.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

30 Mar 2011

Çürüme,Tanrıdan gizlenen



Keskin bir kılıçla toprağa çizilmiş
Dar ve kavuşmasız sokaklar.
Kan izi, kaçıyor hayat.
Küf, eski yurdun belleğinden akarak,
Giriyor duvarlara.

Çürüme,tanrıdan gizlenen.
Ve kurban edilecek oğul hazır.

Kediler,eski karanlık prenslerin yerinde,
Uzun kuyruklarıyla duruyorlar.
Fıskiyelerin gölgesi,
Dişli hançer,
İçerde ilerleyen çelik.
Ve bir halktan artakalan lehçe,
Tütsü,
Merdiven.


Her kapı eğilecek bir boynu bekliyor.

“Ama en kötüsü kadın olmak, değil mi? ’’





“Ben ayrımcılığı bilirim. Kürdüm, Kızılbaşım, kadınım. Engelliyim.’’ Sanki bir maşayı uzatıp ateşin içinden alıyor sözcüklerini, gecede alev alev yanmaya, küle ve kabuğa dönüşmeye bırakıyor.
“Göçmensin üstelik,” diye ekliyorum, neredeyse acımasızca. Böylesine yalın, kesin ve tam, sonsuzca anlamlı sözcükleri ironiye sığınmadan söyleyemem. “Ben de… kadınım. Yoksulum, yalnızım, yorgunum, yazarım… Biraz göçmen, biraz engelli sayılırım. (Sözcüklerden beceriksizce bir çelenk yapmaya çalışıyorum, kendim için değil, sanırım onun için… Belki yağmurun altında, bizden bile uzaklarda kendi başlarına atmaya devam eden iki yorgun yürek için. Durmamacasına atan, yalnızca hayat adına yaralarını, umutlarını onaran…)
“Ama en kötüsü kadın olmak, değil mi? ’’İlk kez gülüyoruz. Vahşi, coşkulu, taşkın kahkahalar…

Su




Firuze rengi suların önünde diz çökmüş
bir okçu, elinde altın yayıyla.
Karalarla kaplanlarla oynuyordu,
kemanıyla oynadığı gibi.
Firuze rengi sularda yüzen
...sarı güllerin yansıttığı
yanılsamalar...içindeyim...
O uzun siyah eldivenimle
yürüyorum sularda.
sularla evlilik akuatik yeşillerle
gri gözlerle bir anima-kadın
soluk alıp verişi
karanlık yaprakların ardında
Bir yıldız gümüş notalar fısıldıyor
onun da kulağına...
dolendo...
Seslerin ve notaların gümüş
ağırlığıyla dalıyor sulara, dalıyoruz.
bir denizaltı konuşması gibi
artık kimsenin dinlemediği iki insan arasında
boğulmamak için denizin dibinde konuşmaya çalışan
İki insan gibi neredeyse
dolendo
O uzun beyaz eldivenimle
tekrar çıktığımda sulara Miras'ım,
alnıma saplanacak altın bir ok olabilir.
Erden kızların önünde eğilmiş
oturuyor olabilirim alnımda altın bir okla.
Aramızda belirli uzaklıklarla eğilmiş
şarkı söylüyor olabiliriz gri sulara.
Aramızda kristal uzaklıklarla
göğe çekilmiş olabiliriz, ağlayan ünikornlar gibi.
Orion çekimi belki de yalnızca...

24 Mar 2011

Gizi Kazınmış Aynada Yüzyüze Geldiler



Pencerede elmas tanecikler ve çevresinde delikler. Göz için. Deli. Çöl faresi. Kum bekçisi. Cımbız gözlü. İğne burunlu. Eskiden bir yıldızmış. Göğünü yitirmiş. Kumda şimdi. Falına bakıyor. Yeniden dönecek mi? Taneleri kimi zaman tek çıksın diye sayıyor. Olmuyor, çift çıkıyor. Bazen 'çift' tutuyor içinden. Bu kez de tek çıkıyor. Bulamıyor gök kuma hangi sayıyla yazılmış. Geceleri iyice umutsuz, renk körü... Çölde her şey birbirine karışıyor. Yakınındaki ev bir canavar, kıpırtısız, tetikte. Penceresinde elmas tanecikleri var, bunun ayrımında. Ardında bir karaltı bazen; izleniyor, bunun da ayrımında. Cımbız gözlerini belli etmeden odaklıyor pencereye doğru, dönüp, dikeliyor. Işıklıysa zaman, maki şemsiyesinin gölgesine sığınıyor. Bulutlu günler saydığı bir yana aktardığı kum taneciklerinden oluşan tepenin üzerine tünüyor. Paranoyak bir fare. Canavardan çok korkuyor. Çöle eklenmiş denize bakıyor geride duran elmas çerçeveyi unutmadan. Her ikisini de anlamıyor. İkiye ayırıyor tek ve çift gibi. Arkadaki canavarın sayısı tek, önünde açılan mavilik çift. Suya varamıyor, ıslanma korkusu var, eve de dokunamaz her gün her gece orada tek başına; pencere; karaltı; canavar... Dehlize iniyor, ürpertiyle kıvrılıyor karanlığa. Çıkarsam, çıkarsam, bakacak aşağılıyarak, anlayışsız, ezercesine, bakacak bana. Denize bakıyormuş gibi yapıyor beni izliyor, saydığım tanecikleri, şemsiyemi, dehlizime inen delikleri... Gözlerime bakıyor. Gözlerimi cımbıza benzetiyor, iğne burunlu diyor bana, deli diyor, kum bekçisi diyor, göğünü yitirmiş bir yıldız diyor bana, kumda fal baktığımı sanıyor, gök haritasındaki yerimi bulmaya çalıştığımı. Renk körüymüşüm, paranoyakmışım, umutsuzmuşum, korkuyormuşum denizden evden ondan. Dehlizimde tetikte beklediğimi düşünüyor, tedirgin olduğumu. Bilmez ki tüyle kaplanmış et ve kanda akışan hayvan erincini. Diş ve tırnak ve kuymk ve kürk ve hız ve kayma ve... Dişlerini gösterecek bir gün, maskesi düşecek diye düşünecek. Hayvan dişlerini. Hayvan güldü. Güldü hayvan oysa, bilemez. Öfke sanacak, saldırıdaki inceliği öfke bilecek, kin kabul edecek tümünü, dişi, tırnağı, kuyruğu, kürkü, hızı, kaymayı. Her gün her gece her an önünü ve ardım düşünüyor. Hiç bir düş kurmadan, yalnızca ön ve art. Art ve ön. Uluma ve dokunma korkusunu yenerse suya dalabilir, yüzebilir, dönüp canavara tırmanabilir. Pencerenin elmas taneciklerinden birine yakın durup bir deliğe yaklaşarak dişlerini gösterebilir. Öç alma duygusuyla yanarak 'Neden büyüdünüz, genleştiniz, yayıldınız, gövdelerinizle, aletlerinizle, anlaklarınızla, aşklarınızla, ağlatılarınızla, güldürülerinizle, yüceliklerle, bayagılıklarla; bu yerküreyi nasıl iyeliğinizin bir yapıtı olarak algılıyor onu altetmeye çalışıyorsunuz? ' sorabilir. Neden ve nasılla, damarlarında akışan hınç dile, dişe gelir o zaman. Benden tiksiniyor. Donanımlı olduğumu sanıyor, kürkümün bir zamanlar olduğunu, sonra yokolduğunu varsayıyor.

23 Mar 2011

Bir Ruhun Soğuması





Büyük bir kainatı geçtim denizinde ben.
Ona bir gölgeden başlayarak oluşan ruhu gösterdim.
Kanlı bir deniz ve yeryüzü sanılan boşluk.
Boşlukta kımıldayan dünya.
Şimdi kanatsızım.
Kesik yerinden damlayan kanı dalgalar emdi.
Ona bir ruhun soğumasını göstereceğim.
Çocuk olmayı ve anneyi beklemeden karanlıkta uyumayı.



22 Mar 2011

“İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar.”




İstanbul...İstanbulum...Bizansım, Konstantinapolisim, Dersaadetim, İslambolum, Asitane'm...Güzel İstanbul'um. Kentini tanıt diyorlar. Seni nasıl anlatayım?

Bir kent, özellikle senin gibi sadece adlarıyla bile binlerce yılın tarihini, kültürünü çağrıştıran, tarihiyle, kültürüyle, doğal güzellikleriyle, konumuyla talihin cömert davrandığı bir kent anlatılamaz. Yaşanır, hissedilir, solunur, koklanır. Dinlenir, özlenir. Şairler kenti İstanbul, belki ancak bağrından çıkan şairlerce, ediplerce dillendirilebilir. Sen, Piyer Loti'de, Haliç'e bakarak içilen bir bardak demli çaysın. Eyüp Sultan'ı yeniden berraklaşmaya başlayan Altın Boynuz'u, karşı kıyıda vızır vızır işleyen arabaları, koşuşturan insanları seyrederken hemen ayaklarının dibinde ölümün daha başka, daha yumuşak bir çehre takındığı kentsin.


“Ahiret o kadar yakın ki seyredilen manzarada o kadar komşu ki dünyayla duvar yok arasında. Geçersin bir adım atsan, birinden diğerine”

Bir adım değilse de bir göz atımı mesafede kademe kademe hayata geçişi sağlayan köprülersin sen. Haliç, Valide Sultan, Unkapanı, Galata, Atatürk, Fatih Sultan Mehmet köprüleri. Hayatın ta kendisi olan köprüler. “Dikilip denizi seyredenlerin”, suya olta atanların, ekmek parası peşinde olanları bir yakadan diğerine taşıyan arabaların 24 saat canlı tutttuğu köprülersin. Trenler, vapurlar, arabalar, tek katlı, çift katlı otobüsler, deniz otobüsleri, hızlı tramvaylar, metrolarsın. Beyoğlu'nda Tünel, Adalar'da faytonsun.
Bu koşuşturmayı, milyonlarca insanını gökyüzünden seyreden kulelersin. Beyazıt Kulesi, Kız Kulesi, Galata Kulesi...


“Birinin resmini yapsam, öbürü kıskanır Kız Kulesi'nin aklı olsa Galata Kulesi'ne varır.”

Ve herbiri üzerinde kimbilir hangi uygarlıkları, hangi inaçları, hangi dilekleri simgeleyen binlerce figürü taşıyan taşların kentisin. Dikilitaş, Çemberlitaş, Kıztaşı...

Bir kokusun sen. Lodosla gelen tuz kokusu...Tarabya'da yosun, Karaköy'de balık-ekmek, Çengelköy'de salatalık, Sarıyer'de börek, Mısır Çarşısı'nda baharat, Kapalıçarşı'da “sandık odası”, Taksim'de kebap, Aksaray'da lahmacun, İkitelli'de, Kartal'da fabrika dumanı, her yerde ama her yerde alın teri kokusu. Zamana inat, baharlarda hiç umulmadık bir köşeden fırlayıveren hanımeli, yasemin, ıhlamur kokusu.

“Işıktan sudan örülmüş canım İstanbul”

Su hayattır. Sen suyun ve hayatın ta kendisisin. Bir yanağını Karadeniz'in coşkun suları hırpalarken, öbür yanağını Marmara okşar usul usul. Boğaz olur, Haliç Olur, hayat akıtırlar içine. Çekmecelerde, Terkos'ta birer yuvarlak el aynasıdır. Kıtaları bölen değil, bağlayan Boğaz'ın bir boy aynası. Dünya güzelisin ya, güzelliğini seyredesin diye. Adlarıyla bile bizi büyüleyen, içimizi serinleten Karakulak, Taşdelen, Sırmakeş, Hünkar Suyu, Şifa Suyu, Çırçır, şişemizde Hamidiye, musluğumuzda Terkos'sun. Bir sessin sen. Hâlâ yer yer duyulan “Salepçi!”, “Simitçi!” yasaklansa da “Patates, soğan” sesisin. Elbette su sesi, dalga şıpırtısı, özellikle Yeni Camii'de güvercin kanadı şıkırtısı, Beykoz'da, Belgrat Ormanları'nda rüzgarla konuşan ağaç yapraklarında hışırtısın. Araba sesi, korna sesi, vapur düdüğü, motor sesi, fabrika sesi, insan sesisin. İnönü'den, Fenerbahçe'den, Ali Sami Yen'den yükselen İstiklal Marşı, AKM'de opera, CRR'de konferans, kahvelerde küfür, kiliselerde çan, minarelerde ezan, camilerde dua sesisin.

Camilerin...sen zaten camiler ve minareler şehrisin. “Camileri güneşin adına söylenmiş kasideler” yapanların kentisin. Hangisi daha güzel, daha ulvî bir türlü karar veremediğimiz Süleymaniye, Sultanahmet, Fatih, Yeni Cami, Valide Sultan gibi şaheserlerin karşısında alçakgönüllülükle köşelerini süsleyen küçük, zarif camilersin. Dolmabahçe’sin, Mihrimah Sultan’sın. Minarelerle boy ölçüşen gökdelenlerinle, ikiz kulelerinle, alışveriş merkezlerinle, maddeyle mânâyı dengeleyen kentsin. Topkapı’da Şah İsmail’in tahtı, Arkeoloji’de Büyük İskender’in lahti, içinde yaşayanların bahtısın.


Umutsun sen. Sadece “Taşı, toprağı altın” diyerek sana koşanların iş, aş ümidi olmakla yetinmezsin. Senden doğanların, sana gelip senden olanların dilek çeşmesisin. Bazen Telli Baba’da gelin teli, bazen Zuhurat Baba’ya bağlanan bir çaputsun. Bazen Merkez Efendi olursun, bazen Helvacı Baba. Bir gün adak olur Eyüp Sultan’da kesilirsin, öbür gün göbek olur Göbekçi Baba’da atılırsın. Bazen Balat’daki papazın nefesi, bazen Aya Yorgi’ye dikilen mum olursun. İşsizlere iş, evsizlere ev, eşsizlere eş, çocuksuzlara evlât, hastalara şifâsın. Hiçbiri olamasan bile ümitleri canlı tutarak insanları hayata bağlayan kentsin. Yerelden evrensele kapı kapı açılırsın. Edirnekapı, Belgradkapı, Silivrikapı, Cibali kapısı... Dile kolay, yüz on yedi ülkenin insanından fazla nüfusu barındırıyorsun. Surlar, bir resim çerçevesi gibi yüreğini, belleğini içine almış. Kartal’dan Gebze’ye, Esenler’den Güneşli’ye, Gazi Mahallesinden Armutlu’ya uzanmış gövden, kolların bacakların. Hiç durmadan çalışan, üreten bir dişlisin. Ülkenin milli gelirinin, vergi gelirlerinin neredeyse yarısını sağlayan bir makinesin. Bazı özelliklerin hiç değişmiyor.
“Kâlâ’-yı maarif satılır süklarında Bâzâr-ı hüner maden-i ilm u ulemâdır”
diyen şairden yüzyıllar sonra da yine, “Sokaklarında eğitim kumaşı satılır. İlim ve ulema ocağısın.” Çağdaş üniversitelerinle yalnız ülkenin değil, bölgenin de cazibe merkezisin. Resmi ve özel üniversitelerinde her renkten, her ırktan öğrenci görmek mümkün. Hastanelerine Avrupa’da sağlık turları düzenleniyor.


“Kentini tanıt” diyorlar. Nasıl tanıtayım... 

“İstanbul’un orta yeri sinema” demişler. Orta yeri sinema olan bir kent nasıl tanıtılır? Her gün kaç bin film, kaç bin hayat, kaç bin hüzün, kaç bin neşe yaşanıyor içinde. İçiçe geçmiş senaryolarla kaç milyon insanın emeği, aşkı, kırıklığı, isyanı, öfkesi, çabasısın. Bir tiyatro gardrobu gibisin. Her an başka bir çehre, başka bir kimlikle çıkıyorsun insanın karşısına. Her köşede başka bir kostümle. Bazen dilencisin, bazen milyoner. Bir köşede işçisin, öbür köşede patron. Bazen kostümlerini üstüste giyinirsin. Kafamız karışır.,


“İstanbul’un evsâfını mümkün mü beyân hiç”


Bizim yapabileceğimiz ancak seni sevmek. Hırpalamadan, örselemeden, bir kabadayı gibi hoyratça, kabaca değil; bir ana, bir evlât, bir dost, bir sevgili gibi koruyarak, kollayarak, gözümüzden sakınarak sevmek. Medeniyetlerin kesişme, kıtaların buluşma noktasındaki bir kentte yaşadığımıza şükrederek, “İstanbullu” olma bilinciyle, ona lâyık olma çabasıyla sevmek. Aşkın bencillikten hoşlanmadığını, fedakârlık istediğini bilerek sevmek. Ne demiş şair:


“İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar.”


zeynep tüfekçi

Bir çiçeğin yanından geçer gibi yaşamalıyız aslında...



Bütün Çocuklar, bir kez olsun, anne ve babalarını cezalandırmak için ölmeyi düşünmüştür mutlaka.
Ve nedense hep ağlamışlardır düşün sonunda.
Belki bu öykü de bir cezalandırma

Ağlama?

Bunları oku. denize karşı bir sigara yak. tek şekerli, demli bir çay koy masaya, çok neşeli bir müzik çalsın mutlaka, kapat gözlerini, gülümse, çünkü...

Bütün kadınların kafası karışıktır, çünkü...

Bir gün bir anda, bazı kızgınlıklarını unuttuğunun farkına varacaksın, artık pek düşünmediğini, çünkü artık
bildiğini anlayıp, ellerini bir klarnet taksimi gibi uzatacaksın, hâlâ ka­fan karışık olacak, ama artık bunu seveceksin, sevmelisin de.

Kadınsın...


   . 

21 Mar 2011

Açık damar / 07.08.2010




(Baştan başlıyorum. 

Tökezlediğim yerde bekliyor, soluklanıyorum. Tek tük cümlelerin, tekinsiz çağrıların, beni öne iten ya da geri çeken seslerin, başlangıçların ve yol ayrımlarının ortasında duruyor, bekliyorum. 


Bir savaş alanında, gezinen ışıkların ortasında yaşar kalmışçasına... Israrla sürdürüyorum. Yarı karanlıkta, el yordamıyla, durduramadığım için kendimi... 


Bir gölge, yıllar sonra bağlarını koparmış, özgürleşmiş
bir gölge gibi, gecenin izini sürmeye yazgılı...)


Bir cümle. Her şeyi başlatan ilk cümle. 

Karanlıkta duyulan, belli belirsiz yankılanan, içten gelen bir parlamayla tutuşan, sınırsız, sırsız gecede ansızın alev alan sözcükler... Alevler içinde düşün insanların dünyasına... Sessizce, teker teker sönen, küle ve kabuğa dönüşen, bu dünyanın gecesinde, rüzgâra dağılan sözcükler...

Koskoca dağların çevrelediği bir Orta Avrupa kenti, Ayrımcılığa Karşı Müzik Festivali''ni kutluyor. Yazın ilk, en kısa gecesi. İki kadın bir istasyon kahvesinde yağmurun altında konuşuyor. Biri uzunca, zayıf, boyunluklu. Yabani, ısrarcı, umutsuz gözleri en belirgin özelliği. Diğeri uzun kıvırcık saçlı, ufak tefek ama kol ve boyun kasları dikkat çekiyor. Ateş gibi yanan gözleri, ani, amansız, coşkulu kahkahası en belirgin özellikleri. Ondört ameliyattan sonra bastonla yürüyor. 

''Kız kardeşim kaybolduğunda 22 yaşındaydı.
 

Hiçbir işaret yok, 90'dan beri...''

''Çok sevdiğim biri vardı. Kuşlar konuşurdu onunla. Sekiz yol sonra, bir sabah telefon çaldığında, bir arkadaşımın işyerindeydim. CV'mi yazıyordum.''

''Evleri ateşe vere vere yaklaşıyorlardı. Tek sıra olmuş koşuyorduk, dört yandan kurşunlar yağıyordu. Gidecek hiçbir yerimiz yoktu.''

''Uğruna yaşanacak hiçbir şey yok mu dünyada? 


diye yazmıştı kız kardeşim son mektubunda. Yoksa ben mi bulamadım?


(Hâlâ aynı yerdeyim. Pencerenin önünde, söylenenle söylenmeyenin sınırında... Kendi kişisel geçmişim, çoktan miadını doldurmuş, artık kimsenin okumadığı kitaplar gibi arkamda duruyor. Geçmişle bugün arasındaki bağlar kopmuş sanki; en ağır, acılı deneyimlere bugünde yer kalmamış... O deneyimleri yaşamış ben'i susturarak, kendi hikâyesinden kopararak bir bütünlük, bir şimdi mi talep ediyorum? Bir genişleyip bir daralan çemberler çiziyorum, bazen sözcüklerin, bazen hayatın suskunluğunda... Birbirine daha uzak, daha sağır, daha yitik ben'lere ayrılmış, her seferinde baştan başlıyorum aynı sürgüne.)


''Önce okula sığındık, sopalarla kovaladılar bizi.
Böylece kurtardılar hayatımızı.''

''Ben sekiz yaşındaydım. Sanırım annemi bağışlayamıyorum. Kız kardeşimi evde bıraktığı için... Ağbim geri döndü, bir saat sonra kucağında uyuyan bir bebekle çıkıp geldi.Benim kızım kaybolsa kendimi yakardım.''

'' ''Bir Kürt ölmeye karar verirse... Öyle kolay görünüyor ki bizleri öldürmek...'' ''


''Saklanacak yer bulamayınca kendimizi toprağa gömdük. Saatlerce kaldık öyle...''


''Yeğenim o kadar şanslı değildi. İneği çözmek için geri dönmesinin bedelini bir kazanda diri diri haşlanarak ödedi.''


''Bir komşumuz vardı, kadına işkence yapmışlardı. Ameliyatımdan uyanıp da kendi inlemelerimi duyduğumda, tam otuz yıl sonra, Maraş'ı ve nedense o kadını hatırladım. Bir de kocasının söylediği türküyü... O sağ çıkamadı.''


''Ben de yandığımda kendi inlemelerimi duymuş, on yıl önce okuduğum bir söyleşiyi tam o an hatırlamıştım. 


80'li yıllarda sorguda üzerine çaydanlık döktükleri bir adamın yanık acısı üzerine söylediklerini...''


''Galiba hayatta bir insanın başına gelebilecek en korkunç şey bir yakınının kaybolması.''


Yağmur bir başlayıp bir kesiliyor, müzik festivali bütün hızıyla sürüyor. Kalabalıklar, ezgiler, kahkahalar... İki kadın bir tren istasyonunun kahvesinde oturmuş, iri ağır damlaların altında konuşuyor.


''Çok yalın, çok saf bir cümle belki ama ben katillerin arasında olmanın, kurbanlar arasında olmaktan daha korkunç olduğuna inandım her zaman. Sırf kendilerini yenilmiş hissetmemek için her şeyi göze alanların, vurdukları darbelerin derinliğiyle övünenlerin dünyasında, eli kolu bağlı birine tükürerek ya da dışkı yedirerek onu aşağıladıklarını sananların sultasında, belki de çok dokunaklı, zavallı bir inanış benimki.''


Göz göze geldiklerinde, boyunluklu kadın suskunlaşıyor. Bakışlarındaki parıltılar, bir yangını andıran canlı, kıpır kıpır parıltılar birkaç damla gözyaşıyla sönüyor. Uzun süre karanlıkta birbirlerinin gözlerine bakıyorlar. Sanki her biri kendi yüreğinin kapısını diğerinin uçurumunda arıyor. Şimdi geri dönmek zorundalar, geldikleri yerden hayata geri dönmek... El yordamıyla, alışkanlıkla.)



(Bir kez daha başaramadım, başı ve sonu olmayan bir hikâyeye son cümle bulmayı, açılmış damarları dikmeyi başaramadım.)


20 Mar 2011

Hiç İçin Metinler





Bırak, bırak tüm bunları diyecektim. Kimin konuştuğunun ne önemi var, biri kimin konuştuğunun ne önemi var dedi. Biri kalkıp gidecek, giden ben olacağım, ben olmayacağım o, ben burada olacağım, buradan uzaktayım diyeceğim, ben olmayacağım o, hiçbir şey söylemeyeceğim, bir öykü anlatılacak, biri bir öykü anlatmaya çabalayacak. Evet, yadsımıyorum artık, her şey düzmece, hiç kimse yok, anlaşıldı değil mi, hiçbir şey yok, tümceler de kalmadı, hadi alıklaşalım, tüm zamanların, tüm zaman kiplerinin alığı olalım, sona ermesini beklerken bunun, her şeyin geçip sona ermesini, seslerin kesilmesini, yalnızca sesler var, yalnızca yalanlar. Buradan, gitmek buradan ve başka bir yere varmak, ya da kalmak burada ama bir aşağı bir yukarı dolanarak. Önce kımılda, bir beden gerekli, eskisi gibi, yadsımıyorum bunu, yadsımayacağım artık, bir bedenim var diyeceğim, ayağa kalkacağım, yaşamak diyeceğim buna, benim diyeceğim, ayağa kalkacağım, düşünmeyi bırakacağım, işimle dolu olacağım, ayakta durmakla, ayakta durmayı sürdürmekle, yer değiştirmekle, katlanmakla, yarına, gelecek haftaya sağ çıkmaya çalışmakla, yeterli olacak fazlasıyla bütün bunlar, bir hafta, ilkbaharda bir hafta fazlasıyla yeterli olacak, yaşam şırıngalayacak içimize. Arzulamak yeterli bunu, arzulayacağım ben de, bir bedenim olmasını arzulayacağım, bir kafam olmasını arzulayacağım, birazcık kuvvet, birazcık da cesaret, şimdi koyuluyorum işe, bir hafta çok çabuk geçti, sonra döndüm buraya, şu karışık yere, günlerden uzak, günler uzak, kolay olmayacak. Peki neden tüm bunlardan sonra, hayır, hayır, bırak, başlama yeniden, dinleme tüm bunları, tüm bunlar deme, her şey eski, her şey eşdeğerde, yazgıları böyle yazıldı.
Ayaklarının üzerindesin işte şimdi, doğruluğuna ant içerim, senin bunlar, benim bu, ant içerim, oynat ellerini, dokun kafana, usun orada işte, bir çalışmasa çuvallardın anında, başka yerlerine geçelim şimdi, daha aşağı bölgelere, onlara da gereksinmen var, söyle bakalım neye benziyorsun, bir tahminde bulun, nasıl bir adamsın, bir erkek gerekiyor, ya da bir kadın, bacakaranı yokla bir, güzellik zorunlu değil, güçlülük de öyle, bir hafta kısa bir süre, kimse sevmeyecek seni, korkma sakın. Hayır, böyle değil, çok ani oldu, korkuya kapıldım. Ama başlamak için debelenmeyi bıraksan, öldürmeyecekler seni, kimse seni sevmeyecek, kimse seni öldürmeyecek, belki Gobi çölünde bulacaksın kendini, yuvanda hissedeceksin orada. Seni burada bekleyeceğim, hayır, yalnızım, yalnızım ben, bu kez benim gitmem gerekiyor. Nasıl yapacağımı bilmiyorum, bir adam, bir tür adam, yaş almış bir çocuk olacağım, zorunluyum buna, bir dadım olacak, üstüme titreyecek benim, karşıdan karşıya geçerken elimden tutacak, parklarda özgür bırakacak beni, uslu duracağım, bir köşeye sinip kedi gibi oturacağım ve sakalımı tarayacağım, düzleştireceğim onu, daha yakışıklı, biraz daha yakışıklı olmak için, böylesi ne güzel olurdu kuşkusuz. Gel yavrum, dönme zamanı geldi, diyecek bana. Sorumluluğum olmayacak hiç, tüm sorumluluğumu o üzerine alacak, Bibi olacak adı, Bibi diyeceğim ona, böylesi ne güzel olurdu kuşkusuz. Gel yavrum, uyku zamanı geldi. Tüm bildiklerimi kim öğretti bana, kendi başıma öğrendim, avarelik yıllarımda, doğadan çıkarsadım her şeyi, yaradanın yardımıyla, ben değilim biliyorum, ama çok geç artık, bunu yadsımak için çok geç, bilgi birikimim burada, içindeki kırıntılar, fırtınada sırayla, göz kırpıp duruyor belli aralıklarla, beni aldatmak için. Bırak ve git, gitme zamanı geldi, bunu söylemek gerekiyor ne olursa olsun, zamanı geldi, nedeni bilinmiyor. Kendini tanımlama biçiminin ne önemi var, burada ya da başka bir yerde olmak, gezmek ya da yerinden kımıldamamak, boylu, insansı bir biçime sahip olmak ya da bir biçimden yoksun olmak, karanlıkta kalmak ya da göğün ışıklarıyla aydınlanmak, bilmiyorum, önemi var gözüküyor, kolay olmayacak bu. Her şeyin karardığı o ana dönseydim yeniden ve oradan başlasaydım, hayır, bir yere varamazdım buradan, bir yere varamadım hiçbir zaman, bellekten silindi gitti o an, kocaman bir alevdi, sonra karanlık, büyük bir sarsılıştı, sonra ağırlıktan ve katedilecek uzamdan soyutlanış. Bir yalıyardan aşağı atmayı denedim kendimi, sokağın ortasına ölümlülerin arasına yığıldım kaldım, bir sonuç alamadım vazgeçtim. Beni buraya getirip bırakan yola yeniden koyulup, sonra da geri dönmek, ya da daha uzaklara yol almak, bilgece bir öğüt bu. Bir daha yerimden kımıldamayayım diye bu, O ben değilim, doğru değil, o ben değilim, ben uzaktayım, diye, on yüzyılda bir mırıldanarak, sonsuza kadar ağzımdan salyalar akıtayım diye. Hayır hayır, gelecekten söz edeceğim şimdi, gelecek zaman kipinde sürdüreceğim söylemimi, aynen eskiden geceleri kendime, Yarın sarı yaldızlı koyu mavi kravatımı takacağım (gecenin bitiminde takıyordum onu) dediğim gibi. Çabuk çabuk, yoksa ağlayacağım. Bir dostum olacak, benim yaşlarımda, benden farksız, eski bir savaşçı, savaştığımız günlerden söz edeceğiz birlikte, yara izlerimizi göstereceğiz birbirimize. Çabuk çabuk. Ben toplumla pusuya düşen düşmana ateş yağdırırken deniz kuvvetlerinde yapmış olmalıydı askerliğini, belki de Jellicoe’ydu komutanı. Yaşayacak, önümüzde yaşayacak çok zamanımız kalmadı gözüküyor artık, son kışımız bu kuşkusuz, amin. Ölümümüzün neden olacağını soruyoruz birbirimize. O verem diyor kendisi için, bense prostat. Birbirimizi kıskanıyoruz, ben onu kıskanıyorum, o beni kıskanıyor arada sırada. Genel bir tuvalette ayakta, tek başıma, titreyen elimle, iki büklüm olmuş, pelerinimle örtünerek sonda sokuyorum, insanlar yaşlı ve iğrenç bir ihtiyar yerine koyuyor beni. Bu sırada o bir banka oturmuş, öksürüklerle sarsılarak, dolar dolmaz, uygarlık gereği kanala boşalttığı bir enfiye kutusuna tükürerek bekliyor beni. Anayurdumuza layık evlatlar olduk biz, ölmeden önce düşkünlerevine kaldıracaklar bizi. Kamuya açık bir yeşil alanda aynı anda güneşin ışıklarıyla bedava bir bankı bir araya getirmeye çalışarak geçiriyoruz yaşamımızı (o bizim yaşamımız), doğaya biraz geç yaşta gönül düşürdük, kimi yerlerde herkese ait o. Alçak sesle, soluksuz kala kala bir önceki günün gazetesini okuyor bana, gözleri görmeseydi keşke. At yarışları ortak tutkumuz, tazı yarışları da, siyasi görüşümüz yok ikimizin de, yine de biraz cumhuriyetçi sayılırız. Ama Winsdor, Hanoverian, başka neydi, Hohenzollern’lerle de ilgileniyoruz. Tazı ve at yarışları haberlerini özümsedikten sonra insana ait hiçbir şey yabancı değil bize. Hayır, yalnız başıma, çok daha iyi olacağım yalnız başıma, daha hızlı gidecek. Yiyecek bir şeyler veriyordu bana, bir domuz kasabıyla arkadaştı, canım boğazımdan geliyordu salamları ağzıma tıkarken. Avuntu veren sözleriyle, kansere yaptığı göndermelerle, ölümsüz sarhoşlukları anımsatışlarıyla mezarına bir taş dikemememin üzüntüsünü unutturmaya çalışıyordu bana. Bense, kendi ufuklarımda yoğunlaşacağıma (onları bir kamyonun altına fırlatmama olanak verirdi bu), usumu onun anlattığı şeylerle meşgul edip duruyordum. Haydi, silah arkadaşım, bırak tüm bunları, artık düşünme, demem gerekiyordu ona, ama düşünme yetisini yitiren kardeşlik duygusunun alıklaştırdığı ben olmuştum. Bir de yapmam zorunlu olan şeyler vardı! Spora gönül verenlerin meyhaneler açılmadan önce, günün erken saatinde, bahislerini sağlıklı bir biçimde oynayabilmek için topluluklar oluşturduğu Duggan’ın dükkanının önünde sabahın onunda güneş de açsa, dolu da yağsa gitmem gereken buluşmalar örneğin. Bakın, ölmüştük, zamanımızı doldurmuştuk (ne güzel, ne güzel) ama nasıl da dakiktik, belirtmeliyim bunu. Vincent’ın kalıntılarının, sicim gibi yağan bir yağmurda, omuzlarını istemeyerek de olsa (yasak kelime kullandınız)bir denizci gibi neşeyle iki yana sallaya sallaya, kafası kan lekeli kirli bezlerle sarılı, gözlerinde bir parıltıyla gelişini görmek, iyi bir gözlemci için insanın zevk uğruna neler yapabileceğini gösteren mükemmel bir örnekti. Sanki hızlı bir denizci dansına başlayacakmış gibi bir eliyle göğüs kemiğini, ötekinin üstüyle omurgasını tutuyordu, hayır, yalnızca anı bunlar, tufandan önceki son kaçamaklar. Hiç kimsenin bulunmadığı, hiçbir şeyin olup bitmediği burada neler olup bitiyor bir bakalım şimdi, bir şeyler olmasını, birinin gelmesini sağlayalım, sonra bir son verelim buna, sessizlik olsun, sessizliğin benim yaşam ve ölümlerimin seslerinden başka bir gürültünün içine doğru yol alalım, öykümün içine girelim, çıkmak için girelim, hayır, hiçbir anlam taşımıyor bu söylediklerim. Sonunda benim diyebileceğim, kendime layık zehirler hazırlayabileceğim bir kafaya, ve yollara düşmek için bacaklara sahip olacak mıyım, oraya ulaşacağım sonunda, gidebileceğim sonunda, tüm istediğim bu işte, hayır, elimden gelmiyor bir şey istemek. Yalnızca bir kafa, iki de bacak, hayır, ortada bir bacak, zıplaya zıplaya giderdim. Ya da yalnızca yusyuvarlak ve dümdüz kafa yeterli olurdu, yüz çizgilerine gerek yoktu, arı gibi bir usa indirgenip, yokuşların eğilimlerine uyarak yuvarlanıp giderdim, hayır, bu da olmayacak, her şey yükselti halinde burada, bacak ya da eşdeğerde bir şey gerekiyor burada, kasılıp büzülebilen birkaç halka örneğin, böylece uzağa gidilebilirdi. Duggan’ın dükkanının kapısından, yağmurlu ve güneşli bir bahar günü, akşama çıkıp çıkmayacağını bilmeden yola koyulmak, bir terslik mi var burada? Çok kolay olurdu. Kalabalığın, çemberlerin ve balonların arasında, bu beden ya da başka bir bedende, dost bir kolun tuttuğu bu kolda, kolsuz, elsiz ve bu titreyen ruhların içinde ruhsuz bu elde gömülü saklı olmak, ne terslik var burada? Bilmiyorum, buradayım ben, tüm bildiğim bu, ve hala ben değilim o, işte düzenlemenin burada yapılması gerekiyor. Göze görünen bir beden yok, ölmenin olanağı da. Bırak tüm bunları, tüm bunları sözcüklerinin hangi anlama geldiğini hiç bilmeden, bırakmak istemek tüm bunları, çabuk söyledik, çabuk bitirdik, boşuna oldu, hiçbir şey kımıldamadı yerinden, kimse konuşmadı. Hiçbir şey olmayacak burada, hiç kimse gelmeyecek buraya uzun süre. Gidişler, öyküler, yarın hiç düşünülmedi. Ve sesler (nereden gelirse gelsinler) bir yaşamdan yoksun.

*******

Aniden, hayır, sonunda, en sonunda, katlanamadım daha fazla, sürdüremedim. Burada kalamazsınız, dedi biri. Orada kalamazdım ama sürdüremezdim de. Yeıi betimleyeceğim, önemi yok bunun. Dümdüz doruğu, bir dağın, hayır, bir tepenin, ama çok vahşi, çok vahşi, kes yeter. Bataklık, diz boyu fundalık, göze çarpmayan patikalar, yağmurların açtığı derin yarıklar. İşte bunlardan birinde uzannıış yatıyordum rüzgârdan korunarak. Manzara gözalıcıydı, bir de şu her şeyi, vadileri, gölleri, ovayı, denizi gölgeleyen sis olmasaydı. Nasıl sürdürecektim, başlamamam gerekiyordu, hayır, başlamam gerekiyordu. Neden geldiniz, dedi biri, belki aynı kişiydi. Sıcak ve kuru yuvamda kalabilirdim ama kalamamıştım. Evimi betimleyeceğim size, hayır, yapamam bunu. Çok kolay doğrusu, artık katlanamıyorum, insan böyle söylüyor işte. Bedenime, Haydi ayağa kalk, diyorum, harcadığı çabayı hissediyorum, yolun ortasında yığılıp kalan ve kalkmaya çabalayan, çabalamayı sürdüren, başaramayınca da çabalamaktan vazgeçen yaşlı bir beygire benzetiyorum onu. Kâfaya, Onu rahat bırak, rahat dur, diyorum, soluk alıp verişi duruyor, sonra eskisinden daha kötü biçimde başlıyor yeniden. Tüm bu hikâyelerden uzaktayım, hiç kafamı kurcalamamam gerekirdi onlarla, hiçbir şeye gereksinme duymuyorum, ne daha çok ilerlemeye, ne de bulunduğum yerde kalmaya, gerçekten de umursamıyorum tüm bunları, uzaklaşmalıydım onlardan, bedenimden de, kafamdan da, kendi aralarında uzlaşmaları için, son bulmaları için bıraksaydım onları, yapamıyorum, benim son bulmam gerekiyor. Ya evet, sanki birden çok kişiyiz biz, hepimiz sağırız, sağır bile değiliz, yaşam getirmiş bizi bir araya. Bir başkası, ya da aynısı, ya da ilki, Evinizde kalmanız gerekirdi, diyor, tümünün de aynı sesi, aynı düşünceleri var. Evimde. Evime dönmemi istiyorlar. Yaşadığım yere. Sis olmasa, keskin gözlerle, bir dürbünle, görebilirdim buradan. Yalnızca yorgunluk değil nedeni, yorgun değilim yalnızca, tırmanışa karşın. Burada kalmak istemem gibi de bir nedenim yok. İşitmiştim, manzaradan söz edildiğini işitmiş olmalıydım, uzaktaki deniz sanki kurşun dökülmüş gibiydi, altın ovalar dillerden düşmüyordu, çifte vadiler, buzul gölleri, dumanlara bürünen kent, hepsi yediden yetmişe ağızlardaydı. Aslında kim bu insanlar? Ardımdan mı geldiler buraya kadar, önümde miydiler, birlikte miydik yoksa? Yüzyılların, kötü havalı yüzyılların kazdığı çukurun dibindeyim, yavaş yavaş emilen sarı bulanık bir suyun üzerinde biriktiği kara toprağa uzanmışım yüzüstü. Yukarıda duruyorlar, çevrelemişler beni, mezara koyulmuşum sanki. Bakışlarımı kaldıramıyorum onlara, ne yazık, yüzlerini göremezdim, fundalıklara gömülü bacaklarım belki. Görüyorlar mı beni, neremi görüyorlar? Belki kimse kalmadı geride, belki usandı ve gitti tümü de. Kulak veriyorum, işittiğim hep aynı düşünceler, her zamankiler demek istiyorum, tuhaf şey. Lime lime gökyüzünden güneşin tüm vadide pırıl pırıl parladığını düşünmek. Ne kadar süredir buradayım, ne biçim soru bu, defalarca sordum kendime. Defalarca da verdim yanıtını, Bir saat, bir ay, bir yıl, yüz yıl, diye, burası, ben ve olmak kavramlarından anladığıma göre değişiyordu, olağanüstü yanıtlar da aramıyordum orada, pek değişmiyordum orada, biraz değişiyor gözüken burası yalnızca. Geleli çok zaman geçmedi, yoksa dayanamazdım, diyordum ya da. Kervançulluklarını duyuyorum, gün bitimini imliyor bu, gecenin oluşunu, kervançullukları böyle çünkü, bütün gün suskun kalıp, karanlık basarken bağırıyorlar, bu yabanıl ve benimle karşılaştırıldığında kısa ömürlü yaratıklar böyle işte. Çok iyi bildiğim şu yanıtlanamayan öteki soru, Neden geldiniz, sorusuna da, Değişmek için, ya da, Ben değilim, ya da, Rastlantıyla, ya da Güneşli uzun yıllar görmek için, ya da, Yazgı, diye yanıt veriyordum, duyumsuyorum geldiğini başka bir sorunun, gelsin, hazırlıksız yakalanmayacağım nasılsa. Her yanımı gürültü sarmış, ağzına kadar dolu bataklığın emip duruşu sürekli, dalgalanan dev eğreltiotları, dingin uçurumlar barındıran fundalıklarda boğulan rüzgâr; yaşamım ve bildik nakaratları. Görmek için, değişmek için, hayır, görecek bir şey kalmadı, gözlerim kızarana kadar, gördüm her şeyi, kötülükten kaçma olanağı da kalmadı, kötülük yapıldı, kötülük yapılmıştı bir gün, kendi yoluna gidecek olan, kendi yoluna gitmelerine izin verdiğim ve beni buraya sürükleyen ayaklarım beni dışarı sürüklediği gün yapılmıştı, işte bunun için geldim. Yaptığım şey, çok önemli olan şey, soluk alıp verip, dumandanmış izlenimi veren sözcükleri yinelemek kendime, Gidemem, kalamam, ne olacak şimdi. Ya duyumsal olarak? Tanrım, yakınmaya hakkım yok, evet o ta kendisi, yalnızca kar altına gömülmüş gibi boğuk çıkıyor sesi, sıcaklığını biraz yitirmiş gibi, uykusunu biraz yitirmiş gibi, iyice ,izleyebiliyorum onları, tüm sesleri, tüm bölümleri, oldukça iyi izleyebiliyorum, soğuk sarıyor her yanımı, ıslaklık da, en azından ben öyle sanıyorum, uzaktayım. Romatizmama gelince, düşünmüyorum artık onu, annem sağlığında romatizma çekerken nasıl bu acı vermediyse bana; şimdi benimki de vermiyor. Akbabayı anımsatan bu yabanıl yüzdeki dirençli ve sabit bakışlar, akbabaların günü belki de bugün. Yukarıdayım ben, aşağıdayım da aynı zamanda, bakışlarım üzerimde, yere uzanmışım, gözlerim yumulu, kulağım emip duran bataklığa yapışık, aynı düşüncedeyiz, hepimiz aynı düşüncedeyiz, eskiden de öyleydi, hep öyleydi, seviyoruz birbirimizi, acıyoruz birbirimize, ama bir de şu var, hiçbir şey gelmiyor elimizden birbirimiz için. En azından bir şey kesinlik kazanmış durumda, bir saat içinde her şey için çok geç olacak, yarım saat içinde, gece olacak, ama henüz olmadı, kesin değil bu, kesin olmayan ne, saltık bir kesinlik bu, günün izin verdiğini gecenin engellemesi yani, bununla uğraşmasını bilenlere, bununla uğraşmak isteyenlere, yeterince gücü olanlara, yeniden denemek için gücü olanlara. Evet, gece olacak, sis dağılacak, tüm dalgınlığıma karşın tanıyorum sisimi, rüzgâr sakinleşecek ve gece göğü bana yolumda bir kez daha kılavuzluk eden Büyük ve Küçük Ayı Takımyıldızı da içinde olmak üzere tüm ışıklarıyla açılacak dağın üzerinde, hadi bekleyelim geceyi. Her şey karışıyor birbirine, zamanlar, zaman kipleri karışıyor birbirine, başlangıçta burada bulunuyordum yalnızca, şu anda hâlâ buradayım, birazdan artık bulunmayacağım burada, yamacın ya da korunun sınırındaki eğreltiotlarının arasında ter döküyor olacağım, karaçamlar, anlamaya çalışmıyorum, bir daha asla anlamaya çalışmayacâğım, böyle diyor insan, şimdilik buradayım, hep buradaydım, hep burada olacağım, artık korkmuyorum büyük sözcüklerden, büyük değil onlar. Gelişimi anımsamıyorum, asla gidemeyeceğim buradan, bana eşlik eden küçük topluluğum, gözlerim yumulu ve yanağıma değen kara toprağın nemini ve katılığını duyumsuyorum, şapkam düştü, uzağa düşmedi ya da rüzgâr sürükledi onu uzağa, boynuma bağlamıştım onu. Bazen deniz, bazen dağlardı, çoğu kez de ormandı, kentti, ovaydı da, evet ovalarda da düşüp kalktım, dört bir yanda açlığın, yaşlılığın eline, ölüme bıraktım kendimi, cinayete kurban gittim, boğuldum, sonra hiç nedensiz can sıkıntısından öldüm, son soluğumu verirken sanki yeni bir yaşam yeşerdi içimde, canlandım, sonra odalarda doğal ölümlerle yüz yüze geldim, yatağıma uzanıp, ev içi tanrılarının gazabına uğradım, hep aynı öyküleri, aynı sözleri, aynı soruları, aynı bilgisizliğin sınırlarındaydım, beddua dökülmedi dudaklarımdan, o kadar da aptal değildim, ya da çıktı da anımsamıyorum bunu. Evet, beni yatıştırması için, bana eşlik etmesi için, sonuna kadar, hep fısıltıylaydı, kulaklarımı açıyordum iyice, eski öyküler için kulaklarımı açıyordum iyice, aynen babamın beni dizlerine oturtup da, bir fener bekçisinin oğlu olan Joe Breem miydi, Breen miydi, birinin öyküsünü, tüm kış boyunca, art arda her akşam okurken yaptığım gibi. Bir öyküydü, bir çocuk öyküsüydü, her şey fırtınada; bir kayanın üzerinde olup bitiyordu, anne ölmüştü, martılar gelip fenere çarpıyorlardı, Joe dişlerinin arasında bir bıçak, denize atlıyordu, yalnızca bunu anımsıyorum, yapması gerekeni yapıyor ve geri dönüyordu, tüm anımsadığım bu akşam, mutlu bir sonla bitiyordu, kötü başlıyor, iyi bitiyordu, her akşam, bir oyundu bu, çocuklar için. Evet, babamdım ben ve çocuğumdum, kendime sorular sordum, elimden geldiğince yanıtladım bunları, art arda her akşam anlattırdım kendime, ezbere bildiğim ama bir türlü inanamadığım bu aynı eski öyküyü, ya da el ele, hiç konuşmadan, kendi dünyalarımıza gömülmüş, her birimiz kendi dünyasına gömülmüş, eller birbirinin içinde unutulmuş yürüdük. İşte şu ana kadar böyle dayanabildim. Bu akşam da işler yolunda görünüyor, kollarımın arasındayım ben, kendimi kollarımın arasında, büyük bir sevgiyle olma sa da bağlılıkla, evet bağlılıkla tutuyorum: Uyu şimdi, şu uzaktaki lambanın altındaki gibi, birbirine sarılmış, bu kadar çok konuşmaktan, bu kadar çok dinlemekten, bu kadar çabalamaktan ve oynamaktan yorgun düşmüş.

16 Mar 2011

Düşüngü



Hepsinin gelmesini bekleme;
Bir kişi gelmeyecek.

Sen alışmayasın diye,
Korkmayasın diye,
Düşünesin diye...

Kendine yetmen için..
Herkesin kendinden kaçacağı yerlerde
Sen kaçmayasın diye.

Gelenler gitmeyecekmiş gibi..
Doğumlarda ölümlerde
Duyasın diye.

Bildiğini bildirmek için
Bilmeme'yi öğrenmelisin.
Tam kalasın diye.

Hepsinin gelmesini bekleme,
Sen var olasın diye.
Bir kişi gelmeyecek,
Sen, bir olasın diye.




.

Ben hayatta kendi durumumu dikkatle saptadım. Ne fazla mutluluğa, ne de fazla acıya yer bırakıyorum...



"Bana acımakla vakit kaybetme Montjean. Ben hayatta kendi durumumu dikkatle saptadım. Ne fazla mutluluğa, ne de fazla acıya yer bırakıyorum.

Kendime güvenli ve kararlı bir yüzeysellik edindim. Zevklerim var ama iştahlarım yok. Gülüyorum ama pek seyrek gülümsüyorum. Beklentilerim var ama umutlarım yok. Esprilerim var ama mizahım yok. Çok atağım ama hiç cesaretim yok. Açık sözlüyüm ama içtenliğim yok.

Çekiciliği güzelliğe tercih ederim. Güzel kurulmuş bir cümle bence anlamlı bir cümleden daha iyidir. Her şeyde yapaylığı seçerim.. Belki bazıları beni kendime acımakla bile suçlayabilirler.

Ne olursa olsun, senin beni ziyan ediyorsun diye suçladığın hayat, zaten o kadar değerli bir şey değil. Kumar oynuyorsam bile bozuk parayla oynuyorum sayılır..."


Rodney Whitaker
"Trevanian"

Mutlu Kedi


Bu hikaye, 27 Mayis'tan önceki Sikiyönetim günlerinde yazilmıstir.
 
Dün, çok ünlü bir kadin sanatçimizin seramik sergisindeydik. Serginin açilisiydi. Hep tanislar oraya gelmis. Simsicak bir hava. Sözler sarmas dolas. Özden bir kaynasma içinde konusurken yine çok ünlü bir baska kadin sanatçimiz,

— Çocuklar, dün gece bir rüya gördüm, dedi. Bir sair,

— Korkulu rüya mi? diye sordu.

— Bilmem, içinizde rüya yorumliyacak var mi? Rüyasini anlatmaya basladi:

— Böyle bir kalabalik... Insanlar kendi yollarinda, kendi islerinde gidip geliyorlar. Bildiginiz sokaklardan biri iste... Ben de oradayim, bir yere gidiyorum. Birden kalabaliktan biri bagirdi:

«Been!...»

Herkes sesin geldlgi yana döndü. «Ben» diye bagiran adam, bu kez «Simdi herkes oldugu yerde dursun!...» dedi.

Hepimiz durduk.

Kadin sanatçinin rüyasini dinliyenlerden bir heykelci,

— Neden durdunuz? diye sordu. Kadin sanatçi,

— Ne bileyim ben, dedi, durduk iste!... Herkes durdu, ben de durdum... Canim rüya degil mi bu, durdum iste. Sonra o adam «Herkes bulundugu yerde kendi çevresinde tebesirle bir daire çizecek!» diye bagirdi. Rüya bu ya, herkesin elinde birden tebesirler oluverdi. O tebesirlerle, herkes yere birer daire çizdi. Kalabaliktan kimisi «Bizim tebesirimiz yok» dediler. Bunun üzerine o adam «Tebesiri olmiyanlar kalemleriyle kendilerine daire çizecekler!» diye bagirdi. Kimisi kursun, kimisi dolmakalemlerini çikardi. Kaldirim taslarinin üzerine, kendileri merkez olmak üzere birer daire çizdiler. Ben de arandim, ceplerime, çantama baktim; ne tebesir var, ne kalem... Terslik, yanima kalem almamisim. Beni bir korkudur aldi. Tirtir titriyorum. Benim gibi kalemsiz olan baskalari da varmis. Onlardan bikaçi «Bizim kalemimiz de yok!» diye seslendiler. O adam «Kalemi olmiyanlar, parmaklariyle havada bir daire çizecekler!» diye bagirdi. Ben de topuklarimin üstünde dönerek, elimle havaya bir daire çizdim.

Kadin sanatçinin rüyasini dinliyenlerden bir hikayeci,

— Neden daire çiziyorsunuz? diye sordu. Kadin sanatçi,

— Nedeni var mi bunun, dedi, rüya bu; rüyanin nedeni, niçini olur mu? Rüya iste... Bir aktör söze karisti:

— Rüyanin mantigi olmaz!

Bunun üzerine rüyada mantik olur mu, olmaz mi, diye aramizda bir tartisma basladi. Sonunda, rüyada mantik aranmiyacagi yargisina varildi.

Kadin sanatçi rüyasini anlatmaya devam etti:

— Herkes kendisine bir daire çizdikten sonra o adam, «simdi herkes, kendi dairesinin içinde du-racak. Hiçkimse, kendisine çizdigi dairenin disina çikmiyacak!» diye bagirdi. Hepimiz, dairelerimizin içinde kalakaldik öylece, oldugumuz yerde beklesiyoruz.

Sair, :

— Daireden disari çikamiyor musunuz? dedi. Kadin sanatçi,

— Çikamiyoruz... dedi.

— Neden?

—E, yasak!... Nasil çikalim, dairenin disina çikmak yasak... Yasak var, anlamiyor musun? Hikayeci,

— Neden? diye sordu.

— Rüya bu canim... Rüyanin nedeni olur mu? Sonra... Biz, dairelerimizin içinde duruyoruz. Hikayeci,

— Iyi ama, sizin daireniz yok ki... dedi. Kadin sanatçi,

— Parmagimla havaya çizdim ya, dedi, bosluga çizdigim daire var.


— Havaya... Çizgi görünmüyor ki... Simrlari belli degil.

— Olsun. Ben kararlamadan çizdigim daireyi biliyorum. Hepimiz dairelerimizin içinde bekliyo-ruz. Canim sikilmaya basladi. Ah, nasil etsem de disari çiksam diye düsünüp duruyorum...

— Peki, neden çikmiyorsunuz?

—Kimse çikmiyor ki, ben çikayim...

— Niçin?

— Aman... Rüya diyorum size, rüyada bu...

— Evet?

— Ah, bir su dairenin disina çiksam, diye can atiyorum. Birara, bosluga parmagimla çizdigim daireyi siler, disari çikarim, diye düsündüm. Elimi uzattim. Elimin ayasi ile bosluktaki çizgiyi silecekken o adam yine bagirdi: «Hiçkimse çizgisini silmiyecek!» Kaldim mi çizginin içinde... Ne olacak simdi?

Aktör,

— Siz, o daireyi bastan çizmiyecektiniz, dedi. Kadin sanatçi,

— Dogru, dedi, bastan çizmiyecektim. Ama bikez çizmis bulundum, kendi çizdigim dairenin içinde kapali kaldim. Çevremdekilere bakiyorum; onlar da benim gibi, disari çikmak için kivranip duruyorlar. Sagimdaki dairede bir kötürüm var. «Ben» dedi, «yirmi yildan beri kötürümüm. Yirmi yildir oturdugum yerde kimildamadim. Ama simdi içimde dayanilmaz bir disari çikma istegi duyuyorum.» Kötürüme «Ama sizin bacaklariniz tutmuyor, nasil yü-rürsünüz?» diye sordum. «Yürürüm, kosarim bile... Kendi çizdigim dairenin içine kapandigimdanberi bana öyle geliyor. Daireden disari çikmak yasak olmasaydi simdi kosardim saniyorum.»

Solumdaki dairede duran adam «Ah, su daireleri silmemize bir izin çiksa da kurtulsak...» dedi.

Arkamda bir kadin yerde yatiyordu. Dikkatle baktim; kadin cansiz. Cansiz ama konusuyor. Rü-ya degil mi, ölü bile konusuyor. «Ah, su çizgiler bir silinse de biraz gezsem, dolassam» diyor. «Siz ölüsünüz, nasil gezersiniz?» diye sordum. «öldügümdenberi hiç gezmek istegi duymamistim» dedi, «ama bu daireyi çizip de disina çikmak yasak edildigindenberi, içimde gezip dolasmak istegi canlandi. Dairemde kapali kalmasaydim, siz canlilar gibi, yürüyebilecek-misim saniyorum.»

Onümde bir delikanli vardi. Zavalli inmeliydi. 0 da «Ah, birisi çiksa da, su çizgiyi silse, beni bu daireden kurtarsa...» diyordu. «Siz inmelisiniz. Parmaginizi oynatamazsiniz ki kendinize daire çizebilesiniz. Sizin daireniz yok.» dedim.

Inmeli delikanli «Evet, elimle çizmedim ama, kafamdan havaya bir daire çizdim. Simdi tasarla-digim o dairenin içinde kaldim. Disari çikamiyorum» dedi.

Hepimiz kendimize çizdigimiz, yada tasarladigimiz dairelerin içinde kalmistik, dairelerimizden disariya çikamiyorduk. Böyle beklesip dururken yer yer «Birisi gelse de, su çizgileri silse» diye miriltilar basladi. Bu tektük sesler gittikçe yayilmaya basladi: «Biri çiksa da, bizi kurtarsa...», «Biri kurtarsa bizi...», «Bir kurtarici yok mu?», «Çizgimizi silecek birisi çiksa...»

Herkes böyle söyliiyordu. Ben de onlar gibi söylenmeye basladim. Biz böyle söylenirken yavas yavas karanlik basti, gece oldu. Deli olacagim, bitürlü disari çikamiyorum. Ter bosaniyor her ye-rimden. Hiçkimse kendi dairesinin disina çikamiyor.

Derken bir ses duyduk: «Birisi çiksa, ben de çikarim... Birisi çiksa dairesinden, ben de çika-rim...»

Ben de «Dogru, birisi çiksa, ben de çikarim» dedim. Herkes böyle söylenmeye basladi: «O birisi her kimse, çiksa, ben de çikarim.»

Sonra bagrismalar duyuldu: «Birisi yok mu, birisi?...» «Hani, birisi nerede?», «O birisi her

kimse çiksin?.», «Birisi kim?»

Bitürlü o «birisi» her kim ise, «Ben birisiyim!» diyemedi.

Iyice gece oldu. Karanlik bastirdi. Hepimiz kendi çizdigimiz, tasarladigimiz dairelerde kapali-yiz.

O sirada, bir kedi dolasmaya basladi. Karanligin içinde kendinin iki gözü, iki alev damlasi gibi parliyor. Kedi boyuna geziyor. Asagi-yukari gidip geliyor. Kimsenin ona kanstigi yok. Dairelerin disinda, aralarinda geziniyor. Kediye baktim, basbayagi kedi iste... Cani nereyi isterse, oraya gidiyordu. Arada bir durup yalaniyor, sonra yine dolasiyordu. Bir derin özlem duydum, içimden, «Ah, ben de bir kedi olsaydim.. Kediler ne mutlu yaratiklar...» dedim.

Öbürleri de kedinin bu özgürlügüne, bagimsizligina imrenip «Ah, kedi olsaydik, kedi olsaydik...» demeye basladilar. Bize inat yapar gibi, bos, bombos gecenin içinde kedi, gezinip durdu. O sikintiyla uyandim. Ter içinde kalmistim.

Rüyasını anlattiktan sonra, kadin sanatçi,

— Simdi bu rüyayi yorumliyacak var mi? diye sordu.

Oradakilerden hiçbiri bu rüyayi yorumlamaya yanasmadi. Yalniz bir yazar,

— Insanlar, insanca davranisi beceremezlerse, kedilerin mutluluguna bile özenirler, diye bil-giçlik tasladi.

Sonra da kadin sanatçiya,

— Ben bu sizin rüyanizi yazacagim, diye ekledi.

Kadin sanatçi,

— Niçin yazacaksiniz? diye sordu. Hikayeci söyle dedi:

— Belki bu sizin rüyanizi okuyanlardan birisi, dairesinin disina kendini atar da, «Birisi» disari çikinca, öbürleri de belki kendilerine çizdikleri dairelerinden çikarlar...

14 Mar 2011

"Hayatımı böyle, zamanın içinde havada dondurulmuş, iniş durumunda asılı kalmış gibi mi geçirdim?



Puslanmış bir geçmişle, olmayan bir geleceğin arasındaki bu tedirgin bekleyiş yaşamımızın şimdiki hali.

"İnsan, oluşturduğu kimliğin değersizliği kendi gözünde ortaya çıktığında yıkılabilir."

"Beni kabullenişi ve acıma ortak oluşundan ötürü sevdim onu. Yanında, huzursuzluk ve korkularımdan kurtuldum, bencillikten, tutkularımdan vazgeçmeye çalıştım, seyirlik pencerelerin önünde durmayı öğrendim ve beklenebilir ve beklenmedik durumlardan uzak kaldım. Sevecenliğiyle, bocalayıp duranduygusal yaşamımı dengede tuttu çok uzun zaman ve şimdilerde bana tenin geçiciliğini hatırlatıyor.

Güçlükle kurulmuş dengelerin pek de sağlam olmadığını, en ufak sarsıntıda yıkılıp gidebileceğini de onunla öğrendim sonunda. Kapanan kapıların sesi kulaklarımda çınlıyor şimdi, ama yine de yatağımda kimsenin olmayışından eksiklik duymuyorum."

"Benim için aşk; beden, ruh ve kültürel birikimin karşılıklı etkileşiminden doğan bir aşırılık hali."

"Bedenimi birine açmak için, ruhuma uygun enlem ve boylamı yakalayabilmem gerekiyor."

"Ona, beni bir erkeğin bir kadına getireceği acı ve çözümsüzlüklerden tümüyle korumakta olduğu için minnet duymuyor muydum?"

"Hayatımı böyle, zamanın içinde havada dondurulmuş, iniş durumunda asılı kalmış gibi mi geçirdim?

Ne uçsuz bucaksız bir çöl, ne yaman kuraklık!"

"Onu tanıdığım dönemde, yırtıcı bir tutku yerine arkadaşlığa, anlaşılmaya ihtiyacım vardı. Bu sınırlı, mantıklı birliktelik baştan beri tatlı ve onarıcıydı benim için ve kuşkusuz cinsellikten yoksun değildi. Daha çok gerekirliğin egemen olduğu, incelik ve dengeye dayalı bir cinsellik."

"Tenin tene dokunuşunda öyle ince, öyle anlaşılmaz bir gizem vardır ki bazen yabancılığın bütün engellerini yok eder bazen de sınırlar bir türlü aşılamaz."

"Aşkın coşku verici, yırtıcı ama geçici oluşuyla, sevginin heyecan ve tutkudan arınmışlığı arasında bir orta yol bulunmuyor ne yazık ki."

"Bir kadın nasıl olur da bu kadar uzun süre yüreğini taşlaştırabilir. Böyle bir ayazda nasıl yaşar!"

"İnsanın acı çekmeyi göze alabilmesi için gerçekten aşık olması gerekir.

İnci Aral
Taş ve Ten

Ne kadar derinlere dalsan da bulamayacağın bir şeyi, hiç ulaşamayacağın dipleri aramak...



Bir kuyuda unutulmuştum. Çoktan ölmüş olmalıydım. Üzerime yığılı taşlardan bir kilise korosu yankılanıyordu. Gökyüzünün gölgesi soluyabileceğim havayı sıvılaştırıyor, günün ilk saatlerini eziyordu. Uzaklarda, bir kadın idam ediliyordu.

Güneş doğarken, henüz tam aydınlanmamış gri denize bir kova kan döküldü, peşi sıra sahipsiz, çıplak bir ceset yavaşça suya bırakıldı. Elimdeki bataklık orkidesini sıkarak sarı bir sütte boğuldum.

Bedenini yok etmek ve yeniden yaratmak. Yitirdiklerini yeniden yitirmek. Unutmak. Müzikte yok olmak. Korkuyla terlemek, düşünmekten vazgeçmek, bir an bile gözünü ayıramadan, sabit bakışlarla duvarlara bakmak, artık geri gelmeyen bir ezgiyi boş yere beklemek.

Bedenini parçalara ayırmaya devam etmek. Hiçbir şey ummamak, hiçbir şey beklememek. Bir taş, bir ağaç, bir toz zerresi olmayı öğrenmek. Acıyı kaslarında, karnında duyumsamak, dünyayı rahminde taşımak. Kırılan tırnaklarla çizmek. Kendi ellerinle konuşmak. Ölmek. Olmak.

Bir ağacın köklerinden başlayıp doğan güneşe doğru bir yolculuk yapmak ve var oluşunun gerçek öyküsünü bir ağaçtan dinlemek.

Çünkü kendimi arıyorum, kendi öykülerimi. Tahta sandalyenin üzerine asılı kementte, iki bin yaşındaki zeytin ağacının boğumlarında, uğursuzluktan korunmak için kulübenin kapısına diri diri çivilenmiş baykuşun son bakışlarında, ormanın derinliklerinden öldürülmek için çıkıp gelen ceylanda, avcıdan kaçan yaralı hayvanda yarısı parçalanmış gövdesini güçlükle sürükleyen bir tilki. Giderek korkunçlaşan imgelerde, parçalanarak çoğalan tek öyküde. Yaşamın sesinin zayıfladığı öykülerde.

Bu gece göğsünden siyah kan sızan bir kadınım. Daireyi kesen Ay-Kadın.
Tabut çivileriyle mıhlandığım bir yoldayım bu gece. Parçalanarak, kırarak, dağıtarak, yok ederek, küçük hayvancıkların ve midye kabuklarının üzerine basarak yürüyorum; adımlarım vahşi bir ritimde; sadece benim görüntümü yansıtan uzaklardaki bir aynaya doğru.

Daha karanlığa ve daha derinlere, bedenin diplerinde saklı ölüme doğru. Bir ormanın kalbine yaklaşır gibi sessizlik artıyor, artıyor. Eski bir yolculuğun izlerinde kayboluyorum.

Köşeye sıkıştırılan hayatın çığlığını duyar ve alayla gülümser ölüm. O herkese farklı bir yüzünü gösterir ve yüzü maske gözleri kadar sır doludur.

Gözlerimi karanlığa açtığımda onu hatırladım. Onun bakışsız heykel gözlerini. Boşluk olmayı, yalnızca boşluk olmayı reddetseydi, tek bir an için gözleri bir bakış kazansaydı, giderek küçülen gözbebeklerinde kendi imgemi görebilseydim, hiçliğin yankısı yerine bir tını duyabilseydim.

Kendinin Medea'sı olmak. Bedenini parçalamak, göğüslerini kesip açmak, gizledikleri acıyı çekip çıkarmak. Sahipsiz gözlere sunmak, bir avuntu bekleyemeden. Yüzünü maskesiz ve çırılçıplak gösterecek aynalar, kanından aynalar yaratmak.

Ne kadar derinlere dalsan da bulamayacağın bir şeyi, hiç ulaşamayacağın dipleri aramak. Çirkin bir maskeyi yüzün sanmak. Her kopuşta parçalanmak. Bir parçanı geride bırakmak, her ayrılışta, her unutuşta. Sonra izlerinden, o çürümeye başlamış uzuvlarından ve kan pıhtılarından ve korkunç öykülerinden kendini yeniden kurmaya çalışmak. Geriye doğru yaşayan büyücü gibi ölümünü yaşamından önce öğrenmek. Hiçliğe feda olmak. Kendini bulmak ve yeniden yitirmek.

Hayatın rasgele öfkesine karşı durabilen tek güzellikti. Neydi o benim için? Hiç gidemeyeceğim bir sekoya ormanı. Dudaklarda donup kalan bir gülümseyiş, söylenmek istenmiş de bir türlü söylenememiş, gırtlakta takılıp kalmış bir söz, postaya verilmemiş bir mektup. Görülemeyen kentler, doruklarına çıkılamayan dağlar, sırları keşfedilemeyen ormanlar.

Hiç gidemeyeceğim bir okyanus. Başlamamış ilişkilerin acısı. Sonu getirilemeyen cümleler.

İnsan karanlık, dipsiz bir kuyudur. Acısının derinliklerinde boğulur.

Kendimi buldum ve yeniden yitirdim; sabah olmadan unutulan düşlerde, dalgaların sildiği kuma çizilmiş resimlerde, yaraların sessizce kabuk bağlayışında iyileşirken, yakılan kuru yapraklarda, çiçeklerin güneş batarken kendi içine kapanışında.

Acıyla bağırırken şarkısı dinlenen bir güvercin oldum, yaralı gövdesindeki kurşunun anlamını çözmeye çalışan bir kurt, bir sekoya ağacı. Sekoyalar, sekoyalar, sekoyalar...




Aynanın Dibine Yolculuk/İmgeler

Kalbimi çalıp götürebileceğini, üstelik benim, buna aldırmayacak kadar zengin olduğumu nereden çıkarıyorsun?



"Depresyonda veriler, yıllar boyunca, yüreğinizde ve aklınızda yavaş yavaş birikir ve sisteminizde yaşamı giderek daha da çekilmez kılan, tümüyle olumsuz bir bilgisayar programı şekillenir.

Ama siz bu gelişmeleri bunların bir şekilde normal olduğunu, büyümekle, sekiz yaşına veya oniki veya onbeş yaşına girmekle ilgili şeyler olduğunu sanırsınız ve bir gün bütün yaşamınızın dayanılmaz, yaşamaya değimez ve korkunç olduğunu, insanlığın bembeyaz tarihinde kara bir leke oluşturduğunu farkedersiniz. Bir sabah, yaşamaktan korkarak uyanırsınız."


"Şiddetli bir depresyon geçiren birine, dönüşüm noktasını belirleyebilmek için, bu duruma nasıl geldiğini sorduğunuz zaman, bunu asla bilememesi en korkutucu şeydir. 'Güneş de Doğar' da klasik bir an vardır, biri Mike Campell'e nasıl iflas ettiğini sorar, o ise yalnızca şu cevabı verebilir:'Yavaş yavaş ve sonra birdenbire'. Biri aklımı nasıl yitirdiğimi sorduğu zaman ben de ancak bunu söyleyebilirim."



"Böylesine özgüvenli, yeteneklerinden hiç kuşku duymayan, kendinden adamakıllı emin bir yaşamı anımsamak şimdi benim için çok güç. Yaşama gücüyle dolu bütün o enerjim nasıl oldu da ölüm isteğine dönüştü? Çok gelişmiş süper-egom kovalar dolusu o pis id akıntısında ne çabuk yok oldu?"



"Beni sevdiği için yaptıklarını -insanların sevgi gibi bir şey yüzünden birbirlerine çektirdiklerini- düşünüyorum da. Dünyanın bütün acılarına bedel. Berbat bir hayat yaşamak için nefrete bile gerek yok."


Richard Bausch / Mr.Field's Daughter



"Özlem benim için sadece bir ruh halidir. Her zaman birini veya bir yeri veya bir şeyi özlerim. Her zaman hayali bir yere dönmeye çalışırım. Hayatım uzun süren bir özlem olmuştur."


"Hiçlikten nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmem
Bir hiç yüzünden uykularım kaçar
Bir hiç yüzünden yatakta dönüp dururum
Bir hiç yüzünden büyük kavgalar kopabilir."


Edie Brickell / Nothing


"Kalbimi çalıp götürebileceğini, üstelik benim, buna aldırmayacak kadar zengin olduğumu nereden çıkarıyorsun?"


"Bazen alnımda bir 'DİKKAT KIRILABİLİR' işareti yapışık olarak ortalıkta dolaşmak istiyorum. Bazen insanlara, kuralsız bir dünyada, yasaları olmayan bir hayat yaşasam da, bunun ertesi sabah üzülmeyeceğim anlamına gelmediğini anlatmanın bir yolu olsun istiyorum.

Bazen, insanların canları istediği zaman gelip gidebileceğini, gerçek zorunlulukların artık olmadığını söyleyen bu dünyanın suratına fırlatıp atabileceğim tek anlamlı protestonun bu olduğunu düşündüğüm için depresyona gömülmek zorunda kaldığıma inanıyorum. Duygusal ve siyasal ilişkilerde aldatma ve ihanet tabi ki yeni bir şey değil ama bir zamanlar birini incitmek kötü ve acımasız sayılırdı.

Şimdi işlerin normal seyri, büyümenin bir parçası oldu. Artık hiçbir şey şaşırtıcı değil. Babamın kendine fazla dert etmeden terk edebileceği bir çocuğu vardı; Çoğumuzun daha da kolaylıkla sona erdirebildiğimiz hamilelikleri oluyor.

Bir süre sonra herşey anlamını ve önemini yitiriyor. Biri baba olup nasıl sorumluluk almazsa aynı şekilde erkek arkadaş olup hiçbir şey yapmayabiliyor. Zamanla yaşamınızın bir parçası olup da uymaları gereken davranış kuralları olmayan insanların oluşturduğu upuzun listeye dost, ahbap, iş arkadaşını da ekleyebilirsiniz.

Zamanla herhangi bir şeye darılmak veya kızmak anlamsızlaşıyor, zaten ne bekliyordun ki? Toplumun çekirdek ünitesinin -ailenin- kolaylıkla gözden çıkarılabileceği bir dünyada herhangi başka bir şeyin ne anlamı olabilir ki?

Normal duygulardan yoksun bırakılmanın, beni duygusal bir yıkıntıya dönüştürmesindeki çekişkiyi düşündükçe tüylerim ürperiyor. Rus yazar Aleksander Kuprin'in dediği gibi: 'Beyler, gerçek dehşetin, artık hiçbir şeyin dehşet uyandırmamasında olduğunu anlamalısınız!'"



"Ben kendim cehennemim."

Robert Lowell / Skunk Hour




Elizabeth Wurtzel
Prozac Toplumu

Dizeye Düşen




Kovulmuşken hayatın bir yerinden
Yalnızken, umarsızken
Öfkeni dillendirecek bir eylem ararken kendine
Diyelim gecelerin o tekin olmayan serüveninde
Paranoya kıvamında ilişkiler yaşarken
İmtiyazsız karanlıkların suçlu zevklerine
Yasağın büyüsüne, hayatın ve gündüzün
Öte - yüzüne sığınırken
Ve intihar manifestosu gibiyken bütün duyarlıkların
Ansızın bir dize gelip takılır diline
Bir can simidi gibi en kurtarıcı keyfiyle
Bir zaman seninle kalır, yanıbaşında,
Zaman içersinde yer değiştiresin
Diye kendisiyle bir gönül erincini,
en düpedüz anlamıyla yaratmak eylemini
Yaşarsın bir dizenin dizlerinde
Sonra uzaklaşır senden,
Gözden kaybolur
Büyümüş, çoğalmış bir şiirin derinliklerinde
Ne senledir oysa, hep senledir oysa
Gecelerin ötesi dediğin şey
Kendin için yaşadığın sinema..

10 Mar 2011

Yolları Çatallanan Bahçe

İçinde hiç kimse yoktu onun; yüzünün (o günlerin kötü portrelerinde bile başka hiç kimseye benzemeyen yüzünün) ve bol bol sarf ettiği akla hayale sığmaz, fırtınalı sözcüklerin ardında yalnızca bir parça soğukluk ve başka hiç kimsenin görmediği bir düş vardı. Önceleri bütün insanların kendisine benzediğini sandı, ama içindeki boşluktan bir arkadaşına söz edecek olduğunda yanlışını fark etti ve o andan sonra başkalarından farklı olan kişinin, dış görünüşüyle herkese benzemesi gerektiğini anladı. 


Gün geldi, derdine kitaplarda çare bulacağını sandı, bunun için çağdaşlarının kullandığı kadar Latinceyle biraz da Grekçe öğrendi; sonra bir gün aradığının belki de insanoğlunun en belli başlı tapınma biçiminde bulunabileceğini düşündü ve uzun, sıcak bir haziran, öğleden sonrası, Anne Hathaway’ın kendisini baştan çıkarmasına izin verdi. Yirmi küsur yaşında Londra’ya gitti. Ötekiler ‘hiç kimse’ olduğunu fark etmesinler diye ‘başka birisiymiş gibi yapma’ alışkanlığını sezgisel olarak iyice geliştirmişti; Londra’da kaderin kendisi için hazırladığı mesleği buldu; sahnedekinin başka birisi olduğuna inanırmış gibi yapan bir insan topluluğunun önünde o başka biriymiş gibi yapan oyuncu’nun mesleğini… Sahnede yerine getirmesi gereken görevler ona büyük bir zevk verdi. 


Belki de yaşamında ilk tattığı zevk buydu: Ama rolünün son dizesi söylenip de son ceset de cehenneme sürüklenip götürüldüğünde, gerçek dışılığın nefret edilesi tadı gene dönüp geliyordu ağzına. Ferrex ya da Timurlenk olmaktan çıkıyor, gene o ‘hiç kimse’ oluyordu. Yakasını bir türlü bırakmayan bu lanetten kurtulmak için kendisi başka kahramanlar, başka acıklı masallar uydurmaya başladı. Böylece, bedeni Londra’nın meyhaneleriyle kerhanelerinde et olarak işlevini yerine getirirken,· onu zapt eden ruh, falcının kehanetine kulak asmayan Sezar, tarla kuşunun ötüşünü nefretle anan Juliet, aynı zamanda Kader Ulakları olan üç cadıyla ovada konuşan Macbeth oldu.




Hiç kimse onun kadar çok ve değişik kişiliğe bürünmemiştir; o Mısırlı Proteus gibi gerçekliğin bütün yüzlerini tüketti. Kimi kereler, çözülmeyeceğinden emin olarak, eserlerinin şurasına burasına itiraflar serpiştirdi; Richard, kendinde birden fazla kişinin barındığını söyler; İago, “Olduğum kişi değilim ben,” gibi garip sözler sarf eder. Varoluşun, rüya görmenin ve oyun oynamanın temelde aynı şeyler olması ona nice unutulmuş dizeler esinlemiştir.


Yirmi yıl boyunca. o denetimli sanrılarda diretti, sonra bir sabah kılıçtan geçirilen onca kral, ayrılan, kavuşan ve ahenkli sözlerle son nefeslerini veren onca acılı aşık olmanın can sıkıntısı ve dehşeti ansızın çöktü omuzlarına. Hemen o gün tiyatrosunu sattı. Bir hafta içinde doğduğu köye döndü; orada çocukluğunun ağaçlarıyla ırmaklarına yeniden kavuştu, onlarla Esin Perisi’nin pek sevdiği, mitolojik çağrışımları Latince adlarıyla dolduran öteki ağaçlar ve ırmaklar arasında hiçbir bağ kurmadı. Birisi olmak zorundaydı; zamanında yükünü tutmuş, artık sağa sola borç para vermekle, mahkemelerdeki davalarıyla, ufak çaplı tefecilikle uğraşan köşesine çekilmiş bir tiyatro müdürü oldu. Ondan bize kalan, içinde duygu’nun ne de edebiyat’ın izine rastlanmayan o kupkuru vasiyetnameyi de, bu rolü üstlenmişken yazdı işte. Arasıra, Londra’da ki dostları onu çekildiği köşede yoklamaya gelirler, o da onların hatırına şairliğini takınırdı.


Tarihler, ölmeden önce ya da sonra kendini Tanrı’nın huzurunda bulduğunu ve O’na şöyle dediğini yazar “Boşu boşuna onca kişi olan ben, tek ve kendim olmak istiyorum.” Tanrı’nın sesi bir girdaptan karşılık verdi ona: “Ben de tek kişi değilim; senin eserlerini düşlemen gibi, ben de dünyayı düşledim, Shakespeare kulum. Ve sen de düşümdeki suretlerden birisin; ve tıpkı benim gibi, hem herkes hem de hiç kimse olansın.”


***********


*-"Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen geçmeyen tek sözcük hangisidir?"
-Bir an düşündükten sonra cevap verdim”satranç sözcüğü”
-“Tam üstüne bastınız”dedi Albert”Yolları Çatallanan Bahçe konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece ya da mesel;bu çok gizli nedenden ötürü zaman sözcüğü geçmiyor.Bir sözcüğü hiç kullanmamak,onun yerine yetersiz benzetmeler ve dolambaçlı anlatım yollarına başvurmak onu vurgulamanın belki de en etkili yoludur”


**************
Zaman beni sürükleyen bir nehir,ama nehir benim;
Beni parçalayan bir kaplan,ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş,ama ateş benim.
Evren,ne yazık ki,gerçek;
Ben,ne yazık ki,Borges’im




Yıllar boyu,insanoğlu bir boşluğu imgelerle,illerle,krallıklarla,dağlarla,körfezlerle,
gemilerle,adalarla,balıklarla,odalarla,aletlerle,yıldızlarla,atlarla,insanlarla doldurur.Ölümünden az önce,usanmaz çizgi labirentinin kendi yüzünün imgesini oluşturduğunu anlar.


****************


*Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım.
***


Victoria Ocampo'ya


Liddell Hart'ın Birinci Dünya Savaşı Tarihi' nin 22. sayfasında, 24 Temmuz 1916 günü on üç İngiliz tümeni tarafından -1400 topçu desteğinde- Serre Montauban hattına karşı girişilmesi gereken saldırının 29'u sabahına ertelendiğini okuyacaksınız.


"Hiç kuşku yok ki, bu önemsiz gecikmeye sağanak halinde yağan yağmurlar neden olmuştur" diyor Yüzbaşı Liddell Hart.


Tsingtao'daki Hochschule'nin eski İngilizce profesörlerinden Dr. Yu Tsun tarafından yazdırılmış, gözden geçirilmiş ve imzalanmış aşağıdaki sayfalar, olaya hiç beklenmedik bir açıklık kazandırmaktadır.


Belgenin ilk sayfası kayıptır.


"...ve ahizeyi yerine koydum. Hemen ardından telefonda Almanca karşılık veren sesi tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden'in sesiydi bu. Madden'in Viktor Runeberg'in apartman katında olması dertlerimizin ve aynı zamanda -ama bana daha az önemli geliyordu ya da öyle gelmeliydi- onunla benim yaşamımızın da sonu demekti.
Runeberg ya tutuklanmış ya da öldürülmüş olmalıydı.(1)




(1)Dipnot: İğrenç ve tuhaf bir varsayım. Prusyalı casus Hans Rabener, nâm-ı diğer Viktor Runeberg, otomatiğini çektiği gibi tutuklama emrini getiren Yüzbaşı Richard Madden'e saldırmıştı. Madden ise kendini savunmak üzere Runeberg'i öldürücü biçimde yaralamıştı.


O gün güneş batmadan ben de aynı kaderi paylaşacaktım. Madden, son derece acımasızdı. Ya da belki öyle olmak zorundaydı. İngiltere'nin hizmetinde bir İrlandalı'nın, gevşeklik ve hattâ ihanetle suçlanan bir adam olarak böyle mucizevî bir fırsata dört elle sarılıp, duacı olması doğal değil miydi? Alman Reich'ın iki casusunun ortaya çıkarılması, tutuklanması ve hattâ belki de öldürülmeleri...


Odama çıktım; nedendir bilmem, kapıyı kilitledim ve kendimi sırtüstü dar demir karyolama attım. Pencereden tanıdık damları ve bulutların gölgelediği saat altı güneşini gördüm. Bu her türlü belirti ve simgeden yoksun günün, aman vermez ölümün yakama yapışacağı gün olması, bana inanılmaz bir şey gibi geliyordu. Ölmüş babama, Hai Feng'in simetrik bahçesinde geçen çocukluğuma karşın -şimdi?- ölüp gidecek miydim? Sonra, insanoğlunun başına gelen her şeyin, tam ama tastamam şimdi'de geçtiğini hatırladım. Yüzyıllar geçiyor ve yalnızca şimdiki zaman'da oluyor her şey; havada, yerin ve denizin üzerinde sayısız insan var, ama gerçekte, olup biten her olay bana oluyor...


Madden'in beygir suratını yüreğim daralarak hatırlayınca bu dalıp gitmelerim yarıda kaldı. Duyduğum nefretle dehşetin ortasında (hoş, Richard Madden'e hayatımın oyununu oynadığıma, boynum artık darağacının ilmiğini hasretle beklediğine göre, dehşetten sözetmenin de anlamı yok ya) o ateşli ve kuşkusuz şu anda mutlu Savaşçı'nın, Büyük Sırrın bende olduğunu bilmediği geldi aklıma; Amre ırmağı üzerindeki yeni İngiliz topçu cephaneliğinin bulunduğu yerin adı!


Bir kuş, külrengi gökyüzüne çizgi çekerek geçti, ben de onu zihnimde doğruca bir uçağa, uçağı da (Fransız göğü üzerinde) dikine bombalarla cephaneliği yokeden sayısız Fransız uçaklarından birine çevirdim. Bir kurşunla paramparça olmadan önce ağzım o gizli yerin adını ta Almanya'dan duyulacak biçimde haykırabilse...


İnsan bedenindeki ses yetersizdi. Nasıl yapmalı da, o adı Şefin kulağına ulaştırmalıydım? Ben ve Runeberg
hakkında, ikimizin de Staffordshire'de bulunduğundan başka bir şey bilmeyen ve Berlin'deki çıplak duvarlı bürosunda sonsuza dek gazeteleri gözden geçirerek boşuboşuna raporumuzu bekleyen o hasta, o nefret edilesi adamın kulağına?.. Yüksek sesle: kaçmalıyım, dedim. Sanki Madden şimdi pusuda bekliyormuş gibi, hiç gürültü çıkarmadan, sessiz hareket etme konusunda gereksiz bir özen göstererek yerimden doğruldum. Bir şey -belki de yalnızca, başvurabileceğim hiçbir çare olmadığını apaçık görmenin boşuna telâşı- beni ceplerimi yoklamaya yöneltti. Bulacağımı bildiğim şeyleri buldum. Amerikan işi cep saati, nikel zinciri,. dörtköşe demir para, üzerinde Runeberg'in dairesinin işe yaramaz -ama suç niteliği taşıyan--anahtarları bulunan anahtarlık, not defteri, hemen yoketmeye karar verdiğim (ama etmediğim) bir mektup, bir crown, iki şilin ve birkaç pençe, mavi - kırmızı yazan kalem, mendil, tek kurşunlu tabanca. Nedendir bilmem, tabancayı tutup, cesaret versin diye elimde şöyle bir tarttım.


Tabanca sesinin çok uzaklardan duyulabileceğini geçirdim aklımdan. On dakika içinde planım hazırdı. Mesajı ulaştırabilecek tek kişinin adı telefon rehberinde yazılıydı; trenle yarım saat çeken Fenton'ın bir banliyösünde oturuyordu.


Korkak bir adamım ben. Bunu şimdi, tehlikeli olduğunu kimsenin yadsıyamayacağı bir planı sona erdirdikten sonra söylüyorum. Biliyorum, yerine getirilmesi korkunç oldu. Almanya için yapmadım, hayır. Bana casus olma alçaklığını yükleyen o barbar ülkeye hiçbir sevgi beslemiyorum. Ayrıca, İngiltere'de benim için Goethe'den daha az büyük olmayan bir adam -alçakgönüllü bir adam- tanıdım. Onunla bir saat bile konuşmadım, ama o bir saat içinde Goethe'ydi o...


Şefin benim ırkımdan insanlardan -benim kimliğimde eriyip birbirine karışan sayısız atalarımdan- biraz ürktüğünü sezdiğim için yerine getirdim planımı. Sarı derili bir adamın ordularını kurtarabileceğini kanıtlamak istedim ona. Hem Yüzbaşı Madden'den da kaçmam gerekiyordu. Yumrukları her an kapıma inebilir, sesi her an kapıma dayanabilirdi. Gene gürültü etmeden giyindim, bir aynada vedalaştım kendi kendimle, merdivenlerden aşağı indim, sakin sokağı kolaçan ettim ve dışarı çıktım. İstasyon, evimden uzak değildi, ama bir taksiye binmenin daha akıllıca olacağını düşündüm. Böylelikle tanınma tehlikesinin daha azalacağını söyledim kendi kendime; işin doğrusu şu ki, ıssız sokakta kendimi çok daha gözönünde, çok daha tehlikede hissediyordum.


Taksi şoförüne ana giriş kapısının biraz uzağında durmasını söylediğimi hatırlıyorum. Özellikle, son derece ağır hareketlerle indim taksiden; Ashgrove köyüne gidiyordum, ama daha uzak bir istasyona bilet aldım. Tren birkaç dakika içinde, tam sekiz ellide hareket edecekti.


Koştum; bunu kaçırırsam bir sonraki tren ta dokuz buçuktaydı. Platformda kimsecikler yoktu. Ardarda vagonlardan geçtim; birkaç çiftçi, yas elbiseleri içinde bir kadın, büyük bir ilgiyle Tacitus Tarihi'ni okuyan genç bir çocuk, yaralı ama mutlu bir asker gördüğümü hatırlıyorum. Sonunda vagonlar öne doğru bir sarsıldı. Bir adam boşuboşuna platformun sonuna kadar koştu; onu tanıdım. Yüzbaşı Richard Madden'di bu. Aklım
başımdan gitmişti, tir tir titreyerek oturduğum koltuğun bir köşesine, lanet olası pencerenin iyice uzağına büzüldüm.


Bu müthiş korku giderek rezilce bir mutluluğa dönüştü. Düellonun artık başlamış olduğunu ve kırk dakika için de olsa, talihin yardımıyla da olsa, karşımdakinin saldırısını boşa çıkararak ilk hamleyi kazandığımı düşündüm.


Zaferlerin bu en sıradanının mutlak bir zaferin habercisi olduğunu söyledim kendi kendime; içimde hissettiğim korkakça mutluluğun, serüveni başarıyla sonuçlandırabilecek bir adam olduğumu kanıtladığını söyledim (bu öncekinden daha az yalan değildi). Bu zaaftan, beni hiç yarıyolda bırakmayan bir güç aldım. İnsanoğlunun günden güne daha büyük acımasızlıklara girişeceğini seziyorum; yakında savaşçılarla haydut çetelerinden başka bir şey kalmayacak; onlara bir öğüdüm var: Korkunç bir işe kalkışan kişi bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürülemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini kendine kabul ettirmeli. Bir ölünün gözleriyle, belki de yaşamının son günü olacak o günün bitişini, gecenin çöküşünü seyrederken bunları geçiriyordum aklımdan.


Tren dişbudak ağaçlarının arasından yavaşça ilerliyordu. Durdu, neredeyse tarlaların ortasındaydık. Kimse istasyonun adını bağırmadı.


"Ashgrove mu?" diye sordum platformdaki oğlanlara. "Ashgrove," dediler. İndim.


Platformu bir lâmba aydınlatıyordu, ama oğlanların yüzleri karanlıktaydı. Biri ona, "Dr. Stephan Albert'in evine mi gidiyorsunuz?" diye sordu.


Bir başkası, cevabımı beklemeden, "Ev buradan çok uzaktadır, ama şu soldaki yoldan gider; her dörtyol ağzında bir sola saparsanız kaybolmazsınız," dedi.


Onlara bir metelik (sonuncusunu) fırlattım, iki üç basamaklı taş merdivenden indim ve ıssız yoldan yürümeye koyuldum.


Yol, hafif bir eğimle yokuş aşağı gidiyordu. Toprak bir köy yoluydu; başımın üzerindeki dallar içice girmişti; alçak dolunay bana eşlik eder gibiydi. Bir an, Richard Madden'in bir biçimde umarsız planımı keşfettiği düşüncesine kapıldım. Sonra hemen ardından bunun imkânsız olduğunu anladım. Hep sola sapmam konusunda söylenenlerin kimi labirentlerin merkez noktasına varmak için başvurulan, çok bilinen bir yöntem olduğunu hatırladım.


Labirentlerden anlarım biraz; Yunnan valisi olan ve hem Hung Lu Meng'den bile daha çok kişili bir roman yazmak, hem de her içine girenin kaybolacağı bir labirent kurmak uğruna yeryüzündeki bütün yetkilerinden vazgeçen Ts'ui Pen' in torunu olmam boşuna değil. Büyükbabam, bu çok farklı uğraşlara on üç yılını vermiş, ama sonunda bir yabancı tarafından öldürülmüştü.


Romanı bölükpörçüktü, labirentiyse hiç kimse bulamamıştı. İngiltere'nin ağaçları altında yürürken o kayıp labirenti düşündüm. Gözlerden uzak bir dağ doruğunda el değmemiş ve kusursuz biçimiyle gözümün önüne getirdim onu; pirinç tarlalarıyla yeryüzünden silindiğini, sular altında kaldığını gözümün önüne getirdim; sonsuz bir labirentti, sekizgen tarhlar ve içice geçmiş, başladığı noktaya dönen yollardan değil, ırmaklar, iller ve krallıklardan kurulmuş sonsuz biçimiyle canlanıyordu gözümün önünde...


Bir labirentler labirentiydi düşündüğüm; geçmişle geleceği kuşatacak ve bir yolunu bulup yıldızları da içine alarak yılan gibi kıvrıla kıvrıla dünya yüzüne yayılacak bir labirent. Bu aldatıcı imgelere kapılıp kaderimin kaçaklık olduğunu unuttum. Belirsiz bir zaman dilimi içinde dünyayı soyut biçimiyle algılayan bir varlık olduğumu sanmıştım.


Her türlü yorgunluk olasılığını ortadan kaldıran inişli yol kadar, sanki usul usul soluk alıp veren kırlar, gökyüzündeki ay, günün son ışıkları da etkilemişti beni. Günün öğleden sonrası sanki dost, sanki sonsuzdu. Yol iniyor, iniyor ve artık birbirine karışan çayırlıklar arasında çatallanıyordu. O an farkettim; rüzgârın estiği yöne göre yaklaşıp uzaklaşan, sık yapraklarla aradaki uzaklığın hafiflettiği tiz, neredeyse gümüşsü tınılar taşıyan bir müzik geliyordu ileriden. İnsanın öteki insanların yaşamlarının belli anlarında onların düşmanı olabileceğini, ama bir ülkenin düşmanı olamayacağını düşündüm o an; ateşböceklerinin, sözcüklerin, bahçelerin, akarsuların, günbatımlarımn düşmanı olamayacağını...


Bunları düşünerek, yüksek, paslı bir bahçe kapısının önüne gelmiştim. Demir parmaklıkların arasından bir kavak korusuyla bir köşk seçiliyordu. Ansızın, birincisi önemsiz, ikincisiyse neredeyse inanılmaz iki şeyin farkına vardım.


Müzik köşkten geliyordu ve Çin müziğiydi. Demek ki bu yüzden hiç düşünmeden, hemen benimseyivermiştim müziği... Zil ya da çıngırak var mıydı, yoksa elimle kapıya vurup seslendim mi, hatırlamıyorum. Müziğin şıngırtıları sürüp gidiyordu.


Evin içinden, gerilerden bir lâmba yaklaştı; ağaçların bazan çizgilediği, bazan örtüp kararttığı bir lâmba, davul biçimli ve ay renginde kâğıttan bir lâmba. Uzun boylu bir adamın elindeydi. Işık gözümü aldığı için yüzünü göremedim.


Kapıyı açtı ve ana dilimde tane tane: "Görüyorum ki yüce gönüllü Hsi Peng yalnızlığımı paylaşmaya kararlı. Bahçeyi görmek istiyorsunuz herhalde?" dedi.


Elçilerimizden birinin adı olan bu adı tanıdım ve şaşırarak, "Bahçe mi?" dedim.


"Yolları çatallanan bahçe."


Belleğimde bir şeyler canlandı ve nasıl oldu bilmiyorum, hiç düşünmeden, "Atam Ts'ui Pen'in bahçesi," dedim.


"Atanız demek ki? Şanlı atanız... Girin içeri ye."


Islak patika, çocukluğumda gezdiğim patikalar gibi zikzaklar çiziyordu. Doğu'dan ve Batı'dan gelme kitaplarla dolu bir kütüphaneye girdik.


'Işıklı' Hanedanın üçüncü hükümdarı tarafından baskıya hazırlanan, ama hiçbir zaman basılmayan Yitik Ansiklopedi'nin sarı ipekle ciltlenmiş sıra sıra ciltlerini hemen tanıdım. Gramofonun tablasında dönen plağın yanında tunçtan bir anka kuşu vardı. Ayrıca famille rose üslûbunda bir vazo ve ustalarımızın Acem çömlekçilerinden örnek aldıkları mavi renkte, yüzyıllar öncesinden kalma bir başka vazo daha hatırlıyorum...


Stephan Albert beni gülümseyerek seyrediyordu. Dediğim gibi, çok uzun boylu, yüz çizgileri sert, gri sakallı bir adamdı. 'Sinolog olmayı aklıma koymadan önce', Tıyenşan'da misyonerlik yaptığını söyledi bana.


Oturduk. Ben uzun alçak bir divana oturdum, o da pencereye, büyük, yuvarlak bir saate sırtını verecek biçimde oturdu. Peşimdekinin, Richard Madden'in buraya bir saatten önce varamayacağını hesapladım kafamda.
Dönüşü olmayan kararım henüz bekleyebilirdi.


"Şu Ts'ui Pen'inki de şaşırtıcı bir talih," dedi Stephen Albert.


"Yerlisi olduğu ilin valisi, astronomi ve astroloji bilgini, yorulmak bilmez din kitapları yorumcusu, satranç oyuncusu, ünlü şair ve hat ustası -bütün bunlardan bir kitap ve labirent kurmak uğruna vazgeçmiş. Hem de zorbalığın, hem de adalet dağıtmanın, yatağındaki cariyelerin, şölenlerin, hattâ engin bilgisinin zevklerinden bile el etek çekmiş- hepsi de kendini on üç yıl Duru Yalnızlığın Köşkü'ne kapamak için. Öldüğünde, mirasçıları karmakarışık elyazmalarından başka bir şey bulamamışlar. Belki biliyorsunuzdur, ailesi bunları ateşe atmak istemiş; ama vasiyetnameyi yerine getirmekle yükümlü olan kişi -Tao'cu ya da Buda'cı bir keşiş- basılmaları gerektiğinde diretmiş."


"Biz Ts'ui Pen'in soyundan gelenler," diye karşılık verdim, "o keşişi hâlâ lanetle anıyoruz. Bunların basılmasında hiçbir anlam yoktu. Kitap karşıtlıklar içinde bir taslaklar yığını. Bir kere gözden geçirmiştim; kahraman, üçüncü bölümde ölüyor, dördüncü bölümde canlı. Ts'ui Pen'in öteki girişimine, labirente gelince..."


"İşte Ts'ui Pen'in labirenti," dedi Stephan Albert yüksek, lake boyalı bir yazı masasının üzerini işaret ederek.


"Fildişinden bir labirent!" diye bağırdım. "Mümkün olan en küçük labirent, öyle mi?"


"Simgelerden kurulu bir labirent," diye düzeltti.


"Göze görünmez bir zaman labirenti. Bu sırrın çözümü bana, barbar bir İngiliz'e lâyık görüldü. Aradan yüzyıldan uzun bir süre geçtiği için ayrıntıları yerli yerine oturtmak imkânsız; ama olup biteni kestirmek zor değil. Ts'ui Pen birdenbire, kitabı yazmaktan vazgeçiyorum demiş olmalı. Başka bir keresinde de; bir labirent kurmaktan vazgeçiyorum demiştir. Herkes bunların iki ayrı eser olduğunu sanıyordu; kitapla labirentin tek ve aynı şey olduğu hiç kimsenin aklına gelmemiş.


Duru Yalnızlığın Köşkü, belki de yolları son derece karmaşık bir bahçenin tam ortasında duruyordu; bu durum mirasçılara gerçek bir labirentin varlığını düşündürmüş olabilir. Ts'ui Pen öldü; sahibi olduğu o uçsuz bucaksız topraklarda yaşayan hiç kimse bir labirente rastlamadı; romandaki karışıklıkların bana labirentin romanın kendisi olduğunu düşündürdü. İki ipucu meselenin doğru çözümünü buldurdu bana.


Biri: Ts'ui Pen'in gerçek anlamıyla sonsuz bir labirent yaratacağı yolundaki garip söylenti. Ötekisi: ele geçirdiğim bir mektubun parçası."


Albert ayağa kalktı, bir an sırtını döndü; siyah ve altın renkli yazı masasının çekmecesini açtı. Benden yana döndüğünde elinde bir zamanlar kızıl renkli olan, ama artık pembeye dönmüş, tekrar tekrar katlanıp açılmaktan zar gibi incelmiş bir kâğıt tutuyordu. Ts'ui Pen hattat olarak haklı bir ün kazanmıştı.
Kendi kanımdan bir adamın minicik bir fırçayla yazdığı şu sözleri anlamadan, yutarcasına okudum:


Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum.


Tek söz söylemeden kâğıdı geri verdim. Albert sözlerini sürdürdü:


"Bu mektubu bulmadan önce, kendi kendime bir kitabın nasıl sonsuz olabileceğini sormuştum. Dönümlü, dairevî bir ciltten başka bir şey gelmedi aklıma. Son sayfası ilk sayfayla eş olan, dilediğince sürüp gitme olasılığını içeren bir kitap. 1001 Gece Masalları'nın tam ortasına rastgelen o geceyi de hatırladım; hani Şehrazat (elyazmasmı kaleme alanın büyülü bir gaflet anı sonucunda) 1001 Gece Masalları'nı başlatan masalı, yani 'Şehra-zat'ın sultana masal anlatması masalını' kelimesi kelimesine anlatmaya başlar da böylece sonsuza kadar tekrar tekrar başa dönmeyi de göze almış olur ya... Sonra babadan oğula geçen, geçerken de her bir kişinin yeni bir bölüm eklediği, ya da atalarının yazdığı sayfaları sofuca bir dikkatle düzelttiği Platon'cu bir metni de düşündüm. Bu varsayımlarla oyalandım bir süre; ama bunlardan hiçbirinin Ts'ui Pen'in kitabının birbiriyle çelişen bölümleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktu.


Zihnim böyle karmaşıkken Oxford'dan sizin de gözden geçirdiğiniz elyazması geldi. O cümle dikkatimi çekmişti elbet: Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum.


Daha ilk bakışta anladım: 'Yolları çatallanan bahçe', o karmakarışık romandı; çeşitli geleceklere (hepsine değil) sözü çatallanmanın uzamda değil zamanda olduğunu düşündürdü. Eseri iyice bir okuyunca bu kuramım doğrulandı. Bütün kurgusal eserlerde, kişi birden fazla seçenekle karşılaştığında, bir tekini seçer ve ötekilerden vazgeçer; Ts'ui Pen' in kurgusal eserindeyse yazar -aynı anda- hepsini birden seçiyordu. Yazar böylelikle kendileri de çoğalıp çatallanan çok sayıda gelecek, çok sayıda zaman da yaratıyordu. Romandaki çelişkilerin açıklaması da bu işte.


Diyelim ki Fang diye birinin bildiği bir sır var; bir yabancı çalıyor kapısını; Fang araya giren bu adamı öldürebilir, araya giren adam Fang'ı öldürebilir, ikisi de kaçıp kurtulabilir, ikisi de ölebilir falan filan. Ts'ui Pen'in eserinde akla gelebilecek bütün çözümler içerilmiş; her biri de başka çatallanmalar için birer çıkış noktası. Bazan, bu labirentin yolları kavuşur; örneğin, siz bu eve geldiniz; olası geçmişlerden birinde düşmanımsınız, bir başkasında dostum. Düzelmek bilmeyen Çincemin kusuruna bakmazsanız birkaç sayfa okuyalım."


Lâmbadan gelen ışığın parlak yuvarlağı içindeki yüzü, kuşku yok ki bir yaşlı adam yüzüydü; ama bu yüzde inatçı, hattâ ölümsüz bir şeyler vardı. Yavaşça, olanca dikkatiyle aynı destansı bölümün iki yorumunu okudu.
Birincisinde bir ordu ıssız bir dağın ortasından savaşa yollanıyordu; kayalarla gölgelerin ürkünçlüğü askerlerin yaşamlarını hiçe saymalarına yol açıyor ve düşmanı kolayca yeniyorlardı. İkincisinde, aynı ordu büyük bir şölenin yapıldığı bir sarayı bir uçtan ötekine geçiyordu; görkemli savaş onlara eğlentinin devamıymış gibi geliyor ve düşmanı yeniyorlardı.


Bu eski metinleri gereken saygıyla dinledim; belki de asıl şaşırtıcı olan, metinlerin kendilerinden çok benim kanımdan biri tarafından yaratılmış ve çetin serüvenler sonucunda, Batı dünyasındaki bir ada üzerinde, uzak bir kırallığın hizmetkârı tarafından bana aktarılıyor olmalarıydı. Her iki yorumda da gizli bir buyruk gibi yinelenen şu son sözleri hatırlıyorum: İşte böyle dövüştü kahramanlar; övülesi yürekleri huzur içinde, kılıçları kıyıcı, ölmeye ve öldürmeye yeminliydiler.


O andan sonra kendimde ve karanlık gövdemin içinde elle tutulmaz, gözle görülmez bir kıpırdaşma hissettim. Birbirine koşut ilerleyip sonra ayrışan, derken birbirinin içinde eriyip giden orduların yarattığı değilse bile, bunların esinlediği, anlatılmaz, çok derin bir iç sıkıntısıydı bu. Stephen Albert sözlerini sürdürdü:


"Şanlı atanızın bu çeşitlemeleri boşuboşuna kurcaladığını sanmam. On üç yılını bıkıp usanmadan bir retorik oyunu kurmaya adaması akla yakın gelmiyor. Sizin ülkenizde roman, edebiyatın dallarından biridir; Ts'ui Pen son derece usta bir romancı, ama aynı zamanda da kendini yalnızca romancı olarak görmeyen bir edebiyat adamıydı. Çağdaşlarının tanıklığı onun metafizik ve mistik ilgileri olduğunu gösteriyor. Yaşamı da bunu bütünüyle doğrular nitelikte. Romanın büyük bölümü felsefî tartışmalarla dolu. Karşısına çıkan bütün meseleler arasında, zamanın bir uçurumu andıran sonsuzluğu kadar kafasını uğraştıran hiçbir mesele olmadığını biliyorum. Oysa, Yolları Çatallanan Bahçe'nin sayfalarında karşımıza çıkmayan tek mesele bu. Zaman sözünü bile kullanmıyor. Bu sözcükten bile bile vazgeçmesini nasıl açıklıyorsunuz?"


Çeşitli açıklamalar önerdim -hepsi de doyurucu olmaktan uzaktı.- Bunlar üzerinde tartıştık.


Stepnen Albert dedi ki:
"Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir?"


Bir an düşündükten sonra cevap verdim: "Satranç sözcüğü!"


"Tam üstüne bastınız," dedi Albert. "Yolları Çatallanan Bahçe, konusu zaman olan uçsuz bucaksız bir bilmece ya da mesel; bu çok gizli nedenden ötürü zaman sözcüğü geçmiyor. Bir sözcüğü hiç kullanmamak, onun yerine yetersiz benzetmeler ve dolambaçlı anlatım yollarına başvurmak, onu vurgulamanın belki de en etkili yoludur. İmâlarla yazan Ts'ui Pen'in bitip tükenmez romanının dolambaçlarında yeğlenen dolaylı yöntem de budur işte. Yüzlerce elyazmasım karşılaştırdım, yazarlarının dikkatsizliği sonucu ortaya çıkan yanlışları düzelttim, bu kaosun iç yapısını kestirmeye çalıştım; ilk baştaki düzenini yeniden kurdum -evet, yeniden kurdum sanıyorum- eseri tümüyle 'çevirdim'; 'zaman' sözcüğünü bir kere bile kullanmadığı açık.
Bunun nedeni ortada; Yollan Çatallanan Bahçe, Ts'ui Pen'in algıladığı biçimiyle evrenin belki
tamam olmayan, ama doğru bir görünümüdür.
Newton'la Schopenhauer'in tersine, atanız, bir örnek, mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü hızla birbirine kavuşup ayrışan koşut zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. Yüzyıllar boyu birbirine yaklaşan, çatallanan, sekteye uğrayan ya da birbirinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ bütün olasılıklarıkucaklamaktadır.
Biz bu zamanların birçoğunda varolmayız; bazılarında siz varolursunuz, ben olmam; ötekilerde ben varolurum, siz varolmazsınız; başkalarında ne siz ne de ben varolmayız. Talihin yüzüme gülüp de sizi karşıma çıkardığı şu içinde bulunduğumuz zamanda evime geldiniz; bir başkasında, bahçeden geçerken cesedimi buldunuz; gene başka birinde, aynı sözleri söylüyorum ama, ben bir aldatmaca, bir hayaletim."


"Her birinde," dedim sesimin titremesine engel olamayarak, "size teşekkür borçluyum ve Ts'ui Pen'in bahçesini eksiksiz biçimde kurduğunuz için size büyük bir saygı duyuyorum."


"Hepsinde değil," diye mırıldandı gülümseyerek. "Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor. Bunlardan birinde ben sizin düşmanınızım."


Sözünü ettiğim kıpırdaşma bir kere daha geçti içimden. Evi çevreleyen nemli bahçe sonsuz sayıda insanla dolup taşıyordu sanki. Bu kişiler Albert'le bendik; başka zaman boyutlarında aldığımız türlü biçimlerde gizli ve etkindik. Gözlerimi kaldırdım; o zar inceliğinde karabasan çözülüp yok oldu. Bu sarı ve siyah bahçede bir tek adam vardı; ama bu adam bir heykel kadar sarsılmazdı... bu adam bahçenin yolu boyunca ilerliyordu ve Yüzbaşı Richard Madden'di.


"Gelecek şu anda varoluyor," karşılığını verdim, "ama ben dostunuzum sizin. Şu mektubu bir kere daha görebilir miyim?"


Albert ayağa kalktı. Upuzun boyuyla ayakta durarak yüksek masanın çekmecesini açtı; o an sırtı bana dönüktü. Tabancayı doğrultmuştum. Olanca dikkatimle ateşledim. Albert gık demeden hemen yere yıkıldı. Onun o an öldüğüne yemin ederim - bir şimşek- çakmıştı sanki.


Gerisi gerçek olmaktan uzak, önemi de yok zaten. Madden içeriye daldı, beni tutukladı. Darağacına yollayacaklar beni. İntikamımı en pis biçimde aldım; saldırmaları gereken kentin gizli adını Berlin'e bildirdim. Dün bombaladılar; haberi, Yu Tsun adlı bir yabancı tarafından öldürülen, ünlü Sinolog Stepnen Albert'i saran esrar perdesini tüm İngiltere'ye duyuran gazetelerde okudum. Şef esrarı çözmüştü. Derdimin (savaşın gürültüsü patırtısı arasında) Albert adlı kente işaret etmek olduğunu, bunu yapmak için de aynı adı taşıyan bir adamı öldürmekten başka yol bulamadığımı biliyordu. Sayısız pişmanlıklarımla bıkkınlıklarımı ise bilmiyor.

Hiç kimse de bilemez zaten.
 Jorge Luis Borges