.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
7 Mar 2012
Ne ?
" ihtiyacım var."
"İhtiyacın olan her şeye sahip değil misin?"
"Bir kadının isteyebileceği her şeye sahibim."
"Yaşamındaki yanlışlık nedir o zaman?"
"Kesinlikle bu. Her şeyim var, ama mutlu değilim.
Sadece ben değilim böyle olan; yıllarca birçok kişiyle tanıştım, her çeşit insanla söyleşi yaptım: zengini, yoksulu, güçlüsü ve sadece elindekiyle yetineni. Aynı sonsuz acıyı bu insanların da gözlerinde gördüm, insanların kabullenmeye hazır olmadıkları bir keder, ama bana ne söylediklerine aldırmadan, yine de orada olduğunu gördüğüm keder. Beni dinliyor musun?"
"Evet, dinliyorum. Sadece düşünüyordum. Öyleyse sana göre kimse mutlu değil, öyle mi?"
"Bazıları mutlu görünüyor ama açıkça bu konu üzerinde fazla düşünmüyorlar. Diğerleri planlar yapıyor: Bir kocam, yuvam, iki çocuğum, şehir dışında bir evim olacak. Bunlara sahip olmak için uğraşırken matadora bakan boğa gibiler: İçgüdüsel tepkiler veriyorlar, hedefin nerede olduğu hakkında hiçbir fikirleri yokken aptalca hareket ediyorlar. Araba alıyorlar, bazen bir Ferrari'leri bile oluyor ve yaşamın anlamının bu olduğunu düşünüyorlar ve asla bunu sorgulamıyorlar. Oysa ruhlarında taşıdıklarını bile bilmedikleri keder, gözlerinden okunuyor. Sen mutlu musun?"
"Bilmem."
"Herkes mi mutsuz bilmiyorum. Hepsi bir şeylerle meşgul, fazla mesai yapıyor, çocukları, kocaları, kariyerleri, dereceleri, yarın yapmayı planladıkları, satın almak istedikleri, başkalarından aşağı kalmadan sahip olmak istedikleri ve buna benzer şeyler için endişeleniyorlar. Çok az kişi bana gerçekten 'Mutsuzum,' dedi. Çoğu İyiyim. Her istediğime sahibim,' der.
Sonra ben, 'Seni ne mutlu eder?' diye sorarım. Yanıt: 'Bir insanın sahip olmak isteyebileceği her şeye sahibim bir aile, ev, iş, sağlıklı bir hayat.' Yine sorarım: 'Yaşam sadece bundan ibaret mi diye merak ettiniz mi hiç?' Yanıt: 'Evet, bu kadar.' Israr ederim: 'Öyleyse yaşamın anlamı iş, aile, bir gün büyüyecek ve sizi terk edecek çocuklar, gerçek bir sevgiliden çok, bir arkadaşa dönüşecek bir zevce ya da koca. Ve elbette bir gün gelecek iş de bitecek. Bunlar olduğunda ne yapacaksınız?' Yanıt: Yok. Hemen konuyu değiştiriverirler.
"Hayır, aslında söyledikleri: 'Çocuklar büyüdüğün de, kocam ya da karım tutku dolu bir âşıktan daha çok arkadaşım olduğunda, emekli olduğumda her zaman yapmak istediğim şeyi yapmak için zamanım olacak: Seyahat edeceğim.' Soru: 'Ama şimdi mutlu olduğunuzu söylemediniz mi? Zaten hep yapmak istediğiniz şeyleri yapmıyor musunuz?' Yine çok meşgul olduklarını söyleyecek ve konuyu değiştireceklerdir.
"Israr edersem, daima yokluğunu duydukları bir şeyle yanıt verirler. İşadamı henüz istediği anlaşmayı yapamamıştır, ev kadını daha fazla özgürlük ve daha çok para sahibi olmak isteyecektir, âşık delikanlı sevgilisini kaybetmekten korkar, üniversiteden yeni mezun genç mesleğini kendisinin mi seçtiğini, ya da mesleğin kendisi için mi seçildiğini merak eder durur, diş hekimi şarkıcı olmak istemiştir, şarkıcı politikacı olmayı, politikacı yazar, yazar da çiftçi olmayı hayal eder. Kendi seçtiği işi yapan biriyle karşılaştığımda bile, onun da ruhu hâlâ azap içinde kıvranıyordu.
Henüz huzura da kavuşmamıştı. Sana yeniden soracağım: 'Mutlu musun?'"
"Hayır. Sevdiğim kadına, hep düşlediğim işe, dostlarımın kıskançlığına neden olacak kadar özgürlüğe, seyahat etme şansına, şöhrete, övgülere sahibim. Ama sanki bir şey..."
"Ne?"
"Bir an durduğumda, yaşamın anlamını yitireceğini düşünüyorum."
"Sadece dinlenmeyi beceremiyorsun, Paris'e bak, elimi tut ve şöyle de: İstediğim her şeye sahibim, şimdi yaşamın bize bıraktıklarının keyfini çıkaralım."
"Paris'e bakabilirim, elini de tutabilirim, ama bu sözleri söyleyemem."
"Bahse girerim, şu anda bu caddede yürüyen herkes aynı şeyi hissediyor. Az önce yanımızdan geçen şu zarif kadın zamanı elinde tutmak için çabalayarak günlerini geçiriyor, durmadan terazileri kontrol ediyor, çünkü aşkın buna bağlı olduğunu düşünüyor. Yolun karşısına bak iki çocuklu bir çift. Çocuklarıyla birlikte dışarı çıktıklarında çok mutlu oluyorlar, ama aynı zamanda bilinçaltlarında sürekli dehşet içindeler: Her an kaybedebilecekleri işlerini, yakalanabilecekleri hastalığı, gereksinimlerini karşılamaya yetmeyecek sağlık sigortasını, gitmeye hazırlanan çocuklardan birini düşünüyorlar. Dikkatlerini başka yere vermeye çalışırken, aynı zamanda bu trajedilerden kurtulmanın, kendilerini dünyadan korumanın bir yolunu da arıyorlar."
"Ya köşedeki dilenci?"
"Onun hakkında bir şey bilmiyorum. Bir dilenciyle hiç konuşmadım.
Kesinlikle sefaletin resmi, ama gözleri, diğer dilencilerin gözleri gibi sanki bir şey gizliyor. Kederli hâli o kadar belirgin ki, inanmakta zorlanıyorum."
"Eksik olan ne?"
"Bir ipucu yok. Herkesin gülümsediği ve mutlu göründüğü şu ünlü magazin dergilerine bakıyorum, ama ben de bizzat ünlü biriyle evli olduğumdan, her şeyin göründüğü gibi olmadığını biliyorum: Fotoğraftaki o anda herkes gülüyor ve eğleniyor, ama aynı gece daha sonra ya da ertesi sabah hikâye her zaman oldukça farklı oluyor. 'Bu dergide yer almaya devam etmek için ne yapmalıyım?' 'Şu anda sahip olduğum lüks yaşamı sürdürecek paramın bir süre sonra olmayacağını nasıl gizleyebilirim?' 'Lüks yaşantımı herkesin sahip olduğundan daha fazla göstermeyi nasıl beceririm?'
'Fotoğrafta yanımdaki İlim yıldızı ve gülümsediğim ve kutladığım kişi yarın benden bir parça çalabilir!' 'O kadından daha güzel mi giyindim?
Birbirimizden hiç hoşlanmadığımız halde neden gülümsüyoruz?' 'Derin bir mutsuzluk içinde ve şöhretin köleleri olduğumuz halde bu derginin okurlarına niye mutluluk satıyoruz?'"
"Şöhretin köleleri değiliz."
"Paranoyaklaşma. Bizden bahsetmiyorum."
"Öyleyse ne olduğunu düşünüyorsun?"
"Yıllar önce, çok ilginç bir öykü anlatan bir kitap okumuştum. Bir an için Hitler'in savaşı kazanmış olduğunu düşün, tüm Yahudileri yok ettiğini ve halkını Âri Irk diye bir şey olduğuna inandırmış olduğunu. Tarih kitapları değişmeye başladı ve yüz yıl sonra onun ardından gelenler de tüm Hintlileri yok etti. Üç yüz yıl sonra Zenci ırkı da yok edildi. Beş yüz yıl sürer, ama sonuçta tüm güçlü savaş makineleri yeryüzünden Doğulu ırkların tümünü silmeyi başarır. Tarih kitapları barbarlara karşı yapılan uzaklardaki savaşlardan bahseder, ama kimse okumaz, çünkü hiç önemi yoktur.
"Nazizm'in doğuşundan iki bin yıl sonra Tokyo'da bir barda, uzun boylu, mavi gözlü insanların beş yüz yıl boyunca yaşadığı bu şehirde Hans ve Fritz bira içmektedir. Bir anda Hans Fritz'e bakar ve sorar: 'Fritz, sence
her zaman böyle miydi?'
"'Ne?' diye sorar Fritz.
"'Dünya.'
'"Elbette dünya daima böyleydi, bize böyle öğretmediler mi?'
'"Tabii ki, böyle aptalca bir soruyu neden sorduğumu ben de bilmiyorum,' der Hans. Biralarını bitirirler, başka şeylerden bahseder ve bu soruyu tümüyle unuturlar."
"Bu kadar uzak bir geleceğe gitmene bile gerek yok, sadece iki yüz yıl geriye gitmelisin. Kendini bir giyotine, darağacına ya da elektrikli sandalyeye taparken görebiliyor musun?"
"Sözü nereye getireceğini biliyorum insanoğlunun çektiği işkencelerin en kötüsü, çarmıha gerilme. Çarmıha gerilen kadın ya da erkeğe can vermeden önce korkunç acı veren bu yöntemden Çiçero'nun
'iğrenç bir cezalandırma' diye söz ettiğini hatırlıyorum. Buna rağmen günümüzde insanlar bunu boyunlarına takıyorlar, yatak odalarının duvarına asıyorlar ve bir işkence belgesine baktıklarını unutarak bu sahneyi dinsel bir sembolle özdeşleştiriyorlar."
Zahir / Paulo Coelho