.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

6 Mar 2011

Gece treni



İlk cümle. Her şeyi başlatan cümle. Karanlıkta duyulan, belli belirsiz yankılanan, bir sır fısıldarcasına gelip beni bulan... Birdenbire, sanki içten gelen bir patlamayla tutuşan, suskun, sırsız gecede alevler içinde kalan sözcükler... Yanarak düşen insanların dünyasına... Teker teker sönen, küle ve kabuğa dönüşen, rüzgâra dağılan sözcükler... Yer yokmuşçasına onlara insanların gecesinde...
Hayatta başına gelebilecek en korkunç şey, bir sevdiğinin kaybolması demişti. Bir yandan sağ olduğunu umarsın, beklersin, günlerce, yıllarca beklersin. Ama aslında bilirsin.
Bir istasyon kahvesindeyiz, son treni bekliyoruz. Yağmur bir başlayıp bir kesiliyor. Tentenin altındaki bütün masalar kapılmış, peçeteyle kuruladığımız sandalyelere oturmuşuz.
(Haftalar sonra, açık pencerenin önündeyim. Geceden kalma hantal bir gölge gibi, gözlerim boşluğa, kendi geçmişime dikili. Söylenenle söylenmeyenin, olmuş bitmişle hiç bitmeyenin muğlak sınırında bekliyorum. Kabaran korkularım, telve gibi tel tel olmuş, soğumuş, acılaşmış duygularım, kül kokan parmaklarımla bir sözcük, bir sözcük daha dileniyorum suskunluğundan dünyanın. Belleğin bomboş odalarına açılan upuzun, ıssız bir koridorda durmuş, çağrılmadan girmeyi bekliyorum kendi hikâyeme. Satırları hızla silinen, eğreti, çatısız hikâyeme...)
—Gerçek bir trajediydi ve bu trajediyi sonuna dek yaşadığım için neredeyse minnet duydum hayata. Benim için en korkunç şeyler, korkunç diye tanımlayamadıklarımdı. Nedenini bir türlü anlamadığım kötülükler, zorbalıklar, arkadan vurmalar... Fare gibi yerler insanın ruhunu, tadına bile bakmadan. Sırf yemiş olmak için, ruhunla yapacak daha iyi bir şey bulamadıkları için... Oysa yas, bazen çözülüp dağılmaktan korur insanı, bir mumyayı bir arada tutan sargılar gibi.
Gözlerim masaya, sanki ısrarla aradağım kendi yansımama dikili, konuştukça konuşuyorum. Neredeyse soluk bile almadan, bir karşılık, bir itiraz, bir teselli için fırsat tanımadan... Kahvenin ışıkları söndürülmüş, boş fincanları çoktandır kimse kaldırmıyor.
Bir Orta Avrupa kentinde cumartesi gecesi. Hazırlığı aylar süren festival, Ayrımcılığa Karşı Müzik Festivali, saatler önce başlamış, yağmura rağmen bütün hızıyla sürüyor. Kalabalıklar, ezgiler, bağırışlar, kahkahalar... Dört yandan gelen reggae, rock ritmleri... Birer kahve daha içelim mi? Masayı kaplamış fincanlara, sigara paketlerine, boyunluğa ve bastona iri damlalar düşüyor.
Girişinde iki devasa saatin, yeşil kanatlı meleklerin olduğu istasyon hareketli bu gece. Taşkın, coşkulu, gürültücü gençler alanı doldurmuş. Oysa kahvede oturmuş, sessizce içenlerin hemen hepsi yalnız. Karanlıkta daha da yalnız, sır dolu görünüyorlar. Giderek daha uzun, cüretkâr bakıyorlar birbirlerine, herhangi bir beklentiden çok sitem yüklü bakışları, içten içe yansa da, kalın bir buz tabakasıyla kaplı.
Festival sürüyor, uyku tutmuyor kenti. Yağmur bir başlayıp bir kesiliyor. İki kadın bir istasyon kahvesindeyiz. Çok sevdiğim biri vardı diyorum, çıkarıp masaya yüreğimi koyuyorum, kuşlar konuşurdu onunla. Bir sigara yakıyor, yüzü bir anlığına aydınlanıyor, sonra tekrar karanlığa gömülüyor. Kız kardeşim İzmirde kaybolduğunda daha 22 yaşındaydı. Küllükler yağmur suyuyla doluyor, iki çırılçıplak yürek durmamacasına kanıyor.
Gece trenine birkaç dakika kalmış, o bastonuna dayanıyor, ben boyunluğumu takıyorum, hızla perona yürüyoruz. İçkili birkaç genç laf atıyor, şaşırarak yüzüne bakıyorum, kahkahalarla gülüyoruz.
Az sonra, boyunluklu kadın arkadaşını geçirip tek başına dışarı çıkacak. İki devasa saatin, taştan meleklerin arasında, yağmurun altında kıpırdamadan duracak. Bu kez ışık vuracak yüzüne ve aynı gençler suskunlaşacak. Belki yaşını, belki boyunluğunu, belki ağlamış olduğunu ilk kez fark ettiklerinden...

Baştan başlayalım. İlk cümle. Her şeyi başlatan cümle. Karanlıkta duyulan, belli belirsiz yankılanan, bir sır fısıldarcasına gelip beni bulan Sanki içten gelen bir parlamayla tutuşan, sınırsız, sırsız gecede ansızın alev alan sözcükler. Alevler içinde düşen insanların dünyasına Teker teker sessizce sönen, küle ve kabuğa dönüşen, bu dünyanın gecesinde, rüzgâra dağılan sözcükler.
Hayatta başına gelebilecek en korkunç şey bir sevdiğinin kaybolması, demişti. Her gün, her an çıkıp gelmesini beklersin, her yerde ondan bir işaret ararsın. Beklersin. Ararsın. Beklersin. Aslında ne başı, ne de sonu vardır bir hikâyenin Ne yazık ki, şükür ki, hayatı hikâyelendirmeden anlatmak hemen hemen mümkün değil. Yer: Bir Orta Avrupa kenti. İstasyon. Cumartesi gecesi. Ayrımcılığa Karşı Müzik Festivali saatlerdir sürüyor. Kişiler: Kırklarında iki kadın. Biri uzunca,zayıf, boyunluklu. Yabani, ısrarlı, umutsuz bakışları en belirgin özelliği. Diğeri uzun kıvırcık saçlı, ufak tefek ama kol ve boyun kasları dikkat çekiyor. Ateş gibi yanan gözleri, ani, amansız, coşkulu kahkahası en belirgin özellikleri. Ondört ameliyattan sonra bastonla yürüyor.
Her kentin bir karnavalı olsa Maskelerimizi takıp sokaklara dökülsek, hep birlikte çığlık
çığlığa dans etsek Ölüleri çağırsak aramıza, ölü kılığında yeniden doğsak!
Bir başlayıp bir kesilen yağmura rağmen festival bütün hızıyla sürüyor, kenti uyku tutmuyor. Taşkın kalabalıklar, bağırışlar, ezgiler, kahkahalar İç içe geçen ritimler. Afrika davulları. Bir istasyon kahvesinde, gece trenini bekliyoruz. Tentenin altındaki yerler kapılmış, sandalyelerini peçeteyle kuruladığımız ıslak, kirli bir masaya oturmuşuz.
Kız kardeşim kaybolduğunda daha 22 yaşındaydı. Öğrenemedim, nerede, dağda mı, nasıl
Mezarı nerede

Ben bilmek istemezdim. Çünkü ancak böyle her an gidebilirim onun yanına. Yaşayanlar, bu dünyadakiler bana git! dediğinde, gidiyor, her şeyi bağışlamışçasına geri dönüyorum. Bağışlamayı öğrenmek için gidiyorum ölülerin yanına.

Çoktandır kimsenin el sürmediği fincanlara, masadaki öteberinin arasına gizlenmeye çalışan kemik beyazlığındaki bastonla boyunluğun üzerine iri, ağır damlalar düşüyor. Küllükler yağmur suyuyla dolup taşıyor. Çok sevdiğim biri vardı, kuşlar konuşurdu onunla diyorum, çıkarıp masaya yüreğimi koyuyorum. (Korkutucudur çıplak,kan içinde bir yürek, kimseden bekleyemezsin onu avuçlarına almasını.) Uğruna yaşanacak hiçbir şey yok mu bu dünyada? diye yazmıştı kız kardeşim son mektubunda. Yoksa ben mi bulamadım?

Baştan başlayalım. İlk cümle. Ben ayrımcılığı bilirim. Kürdüm, Kızılbaşım, kadınım. Engelliyim.Sanki bir maşayı uzatıp ateşin içinden alıyor sözcüklerini, gecede alev alev yanmaya, küle ve kabuğa dönüşmeye bırakıyor. 
Göçmensin üstelik, diye ekliyorum, neredeyse acımasızca. Böylesine yalın, kesin ve tam, sonsuzca anlamlı sözcükleri ironiye sığınmadan söyleyemem. Ben de kadınım. Yoksulum, yalnızım, yorgunum, yazarım Biraz göçmen, biraz engelli sayılırım. (Sözcüklerden beceriksizce bir çelenk yapmaya çalışıyorum, kendim için değil, sanırım onun için Belki yağmurun altında, bizden bile uzaklarda kendi başlarına atmaya devam eden iki yorgun yürek için. Durmamacasına atan, yalnızca hayat adına yaralarını, umutlarını onaran) Ama en kötüsü kadın olmak, değil mi?  İlk kez gülüyoruz. Vahşi, coşkulu, taşkın kahkahalar
Gece trenine birkaç dakika kalmış, bastonuna dayanıyor, hızla perona yürüyoruz. Birkaç genç laf atıyor, şaşırıyor, şaşkınlığımıza gülüyoruz. Az sonra, boyunluklu kadın arkadaşını geçirip tek başına dışarı çıkacak, iri, ağır damlaların altında kıpırdamadan duracak. Bu kez ışık vuracak yüzüne, aynı gençler suskunlaşacak. Ağlamış olduğunu fark edecekler
Ben Maraş katliamından sağ çıktım,
demişti o gece. Belki de buydu ilk cümle, başı ve sonu olmayan, aslında bir hikâye bile olmayan bu hikâyeyi başlatan cümle.