Eskiden, çok eskiden, asla geri gelmeyecek altın çağda, sonsuzluk henüz çarpıp durmamışken zamana, ışık vardı. Söz vardı. Sözün geldiği yürek. Toprak ve suret. Ama hiçbiri yetmedi insanların dünyasının filizlenmesine. Parçalamayı öğrendi tanrılar. İlk cinayet işlendi, kardeş kardeşi öldürdü. Kan suya karıştı, ışık çığlığa... Daha doğmamış olan, sonsuza dek ayrıldı ölenden, söz koptu yürekten, kırmızı bir perde gibi gerildi kan, ölümle yaşam arasına... Bunun içindir ki hep eksik, hep tamamlanmamış kalacak hayatımız, her gün bir tanrı başka bir tanrıyı boğazlayacak içimizde ve her gün yeniden yaratacağız kendimizi, kanla düşlerin evliliğinden.
***
Bizler, kentin öldürülmüş kadınları, incecik, şeffaf cinayetlerde delik deşik edilmiş, bizim için kurulmuş görkemli sarayın bodrumunda toplanmışız. Sıkış tıkış, yan yana, omuz omuza, karşı karşıya... Bir türlü açılamayan kanatlarıyla olduğu yerde çırpınan melekler gibiyiz. Öylesine yakın duruyoruz ki birbirimize, birimizin gözyaşı, diğerinin yüzünden akıyor, yaşam rengi izler bırakarak... Rimelle, pudrayla, çamurla karışık. “Sonunda uçabiliyoruz,” diyoruz birlikte, “yola koyulduk artık...” Gün gelip de dönmeye karar verdiğimizde, silinmiş olacak yüzlerimiz. Çizgi çizgi, harf harf dağılacağız. Sözcükleri doldurup koyulaştıracağız, tohumlar gibi çöle savrulacak, yağmura dönüştüğümüzde, sonsuzluğa dair bir mitosu oynayacağız.
***
Bir kişi seçilir. Yalnızca bir kişi seçilir geriye dönmek için. Defalarca kullanılmış çarmıhta, karışır ihtiyar kana, genç kan. Kör tahta emer her şeyi, çünkü belleğidir onun ağaçların ülkesi. Ağır ağır sarılır her bedene. Damarlara uzanan pastır yalnızlık, bileklerden yüreğe geri döner.
Uçsuz bucaksız soğuğunda çöl gecesinin, dizilir ölüler bir şölen ateşinin çevresine. Sessizce dağıtılır kumların suyuyla ekmeği. Kimse konuşmaz. Kimse korkmaz. Kimse ummaz. Teker teker söner yıldızlar, yağmur gibi yağıp görmeyen gözlere... Işık herkesi ısıtan bir anıdır.
Teker teker cesetleri çevirir kendi çocuğunu arayan, bir ağıtla kapatır gözlerini. İçimize, en içimize akar o ağıt, akar hayatın sessizliğinde... O ağıttır paslı suskunluğumuz, yıldızlara bakarken, ya da mezarlıklarda sevdiklerimizi ararken... Denize su dökerken, boğulanlar içsin diye...
***
Madem, zamanın uç verdiği bedendim, gizlerle dolu belleğiydim suların ve karanlıkla birleşen ilk ışığın, her şeyi başlatan ezgiydim, rahimdim, sütle dolu göğüslerdim, en derin uykulardan uyanan topraktım, öyleyse neden bir türlü doğamıyorum? Madem, hem bütün bunlardım, hem de kendimdim, neden içimdeki hiçbir şey, acı bile bana ait değil? Bin yıllar sürmüşse oluşturulmam, efsanelerden, imgelerden, kavramlardan, dillerden, neden içinde var olabileceğim bir sözcük bile bulamadım bugüne dek? Gökyüzünün altında söylenecek yeni bir şey yoksa eğer, ben hangi çığlığın yankısıyım? Hangi suskunluğun? Sonsuz kez ölüp dirilen, hiçlikten doğan ve büyüyen, okyanusun sularını peşi sıra sürükleyen ay olsaydım ben, nasıl böylesine iyi tanırdım uzaklarla, sonları?
Madem gücüm cehenneme yetiyordu... Neydi peki beni yenen?