Merdivenden indi, uzaklaştı istasyondan, yanlarındaki sokaklardan birine saptı. Çiseleyen yağmur altında vıcık vıcık çamurlu sokaklarda yürümeye başladı. Gelen giden, koşuşan bir kalabalık çıkıveriyordu insanın karşısına, hem de hiç umulmayan izbe sokaklarda. Gecekondu mahalleleri başlamıştı. Kimi evlerden radyo sesleri geliyor, gülüşmeler, bağırıp çağırmalar duyuluyordu. Yanık bir ninni sesi duydu birden. Güzel sesli, genç bir kadın, Doğuluya çalan ağzı ile tatlı bir ninni tutturmuştu. Arsaya açılan bir sokağın ucunda bir fabrikanın geceye yüklenmiş koskoca karaltısı çıkıvermişti önüne. Yürüdü sokağın ucuna kadar, başka fabrikalar da vardı ilerde. Dumanlı bacaları, ıslak gecede kırpışan ışıklarıyla... Gece vardiyası mı yapıyorlar?.. Niye geldim buralara ben?.. Kimi işte, kimi evde, kendi dünyasında herkes. Nasıl ilişki kurulur bunlarla? Kız haklı aslında, sevdikleriyle bile yakınlık kurmasını beceremeyen, ayağı havada pis bir küçük burjuvayım ben..
...
Hayrete düşüyordu. Hakkında ifade veren hiç bir arkadaşına kızamıyordu. Hiçbir nefret duygusu doğmuyordu içinde. Halbuki o zamana dek konuşmayı bir tür ihanet olarak değerlendirmiyorlar mıydı? Birisi içeride senin hakkında konuştu mu, yüzleştirme sırasında yüzüne tüküreceksin, “Hain köpek, utanmaz rezil” diye haykıracaksın yüzüne denmiyor muydu? Devrimci romanlarda aynen böyle olurdu. Ancak şu anda arkadaşlarının tehlikeye atığı bir roman kahramanının hayatı değil, kendi hayatıydı. Bu yüzden affedebiliyordu onları. Biraz küçümsemiyor değildi; ama çok az. Daha çok acıyordu onlara ve daha çok yakınlık duyuyordu. Çok zordu direnmek. İşkencenin bu denli pank yaratacağını, bu kadar derin bir sıkıntı verebileceğini kim yaşamadan tahmin edebilirdi? Hele böyle bir yerde…Çözülmenin normal, direnmenin çıkıntılık oldu yerde.