeyler diyelim:

Deniz bu balıkçıyı severdi. İnsanlar arasında "umutsuz aşk" diye yanlış mı yanlış bir adla bilinegelen sevgilerdendi bu. De­niz gibi bir ölçüsüz büyüklüğün sevgisi insan usuna sığmadığı için de balıkçı, elinden gelebilecek tek şeyi yapardı: Denizi kar­şısında görmek, onu ekmek kapısı (günü gelince de ölüm döşe­ği) diye düşünmekle yetinirdi. Kimi durum dışarıdan bakanlar için apaçıktır. Herkes, o durumda olanlara akıl vermeğe, akıl öğ­retmeğe kalkışır, o durumdaki kişilerin işledikleri alıklıklara ba­kıp yerinir. Bir unutulan vardır: O durumdaki kişinin işi dışarı­dan, karşıdan değil, içinden gördüğü...

Hem bilmez miyiz? Sevgi adına sevgilinin öldürülebileceğini düşünememesi bir yana, böyle bir şey yapıldığını işitmeye görsün ilenç üstüne ilenç yağdıran sayısız kişi vardır; sonra bir gün gelir, aşk yüzünden cinayet işleyebileceğini, gönlünde işle­miş bile bulunduğunu iliklerine dek duyar bunlar, kimi zaman işlerler de bu cinayeti. İlenç yağdırmak sırası başkalanndadır şimdi...

Kıyı ile karşı adalar arasından ince ince akan deniz, balıkçı­yı sürükleyecek sürükleyecek, yolunu şaşırmış bir orfinoz yav­rusunun açgözlülükle dolandığı yere getirip bırakacak diye dü­şünelim şimdi. Atılan zokayı güçlük çıkarmadan yutacak, sonra da bütün gücüyle misinaya asılıp balıkçıyı terletecek olan orfinoz bir süre sonra yenilecek, sandala alınırken de balıkçının ko­lunu.

Balıkçı, orfinozu şimdiye dek gördüklerine, tuttuklarına hiç benzemeyen, hiç bilmediği bu balığı- ele geçiresiye epey yorulmuş, uğraşmış olacak... Bundan sonra olup bitecekler, bir bakıma, bu emeğinin, bu çabasının karşılığı sayılabilecek...

Tipili bir güne rastlatırsak bu olanı, olacağı, denizin gerek kişioğlunu gerek balığı yormaktaki katkısı bir parça artacak. Ki­şioğlu, genellikle, bir şeyi güç durumlarda kalarak elde etmek­ten hoşlanır. Bileğinin gücüyle kopardığına, kafasının işleyişiyle elde ettiğine inanır, güçlüklerle boğuştuktan sonra ele geçirdiği­ni. Daha ince meraklan olan kişioğullan da vardır: Kolaya yüz vermezler ama aradıklarının, istediklerinin ardından koşuyor­muş görünmekten hoşlanmadıkları için en güç durumlarda bile aldırışsız adam kılığına bürünüverirler, avlarının -avlan saydıkIarının, ardından koştuklanmın durmasını, kaçmaktan vazgeçip kendilerine yanaşmasını beklerler. O zaman duyduklan haz da­ha da büyüktür. Avm bu kerte alığı olur mu? demeyin. Çok olur.

Deniz, kendine kurşun rengi ile zeytin rengi arasında bir renk seçecek, kimi zaman tipileşen kimi zaman da durgunlaşan bir kar yağışı altında çalkanıp duracak. Birkaç saat sonra da, kır­gın başlayacak. Kıyılar, kıyıya çekilmiş sandallar yavaş yavaş karla örtülecek. Gitgide soğuyan yüzey sulan damar damar, oluk oluk akaklar bularak balık corumlanmn çekildiği kuytulara sızacak. Yavaş yavaş uyuşan balıklar, kendilerini yitirecek son­ra, yan ölü yan baygın su yüzüne doğru yükselmeğe, yüze vurunca da sırt üstü, yana yatmış, sürüklenmeğe başlayacak akıntı­ya uyup. Kıyıya vuracak daha da sonra bu balıklar, güçlükten hoşlandıklanm söyleseler bile kolay avlan kaçırmayanlann kep­çelerine, kovalanna dolup kalmak üzere...

Göçmüş kediler bahçesi / Bilge Karasu