.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

11 Oca 2022

Voilà

 

        


hem seste hem de sessizlikte..

Bir şey kesindir, kapının yanında küçük bir valiz tutmak iyi bir fikirdir.

 



“duyguların dengeli bir şekilde değerlendirilmesi, kesinlikle bir kendine saygı duyma işidir.”

“benim için yalnızlık daha çok kendimle birlikte her yere taşıdığım ve ihtiyaç duyduğumda etrafıma açtığım katlanmış bir orman gibidir.”

"çoğu zaman aptallık, haz, mutluluk ve cinsel ilginin bir bileşimidir." kim buna hatalı diyebilir. gerçekten öyle. aptallık olması değersiz anlamına da gelmemekte aslında, bir dersi ve kendini tanımayı da içermekte.

"gülme, kadın cinselliğinin gizli tarafıdır; fizikseldir, temeldir, tutkuludur, hayat vericidir ve bu yüzden uyarıcıdır. sadece o an için, bir sevincin cinselliğidir; özgürce uçan, yaşayıp ölen ve kendi enerjisiyle yeniden yaşayan hakiki ve şehevi bir sevgidir. kutsaldır çünkü fazlasıyla iyileştiricidir. şehevidir çünkü bedeni ve onun duygularını uyandırır. cinseldir çünkü heyecan vericidir ve haz dalgalarına neden olur. tek boyutlu değildir, çünkü gülme, insanın kendisi kadar başkalarıyla da paylaştığı bir şeydir. bir kadının en vahşi cinselliğidir."

kimisi için ev, bir tür gayret göstermektir. kadınlar, yapmamak için yıllarca çeşitli nedenler bulduktan sonra, tekrar şarkı söylemeye başlarlar. kendilerini uzun bir süredir yürekten hissettikleri bir şeyi öğrenmeye adarlar. hayatlarındaki kayıp insanları ve şeyleri ararlar. seslerini geri alırlar ve yazarlar. dinlenirler. dünyanın bir köşesini kendilerinin kılarlar. büyük ve ciddi kararları yürürlüğe sokarlar. ayak izleri bırakan bir şey yaparlar.

kimi için ev bir ormandır, bir çöl, bir deniz. aslında ev, holografiktir. tek bir ağaçta, bir çiçekçinin vitrinindeki bir kaktüste, durgun bir su havuzunda bile tüm kudretiyle görünür. asfaltta yatan sarı yaprakta, bir demet çiçek bekleyen kırmızı kil çömlekte, derideki bir damla suda da tüm gücüyle görünür. ruh gözleriyle odaklanırsanız, pek çok, pek çok yerde evi görürsünüz.

insan ne kadar süreyle evine geri dönüp orada kalır? olabildiğince uzun bir süre ya da tekrar kendine gelene kadar. bu, ne kadar sıklıkla gereklidir? dış dünyada çok etkinseniz ve "duyarlı"ysanız çok daha sık. deriniz kalınsa ve pek fazla da "dışarıda" değilseniz, daha az bir sıklıkla. her kadın ne kadar sıklıkla ve ne kadar süreyle bunu yapması gerektiğini yüreğinde bilir. bu, insanın gözlerindeki parıltının, duygusal durumunun canlılığının, duyularının yaşamsallığının belirlenmesiyle yakından ilgilidir.

eve gitme ihtiyacını gündelik hayatlarımızla nasıl dengeleriz? önceden, evi hayatlarımıza sokacak planlar yaparız. kadınların hastalık halinde, çocukları ihtiyaç duyunca, araba bozulunca, dişleri ağrıyınca kolayca "zaman ayırabilmeleri" her zaman şaşırtıcıdır. eve gitmeye de aynı ölçüde değer verilmeli, hatta gerekirse kriz ölçülerine göre dile getirilmelidir. çünkü, eğer bir kadın gitme zamanı geldiğinde gitmezse, ruhundaki/psişesindeki ince çatlakların derin vadilere, derin vadilerin de gürleyen dipsiz çukurlara dönüşeceği gayet açıktır.

eğer bir kadın eve gidiş döngülerine hiç tavizsiz değer verirse, çevresindekiler de değer vermeyi öğrenir. günlük rutinlerin telaşlarından sıyrılıp mola vererek, kimsenin ihmal etmediği ve sırf kendimize ait zamanlar ayırarak anlamlı "ev"e ulaşılabileceği doğrudur...


tuzaklar:

...ilk anda algılanamayan bir şekilde tuzağa düşürür, çünkü yaldız ilk başta insanın aklını başından alabilir. bu yüzden hayat yolunda kendi yaptığımız ayakkabılarla giderken şuna benzer bir ruh halinin üzerimize çöktüğünü düşünün: "belki de başka bir şey daha iyi olurdu; o kadar da zor olmayan bir şey; daha az zaman, enerji ve zahmet gerektiren bir şey."

kadınların hayatında bu sık olur. bir çabanın ortasındayızdır ve iyi ile kötü arasında gidip gelen duygular hissediyoruzdur. bu çabamızı sürdürürken elimizden geleni yapar ve hayatımızı da buna uygun düzenlemekle yetiniriz. ama çok geçmeden bir şey beynimizi yıkayıp, "bu iş hayli zor. ama şuradaki o güzel falana ya da filana bak. şu süslenip püslenmiş şey daha kolay, daha güzel, daha çekici görünüyor" demeye başlar. ansızın yaldızlı at arabası sallanarak durur, kapı açılır, küçük merdiven aşağı iner ve içeri gireriz. baştan çıkarılmışızdır. bu ayartılma düzenli bir şekilde ve kimi zaman her gün yaşanır. buna hayır demek zordur. böylece yanlış kişiyle evleniriz, çünkü ekonomik açıdan rahat bir hayata kavuşuruz. üstünde çalıştığımız yeni parçayı bırakıp geri döner ve daha kolay, ama son on yıldır hor kullandığımız ve bir kenara attığımız eski ve yıpranmış parçayı kullanırız. şu güzel şiiri daha da güzel kılmak için çabalamaz, onu bir kez daha elden geçirmek yerine, üçüncü taslağında bırakırız.

yaldızlı araba senaryosu, kırmızı ayakkabıların basit sevincine galebe çalar. bunu bir kadının mal mülk ve konfor arayışı olarak yorumlayabilsek de, daha çok yaratıcı hayatın temel konularında pek fazla zahmete girmek zorunda kalmamak gibi basit bir psikolojik arzuyu ifade eder. daha kolay sahip olma arzusu tuzak değildir; bu, egonun doğal olarak arzuladığı bir şeydir. ah... peki ya bedeli? tuzak, işte bu bedeldir. çocuk, zengin yaşlı kadınla yaşamaya gittiğinde tuzak da kendini gösterir. orada terbiyeli ve sessiz olmalıdır... görünür özleme, daha özgül olarak da o özlemin doyurulmasına izin verilmez. bu, yaratıcı tin için ruhsal kıtlığın başlangıcıdır.

klasik jungcu psikoloji, ruhun kaybının özellikle orta yaşlarda, otuz beşinde ya da daha sonra ortaya çıktığını vurgular. ama modern kültürün içinde yaşayan kadınlar için ister on sekizinde, isterse sekseninde olsunlar, ister evli isterse bekar olsunlar, soyağaçları, eğitimleri ya da ekonomik durumları ne olursa olsun ruh kaybı gündelik bir tehlikedir. birçok "eğitimli" insan, "ilkel" insanların ruhlarını kendilerinden çalabileceklerini düşündükleri yaşantılarla ve olaylarla ilgili sonsuz listelerini-yılın yanlış bir mevsiminde bir ayının görülmesinden tutun da, içinde biri öldükten sonra henüz kutsanmamış olan bir eve girmeye kadar- duyduklarında anlayışla gülümser.

modern kültürde harikulade ve hayat verici pek çok şey olsa da, bin kilometrekare genişliğindeki kuş uçmaz kervan geçmez yerlerden ziyade hemen bir sokak ötemizde sayıca çok daha fazla kutsanmamış ölüm yerleri ve yanlış zamanda ortaya çıkmış ayılar bulunur. anlamla, tutkuyla, ruhsallıkla ve derin doğayla bağlantımıza göz kulak olmaya devam etmemiz gerekliliği en önemli psişik gerçek olmaya devam eder. bu el yapımı ayakkabıları zorla süpürmeye, ayartmaya, uzaklaştırmaya çalışarak, "bu dansı, çiçek ekimini, kucaklamayı, bulmayı, planlamayı, öğrenmeyi, barışmayı, temizliği... daha sonra yapacağım" türünden basit mazeretler üretmemize yol açan pek çok şey vardır. bunların hepsi tuzaktır...

''bildiğiniz gibi, bir bahçenin ilkbahara hazır olması için, sonbaharda tersyüz edilmesi gerekir. bahçe her zaman çiçeklenemez. ama bırakın, hayatınızın altüst oluşlarını kendi içsel döngüleriniz düzenlesin, dışınızdaki başka güçler, kişiler ya da içinizdeki negatif kompleksler değil.''

.”ister içe, isterse dışa dönük olun, ister kadınları seven bir kadın, ister erkekleri seven bir kadın, ister tanrı'yı seven bir kadın ya da bunların hepsi birden olun, ister basit bir kalbe sahip olun, ister bir amazonun tutkularına, ister bir işin en iyisini yapmaya çalışan biri olun, ister yarına bırakan biri, ister espirili olun, isterse de üzüntülü, soylu ya da ayak takımı; her durumda vahşi kadın bize aittir. o tüm kadınlara aittir.”


"ben gidiyorum.’’ bunlar bugüne kadar söylenmiş en güzel sözcüklerdir.

söyleyin. sonra gidin...


"ölmesi gerekenlere ölmesi için, yaşaması gerekenlere yaşaması için izin verin"


kurtlarla koşan kadınlar, clarissa p. estes