Konuşmalarında değil, düşüncelerinde değil, yalnızca eylemlerinde ve yaşamında görürüm büyüklüğünü...
Hiçbir gerçek yoktur ki, karşıtı da gerçek olmasın... Yani şöyle : Bir gerçek ancak tek taraflıysa, dile getirilip, sözcüklere dökülebilir. Düşüncelerle düşünülüp sözcüklerle söylenebilen ne varsa tek taraflıdır, hepsi tek taraflı, hepsi yarım, hepsi bütünlükten, mükemmellikten ve birlikten yoksun... Ulu Gotama öğrencilerine dünyadan söz açarken, çile ve esenlik diye ikiye ayırdı. Başka türlüsü olanaksızdır, öğretmek isteyen birinin izleyeceği başka yol yoktur... Ancak dünyanın kendisi, gerek çevremizdeki, gerek içimizdeki varlık asla tek taraflı değildir. Asla bir insan ya da bir eylem tümüyle Sansara, tümüyle Nirvana değildir. Asla bir insan tümüyle kutsal ya da tümüyle günahkar olamaz. Böyle gibi görünmesi yanılmamızdan, zamana gerçek bir nesne gibi bakmamamızdandır. Zaman gerçek değildir, Govinda, ben sık sık yaşadım bunu. Zamanda gerçek değilse, dünya ile sonsuzluk, acı ile mutluluk, kötü ile iyi arasında var gibi görünen çizgi de bir yanılgıdan başka bir şey değildir...
* Ve senin ruhun bütün dünyadadır... ( Sameveda Upanişad)
* Ve artık şuna inanıyorum ki, bu bilginin bilme isteğinden, öğrenme isteğinden daha azılı düşmanı olamaz...
* Kimse öğretiyle kurtuluşa kavuşamaz...
* Bu yüzdendir ki, yolculuğumu sürdüreceğim – bir başka öğreti, daha iyi bir öğreti aramak için değil hani, çünkü biliyorum ki, böyle bir öğreti yoktur, tüm öğretilere ve öğretmenlere sırt çevirip, hedefime tek başıma ulaşmak ya da bu uğurda ölmek için yapacağım bu yolculuğu...
* Bir başkasının yaşamı konusunda yargıda bulunmak bana düşmez. Bir tek kendim, yalnızca kendim için bir yargıya varabilir, bir şeyi seçer ya da yadsıyabilirim...
* Pek fazla akıllılıktan da sakın...
* Hikmetini ve iç yüzünü öğrenmek istediğim şey, Ben’di. Kurtulmak, alt etmek istediğim şey, Ben’di... Ama alt edemedim, sadece yanılttım, sadece kaçtım ondan, sadece saklanıp gizlendim... Doğrusu, dünya bu benim kadar, bu yaşıyor olduğum, başkaları gibi ve başkalarından ayrı biri olduğum, Sıddhartha olduğum bilmecesi kadar kafamı başka hiçbir şey kurcalamadı. Ve dünyada kendim kadar, Siddhartha kadar az bildiğim başka bir şey yok...
....
.....
.......
Kendi hakkımda hiçbir şey bilmeyişim, Siddhartha’nın bana böylesine yabancı, böylesine bilinmez kalışı bir nedenden, bir tek nedenden kaynaklanıyor. Kendimden korkuyordum çünkü, kendimden kaçıyordum! Atman’ı arıyor, Brahman’ı arıyordum; Ben’imi parçalara ayırmak, kabuklarından birer birer soyup almak, bilinmedik özünde tüm kabukların çekirdeğini, Atman’ı, yaşamı, Tanrısal’ı, o en son nesneyi ele geçirmek istiyordum. Ama bunu yaparken kendi kendimden oldum...
....
......
.......
Yo, Siddhartha’nın bundan böyle elimden kayıp gitmesine izin vermeyeceğim. Bundan böyle düşünmeye ve yaşamaya Atman’la ve dünya ıstırabıyla başlamayacağım. Bundan böyle kendimi öldürüp, kendimi parçalara ayırıp da yıkıntıların ardında bir giz aramaya kalkmayacağım. Bundan böyle ne Yoga, ne Veda, Ne Atharva veda, ne çileciler, ne de herhangi bir öğreti olacak öğretmenim. Kendi kendime öğretmenlik yapacak, kendi kendimin öğrencisi olacak, kendimi tanımaya, Siddhartha’nın gizini tanıyıp öğrenmeye çalışacağım....
* Amaç ve töz, nesnelerin arkasında bir yerde değil, onların içindeydi, her şeydeydi kısaca...
* Anlamını çıkarmak istediği bir yazıyı okuyan biri, işaretleri ve harfleri küçümsemez, yanılsama, rastlantı ve değersiz bir kabuk diye bakmayıp okur, inceler ve sever onları, her harf karşısında böyle davranır...
* Ne var ki, öz ben’i gerçekten bulamamıştı bir türlü, çünkü onu düşüncelerin ağıyla yakalamaya çalışmıştı. Bedenin öz ben olmadığı, duyuların oyununun öz ben olmadığı nasıl kesinse, düşünceler de, akıl da, öğrenilen bilgelikler de, bir düşünceden sonuçlar çıkarma ve yeni düşünceler üretme becerisi de, öz ben değildi. Hayır, düşüncelerin dünyası da, öz ben’in uzağındaydı, duyuların rastlantı niteliğini taşıyan Ben’ini öldürüp, düşüncelerin ve bilgeliklerin rastlantı niteliğinde ki, Ben’ini beslemekte hedefe götürmeyecekti. Her ikisi de gerek düşünceler, gerek duygular hoş şeylerdi, en son anlam her ikisinin arkasında gizliydi, her ikisine de kulak vermek, her ikisiyle de oynamak gerekiyordu, ikisi de küçümsenmemeli ya da abartılmamalıydı. Yapılacak şey, her ikisine kulak verip, Ben’in gizli seslerini yakalamaktı. Seslerin kendisinden istemediği hiçbir şeyin peşinden koşmayacak, seslerin kendisine salık vermediği hiçbir şey de oyalanmayacaktı Siddhartha...
* Söz dinleyiş, dıştan gelen buyrukların değil, yalnızca içten gelen sesin dediğini yapmak, iyi olan bu, yapılması zorunlu olan buydu, başka bir şey değil...
* Her şey dönüp, gelir...
* Dostluğun, senden alacağım ücret olsun...
* Sevgi avuç açıp dilenilebilir, para pulla satın alınabilir, sokakta bulunabilir, ama haydutlukla ele geçiririlemez...
* Hangi işten anlıyorsan, o işi yapmaya çalışmalı...
* Diyelim ki, suya bir taş attın, en kısa yoldan suyun dibine iner... Kendine bir hedef belirledi, kafasına bir şey koydu mu Sıddhartha’da da değişik değildir durum. Siddhartha hiçbir şey yapmaz, bekler, düşünür, oruç tutar, ama taş nasıl suyun içinde yol alırsa, o da dünyada ki nesneler içinden yol alıp gider, bir şey yapmaksızın, kılını kıpırtdatmaksızın; bir şey çekip götürür onu, düşecek oldu mu, koyverir kendini, düşer... Belirlediği hedef kendine çeker onu, çünkü hedefinden onu alıkoyacak hiçbir şeyin ruhundan içeri sızmasına izin vermez... İşte Samanalar’ın yanında Siddhartha’nın öğrendiği şey...Kalın kafaların büyü diye nitelediği ve cinlerin başının altından çıktığına inandığı şey. Cinlerin başının altından çıkan hiçbir şey yoktur, cinler yoktur çünkü. Herkes büyü yapabilir, belirlediği hedefe ulaşabilir, yeter ki düşünmesini, beklemesini ve oruç tutmasını bilsin...
* Yazmak iyidir, ama düşünmek daha iyi; akıllılık iyidir, ama sabretmek daha iyi...
* Siddhartha, haz vermeden haz alınamayacağını, her jestin, her okşayışın, her dokunuşun, her bakışın, ne kadar küçük olursa olsun vücuttaki her köşenin kendine özgü bir gizle donatıldığını, bu gizi keşfetmenin mutlu kılacağını öğrendi Kamala’dan. Ayrıca bir şeyi daha öğrendi. Her sevi şenliğinden sonra sevgililer birbirlerinden, biri ötekine hayranlıkla bakmadan ayrılmamalıydılar; hem yenmiş, hem yenilmiş olmalı, herhangi birinde aşırı doymuşluk ya da bıkkınlık duygusu uyanmamalı, sömürdükleri ya da sömürüldüklerini hissetmemeliydiler...
* Siddhartha bir ara şöyle dedi Kamala’ya. ‘Sen de benim gibisin, insanların büyük çoğunluğundan farklısın. Kamala’sın sen, yalnızca Kamala; içinde dingin bir yer, sığınılacak bir yer var, ne zaman istersen benim gibi oraya çekilebilir, kendini kendi evinde hissedebilirsin. Pek az insanda vardır bu, oysa herkes buna sahip olabilir...
- Bütün insanlar akıllı değil diye cevapladı Kamala.
Hayır dedi Siddhartha, akıllılıkla ilgisi yok bunun. Örneğin Kamaswami de benim kadar akıllı, ama böyle bir sığınak yok içinde. Oysa bazı insanların küçük çocuklarınki kadardır aklı, öyleyken böyle bir sığınak vardır kendilerinde. İnsanların büyük çoğunluğu, Kamala, düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgarın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar, vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, bir yörüngede ilerler durur, hiçbir rüzgar varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar...
* Şehvetin ölüme bu kadar yakın olduğunu hiç daha böylesine tuhaf şekilde anlamamıştı...
* Belli bir yere gittiğimiz yok. Biz keşişler yağmur mevsimi dışında yollardayızdır hep, oradan oraya dolaşır, keşişliğin kurallarına göre yaşarız...
* Unutma ki, sevgili dostum, ölümlüdür görüntüler dünyası, ölümlü, son derece ölümlü...
* Ölümlü nesneler, hızlı bir değişim içindedir...
* Oruç, beklemek, düşünmek... Bu onun servetiydi bir zamanlar, onun gücü ve kudreti, onun sağlam asasıydı, gençliğinin hamaratlık dolu zahmetli yıllarında bütün öğrendiği bu üç maharetti. Oysa şimdi üçü de yüzüstü bırakıp gitmişti onu, hiçbiri kendisinin değildi artık, ne oruç, ne bekleme, ne düşünme... Rezil bir amaç uğruna elden çıkarmıştı bunları, en ölümlü şey uğruna, duygusal hazlar uğruna, rahat yaşamalar, zenginlikler uğruna. Başından geçenler tuhaftı gerçekten. Şimdi ise, öyle görünüyordu ki, gerçekten o çocuk insanlardan birine dönüşmüştü...
* Bilinmesi gereken şeyleri insanın kendisinin tatması iyidir diye geçirdi içinden....
* Sen de ırmaktan bir şey öğrendin mi o gizi, zaman diye bir şey olmadığını?...
- Evet Siddhartha diye cevapladı Vasudeva. Senin demek istediğin şu olacak sanırım... Irmak aynı zamanda her yerdedir, kaynadığı yerde, döküldüğü yerde, çağlayanda, kayıkta, akıntı yerinde, denizde, dağda, aynı zamanda her yerde ve onun için yalnızca şu an vardır, geçmişin gölgesi diye bir şey bilmez ırmak, geleceğin gölgesi diye de bir şey bilmez...
* Geçmişte olan, gelecekte olan hiçbir şey yoktur, her şey vardır sadece, şu an içinde varlık sahibidir...
* Gerçekten arayan biri, gerçekten bulmak isteyen biri hiçbir öğretiyi benimseyemezdi...
* Bir kimse arıyorsa, gözü aradığı şeyden başkasını görmez çokluk, bir türlü bulmasını beceremez, dışarıdan hiçbir şeyi alıp kendi içine aktaramaz, çünkü aklı fikri aradığı şeydedir hep, çünkü bir amacı vardır, çünkü bu amacının büyüsüne kapılmıştır. Aramak, bir amacı olmak demektir. Bulmaksa, özgür olmak, dışa açık bulunmak, hiçbir amacı olmamak...
* Bilgelik bir başkasına anlatılamaz, bir bilginin başkalarına anlatmaya çalıştığı bilgelik aptalca bir şey gibi gelir kulağa...
- Şaka ediyorsun? diye sordu Govinda...
- Şaka etmiyorum. Keşfettiğim bir şeyi söylüyorum sana. Bilgi bir başkasına aktarılabilir, bilgelikse hayır. Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelikle mucizeler yaratabilir, ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez...
* Hiç kimse bir başkasının yürüdüğü yolda, ne kadar ilerlemiş olduğunu göremez...
* Sözcükler gizli saklı anlamı zedeliyor, dile getirilen her şey o an değişiyor biraz, biraz çirkin, biraz aptalca niteliğe bürünüyor...
* Sözcüklerin renkleri yok, kenarları köşeleri yoktur, bir korkudan, bir tattan yoksundurlar...
* Nesneler bir hayal olsun ya da olmasın fark etmez, ben de nihayet bir hayal sayılırım ve böyle bir durumda ben nasılsam nesnelerde öyle demektir. Nesneleri sevimli ve el üstünde tutmaya değer gösterende işte budur. Onlarında benim gibi olmaları.
* Ben konuşmalarında değil, düşüncelerinde değil, yalnızca eylemlerinde ve yaşamında görürüm büyüklüğünü...
Herman Hesse