.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
31 Tem 2012
O sole mio! O Sole Negre!
Her melek zalimdir. Meryem’in ipiyle
bağlı geçen o 13 ay. ’13 aylı yıl’
ayırdı bizi nedenini bilmediğim
korkunç melekler. Melankolimin 19. haftasıydı
seni tanıdım. Bir şeyler değişiyormuş gibi
oldu birden. Sanki artık kader denen
o kudurmuş atın önünde sürüklenmiyordum.
Sonra korkunç bir dolu yağdı.
Ürkünç rüzgarlar esti. Güneydeki Haç Yıldızı
yerinden kıpırdadı. Melankolimin 19. haftasıydı.
Her melek görür bizden öncesini ve
bizden sonrasını. Bizim elimizde değildi.
13 aylı yıl ayırdı bizi.
Neden bitecek şeyler başlatılır ki sevgilim
neden Muhammedi bir gül birdenbire büyür
neden gözyaşı büyüklüğünde dolular dökülür?
Kara saten bir çarşafa
altın bir haç çiziyorum senin için.
Yokluğunu böyle ifade edebilirim ancak.
Gözlerimi büyük büyük açıyorum
meleklerin üflediği o cam parçacıkları
rüzgârına. Gelmiyorsun. Kara yağız atlar
geliyor soğuk odama. Düşen göktaşları
geliyor. Gözlerini karalarla bağlamış
melekler geliyor. Sen gelmiyorsun.
Nedeni yok işte. Yok hiçbir nedeni.
Kiliselerde ikona kızlar bizim için
dua ediyor. Dışarda korkunç bir
dolu yağıyor ipimizi sürükleyen
meleklerden daha da korkunç.
Bilmiyorum belki büyük bir günah
işledik. Ben keşiş giysilerime sarınıyorum.
13 ay böyle geçecek işte. Güneydeki
Haç Yıldızı bize kara kara gülümseyecek.
Dilimin dönmediği şarkılar söyleyeceğim ben.
Kimin ne için başlattığını
bilmediğim bir büyü 13 aylı yıl
boyunca akacak başucumda.
Ellerimi temizlemek isteyeceğim
geri dönmek belki de.
Geri dönemeyeceğim.
Altın haçlı o kara çarşafın
üzerinden 13 aylı yıl akacak.
O sole mio! O Sole Negre!
Buhurumeryem
30 Tem 2012
Kapan
ANLATABİLMELİYDİM. Şimdi neye yarar. Duyamayacaksın. Senin adına söyleyebileceğim: “Yaz. Kalacak mı sorusunu sorma. Kalmayacak orası kesin. Kim, ne kalmış ki!” Sağım hala. Kendim için öyle mi? Avunamayacakmışım, olsun mu? Okunamayacaksın bir gün. Ansiklopedilerde üç beş sözcük ayrılır sana da belki. Yüz yılları aşabilen yazın dehaları bile unutulmaya hükümlüdür sonuçta. Sen necisin a zevzek dost. Ama yaşanmadı mı? Yaşandığına inanarak ölüm beklenebilir, dayanmanın sınırları zorlanabilir aldatıcılığı. İnanma kapanına kıstırabilsem bilincimi. Yaşarken tek sığınak mı bellek? Durmadan üst süte yığılınanlar tükenmezi. Silinebilenler ne kadar azınlıkta. Eklenebilenler ne kadar uydurma, gerçek dışı. Tümünün yok olduğunu algılayamamak korkusu delirtebilir insanı. Robert Schumann bu yüzden mi yitirmek istedi aklını? Bir genç kadın, “Duygu eksik yazdıklarınızda,” dedi, acıyarak kuşkusuz. Oysa duygu, acınası zavallı. Yenilmeye layık! Deşmeyegör, altı korkunç yüzsüz.
Salt çözümsüzlük, çözümdür. Taşa, toprağa, suya, havaya dönüşünceye değin, duyarsızlık kaosunda, rastlantıyla oluşan canlılığını bir süre koruyabilsen, elinde olsa, bu dileklerden caymasan. Cayma ağır acısından kurtuabileceğini umsan.
Görüyorsun, ayıklığımla yaklaşamıyorum sana hala. Kopkoyu karanlıkları yırtan mavi şimşek olduğunu varsaymama karşın. Denemek zorundayım yine de. Baştan aşağı uyumsuz, yalan dolanla boyalı, süslü, sıradan öykülere katlanacağım. Katlanabilecek miyim? Bağışlanmayacağım. Beklemiyorum zaten. Anlatmaya kalkışacaklarıma bir yığın kof ayrıntı sığışacak. Ayrık otları boğacak tüm otları, börtü böceği, renkleri. Susmalı değil miyim? Haykırmak, anlamsız böğürtüler de bir tür susmak sayılsa bari. Ben bile bile giriyorum cehennemime. Bile bile kavruluyorum. Hiçliği –hiçlik kavramını- sürdürüyorum inatla. Çirkinim, budalayım, tamam. Bana kurban adayı kör gözüyle bakın dilediğinizce, umurunuzdaysa. Lütfediyorum yani. Büyüklenme burgacında çırpınık bir yürek. Şimdilik. Onun da tepkisi başka türlü olamazdı, olamaz mıydı? Yaşasaydı, iticiliğime daha katı, bir kara çarpı koyacaktı kuşkusuz. Kehanetime sığınıyorum besbelli. “Ben pis akıllıyımdır,” kurtardı mı? Kurtarabilseydi hiç değilse/mi? Batsaydık birlikte. Ayrı ayrı düşüldü gayya kuyusuna, diyemiyorum. Belli ki kurtuluş türküsü yineleniyor ne yapsam. Akıl yerini beden aldı, beden bıraktı savaşımı. Savaşım vardı! Beden üst geldi akla. “Kömürü, elması yakaladığımızdan, sözetmiştin. Bir sünepe kıvılcım kül etti o elması. Sonuna değin gidilemedi, son bilinse, son belli olsa da. Kaçınılmazdı, orası öyle, ne ki kaçarak kaçınılmaza boyun eğmek yazgımızı biz yazmadık mı? Biz yok muydu yoksa? Biz yanılgısı! Geceleri esnetip uzatan saçların kaydı avuçlarımdan. Yazıklanmanın yararı ne? Boynumdan göğsüme ağan gözyaşlarının tuzu nerede?
Yine de saygım baskın çıkıyor. Birkaç günün büyütecinden bakmayı korumaktan alamıyorum kendimi. Seni öyküler dışı tutacağım. Öyküler ancak bizim dışımızda yaşanmışlık sanrılarında uyutacak bir kısa zaman için-içi sıkılanları. Onlara bir ölçü duygu da katacağım hatır için.
Yazık ki deliremeyeceğim.
29 Tem 2012
I. Şarkı
Dokuz yüz otuz altı. Tarih düşüldü. Niçin?
Doğumu önemlidir-yani kendisi için.
Doğumu önemlidir-yani kendisi için.
15- Buruşuk yüzler, bezler arasında bir canlı
Başparmağını emdi (yıkanmamış ve kanlı)
Cahildi, ne bilsindi libidonun adını
Duymuştu belki belki aşkın kokusunu, tadını
Başparmağını emdi (yıkanmamış ve kanlı)
Cahildi, ne bilsindi libidonun adını
Duymuştu belki belki aşkın kokusunu, tadını
Sonradan uzun olan yumuk parmaklarında.
20- Yıkandı çinko tasın sıcak ırmaklarında.
İlk resminde beyazdı kundağı gibi yüzü.
Bir taşra konağında yaşadı ilk gündüzü.
Büyükanne, Osmanlı sabrıyla ağır ağır
Sallıyor beşiğini. Dede bunak ve sağır.
25- Gelin ürkek ve şaşkın, dede doksanı aşkın,
Gözlerinde kalmamış ışığı hiçbir aşkın.
Ne zaman yemeğini yediğini bilmiyor.
Gördüğü karısı mı gelini mi bilmiyor.
Asırlık ayakları, evde bir hastalıktı
30- Geceleri dolaşan. Dalgın karnı acıktı;
Kalktı yer yatağından, iki ayaklı hüzün.
Selim’in beşiğine uğradı, beyaz tülün
Altında yatan teni okşadı. Titrek elin
Tuttuğu son canlıydı. Sanki, “Mutfağa gelin!”
35- Diyen bir sese doğru yönelirken, bir ağrı
Saplandı. Ölü buldu onu sabah rüzgârı.
İlk rüyanın teriyle (bilincin eşiğinde)
Islanarak uyandı; kıvrandı beşiğinde
Kundağıyla büyük ve beyaz bir elma kurdu
40- Esirlik türküsünü bütün eve duyurdu.
Baba geniş yatakta döndü; yorganı kaptı;
Anne, meme vermenin sancısıyla haraptı.
İlk ve son kocasının, “Çocuğa bak Müzeyyen!”
Mırıltısıyla kalktı kadın kokan yerinden.
45- Corridos adasında Permanlar arasında
Elinde kendi gibi kuru bir barracinda
Tutarak, on ikinci derece bir denklemi
Kaygısız çözmesiyle, Ferrania Sandolem’i
İndirerek tahtından kadın saltanatına
İndirerek tahtından kadın saltanatına
50- Son veren Panton Hipyos ya da önce atına
Sonra kadına tapan Hun gibi Numan Işık
(Oysa ilk yıllarında anneme nasıl âşık).
Uykulu göğüsleri-kim bilir ne tazeydi.
İpek geceliğinin içinde sert ve diri
55- (mektuplarda Numan Bey, aşkını eski Türkçe
-evlenmeden elbette- anlatırmış anneme)
Kayarken karanlıkta, dede bir taş yığını
Gibi, genç lohusanın acıttı ayağını.
Acı bir çığlık kesti Selim’in nefesini
60- Belki o anda duydu korkunun ilk sesini.
Evin arka bahçesi otlar ve tahta perde.
Anılar başladı mı? Paslı bir kilim yerde,
Koruyor dış dünyadan. İlk böcekler elinden
Kayıp geçiyor. Nine, düşürmüyor dilinden
65- Belirsiz anlamlarla uyutan ninnileri
Hu diyen dervişleri ürkünç ecinnileri.
Dandini ve dasdana, kov bostancı danayı
Yemesin lahanayı, yemesin lahanayı.
Bir yaşında kızamık, iki yaşında sıtma,
70 -Yakaladı Selim’i. Yavrum terleme, koşma!
Terli bir uyanıştan sonra tam üç yaşında
Düştü yatağa baygın. Ağlayarak başında
Kuran okur annesi; bir açılsa gözlerin.
Ne diyorsun Allahım, duyulmuyor sözlerin.
75-Baba mırıldanıyor: Selim Işık, güzel şey!
Ağlıyor gürültüyle; hey rahmetli Numan Bey!
Kasabanın tek doktoru topal Muvakkar.
Muvakkar’ın tek gözü birazcık şehla bakar.
“Topal doktor kalksana, lambaları yaksana,
Muvakkar’ın tek gözü birazcık şehla bakar.
“Topal doktor kalksana, lambaları yaksana,
80- Selim elden gidiyor, çaresine baksana.”
Muvakkar’ın gözü varmış derler annemde.
Babama severek varmış derler annem de.
O zaman kaç senesi; tıp, bildiğiniz gibi.
Bütün umut Allah’tan; hep bildiğiniz gibi.
85- “Zatürrée. Geceyi atlatırsa ümit var.
Kışın olsa giderdi.” (Dışarda ıslak bahar.)
Birden gözünü açtı: karanlık pencereler,
Yağmur izleri. Selim, “Atatürk’ü gördüm,” der.
Taşrada yetişirken öğrendiği tek dildi
90- Türkçe, cahil Selim’in. Bu kadar diyebildi.
Oysa bilseydi (canım) biraz da Fransızca
“Voila Atatürk maman!” derdi muhakkak orada.
Az gelişmiş babanın az gelişmiş tek oğlu,
Şimdi hatırladım da gene gözlerim doldu.
95- Donuk aydınlığında idare lambasının,
Üzerine eğilen gölgenin (babasının)
Varlığından habersiz, soluk bir ateş gibi
Küçücük yatağında. Bir aydınlık belirdi:
“İşte güneş doğuyor. Kurtuldu, yaşayacak!”
100 - Yamalı bir yıldızdı ilerde ışıyacak.
“İzin ver Selim biraz, Hegel, Fichte diyelim,
Felsefeyle ilişkin bir de ekmek yiyelim.”
Böyle buyurdu Kargı, thus spake King Solomon
Yerindedir bu yargı, evet haklı Platon,
105- Felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız.
Demekle özetliyor: bu dünyada yalnızız.
Özür dilerim senden bu sütunda açıkça,
Çocukluk günlerine kapılmışım çocukça.
Kelimenin anlamı: sevmek demek Yunanca.
Çocukluk günlerine kapılmışım çocukça.
Kelimenin anlamı: sevmek demek Yunanca.
110- Filo. Sofya’yı sevmek oluyor Filosofya.
Hatırlarsın pasajda Lefter’in meyhanesi,
Servis yapar, şarkı söyler; biraz kısıktı sesi.
“O Sofya mu, Sofya mu. Sensiz içmek olur mu?”
Kır saçlı laternacı biraz mahzun dururdu.
115 - ‘İn vino veritas.’ Ders sofistlerden Duzikos,
Tarih felsefesinde, ‘Armoniko Muzikos...’
“Gene sapıttın Selim. Seni kim durduracak?”
Söylemiştim Süleyman: ben başlamazsam ancak
Durdurulabilirim. Ayrıca fakir dilim
120- Bağlı hece vezniyle, taş kesildi sağ elim.
Hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim.
Kafiye Tanrısına kurban oldum. Efendim?
“Bir şarkının sonuna kadar sabredemedin.”
Bundan kaybediyorum, böyle olduğum için.
125- Ne olur tutma artık beni hece vezniyle
Allahın, senin ve tüm sevenlerin izniyle
Çözülsün zincirlerim, tutulan kol çalışsın.
Bir espri uğruna harcatmayın, alışsın
Selim Işık insana. Söylesin şarkısını
130- Kesintisiz, acemi. Oblomov hırkasını
Çıkarsın bedeninden. Ey ölü ruh! kıyam et!
Beğendin mi Süleyman? “Beğenmedim, devam et.”
Tutunamayanlar / Şarkılar / Oğuz Atay
ölümün mü, hayatın mı çocuğuyuz?
Acaba hep böyle mi düşünürüz; ölümün mü, hayatın mı çocuğuyuz? Bu saati hangisi kuruyor, mevsimlerin eli mi, mutlak karanlığın parmağı mı? Ölüm muhakkak ki bir akıbet. Fakat mademki hayat denen piyango beni teşkil eden adem parçasına isabet etmiş. Mademki kainat, her zerresiyle benim için canlanmış, o halde duyguların ve duyumların cennetinde, bu acayip Walt Disney oyununda sonuna kadar payımı almalıyım!- Hayır, böyle de düşünemiyordu. Bu da çok basitti. Bu sadece dışarıda kalmak, satıhta yüzmekti. -Kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içine giriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz, benimdir, diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz. Gidenin arkasından ağlıyor, gitme! diye eteklerine yapışıyoruz. Hiçbir şeyi kendimizden ayırmıyoruz.
Bir sofraya davet edilmiş değiliz; belki mütemadiyen içimizden yaratıyor, doğuruyoruz... Hiçbirimiz hayatı maddenin arızi bir hali gibi kabul etmiyoruz.- Hatta bu işi anlamak isteyenler bile, sonuna kadar oyunun içinde kalıyorlardı. Herşey bizden geliyor, bizimle geliyor ve bizde oluyor.
Ne ölüm var, ne de hayat var. Biz varız. İkisi de bizde. Onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük, büyük arızalardı. Merihte bir dağ küçük bir patlayışla çöker. Ayda lav dereleri kurur. Kehkeşanın ortasında güneşte parlayan büyük buğday başakları gibi, yeni güneş manzumeleri kurulur. Denizlerin dibinde mercan adaları doğar, yıldızlar aya karşı rüzgarların dağıttığı nisan çiçekleri gibi, bir renk ve ateş kıvılcımında dağılırlar. Kuş kurdu yer, bir ağacın kabuğunda yüz bin haşere tohumu birden açar, yüz bini birden toprağa karışır. Bunların hepsi kendiliğinden olan şeylerdi. Bunlar kainat dediğimiz, büyük, tek, emsalsiz incinin, o mücerret zaman çiçeğinin, zaman nergisinin üzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yer karartan akisleriydi.
Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesine soktuğu için, süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi. Onun içinde kaybolacağı geniş ve biteviye akan nehrinde herşeyle beraber akacağı yerde, onu dışarıdan seyre çalışıyordu. Onun için bir ıstırap makinesi olmuştu. Bir itiliş, haydi ölümün ucundayız; herşey bitti. Mademki sıfırın bütününü kırdık, adet olmağa razı olduk, bunu kabul etmek lazım. Fakat hız bizi kendiliğinden öbür hadde götürüyor; hayatın ortasındayız, onunla doluyuz, tekrar hızımızın oyuncağıyız; fakat bu sefer, bu sefer terazi mutlak surette ölüme doğru eğiliyordu. Bütün ıstıraplar kendi misilleriyle artacaklardı.
İnsanlığın talihi aklıyla zamanın dışına fırladığı, aşkın nizamına karşı koyduğu, geniş istihalenin ortasında bir istikrar istediği için, kendiliğinden teşekkül etmiş bir şeydi. İnsanlığın hakiki talihi buydu. Küçük bir idare lambasının, yalnız gölge ve karanlığı görmeğe mahsus, onlardan kendisine bir zindan yapabilecek kudrette bir cihazın esiri olması, bu küçük Homunculos'un peşine takılıp koşmasıydı. Fakat asıl Homunculos bir aksülamelden doğmuştu. Onun için daha anlayışıydı. Kendisini yaratan tecrübe ona bütün pişmanlıklarını, etrafındaki imkansızlıkların şuurunu da geçirmişti. Onun için Galathe'nin arabasının tekerleklerine çarpıp küçük şişesini kırmayı, geniş ve şekilsiz eterde kaybolmayı biliyordu. Fakat bu küçük idare kandilinde bu cesaret yoktu. Kendi kendine bir masal uydurmuştu; ona inanıyor, hayatın efendisi olmak istiyordu. Onun için ölümün sofrası oluyordu. Büyük nehirden ayrıldıktan sonra, ilk rastgeldiği çukuru dolduran bir su gibiydi. Orada her türlü arızanın, başta kendisi olmak arzusunun kurbanı olacaktı. İnsanoğlunun ıstırabı kadar tabii ne vardı! Şuurla var olmayı, gerçekten var olmayı ödüyordu. Fakat insanoğlu bununla kalmıyor, bu büyük, değişmez zaruretin yanında kendi de yenibaştan talihler icat ediyordu. Yaşıyorum diye başka ölümler yaratıyordu. Hakikatte bunlar hep o varlık vehminin çocuklarıydı. Çünkü hakiki ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu; hepsini hepsini bırakıyorum, sonsuzluğa karışıyorum. Aklın bittiği yerde parlayan büyük incinin kendisi oldum; ondan bir zerre değil, kendisi. Aklın serhaddinde hiçbir aydınlığın gölgelenmediği yerde kendi içinden aydınlık, pırıl pırıl tutuşan büyük su nergisiyim. Fakat hayır, o bunu diyeceği yerde, -Mademki düşünüyorum. O halde varım, mademki duyuyorum, o halde varım, mademki harp ediyorum, o halde varım, mademki ıztırap çekiyorum, o halde varım! Sefilim varım, budalayım varım! Varım, varım!- diyordu.
Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar
27 Tem 2012
'Ölümden korkuyorduk, çünkü insandık.
Bengal kaplanı, sevgilime yiyecekmiş gibi bakıyordu.
Esneyen kaplana dublaj yapıyorum: “Voarg, güzelliğiniz dişlerimi kamaştırıyor küçük hanım.”
Şebnem'in, gülümsediğinde "U" harfine benzeyen ağzı, yanaklarında beliren parantezlerin içinde kalıyor.
Gökyüzünde dolunayı andıran, pudralı bir kış güneşi.
İki cihan aşkım Şebnem'in jelibon dudaklarının arasından çıkan buhar, bana hayatın özü, özeti gibi görünüyor. Nefesi, ancak rüyalarda işitilebilecek türde bir ninni. Parmaklarının muzlu gofret zarafeti beni mayıştırıyor. Gri, yeşil ve mavi karışımı, kestane irisi gözlerinde "patlayan şeker" kıvılcımları. Soyulmuş elmadan yontulmuş bir yüz. Burnunun üstünden geçerek yanaklarını birleştiren çiçek tozu çiller, kanatları açık bir kelebek etkisi uyandırıyor. Saçları, gül şerbetiyle boyanmış kızıl ipek.
Aşk insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, müziğini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının içindekileri, hayat bilgisini de değiştiriyor.
Büyük dedem, zamanında, bir dilberin aşkından aklını kaçırmış, sonra da İstiklal Harbi'ne katılıp şehit olmuş. Şebnem'e bakınca, damarlarımdan bir çılgınlık akımının geçtiğini hissediyorum.
Kaplan departmanından akbaba kafeslerine yöneliyoruz.
Burası, şehir merkezinin uzağında, kocaman bir hayvanat bahçesi. Teleferikle tepeye çıkıyor, sonra aşağı doğru geze toza iniyoruz.
Kabanımın cebindeki mücevher kutucuğunu yokluyorum. Evlenme teklif etmek amma zor işmiş. Teleferikte baş başayken, içimden binlerce kez “Evlen benimle Şebnem” deyip cebimdeki kutuyla oynadım. Boşuna. Kaplanın huzurunda da yeterince konsantre olamadım. Akbaba kafesinin önü, hayırlı bir iş teklifi için pek ideal bir yer sayılmaz, haksız mıyım? Rakunlar, develer, tavuslar, yaban domuzları, ayılar, goriller, tavşanlar, foklar, aslanlar, midilliler, tilkiler, flamingolar, gergedanlar, lamalar, zebralar, kurtlar, papağanlar, kangurular… Hiçbiri, tarihî bir an'a yanıklık etmeye hazır görünmüyordu. Hayvancağızlar zaten mahpusluktan akıllarını oynatmışlar, bana tezahürat yapacak mecalleri yok.
Yağmurun baskınına uğradık. Gürül gürül yağıyor. “Hemen bir gemi bulup hayvanları toplasam iyi olacak” diyorum.
Şebnem şakır şakır gülüyor. Bir sarayın tavanından sarkan ve pervane gibi fırıl fırıl dönen kristal avizeler düşünü.
Yağmur, etraftaki tek tük ziyaretçileri adeta siliyor; görevliler de dahil herkes kantine doğru koşarak kayboluyor. Hayvancıklar da kuytulara, köşelere sığınıyorlar.
Biz, alçacık bir duvardan dışarı sarkan salkımsöğüde yanaşıyoruz. Pat! Duvarın üstünden bir penguen! Nasıl mı? Diğer tarafta, ağacın altında birbirine sokulmuş penguenlerden birini yakalayıp, Şebnem'e çaktırmadan duvarın üstüne konduruyorum.
“A-a? Bu da nerden çıktı?” Şebnem'den şimşek güzelliğinde bir kahkaha.
“Yağmurla birlikte gökten düşmüş olmalı” diye fikir yürütüyorum.
Cebimdeki yüzüğü kutusundan alıp avucumda saklıyorum. Penguen'i boynundan tutuyorum: “Sevgilim hiç penguen yumurtası görmüş müydün?”
“Ne demezsin, her sabah iki tanesini çiğ çiğ içerim…”
Terkedilmiş bir okyanusta başbaşa kalmış iki balık gibi sarhoşuz.
"Çok dikkatli bak o halde" diyorum ve penguenin altında yumurta aramaya koyuluyorum. "İşte!" Tek taş pırlanta yüzüğü, başparmağımla işaret parmağımın arasında tutarak Şebnem'e uzatıyorum: “Sanırım bu penguenin sende gözü var Şebnem… Onunla dövüşmek zorundayım. Lütfen şu yüzüğü tutar mısın?”
Şebnem'in yüzünde göz kamaştırıcı bir gülücük beliriyor. Şeffaf elini yavaşça kaldırıyor. Tam o anda, elimdeki yüzüğün içinden bir mermi geçiyor! Vınnn!
Sırtından vurulan penguen, nar taneleri saçarak infilak ediyor! Bum!
Silahlı iki adam, yokuşun başından bize doğru koşuyor! Niyetleri ciddi, her hallerinden belli. Derhal, Şebnem'in bileğini kavrıyorum, vargücümüzle kaçıyoruz. Duvarın bitiminden sola dönüyoruz.
İnsan ile tabiat, gene ayrı dillerden konuşuyorlar: Mermiler, yağmurun içinde metalik ve yatay bir başka yağmur olup yağıyor. Tam anlamıyla nefes kesici…
Titreyen bir göledin kıyısında kıpırdamadan poz veren, gözü yaşlı Nil timsahının kuyruğundan bir kurşun sekiyor. Başını, paçavra bulutlara gömmüş zürafa boynundan; yüksek kafesindeki tünekte pusmuş olan kaya kartalı göğsünden vuruluyor! Güzelim postunda siyah bir delik açılan İran leoparı yana devriliyor!
Dünyanın dört bir yanından getirilerek burada hapsedilmiş bütün hayvanlar feryat figan ediyor.
Havuzunun üzerindeki ahşap köprüden geçerken, kırmızı gagalı siyah kuğular bize acıyarak bakıyorlar. “Burada kurda kuşa yem olacağız” diye düşünüyorum.
Sürüngen akvaryumlarının sağlı sollu sıralandığı ışıklı, sıcak bir tünelden geçiyoruz. Ardımızdaki maratoncu katiller, akvaryumlara kurşun delikleri açarak koşturuyorlar. İguanalar, bukalemunlar, çıngıraklıyılanlar… hiç istiflerini bozmuyorlar. Galiba hepsi sağır.
Tünelden fırlayıp yağmura daldığımız anda sağ omzumu sıyırıyor bir mermi ve gök gürlüyor.
Gövdeleri, yağmuru sünger gibi emen devekuşlarının saçaklı kirpikleriyle gıdıklanarak, kafesle duvar arasındaki daracık boşluğu aşıyoruz. Üstünde "LÜTFEN SESSİZ OLUNUZ" yazılı bir tabela bulunan ahşap kapıdan içeri giriyoruz. Kare bir holde buluyoruz kendimizi. Şebnem de ben de soluk soluğayız. Karşımızda bir kapı daha. Açıyorum, bir Afrika masalının ortasındayız. Önümüzdeki dikdörtgen levhaya takılıyor gözüm: "CÜCE MAYMUNLAR GALERİSİ" Müstakil tel kafesler, yüksek mi yüksek tavandaki koridorlarla birbirine bağlanıyor. Daha önce görmediğim türden, bildiğimiz ağaçlara hiç benzemeyen, kocaman bitkilerin kollarına atlıyoruz. Devasa, kalın yaprakların arkasına saklanıyoruz. Maymunlar gözlerini bize dikiyorlar. Bazıları, tepedeki kanallardan geçerek, arkadaşlarını çağırıyorlar…
Berbat haldeydik. Hayvanat bahçesinde, ormandaki hiyerarşi de, sirkteki disiplin de yoktu. Cüce maymunların ocağına düşmüştük.
Şebnem, omzumdan akan kana parmak uçlarıyla hafifçe dokunuyor. Gözlerinden naylon ip gibi yaşlar iniyor. “Ben iyiyim, sadece sıyrık” deyip gülümsüyorum.
Galerinin kapısı, uğursuz bir gıcırtıyla aralanıyor. Maymunlarla birlikte ben de kapıdan giren tabancalı iki adama bakıyorum. Biri, gözleriyle etrafı tararken, diğeri, ona yerdeki ıslak ayak izlerimizi işaret ediyor. Maymunlar, durumdan vazife çıkarıp vahşice bir işgüzarlıkla bizi gammazlıyorlar: Çığlık çığlığa zıplayıp, ellerini kafeslerden uzatarak, peşimizdekilere bulunduğumuz yeri gösteriyorlar.
Son sözlerimi söylememin vakti geçmek üzere. Şebnem'in kulağına, sessizce “Seni seviyorum” derken, pırlanta yüzüğü parmağına takıyorum.
Şebnem aşk coşkusu ve ölüm korkusuyla şoklanmış halde fısıldıyor: “Sevgilim bu adamlar bizi öldürecek!”
Son sözlerime şerh düşüyorum: “KORKMA BEN VARIM!”
Dağdaki Ağaca Dair
Zerdüşt, bir delikanlının kendisinden kaçındığını fark etmişti. Ve bir akşam,
"Alaca İnek" denilen kenti çevreleyen dağlarda yalnız başına gezerken, bakın
hele: orda bir ağaca yaslanarak oturmuş ve yorgun bakışlarla vadiyi süzerken
buldu o delikanlıyı. Zerdüşt, delikanlının yaslanarak oturduğu ağaca doladı
kolunu ve şöyle dedi:
"Ellerimle sarsmak isteseydim bu ağacı, sarsamazdım. Ama gözle görmediğimiz rüzgâr, onu istediği gibi sarsar ve istediği tarafa eğer. Biz en çok görünmeyen eller tarafından eğilir ve yoğruluruz.
Bunun üzerine delikanlı, şaşkın bir halde ayağa kalktı ve dedi: "Zerdüşt' ü
işitiyorum, ben de onu düşünüyordum şimdi!" Zerdüşt cevap verdi:
"Neye korkuyorsun öyleyse? -- Ağaç için neyse olan, insan için de aynı.
Ne kadar çok isterse yükseklere ve ışığa çıkmaya o kadar kuvvetle dalmaya çabalar
kökleri toprağa, aşağılara, karanlığa, derinliğe -- kötülüğe."
"Evet, kötülüğe!" diye bağırdı delikanlı. "Nasıl oldu da keşfettin ruhumu sen?"
Zerdüşt gülümsedi ve dedi: "Nice ruhlar keşfedilmeyecek hiçbir zaman, meğer ki
onları önce icat ede insan."
"Evet, kötülüğe!" diye bağırdı delikanlı bir daha.
"Doğru söyledin, Zerdüşt. Yükseklere çıkmak isteyeli beri, güvenim kalmadı kendime,
kimsenin de güveni kalmadı bana artık -- nasıl oldu bu?
Pek çabuk değişiyorum: bugünüm, dünümü yalanlıyor. Merdivenleri çıkarken
basamakları atlıyorum sık sık, -- hiç bir basamak affetmiyor beni bundan ötürü.
Yukardayken, yalnız buluyorum kendimi hep. Kimse konuşmuyor benimle, yalnızlığın
ayazı titretiyor beni. Ne arıyorum yükseklerde?
Hor görmemle hasretim birlikte büyüyorlar; ne kadar çok yükseğe çıkarsam, o kadar
çok hor görüyorum yükseleni. Ne arıyor yükseklerde?
Nasıl utanıyorum yükselmemden ve sendelememden! Nasıl alay ediyorum soluk soluğa
kalışımla! Nasıl nefret ediyorum uçandan! Ne kadar yorgunum yükseklerde!"
Burada sustu delikanlı. Zerdüşt, yanında durdukları ağaca baktı, baktı da şöyle
söyle dedi:
"Yapayalnız duruyor bu ağaç şu dağ başında; insanla hayvanın epey üstünde yetişmi.
Ve konuşmak isteseydi eğer, kimse bulamayacaktı kendisini anlayacak: öylesine
yükselmiş.
Şimdi bekler, bekler -- neyi bekler? Bulutların durduğu yere pek yakın oturur: ilk
şimşeği mi bekler acep?"
Zerdüşt bunları dediğinde, elini kolunu hızlı hızlı sallayarak, delikanlı bağırdı:
"Evet, Zerdüşt, doğruyu söylüyorsun sen. Mahvımı arzulamış oldum ben yüksekleri
istediğimde, beklerdim şimşek de sensin! Bak, sen aramızda görüneli neyim ben? Seni kıskanmamdır beni yıkan!"
-- Böyle dedi delikanlı ve acı acı ağladı. Zerdüşt
ise kolunu beline doladı ve götürdü onu.
Bir müddet beraber yürüdükten sonra, şöyle konuşmaya başladı Zerdüşt:
Yüreğim parçalanıyor. Gözlerin, sözlerinden daha iyi anlatıyor bana içinde
bulunduğun tehlikeyi...
Özgür değilsin sen henüz, hâlâ özgürlüğü arıyorsun sen. Ama kötü içgüdülerin de
susamış özgürlüğe.
Azgın köpeklerin özgür olmayı ister; ruhun, bütün zindan kapılarını açmaya
uğraşırken, mahzenlerinde onlar sevinçle havlıyorlar.
Benim gözümde sen hala, zihninde serbestliği tasarlayan bir mahpussun: ah, kurnaz
olur böyle mahkumların gönülleri, ama hilekar ve kötü de olur.
Özgürlüğe kavuşmuş ruh bile kendisini saf kılmaya muhtaç henüz. Zindandan epey iz
ve küf vardır hala içinde: gözlerinin saflaşması gerektir hala.
Evet, biliyorum karşılaştığın tehlikeyi. Fakat sevgim ve ümidim başı için yalvarırım
sana: sevginle ümidini kenara atma!
Kendini soylu hissediyorsun hala, başkaları da soylu buluyor hala seni, sana kin
bağlayanlar, kem gözle bakanlar da. Bil ki, herkesin yolu üstünde bir soylu kişi
dikilmiş durur.
İyilerin de yoları üstünde bir soylu kişi durur dikilmiş: ve iyi derlerken bile ona,
ortadan kaldırmak için onu öyle derler.
Yeni bir şey yaratmak ister soylu kişi ve erdem. Eskiyi isterler iyiler ve eskinin korunmasını.
Ama tehlike, soylu kişinin iyi bir kişi olması değil, bir yüzsüz, bir alaycı, bir
yıkıcı olmasında.
Ah! En yüksek umutlarını yitirmiş soylu kişiler tanıdım ben. Ve sonradan onlar bütün
yüksek umutlara iftira ettiler.
O gün bu gündür hayasızca yaşadılar geçici zevkler içinde ve gündelik ömürlerinden
öte hemen hiç bir gaye edinmediler.
"Ruh da şehvettir." -- böyle diyorlardı onlar. Sonra ruhların kanatları kırıldı; ve
terde sürünüyor şimdi ruhları, ve kemirdiği her şeyi kirletiyor.
Bir zamanlar kahraman olmayı kurarlardı: şehvet düşkünleridirler şimdi. Dert ve
dehşettir kahraman onlarca.
Fakat sevgim ve ümidim başı için yalvarırım sana: gönlündeki kahramanı bir kenara
atma! Kutsal tut en yüksek ümidini!
Zerdüşt böyle buyurdu.
26 Tem 2012
25 Tem 2012
Mavi Oktav Defterleri'nden...
İki elim aralarında kavgaya giriştiler. Okuduğum kitabı kapayıp araya girmesin diye bir yana ittiler. Sonra beni selamlayıp kavgalarına hakem tayin ettiler. Hiç zaman yitirmeksizin parmaklarını birbirlerine dolayıp masanın kenarında bir koşuşturmaca tutturdular, bir biri, bir diğeri öne geçerek masa boyunca birkaç kez gidip geldiler. Gözlerimi onlardan ayıramadım. Onlar benim ellerim olduğuna göre taraf tutmamalıydım, yanlış bir kararla başıma kim bilir ne belalar sarardım. Yani, görevim hiç kolay değildi, avuçlarımın arasındaki karanlık bölgede gözlerimden kaçmaması gereken hilelere başvuruyorlardı. Ben de çenemi masaya dayamış, gözümden tek bir şeyin kaçmaması için dikkat kesilmiştim.
O güne dek sol elime karşı kötü bir düşüncem olmamasına rağmen, hep sağ elimden yana olmuştum. Sol elim durumu yüzüme vurarak itiraz etseydi, bu kötüye kullanılabilir duruma derhal son verirdim. Fakat sol elimden en ufak bir sızıldanma dahi işitmedim. Örneğin sağ elim sokakta selam vermek için şapkamı kaldırırken sol elim kalçamda ürkekçe geziniyordu. Şu an sürmekte olan kavga için kötü bir hazırlık devresiydi bu. Sol elim, nasıl edeceksin de, sağ elimin yıllar içinde güçlenen baskısına dayanabileceksin? Gördüğüm şey bir kavga değil artık, bu düpedüz sol elimin idam fermanı. Şimdiden masanın sol köşesine sıkıştı sol elim. Sağ elim sürekli olarak üzerine binip duruyor. Eğer bu dehşet verici anda düşünme yeteneğimi yitirmiş olsam, o anda aklıma düşen fikri, bunların benim ellerim olduğunu, öyleyse onları bir çırpıda birbirlerinden uzaklaştırabileceğimi, acı dolu kavgalarına bir son verebileceğim fikrini uygulamaya koyulmazsam sol elim bileğimden kırılırdı, masadan aşağıya düşer kalırdı, yengisinden dolayı zafer sarhoşu olan sağ elim kendini tutamaz, beş başlı Kerbelos misali yüzüme saldırırdı.Ama şimdi birbirlerinin üzerinde , uysal yatıyorlar,sağ elim sol elimin sırtını sıvazlıyor;yansızlığını yitiren hakem, ben,bu davranışlarını başımı sallayarak onaylıyorum.
(Mavi Oktav Defterleri'nden...)
"Keşke bu işlere hiç bulaşmasaydın..."
Yüzünden bir gölge gelip geçti. Bu işlere gönüllü bulaşmadığı besbelliydi. Biz, otuz beş yıl öncesinin yakınlığını, anında yakalayabilmiş olduğumuz için, rahat rahat anlatıyordu yüreğin-dekileri ama, her şeyin de bir sının vardı elbette. Dikildi kaykıldığı sandalyede Zelha,
"Bu işler dediğin, bizim davamız Nevo. Mevlam bana da bir rol biçmiş bu davada. On dördüme basar basmaz Karançilere gelin gidip, dokuz-on çocuk da doğurabilirdim. Alişan'ın evinde, yüreğim yana yana kumamın bebelerini büyütüyor olabilirdim. Sarıcadam'da analarımla birlikte yufka açıyor da olabilirdim. Nereden baksan, kurtuluşum yoktu benim. Hiç olmazsa kendi insanlarım için onurlu bir kavgam var şimdi. Bırak beni de, sen kendini anlat gayrı. Evli misin? Çocukların var mı?"
"Evliydim. Boşandım. Bir oğlum var."
"Allah bağışlasın. Neden boşandın Nevo? Senin üzerine de kuma gelmedi ya!"
Konuşamadım hemen. Neden boşandığımı tam olarak ben bilemiyorum ki, ona anlatabileyim. Tahta iskemlenin üzerinde ellerimi bacaklarımın arasına sokmuş, omuzlarım düşük, başöğretmen karşısında oturan suçlu çocuk gibi duruyorum. Hikâyemi dinledikten sonra, beni suçlayacak olursa arkadaşım, kendimi savunmak için söylenecek tek sözüm yok. Suçluyum çünkü. Suçum, şımarık ve savurgan olmak. Payıma düşen sevgilerin değerini bilemediğim için şımarık, önüme serilen fırsatları har vurup harman savurduğum için savurganım. Aynı ülkenin sınırlan içinde doğup, arkadaşımın hayalini dahi kuramayacağı tüm nimetlerden yararlanarak büyüyen ve evliliğinden sıkılınca, gönlü bir başkasına kayar gibi oldu diye yuvasını yıkan ben, kaderini törelerin çizdiği, üstüne kuma geldiği için aşkından vazgeçmek zorunda kalan, karşımdaki onurlu kadına ne cevap vereyim.
"Sen mi istedin aynlmayı?" diye soruyor.
Evet anlamına başımı sallıyorum.
"Neden? Aldattı mı seni?"
Evet deyip kurtulmak geçiyor içimden ama, dokuz yaşındayken küt uçlu bir çiviyle kan kardeşi olduğum insana nasıl yalan söylerim?
"Hayır."
"Dövüyor muydu?"
"Hayır, asla!"
"Eee, niye aynldın o zaman?"
"Kocam gitti..."
"Başka kadına?"
"Hayır dedim ya! Anlaşamadığımız için gitti."
Aldatılmanın dışında boşanma nedeni düşünemeyen Zelha'ya, kocam bir mutfak robotu yüzünden gitti desem, inanır mı? Kendimi suçlamamak, kendimle yüzleşmemek için bunca yıldır ben inanabilmişsem buna, belki o da inanır. Ama bir süredir gayet iyi biliyorum, gidenin aslında Murat değil, ben olduğumu. Üstelik pişmanım da biraz. Karşımda oturan ve doğulu bir kadın olmanın tüm ezilişlerini ve zorluklannı yaşamış olan arkadaşıma, kendi hikâyemi aktarmaya dilim varmıyor. Kocamın evden gidişini hızlandıran son yirmi dört saat, film şeridi gibi akarken gözlerimin önünden, yüzüm kızanyor, boğazım kuruyor. Sıkıyorum kendimi, gözyaşlanm sel gibi boşalmasın diye.
Bir Gün / Ayşe Kulin
24 Tem 2012
Sadizmin Marki'si
lk günah, Adem ile Havva tarafından işlenmişti ve onların yeryüzüne gönderilmelerinden itibaren her gün, hesabını tutamayacağı kadar çok günahla yıkandı insanoğlu...
Kimi zaman heyecanlı gecelerin başlangıcında soluk soluğaydı günah, kimi zaman büyük kıyım kararların alındığı uzayıp giden konuşmaların ortasında ya da yitirilen hayatların son anlarındaydı...
Hep vardı o; yasaklanan her şey gibi hiç tükenmeden varlığını sürdüren, kutsal kitaplardaki kesin emirlere, çocukluğumuzdan başlayan yoğun eğitimlere rağmen, gizlenerek büyüyen, gizleyerek büyüttüğümüz tuhaf bir yaratık gibiydi adeta. Gölgesinden üremiş kısa bir karanlıkla ya da vaatkâr zevklerinin çağrısına kapılarak yaşadığımız bir anlık hatırayla da olsa, hayatlarımızın bir kenarına mutlaka buluşarak çoğaldı günah...
Ahlakın ışığıyla yıkandığını gördüğümüz ilk sokağa girmeden önce, bu güvenli yere yaraşan, gülümseyen ve sürekli ne kadar da masum olduğumuzu anlatan artık oldukça buruşmuş olan maskemizi takıyoruz kızarmış yüzümüzü gizlesin diye `diğerlerinden`...
Oysa bu çaba, bir komediden ibaret gibi geliyor bana. Hepimiz günah işliyoruz çünkü; hepimiz, birbirimizin günah işlediğini de biliyoruz üstelik ve kendi günahlarımıza sahip çıkmadığımız gibi, benliğimizi aklama isteğimizden gelen acıklı çabalarla başkalarını suçluyor ve kınıyoruz...
Temize çıkma kaygısına kapılmadan, doğasındaki en kirli düşünceyi ve gerçekleştirdiği her türlü ahlaksız eylemi savunan, günahlarının tüm sorumluluğunu kabullenen kaç kişi tanıyorsunuz?
Zehirli bir sarmaşık gibi, dikildiği toprağa kolayca uyum sağlayarak arsızca büyüyen,sarıldığı yerlerde bir daha asla silinemeyecek izler bırakan ve kendi zararına bile olsa hayran olduğu tüm o güzellikleri çok kısa bir süre sonra hırpalamaya başlayan, yatıştırılamaz bir erdem ve Tanrı düşmanı olan Marquis de Sade, günahlar söz konusu olduğunda , dürüstlüğüne inanılabilecek ender insanlardan biri...
Onun hayat hikayesine ve yazdıklarına baktığımda, insan olduğunu söyleyen hiçbir yaratığın kolay kabul edemeyeceği inanılmaz iğrençlikler, fanteziler ve eylemler görüyorum. Büyük bir umursamazlıkla hesapsızca işlediği günahlarına nasıl bir cesaretle, böylesine kuvvetli bir biçimde sahip çıkabildiğini düşünüyorum ister istemez...
Sayfalar arasından bir kahkaha duyar gibi oluyorum arada bir, gözlerimin önünden hızla akan kelimelerle irkiliyorum bazen, derin bir bulantıyla çalkalanıyor Marques de Sade’ı okuduğum oda ve ben her sayfada biraz daha karışıyorum o tiksindiren bulantıya...
Koyu bir dindar olan ve İsa’yı kendisinden çok sevmekle suçladığı annesini , daha on dokuz yaşındayken Karmelitler tarikatına kaptıran Sade soylu bir ailenin çocuğu olarak 1740’da dünyaya gelmiş ve hayatı boyunca Tanrı’dan nefret eden iflah olmaz bir dinsiz olarak yaşamıştı.
Dönemin aristokrat ailelerinin ateist yapısı göz önünde tutulduğunda, onun bu düşünceleri kabul edilebilirdi;o, şimdilik , çevresindeki koşullara uyum sağlayan normal biri bile sayılabilirdi.
Sade, Louis-le-Grand Cizvitleri’nin yanındaki eğitiminden sonra, Krallık Süvari Koleji’ne devam etti. Yüzbaşı rütbesiyle yüzyıl savaşlarına katıldı.
Savaşın bitmesini sağlayan Paris Antlaşması’ndan ardından terhis olduğunda , babasının ısrarları ve krallık ailesinin özel izniyle, aslında kız kardeşini sevdiği Renèe de Montreuil ile evlendi ve evlendiği yıl ilk suçunu işlediğinde henüz yirmi üç yaşındaydı. Bir fahişe tarafından, kilisedeki kutsal çanağa boşalmakla , “Tanrıysan öcünü al” diye bağırarak bir kızın vajinasına mayasız ekmek sokmaya çalışmakla ve kızdan “kutsal mahkeme huzuruna çıktığında, kendisine lavman yapmasını ve içindekilerin tamamını İsa’nın üzerine boşaltmasını istemekle” suçlanmıştı.
Kısa süren ilk hapisliğinin ardından serbest bırakılmış, ancak bu özgürlüğünün ömrü de pek uzun olmamıştı. Çünkü, ancak pencereden kaçarak kurtulabilen, hizmetçilik vaadiyle kandırdığı dilenci bir kadının, Sade tarafından evde zorla alıkonularak kırbaçlandığını, vücudunun bıçakla çizildiğini, yaralarının üzerine kızgın mumlar damlatıldığını ve tecavüze uğradığını anlatarak kendisinden şikayetçi olması sonucunda yeniden hapse atılmıştı.
Bundan sonra, “suç kariyerindeki önlenemez yükseliş” , siyasi otorite değiştikçe bir öncekinin kararlarının fesh edilmesi nedeniyle affedilerek hapishaneden her çıkışında ya da her firarında artarak devam etmişti. Sade, aralıklı olarak gençliğinin çok önemli bir kısmını hapishanelerin kirli, günaha açık ve onun gibi birini memnuniyetle barındıran duvarları arasında geçirmiş; dış dünyadaki gelişmeleri, savaşları ve değişimleri, XV. ve XVI. Louis dönemlerinin, Devrim’in ve Fransa İmparatorluğu’nun hapishanelerinde yattığı zamanlarda şansı yaver giderse bakabildiği küçük pencerelerden seyredebilmişti.
Toplum tarafından “bir kafes hayvanı” yapılmaya çalışıldığını öne sürmüş ancak ne zaman affedilse yeni ve kabul edilemez aşırı bir suç daha işleyerek cezalandırılma isteğiyle yanıp tutuşan biri gibi davranmış; bu nedenle insanlara olamadık zararlar vererek sonradan adını alacak olan “sadizm” kavramını, hiç durmadan hak etmişti. Başkalarına acı verme arzusunu da , cinselliğin, insanın bildiği en güçlü duygu olan acı olmadan kişiyi beslemeyeceğini ve doyuma ulaştıramayacağını söyleyerek mantıklı göstermeye çalışmıştı.
Kötülük ve suç kavramları ,onun kendine has dininin vazgeçilmez gerçekleriydi âdeta.Bu tuhaf dine göre, bu kavramlar, alınabilecek tüm zevklerin kaynağıydılar ve kişi, gerçekten iyi bir hayat sürmek istiyorsa içindeki hiçbir arzuyu bastırmaya çalışmayacak,bunların tamamını ortaya dökerek ve yaşayarak, sadece kendi tatminine giden, günahlarla güzelleşecek o büyülü yolu takip edecekti.
Ona göre, kendisi, Diderot ve Rousseau’nun
doğacılıklarını miras olarak o günlere taşıyan ve insanların gerçek mutluluğu öğrenebilmeleri, bu mutluluğun önünde duran Tanrı gibi engelleri reddedebilmeleri için kendi özgürlüğünden vazgeçmiş önemli bir şahsiyetti.
Onun doğacılık anlayışını, yapıtlarından birinde verdiği bir kahraman şöyle anlatır: “Doğa, zevklerimizi kınıyor olsaydı, bizde bu zevkleri uyandırmazdı.”
Sade için , insanların inandıkları Tanrı , zevklerimizi kısıtlayan, bizi kendi doğamıza düşman eden bir büyük saçmalık ;erdem sevdalılarının uydurduğu müthiş bir yalandı. Yoktu ve hiçbir zaman da var olmamıştı.
Otuz iki yaşındayken uşağı Latour’la biseksüel bir hayat yaşadığı Marsilya’da , kırbaçlama, eş cinsellik ve zehirli ilaçlar kullanmakla suçlanarak yeniden hapishaneye kapatıldı. Uşağının ayarladığı genelevde kaldığı odaya onun ardından giren polisler, korkuyla birbirlerine sokulmuş, titreyerek ağlayan, kanlar içinde paçavra haline gelmiş olmalarına rağmen konuşmayan kadınlarla karşılaşmışlardı. Zehirlenen kadınlar Sade’dan şikayetçi olmamalarına rağmen Sade’ın , giyotine gönderilmesine ve ardından yakılmasına `gıyaben` karar verildi; çünkü o sırada Sade , Viyana’da , Madame de Sade’ın bir rahibe olan kızkardeşi ile balayındaydı.
Kadınaların kendisinden şikayetçi olmamalarını, çektikleri acıdan hoşlanmalarına bağlıyordu.
Paris sokaklarında ise kuklaları yakılıyordu artık...
Yakalanışının ardından , edebi anlamda çok verimli olduğunu düşündüğü bu zamanında, dışarıda olması gerektiği düşüncesiyle , her nasılsa, hapishaneden kaçtı Sade, ve `Kont Mazan` adıyla İtalya’ya gitti. Burada da kuraldışı yaşamıyla dikkatleri üzerine çektiğinden iki yıl kadar sonra yeniden Fransa’ya dönmek zorunda kaldı.
Ülkesine döner dönmez beklediği üzere tekrar tutuklandı. Kralın mühürlü buyruğunun ardından araya giren eşinin ailesinin çabaları sayesinde giyotin sehpasına gönderilmek yerine, Bastille Kalesi’ne kapatıldı.
Burada dayalı döşeli bir daireye, değerli kitaplarla
zenginleştirilmiş büyük bir kitaplığa ve çalışmak için sınırsız zamana sahipti. Geçen o uzun zamanda , yazdığı deneme yazıları , romanlar ve piyeslerle sayısız defter doldurdu. Yazdıklarının tamamı basılmaya hazırdı.Ama bunların hiç biri doğal olarak o sırada basılmadı.
Bastille’e kapatıldıktan sonra, yaptığı değil yazdığı aşırılıklar için pek çok defa yargılandı ve hüküm giydi...Bu hapishanede, içindeki sapkınlıkların hiç birini gizlemeden düşündüğü, hissettiği ya da yapmak istediği ne varsa anlattığı , okuyanların ‘iğrenç’ diğe tanımladığı Sodome’un 120 Günü adlı eserini tamamladığında , mesleki anlamda yaşadığı en büyük acıyı kendi eliyle hazırlayacağını bilmiyordu.
Çok değer verdiği bu eserini, incecik bir tüy kalemle , on iki metreye on santimlik bir şerit oluşturacak biçimde birbirine eklediği kağıtlara kopyalamıştı.
Hemen o gece, Charenton Hapishanesi’ne sevk edilen Sade, akıl hastası olan suçluların kapatıldığı bu yeni yerde eşyalarının naklini beklemeye başlamıştı. Ancak o ayrıldıktan sonra, kaleye saldırarak buldukları her şeyi yağmalayan topluluk , Marquis’nin özel eşyaları da bu büyük yağmadan kurtulamamıştı. Sodome’un 120 Günü de bu yağmada yok olup gitmişti.
Aslında bu el yazısı kopya kaybolmamıştı; Saint – Maximin adlı biri, bulduğu bu tuhaf ruloyu bir tarihçi olan Villeneuvve-Trans markisine vermişti. Bu olaydan yüz on yıl kadar sonra , markinin torunları tarafından satılarak Almanca olarak yayımlanan kitabının kurtulduğunu hiçbir zaman bilemedi Sade.
1790 yılında , Kurucu Meclis’in kralın tüm mühürlü buyruklarını feshetmesiyle serbest kalan Sade için dışarıdaki hayat muazzam bir şekilde değişmişti. O zamana dek kendisine yardım etmiş olan eşinin kendisinden boşanmak istediğini ve bir manastıra kapandığını öğrendi ilk olarak, sonra da çocuklarının kendisini görmeyi reddettiklerini... Soylu tanıdıkları, ülkeden kaçtıkları ya da sürgüne gönderildikleri için artık kimsesi kalmamıştı. Üstelik, varlığı yükselen enflasyon karşısında eriyip gitmiş ya da haczedilmiş ve sahip olduğu La Côte Şatosu da köylüler tarafından yağmalanmıştı. Beş parasızdı elli yaşındaki Sade, hapishane hayatının verdiği aşırı kilolarla ve romatizmalarıyla boğuşuyor, uzun öksürük nöbetlerinin ardından kan tükürüyordu.
Devrim zamanında soyluluğu da başına dert olmuştu; aristokrat bir ailenin varisi olduğundan, Devrim yönetimi tarafından şüpheyle karşılanıyor ve zaman zaman rahatsız ediliyordu çünkü.
Ancak Sade, yılmadı , öncelikle sınıfını belli eden yüzüğünün armasını avuç içine doğru çevirerek başladı kabuk değiştirmeye, sonra adının başında, soyluluğun simgesi olan ‘de’ ekinden vazgeçerek Devrim’e olan sempatisini ispatlamaya çalıştı.
Yeni hayatına sağladığı şaşırtıcı uyum, her alanda sürüyordu. Henüz boşanması bile tamamlanmadan, ‘Sensible’ diye seslendiği, kendisinden yirmi altı yaş genç bir kadınla beraber yaşamaya başlamıştı. Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan ve Jakobenlerin Lideri Robespierre’in de devam ettiği Piques Şubesi’nde, okumaya yazma bilmeyen ayak takımının arasında hızla yükselmiş ve yazışmaları hazırlayan, müzakerelere katılan bir adama dönüşmüştü. Sekreter olarak işe başladığı bu şubeden, Devrim Mahkemesi’nin saygın bir jüri üyesi olarak çıkmıştı.
Özgür zamanlarının iş dışındaki kısımlarını da tiyatroların kulislerinde sıkıştırdığı kadınlarla , metresiyle ya da yazdığı eserleri yayımlatma, piyeslerini kabul ettirme çabalarıyla geçiyordu.
Ancak yayımlattığı eserleri ve bunların arasında özellikle de Justine adlı eseri, Hristiyanlığı yeniden düzenleyerek, her türlü erdemi yücelten ve bu erdemleri çiğneyenlerin kellesini isteyen Komün’ün dikkatini çekmiş, sofu düşüncelerle uzun söylevler veren Robespierre’in, Sade’a düşman olmasını sağlamıştı.
İnanç ve ibadet özgürlüğünün kanunen onaylanmasının hemen öncesinde, kiliselerin kapatıldığı ve dine karşı bir tutumun yayıldığı zamanlarda, Konvansiyon Mahkemesi karşısında okuduğu bildiri de Tanrı’nın nihayet öldüğünü ve felsefenin Tanrı’nın aldatmacalarına galip geldiğini belirten Sade , ateizmini belki de en çok saklaması gerektiği anda , adeta Robespierre ile inatlaşırcasına alenen ortaya sererek, yeniden cezalandırılmayı umuyor gibiydi.
Bu anlaşılmaz çabasına cevap almakta gecikmedi. Hapishaneden çıkışının üstünden sadece üç yıl geçmişken, üstelik açıkça hiçbir suç işlememiş ve geçmişine kıyasla oldukça namuslu sayılabilecek bir hayat sürerken , yeniden tevkif edildi.
Aristokrat kökenleri dolayısıyla eleştirilen ve samimiyetsiz bulunduğu açıkça belirtilen Sade’ın , kanunsuz yazışmalar yapmak ve Devrim Mahkemesi’nde, suçu ispatlanmış birinin özgürlüğü için çalışmış olmak gibi suçlarla hüküm giydiği belirtilse de, yayımlatmayı başardığı eserlerinin hatırlattığı sapıklıklarla dolu geçmişi ve dinin sorgulanarak aşırılıklardan arındırılmaya çalışıldığı o hassas dönemde, tüm sapkınlıklarını sonuna kadar savunması nedeniyle tutuklandığı konuşuluyordu.
Yazdıkları yüzünden uğradığı kovuşturmalardan bunalmış ancak yine de yazdıklarından da hayvani duygularla beslediği düşüncelerinden de vazgeçmemişti.
Onun için dışarıda ya da içerde olmak arasında fazla büyük bir fark da kalmamıştı zaten; hatta belki de istediği tek şey, her köşesini ve hilesini bildiği bir hapishanede, kalan yıllarını sorgulamadan, vicdanen ya da kanunen yargılanmadan ve rahatsız edilmeden geçirmekti.
Metresinin devreye girmesiyle, Sade’nin hayatı tam olarak istediği biçimde değişti. Oldukça güzel bir kadın olan metresi Sensible, gerekli makamlarda gerekli kişilerle yakınlıklar kurarak ve sonunda bir milletvekilinin metresi olarak, o sıralarda bir hapishaneden diğerine nakledilip duran Sade’ın , Picpüs’e gönderilmesini sağlamıştı. Sade’ın bir yeryüzü cenneti olarak tanımladığı bu zenginler hapishanesinde kalanlar, kendisi gibi soylu mahkumlar ya da tanınmış kişilerdi ve burada kalabilmek için her ay yüklü bir kira ödüyorlardı.Bir bakımevi mantığıyla işletilen Picpüs’ten, kiralarını ödeyemedikleri için atılan mahkumların giyotine gittiklerini duyuyorlardı birkaç gün içinde.
Sade, metresi Sensible’e buradaki masraflarını nasıl karşıladığını hiç sormuyor ancak kadının boynunda, ilişki kurduğu milletvekilinin belki de kasten bıraktığı izleri gördüğünde, kadını bahçedeki ahıra kapatıp kırbaçlıyordu. Sebsible, her şeyi kendisi için yaptığını ve tümüyle onun hizmetinde olduğunu defalarca söyleyerek Sade’ı yatıştırıyordu. Genç kadın, doğasına karşı gelme gücünden mahrum olarak gördüğü bu adama acıyor, bir yandan da çocuklu ve parasız, çok zor durumda olduğu o kötü zamanlarında, belli bir aylık bağlayarak kendini koruduğu için ona minnet duyuyordu.
Sade’ı Picpüs’te tutabilmek için beraber yaşadığı milletvekili, Sensible’in Sade’a duyduğu sadakatin nedenini anlayamadıkça, bu rezil adamı kendisine tercih eden Sensible’i dövüyor, buna rağmen kadının bağlılığının sürdüğünü gördükçe de aylık aidatlarını ödediği Sade’dan daha fazla nefret ediyordu.
Sade burada, genç bir kızla ve bahçıvanla oynaşıyor, metresini kabul ediyor, kısa sürede yolsuzluklarını öğrendiği müdüre ve diğer yetkililere şantaj yoluyla istediğini yaptırıyor ve içerdeki insanlar arasında, kendi tabiriyle `kaynaşmayı` sağlıyordu.
Zekası, yaptığı uzun ve etkileyici konuşmaları, soyluluk ve hapishane dönemlerine ilişkin anlattığı eğlenceli hikayeleri, müthiş psikolojik tahlilleriyle çevresinde giderek artan bir hayran kalabalığı oluşmuştu ve Sade için Picpüs, mutluluğun anlamı haline gelmişti.
Picpüs’teki son zamanlarında düzenlediği, bir toplu seks gecesi sonucunda, üç gün içinde idamına karar verildi. İdamının gerçekleşeceği gün, hatta girdiği sırada adı bile okunmuşken, Sensible’in çabalarıyla, idam edilmekten son anda kurtuldu.
Robespierre’in giyotine çıkarılarak idam edilmesinden birkaç ay sonra Sade, aklanmış bir vatandaş olarak serbest kaldı. Sensible ile birlikte, yaşamanın daha kolay ve ucuz olduğu Versailles’e taşındılar. Satacak hiçbir şeyleri kalmadığında bir sığınma evine yerleştiler.
Bundan sonra, 1801’de, yöcnetime gelen kralcıların, sade’in yayımcısına yaptıkları bir bskında, ahlaksız bir eserinin daha ele geçirilmesiyle yeniden ve son defa tutuklanan Sade son yıllarını hapishane duvarları arasında geçirdi. Ve 1814’te, geçmişte de kaldığı Charenton Hapishanesi’nde öldü. Vasiyetinde, cesedinin gömüleceği çukurun iyice düşleştirilmesini ve üzerine meşe palamudu tohumları atılmasını istemişti. Bunun nedenini, bu dünyada hiçbir iz bırakmama ve insanlık tarafından unutulma isteği olduğunu yazıyordu.
“Ya beni öldürün ya da böyle kabul edin; çünkü ben buyum” diye haykırarak cürmün efendisi haline gelmiş olan Marquis de Sade, kendi isteğinin aksine bugün hala hatırlanıyor.
Ve o zamanlarda yazdıklarının arasında özellikle biri, bugünlerde geçerliliğini hala koruyor:
Bütün insanlar deli ve görmemek için hiçbirini/ Kapanmak gerek içeri, aynayı da kırın odadaki....
Yelda CANER
K Dergisi
son on yılında yaşadıklarından yola çıkılmış bir film mevcut ; BenimSinemalarım
İtiraflar IV
Hayatım durma noktasına gelmişti. Soluk alabiliyor, yiyebiliyor, içebiliyor, uyuyabiliyordum. Bunları yapmamak zaten elimde olan bir şey değildi. Ama yaşamıyordum, çünkü gerçekleştirmeyi mantıklı bulabileceğim hiçbir arzum yoktu. Bir şeyi arzu ettiğim takdirde peşinen biliyordum ki, bu arzumu tatmin edeyim ya da etmeyim, sonuçta bundan hiçbir şey çıkmayacaktı. Şayet bir peri gelip bana arzularımı gerçekleştirrneyi teklif edecek olsa, ben ne isteyeceğimi bilmiyordum. Sarhoşluk anlarında bir arzu değil, ama eski arzularımdan kalma bir alışkanlık gibi bir şey hissetsem de, ayık olduğum anlarda bunun bir vehimden ibaret olduğunu ve gerçekte arzu edilecek hiçbir şeyin olmadığını bilirdim. Hakikati bile bilmeyi arzu etmiyordum, çünkü hakikatin içeriğini tahmin edebiliyordum. Hakikat hayatın anlamsız olduğuydu. Sanki yaşayacağım kadar yaşamış, yürüyeceğim kadar yol yürümüştüm de bir uçurumun kenarına gelmiştim, önümde yok oluştan başka hiçbir şeyin olmadığını apaçık bir şekilde görebiliyordum. Dur-mam imkansızdı, geri dönmem imkansızdı, gözlerimi kaparnam ya da önümde ıstıraptan ve ölüm gerçeğinden -tamamen yokoluştan- başka hiçbir şeyin olmadığını görmezden gelmem im-kansızdı.
Bu rahatsızlık öyle bir raddeye varmıştı ki sağlıklı, talihIi bir adam olan ben, daha fazla yaşayacak gücü kendimde bulamıyordum; karşı koyamadığım bir güç şu ya da bu şekilde beni bu hayattan kurtulmaya zorluyordu. Kendimi öldürmeyi arzuladığımı söyleyernem. Beni hayatın uzaklanna sürükleyen şey basit bir arzudan daha güçlü, daha esası i ve daha büyük bir şeydi. Bu şeyeski yaşama çabama benzeyen, ama onun tam zıddı bir güçtü. Bütün gücümle hayattan kopuyordum. Öz yıkım düşüncesi şimdi bana hayatımı güzelleştirmeye yönelik eski düşüncelerim kadar doğal geliyordu. İşin baştan çıkancı tarafı ise bu düşünceyi yaşama geçirmekte acele davranmamak için kendi kendimi kandırmak zorunda oluşumdu. Acele hareket etmek istemiyordum, çünkü sorunu çözmek için her türlü çabayı göstermek istiyordum. "Sorunlanmı şimdi çözüme kavuşturamasam da ileride bunun için vaktim hep olacak."
İşte o gün, talibin yüzüne güldüğü bir adam olan ben, her akşam tek başıma soyunduğum odamdaki bölmenin çapraz kirişlerine kendimi asmayayım diye kendimden bir ipi sakladım ve şeytana uyar da hayatıma kolay yoldan son veririm diye de silahımı yanıma alıp çıktığım o avlara çıkmaz oldum. Ne istediğimi kendim de bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama gene de hayattan bir şeyler bekliyordum.
Bütün bunlar başıma talihin tam anlamıyla yüzürne gülmüş olduğu bir dönemde geliyordu. Henüz elli yaşına basmamıştım, çok sevdiğim iyi bir karım, iyi çocuklarım ve ben fazla bir gayret göstermeden gelişen ve büyüyen geniş bir malikanem vardı. Akrabalarımdan ve eşimden dostumdan, hiç olmadığı kadar saygı görüyordum. İnsanlar beni övüyorlardı. Ben de ünlü biri olduğumu düşünmekle kendimi hiç de kandırmış olmazdım. Deli ya da ruhsal yönden rahatsız olmak şöyle dursun, tam tersine benim gibi insanlarda nadir rastladığım bir şekilde zihin ve beden meleke-lerim son derece güçlüydü, Beden gücü olarak ekin biçmede köy-lülerden geri kalmazdım, zihin olarak da ara vermeksizin sekiz-on saat çalışabilir, böyle bir zorlanmadan dolayı da hiçbir rahatsızlık duymazdım.
ışte bu noktaya -artık yaşayamayacağım ve ölmekten de kork-tuğum için kendi canıma kıymamak adına kendi kendimi karıdırma noktasına- böyle bir durumdayken geldim. Ruhsal durumum kendisini bana şu şekilde açığa vuruyordu: Hayatım, birisinin bana yaptığı aptalca ve sinir bozucu bir şaka. Beni var eden 'birisinin' varlığını kabul etmiyor olsam da bu açığa vuruş -birisinin beni bu dünyaya koyarak bana kötü ve aptalca bir şaka yapmış oluşu- bana tam da en doğal gelen ifade şekliydi.
Elimde olmadan bana öyle geliyordu ki, son otuz yıl kırk yıl bo-yunca nasıl yaşadığımı seyrederek eğlenen birisi vardı: Nasıl öğ-rendiğimi, geliştiğimi, beden ve zihin olarak olgunlaştığımı ve bu olgunluğa erişmiş zihinsel güçlerimle hayatın zirvesine nasıl Uıaş-tığımı, bu zirveden bakınca her şeyin nasıl ayaklarımın altında uzandığını, zirvede aptalların aptalı olarak nasıl dikilip durduğumu ve hayatta (yaşamaya değer) hiçbir şeyin olmayışını, bundan önce olmamış oluşunu, bundan sonra da olmayacak oluşunu apaçık bir şekilde nasıl gördüğümü seyreden ve eğlenen birisi. Evet, o birisi bu işten zevk alıyordu .
..
Ancak o 'birisi' varsa da yoksa da ben kendimi hiç daha iyi his-setmiyordum. Ne tek tek yaptıklarıma, ne de hayatımın bütününe hiçbir mantıklı anlam veremiyordum. Beni şaşırtan tek şey bu ger-çeği en başında anlamayış oluşumdu -bu herkesçe ne zamandır bilinen bir şeydi-o Bugün ya da yarın hastalık ya da ölüm, sevdikle-rime ya da bana uğrayacak (ki bu çoktan olmuştu) ve bizlerden geriye leş kokusundan ve kurtlardan başka bir şey kalmayacaktı. Er ya da geç yaptığım işler, her neyseler, unutulacak ve ben var olmuyor olacağım. O halde daha fazla çabalamak niye? ... ınsan bu gerçeği nasılolur da göremez? Nasıl yaşamaya devam eder? Şaşır-tıcı olan işte budur! ınsan ancak hayattan sarhoş olmuşsa yaşamaya devam edebilir; kişinin aydır ayılmaz her şeyin basit bir aldatmaca ve de aptalca bir aldatmacadan ibaret olduğunu görmemesi imkansız! ışte aynen böyle: bunda ne eğlendirici ne de nükteli bir yan var, bu sadece zalimce ve aptalca.
Bir düzlükte karşısına öfkeli bir hayvan çıkan bir yolcuya dair nicedir anlatılan bir Doğu meseli vardır. Hayvandan kaçan adam kurumuş bir kuyunun içine girer, ama aşağı baktığında kuyunun dibinde ağzını açmış kendisini yutmaya hazırlanan bir ejderha görür. Talihsiz adam öfkeli hayvan tarafından öldürülmekten kor-kusuyla ne kuyudan dışarı çıkabildiği, ne de ejderha tarafından yenilmekten korkusu nedeniyle kuyunun dibine inebildiğinden, kuyunun içindeki bir çatlaktaki bir dalı yakalar ve ona tutunur. El-lerinde gitgide güç kalmamakta, o da az sonra kendisini yukarıda ve aşağıda bekleyen ölüme boyun eğmek zorunda kalacağını dü-şünmekte, ama gene de dala sıkı sıkıya tutunmaya devam etmek-tedir. Derken iki fare görür. Bir siyah bir de beyaz fare. Fareler sü-rekli onun tutunduğu dalın üzerinde gezinmekte ve dalı kernir-mektedirler. Az sonra dal kopacak ve adam da ejderhanın ağzının içine düşecektir. Yolcu bunu görür ve ölümden kurtuluş olmadığını anlar. Dala tutunmaya devam etmekte, ama aynı zamanda etrafına da bakınmaktadır. Dalın yapraklarında birkaç damla bal görür. Bal damlalarına diliyle uzanır ve onları yalamaya başlar. Ben de aynı şekilde hayatın dalına tutunmuştum, biliyordum ki ölüm ejderhası beni bekliyordu, ondan kaçış yoktu ve o beni paramparça edecekti. Böylesi bir işkencenin içine neden düştüğümü anlayamıyordum. Beni bir zamanlar avutan o balı yalamaya çalışıyordum, ama o bal bana artık bir tat vermiyordu ve o siyah-beyaz, gece-gündüz fareleri benim tutunduğum dalı kemirmeye devam ediyorlardı. Ejderhayı apaçık bir şekilde görebiliyordum ve baldan da artık bir tat alamaz olmuştum. Sadece, kendisinden kaçış 0lmayan o ejderhayı ve de fareleri görüyor, onlara odaklanmış olan bakışlarımı bir başka yana çeviremiyordum. Ve bu bir mesel de değil, herkesçe anlaşılabilecek, o çürütülemeyecek hakikatin ta kendisidir.
23 Tem 2012
Gündelik Hayatın Faşizmine Karşı Yaşama Kılavuzu
Kurumları, ilişkileri, parçalı bütünlüğü, saat çizelgeleri, sürati, döngüsel ve bitimsiz karakteri, aynılığı...ile gündelik hayat, insanı aşağılar, gayri insanidir. Ve, insanda biriken tek his şiddettir (öfke, nefret, lanet). Her şeyi yok etme ya da tüm faşistleri öldürme isteği duymak, –ne yazık ki– “fazla” varlıklarıyla yer işgal edenlere yönelik bir küfür, burada ve şimdi yaşıyor olmanın kaderi... İnsanlığa laneti ve huzursuzluğu miras bırakmak, yüz yüze ve mahrem bir ilişki imkânını miras bırakmak: Aleniliği ve yasadışılığı birlikte düşünmek; alenilik mahremiyette, yasadışılık topluluk içinde...
Yasadışılık, toplumsal kurum ve ilişkilerde yasaktır: Hapishane, kışla, hastahane, tımarhane, okul, yatakhane, yemekhane, işyeri... toplum. Ne onaylanma arzusunun ne de onaylanmama korkusunun olduğu yerde başlar yasadışılık; kitlenin ve kurumun gündelik hayata müdahalesinin reddiyle sürer; görünür ve şeffaf olmayı reddetmekle sürer.
Yasadışılık mutlak bir anlam içermeyebilir, aralıklı, arada, kaçış noktalarında yaşanabileceği gibi iktidarın tanımladığı bir dışlamanın ve imhanın hedefi olarak da yaşanabilir. Yüz yüze, dolaysız ilişkinin var olduğu yerlerde –yoklukta, faciada, aşkta, dostlukta...–, gündelik hayatın akışını yavaşlatan, ciddiyetini bozan hallerde, oyunda, yasadışılık hep vardır. İktidarı mülkiyetle, devletle, devletin ideolojik ya da hegemonik aygıtlarıyla özdeşleştirmek; veyahut her yerde, özellikle mikro ilişkilerde, bedende işleyen bir çokluk fenomeni olarak düşünmek; “bu” iktidardan kurtuluşu iktisatta veya iktisadi aklın dışında, hatta yaratıcı gündelik hayatta tasarlamak...
Yirminci yüzyıl sonu insanının hayattan yoksun kalışı ve maruz kaldığı faşist gündelik hayat karşısında tüm bu tasarılar aynı ölçüde çaresizdir. Kültürel yasadışılık, sistemin gündelik hayat mekanizmalarını, faşist gündelik hayat biçimini reddetme yolları aramakla, kişinin kendi hayatını kendine doğru fırlatmasıyla (kendilik egzersizleriyle) mümkün olabilirse eğer, sanatsal, ahlaki, politik olarak reçetelendirilmeyen gündelik deneyimlere dayanarak da yıkıcı (ve yaratıcı) olabilir. Yalın bir hayatın kaosu, birlikte elveda diyebilmenin ortaklığı, yokluğun suskunluğu... tüm bunlardaki isyankârlık, kendini sundukça, örnek olarak var oldukça, kendi varlığını gerçekleştirirken başkalarına da yer açabilme –gündelik hayatın faşizmini geriletebilme– yeteneğine sahip olur. Esersiz bir varlık, kendisi ve başkası olabildiğinde, kendini yaratmakla övünebilir...
İsyan, isyanla hesaplaşarak mümkündür; gerilimin bilinci ve vicdanıyla sürer isyan. Hayatı iktisadi, politik, sosyal ve bireysel kılan kapitalizm ve faşizm, isyanı da iktisadi, politik, sosyal ve bireysel kılmıştır. İnsan, bu alanları –gündelik hayatı– tahrip ederek yeniden doğabilir ancak; ve yer açabilir: hayata, evrene.
Ne tarihsel evrime ne de iradi müdahaleye bel bağlamak... Anakronik referanslar, farklı zaman ve mekânlar (köy komünleri, Yunan polis’i), ortaçağ cemaatleri, narodnikler, anarşistler, ‘68’in örgüt olmayan örgütleri, tüm bireysel isyancılar ve etik kaygılar taşımış yığın hareketleri...) tek bir önyargı altında –özgürlük ve eşitlik– bağdaştırıldığında, doğaya, kendiliğindenliğe, ilksel anlamıyla kültüre ve yaratıcılığa, bireylik haline inanıldığında... iktisadi ilerleme yerine basitleşme ve ahlâki erdeme (yoksulluk, potlach); iktidarsızlığa, otoritesizliğe; a-politik, anti-politik olmaya (kuruma, iktidara hem amaç hem de araç olarak karşı çıkış); politik devrim yerine etik isyana; doğrudan eyleme; dolaysız bireysel karara; bir sınıftan çok, ortak hiçbir şeyleri olmayanların ortaklığına inanıldığında... hayatı tahayyül etmek... bir vehmin ortasında, faciayı beklerken, bu yüzyıl sonunda, bu yüzyıl başında, gündelik hayatın içinde...
sessizliğin Anarşisi / Işık Ergüden
22 Tem 2012
Görü
Bundan önceki hayatımın içinden geçiyorum
önceki hayatımdaki çölden geçiyorum
şimdi iki yanında yükselen uzun binalara aldırmadan
burası çöldü biliyorum
o zaman da çöldü
bu zamanda
binaların örtemediği çölü görüyorum
eski bedenimde aldığım öldürücü yaralar
yalnızca birer leke şimdiki bedenimde
yatağan, saldırma, ok mızrak
fal gibi saklı duruyor derinimde
kutsal kitaplara dilini veren şiir
birer leke dilimde
bir zamanlar gördüğüm bir rüya bu
şimdi içinden geçiyorum
görmüştüm görmüştüm görüyorum
önceki hayatımdaki çölden geçiyorum
şimdi iki yanında yükselen uzun binalara aldırmadan
burası çöldü biliyorum
o zaman da çöldü
bu zamanda
binaların örtemediği çölü görüyorum
eski bedenimde aldığım öldürücü yaralar
yalnızca birer leke şimdiki bedenimde
yatağan, saldırma, ok mızrak
fal gibi saklı duruyor derinimde
kutsal kitaplara dilini veren şiir
birer leke dilimde
bir zamanlar gördüğüm bir rüya bu
şimdi içinden geçiyorum
görmüştüm görmüştüm görüyorum
Tembellik Hakkı
Kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır.
Bu çılgınlık, iki yüzyıldan beri, acılı insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır. Bu çılgınlık, çalışma aşkı; bireyin, onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur. Rahipler, iktisatçılar ve ahlakçılar bu akıl sapıncına karış çıkacak yerde, çalışmayı kutsallaştırmışlardır.
Bu gözü kapalı, bu dar kafalı adamlar, Tanrılarından daha bilge olmaya kalkıştılar; bu güçsüz ve zavallı yaratıklar, Tanrılarının ilendiği şeyi yeniden saygınlığa kavuşturmak istiyorlar.
Ben ki, ne Hıristiyan, ne iktisatçı, ne de ahlakçıyım; onların yargılarını Tanrıların yargısına; din, ekonomi ve özgün düşünce konusundaki vaazlarını da, kapitalist toplumdaki çalışmanın korkunç sonuçlarına havale ediyorum.
İsa, Dağdaki Söylev'inde tembelliği öğütlemişti: "Tarlalardaki zambakların gelişip serpilişine bakın. Onlar ne çalışıyor, ne de yün eğiriyorlar. Buna karşın söyleyeyim size, Süleyman, o görkemi içinde daha göz alıcı giysilere bürünmüş değildi"…
Çağımız, çalışma yüzyılıdır, diyorlar; aslında acının, yoksulluğun, kokuşmuşluğun yüzyılıdır. Bununla birlikte, burjuva filozoflar, ekonomiciler, söyledikleri güç anlaşılan Auguste Comte'dan gülünç ölçüde açık seçik Leroy-Beaulieu'ye, şarlatanca romantik Victor Hugo'dan, böncesine kaba saba Paul de Kock'a kadar kentsoylu yazarların hepsi, çalışmanın büyük çocuğu İlerleme Tanrısı'nın onuruna mide bulandırıcı şarkılar söylediler. Onlara bakılırsa, mutluluk egemen olacaktı dünyada; daha şimdiden ha geldi, ha geliyor gibiydi.
Bu baylar, geçmiş yüzyıllara uzanıp günümüzün tadını tuzunu kaçıracak şeyler getirmek için, derebeylikteki yoksulluğun kirini pasını eşelediler. Bu karnı tok, sırtı pek, daha dün büyük senyörlerin çanak yalayıcısı, bugün kentsoyluların kalem uşağı olanlar canımızdan bezdirmediler mi bizi, retorikçi La Bruyère'in anlattığı köylüyle…
Ne yazık! Arcadia papağanları gibi ekonomicilerin dediklerini yineleyip duruyorlar: "Çalışalım, ulusal zenginliği artırmak için çalışalım!" diye.
Ey aptallar! Sizler aşırı ölçüde çalıştığınız içindir ki, sanayi avadanlığı çok yavaş gelişiyor. Anırmayı bırakın da bir ekonomiciye kulak verin: Çok akıllı bir adam değil, birkaç ay önce yitirme mutluluğuna erdiğimiz Bay L. Reybaud'dur bu: "Çalışma yöntemlerinde devrim, genel olarak, el emeğine göre ayarlanır. İşçiler, yaptıkları işi düşük fiyata sağladıkları sürece, patronları bol bol onları şımartırlar, gördükleri işler daha pahalıya mal olunca da yüz vermezler onlara".
Kapitalist toplumda çalışma, her türlü düşünsel yozlaşmanın, her türlü örgensel bozukluğun nedenidir. İki elli uşak takımının baktığı Rothschild ahırlarının safkan atlarını; Normandiya çiftliklerinin toprağı süren, gübreyi taşıyan, ekini ambarlayan ağır yük hayvanıyla karşılaştırın bir. Ticaret misyonerlerinin henüz Hıristiyanlıkla, frengi ve çalışma dogmasıyla kokuşturamadıkları soylu vahşilere, sonra da, bizim o zavallı makine uşaklarına bir bakın hele…
Çev: Vedat Günyol
Bir Dolar Yirmi Sent
yaz sonunu seviyordu en çok, hayir sonbahari, sonbahari belki de, her neyse, kumsal serin oluyordu ve gün batimindan hemen sonra sahilde yürümek hosuna gidiyordu, kimseler olmazdi, su kirli görünürdü, ölümcül görünürdü su ve martilar uyumak istemezlerdi, nefret ederlerdi uyumaktan, martilar üstüne dogru uçtular, gözlerini, ruhunu, ruhundan arta kalani ister gibi uçtular üstüne dogru. ruhundan arta fazla bir sey kalmamissa ve bunun farkindaysan biraz ruhun vardir yine de. kuma oturup suya bakardi, herseye zor inanilirdi suya bakinca, Çin diye bir ülke olduguna ya da ABD'ye ve Vietnam'a, bir zamanlar çocuk olduguna, hayir, buna inanmak zor degildi, onu unutamazdi, bir de erkeklik çagini: çalistigi isler ve kadinlar, sonra kadinsizlik, simdi de issizlik, altmisinda bir berdus, bitmis, bir hiç. bir dolar yirmi sent nakit vardi cebinde, bir haftalik kirasini ödemisti bir de. okyanus...
kadinlari düsündü yine. birkaçi iyi davranmisti ona. digerleri kurnaz, gürültücü, biraz deli ve çok zor kadinlar olmuslardi, odalar ve yataklar ve evler ve Noeller ve isler ve sarkilar ve hastaneler ve donukluk, donuk günler ve geceler ve anlam eksikligi ve firsat eksikligi. ve simdi, altmis yilin karsiligi: bir dolar yirmi sent. sonra gülüsmeler duydu arkasinda, battaniyeleri vardi, kutu biralan vardi, kahveleri ve sandviçleri vardi, güldüler, güldüler, iki delikanli ile iki gençkiz. ince, esnek vücutlar, kaygisiz, sonra içlerinden biri onu fark etti.
"hey, nedir o ?"
"tanrım, bilmiyorum!"
"insan mı?"
"nefes alıyor mu? düzer mi?"
"neyi düzer mi?"
güldüler.sarap sisesini kaldirdi, biraz kalmisti dibinde, içmenin tam sırasıydı.
"KIMILDADI! bak, KIMILDADI!"
ayaga kalktı, pantolonuna yapışmış kumlan silkeledi.
"kolları ve bacakları var! yüzü var!"
"YÜZÜ MÜ?"
güldüler yine. anlayamıyordu. böyle degildi gençler, genç insanlar kötü degildi, neydibunlar?
yanlarina gitti.
"yaslılıkta utanılacak bir sey yoktur."
gençlerden biri bira kutusunu firlatti.
"harcanmıs yıllarda vardır, babalık, sen harcanmışsın bana kalırsa."
"hâlâ iyi bir adamım ben evlat."
"kızlardan biri altına yatsa ne yapabilirsin, babalık?"
"böyle KONUSMA, Rod!" dedi uzun kızıl saçli genç kız. rüzgârda saçını düzeltiyordu, kendi rüzgârda uçusuyor gibiydi, ayak parmaklarini kuma gömmüstü.
"ne diyorsun, babalık? ne yaparsın? kızlardan biri altına yatsa ne yaparsın? ha?"
yürümeye basladi, battaniyenin etrafindan dolanıp kumda kaldırıma dogru yürüdü.
"ne biçim konustun zavallı adamla, Rod? bazen NEFRET ediyorum senden!"
"BURAYA GEL, güzelim!"
"HAYIR!"
arkasına bakti, Rod'un kızı kovaladığını gördü, kız bir çığlık attı, sonra güldü. Rod kızıyakaladi, kumda yuvarlandılar, gülerek bogustular. öbür çiftin ayaga kalkıp öpüstügünü gördü. kaldırıma ulasti, banklardan birine oturup ayagindaki kumlan temizledi, on dakika sonra odasindaydi, ayakkabilarini çikardi, yataga uzandi, ışığı yakmadı. kapı çalındı.
. "Bay Seed?"
"efendim?"
kapi açıldıu, ev sahibesi Bayan Conners gelmisti, altmıs bes yasındaydi Bayan Conners, karanlikta yüzünü seçemiyordu. iyiydi yüzünü seçememesi.
"çorba pisirdim, çok güzel, size bir tas çorba getireyim mi?"
"hayir, istemiyorum."
"hadi Bay Sneed. nefis çorba, leziz! bir tas getireyim!"
"peki."
yataktan kalkıp iskemleye oturdu ve bekledi. Bayan Conners kapiyi açık bırakmıştı , ışık süzülüyordu
içeri, bir ışık demeti, bacaklarına ve kucağına dökülen bir ışık demeti. Bayan Conners çorbayi kucagina yerlestirdi, bir tas çorba, bir kasık.
"çok begeneceksiniz, Bay Seed, güzel çorba yaparim."
"tesekkür ederim," dedi.
oturup çorbayi seyretti, çis sandıydı, tavuk suyu. etsiz, çorbadaki yag kabarcıklarına baktı öylece, bir süre oturdu, sonra kalkıp kaşığı şifonyerin üstüne koydu, çorbayı pencereye götürdü, tel örgüyü sessizce açıp çorbayi topraga döktü, buhar çıktı topraktan, tası şifonyerin üstüne koydu, kapıyı kapattı ve yataga girdi, her zamankinden daha karanlikti, severdi karanlığı, karanlık anlamlıydı. kulak kabarttı, dalgaların sesini duydu, bir süre okyanusu dinledi, sonra iç geçirdi, derin bir iç geçirdi ve öldü.
Bekleme acısıyla aşkı birbirinden ayıran şey
"Beni seviyor musun?" dedi İpek.
"Çok seviyorum."
"Doğru mu bu?"
"Çok doğru."
Bir süre sustular. Ka, İpek'in bakışını izleyerek pencereden dışarıya baktı. Kar yeniden başlamıştı. Otelin önündeki sokak lambası yanmıştı, iri kar tanelerini aydınlatmasına rağmen karanlık daha tam çökmediği için sanki boşuna yanıyormuş gibi gözüküyordu.
"Sen odana çık. Onlar gidince geleceğim," dedi İpek.
Ama İpek hemen gelmedi. Bu da Ka'nın hayatının en büyük işkencelerinden biri oldu. Âşık olmaktan, beklemenin verdiği bu mahvedici acı yüzünden korktuğunu hatırladı. Odaya çıkar çıkmaz önce kendini yatağa atmış, hemen kalkmış, üstüne başına çekidüzen vermiş, ellerini yıkamış, ellerinden kollarından, dudaklarının ucundan kanın çekilmekte olduğunu hissetmiş, titreyen eliyle saçlarını taramış, sonra camda yansıyan görüntüsüne bakıp eliyle tekrar karıştırmış, bütün bunların pek az zaman tuttuğunu görerek dehşetle pencereden dışarıya bakmaya başlamıştı.
Pencereden önce Turgut Bey ile Kadife'nin gidişini görmesi gerekiyordu. Belki de Ka helaya gittiğinde gitmişlerdi. Ama o sırada gitmişlerse İpek'in şimdiye kadar gelmiş olması gerekiyordu. Belki de şimdi İpek dün gece gördüğü odasında kokular ve boyalar sürerek ağır ağır hazırlanıyordu. Birlikte geçirebilecekleri zamanı bu işlerle harcıyor olması ne kadar yanlış bir karardı! Onu ne kadar çok sevdiğini bilmiyor muydu? Hiçbir şey şu anki bekleyiş gibi dayanılmaz bir acıya değmezdi; bunu gelince İpek'e söyleyecekti, ama gelecek miydi? İpek'in son anda fikir değiştirdiğine, gelmeyeceğine her an daha çok inanıyordu.
Bir at arabasının otele yanaştığını, Kadife'ye yaslanarak ilerleyen Turgut Bey'in Zahide Hanım'ın ve resepsiyona bakan Cavit'in yardımıyla bindirildiğini, arabanın yanlarını örten muşambaların çekildiğini gördü. Ama araba kıpırdamadı. Sokak lambasının ışığında her biri daha da kocaman gözüken kar taneleri tentesinde hızla birikirken öylece durdu. Zaman da durmuş gibi geldi Ka'ya, delireceğini sandı. Derken Zahide koşa koşa gelip arabanın içine Ka'nın göremediği bir şey uzattı. Araba hareket edince Ka'nın yüreği hızlandı.
Ama İpek gene gelmedi.
Bekleme acısıyla, aşkı birbirinden ayıran şey nedir? Tıpkı aşk gibi bekleme acısı da Ka'nın midesinin üst kısmıyla, karın adaleleri arasında bir yerde başlıyor, bu merkezden göğsünü, bacaklarının üst kısmını ve alnını işgal ederek yayılıyor, bütün gövdesini uyuşturuyordu. Otelin iç tıkırtılarını dinleyerek İpek'in şu anda ne yaptığını tahmin etmeye çalıştı. Sokaktan geçen ve ona hiç benzemeyen bir kadını İpek sandı. Kar ne kadar güzel yağıyordu! Bir an beklediğini unutmak ne güzeldi! Çocukluğunda aşı olmak için okulun yemekhanesine indirildiklerinde, tentürdiyot ve kızartma kokuları içinde kolunu sıvayıp sırada beklerken de karnı böyle ağrır, ölmek isterdi. Evde, kendi odasında olmak isterdi. Frankfurt'ta kendi berbat odasında olmak istiyordu. Buraya gelmekle ne büyük hata etmişti! Şimdi şiir bile gelmiyordu aklına. Boş sokağa yağan kara bile acıdan bakamıyordu. Gene de kar yağarken bu sıcak pencerenin önünde durmak güzeldi; ölmüş olmaktan daha iyiydi bu durum, İpek gelmezse ölebilirdi de çünkü.
Elektrikler kesildi.
Bunu kendisine yollanmış bir işaret olarak gördü, İpek elektriklerin kesileceğini bildiği için gelmemiş olabilirdi. Gözleri kar altındaki karanlık sokakta oyalanacak bir kıpırtı arıyordu. İpek'in hala gelmemiş olmasını açıklayacak bir şey. Bir kamyon gördü orada, bir askerî kamyon muydu, hayır bir yanılsamaydı, şimdi merdivenlerde duyduğu sesler de öyle. Kimse gelmeyecekti. Pencereden çekildi, sırtüstü yatağa attı kendini. Karnının ağrısı derin kuvvetli bir acıya, pişmanlıkla yüklü bir çaresizliğe dönüşmüştü. Bütün hayatının boşa gittiğini, burada mutsuzluktan ve yalnızlıktan öleceğini düşündü. Frankfurt'taki o küçük fare deliğine yeniden girecek gücü de kendinde bulamayacaktı, içini acıtan, kendini kahreden şey bu kadar mutsuz olması değil, aslında biraz akıllıca davransaydı hayatını çok daha mutlu geçirebileceğini anlamasıydı. Daha korkuncu, mutsuzluğunu ve yalnızlığını kimsenin fark etmemesiydi. İpek fark etmiş olsaydı hiç bekletmeden yukarı gelirdi! Annesi bu halini görseydi dünyada bir tek o çok üzülür, saçlarını okşayarak onu teselli ederdi. Kenarları buz tutmuş pencerelerden Kars'ın soluk ışıkları, ev içlerinin turuncumsu rengi gözüküyordu. Kar bu hızla günlerce, aylarca yağsın, Kars şehrini kimsenin bir daha bulamayacağı kadar örtsün, uzandığı bu yatakta uyuyakalıp, annesiyle birlikte güneşli bir sabah kendi çocukluğuna uyansın istedi.
Kapı vuruldu. Mutfaktan biri diye düşündü Ka. Ama fırlayıp açtı kapıyı ve karanlıkta İpek'in varlığını hissetti.
"Nerede kaldın?"
"Geç mi kaldım?"
Ama Ka onu duymamış gibiydi. Hemen bütün gücüyle sarıldı ona; kafasını boynuyla saçlarının arasına soktu; orada hiç kıpırdamadan durdu. O kadar mutlu hissetti ki kendini, bekleme acısı iyice saçma geldi. Gene de bu acıdan yorgundu ve bu yüzden gerektiği kadar coşku duyamıyordu. Bu yüzden, yanlış olduğunu bile bile, geciktiği için İpek'ten hesap sordu, şikâyet etti. Ama İpek babası gider gitmez geldiğini söyledi: Ha, evet, mutfağa inmiş ve Zahide'ye akşam için biriki şey söylemişti, ama bir dakikadan fazla sürmemişti bu; bu yüzden Ka'yı bekletmekte olduğunu düşünmemişti hiç. Böylece Ka, ilişkinin henüz başındayken kendisinin daha hevesli ve kırılgan olduğunu göstererek güç dengesinde altta kaldığını hissetti. Bu güçsüzlükten korkarak çektiği bekleme acısını gizlemek ise onu samimiyetsiz durumuna düşürürdü. Oysa artık her şeyi paylaşmak için âşık olmak istemiyor muydu? Aşk zaten her şeyi söyleyebilme isteği değil miydi? Bir anda bütün bu düşünce zincirini İpek'e bir itiraf heyecanıyla hızla anlattı
"Bütün bunları unut şimdi," dedi İpek. "Buraya seninle sevişmeye geldim."
Öpüştüler ve Ka'nın çok hoşuna giden bir yumuşaklıkla yatağa devrildiler. Dört yıldır kimseyle sevişmemiş Ka için mucizevi bir mutluluk ânıydı bu. Bu yüzden yaşadığı ânın tensel zevklerine kendini vermekten çok, o ânın ne kadar güzel olduğuna ilişkin düşüncelerle doluydu, ilk gençlik yıllarındaki cinsel deneyimlerinde olduğu gibi, aklında sevişmeden çok kendisinin sevişiyor olması vardı. Bu ilk başta Ka'yı aşırı heyecandan korudu. Aynı anda Frankfurt'ta tiryakisi olduğu pornografik filmlerden bazı ayrıntılar, sırrını çözemediği, şiirsel bir mantıkla gözünün önünden hızla geçmeye başladı. Ama sevişirken kendisini kışkırtmak için pornografik sahneler düşlemek değildi bu; tam tersi, aklında sürekli bir hayal olarak yer alan bazı pornografik görüntülerin en sonunda bir parçası olabilme imkânını kutluyordu sanki. Bu yüzden Ka yaşadığı yoğun heyecanın İpek'e değil, hayalindeki pornografik bir kadına, o kadının burada yatakta olması mucizesine yöneldiğini hissediyordu. Elbiselerini çekiştire çekiştire çıkartarak, hatta biraz vahşi bir kabalıkla ve beceriksizlikle onu soyunca İpek'in kendisini ancak fark etti. Göğüsleri kocamandı, omuzlarının ve boynunun çevresinde teni yumuşacıktı ve tuhaf ve yabancı bir şey gibi kokuyordu. Dışarıdan gelen kar ışığında onu seyretti ve arada bir parlayan gözlerinden korktu. Kendinden çok emindi gözleri; İpek'in yeterince kırılgan olmadığını öğrenmekten de korkuyordu Ka. Saçlarını acıtarak bu yüzden çekti, bundan zevk alınca inatla daha da çok çekti, kafasındaki pornografik görüntülere uygun şeylere zorladı onu ve beklemediği bir içgüdünün müziğiyle sert davrandı. Onun da bundan hoşlandığını sezince içindeki zafer duygusu bir kardeşliğe dönüştü. Kars şehrinin zavallılığından yalnız kendisini değil, İpek'i de korumak ister gibi bütün gücüyle sarıldı ona. Ama yeterince tepki alamadığına karar vererek uzaklaştı ondan. Bu arada aklının bir yanıyla da cinsel akrobatiğin ahengini ve gidişini kendinden hiç ummadığı bir dengeyle denetliyordu. Böylece İpek'ten iyice uzaklaştığı bir akılcılık ânında kadına şiddetle yaklaştı ve onun canını yakmak istedi. Ka'nın tuttuğu ve okurlarıma aktarmam gerektiğine inandığım bu sevişme hakkındaki birkaç nota göre, bundan sonra birbirlerine şiddetle yaklaşmışlar ve dünyanın geri kalanı artık iyice dışarıda kalmıştı. Yine Ka'nın notlarına göre sevişmelerinin sonuna doğru İpek pes bir sesle bağırmış, Ka da aklının paranoya ve korkuya iyice açılmış yanıyla, otelin en ücra köşesindeki bu odanın ta baştan bu yüzden kendisine verildiğini düşünmüş, birbirlerine verdikleri acıdan karşılıklı zevk aldıklarını bir yalnızlık duygusuyla hissetmişti. Derken otelin bu ücra koridoru ve odası aklında otelden kopmuş ve boş Kars şehrinin ücra bir mahallesine yerleşmişti. Kıyamet sonrasının sessizliğini hatırlatan o boş şehirde de kar yağıyordu.
Uzun bir süre birlikte yatakta yatıp dışarıda yağan kara hiç konuşmadan baktılar. Ka bazan yağan karı İpek'in gözlerinde de görüyordu.
Kar / Orhan Pamuk
20 Tem 2012
Beni Neden Seviyorsun ?
Beni Neden Seviyorsun ?
Alnıma dokunup, küçük elini saçlarımda sakladığında gerçekten titreyen biri var mı? Sesim istemeden sertleştiğinde kıpkırmızı olan bir yüz var mı gerçekten? Yanıma çekip kendi göğsüme bastırdığımda inip kalkan bir
göğüs var mı, dudaklarım dokununca sımsıcak olan dudaklar var mı?
Düşün! İyi düşün. Hemen yanıt verme. Bütün bunların doğru olduğunu ve benim düş görmediğimi söyleme bana. Bana acıma. Kimse acımasın bana. İzin vermeyceğim kimsenin bana acımasına. Benim gözyaşlarım benimdir,
bana aittirler, yüreğimden gelir, gözlerimden boşalırlar. Neden bana ait olan acının içinde yıkanmak isteyen o el usulca beni okşuyor?
Acılarımı alıp uzaklaştırmak isteyen biri olabilir mi? Mümkün mü birisinin beni sabırsızlık ve merak içinde beklemesi, pırıl pırıl gözlerle uzaktan beni izlemesi, yaklaşan adımlarımı nefesini tutarak dinlemesi? En sıradan sözlerimin hatırlanması, küçük bir bakışımın mutluluk vermesi mümkün mü?
Hemen yanıt verme bana. Bütün bunların ve bilmediğim diğer şeylerin hala mümkün olduğunu söyleme. İnanamam – İnanmak istemiyorum. Öyleyse düşün,iyi düşün. Bu inanılmaz olurdu, o kadar muhteşem – yeni, hiç duyulmamış. Ama eğer bu gerçek olsaydı ne anlama gelirdi bir anlığına düşün.
Başka bir varlık – benden farklı, başlangıçta tanımadığım bir varlık-yalnızca benim için yaşıyor, benim düşüncelerimle düşünüyor, benim hislerimle hissediyor, benim acılarımla işkence çekiyor, sevincimle mutlanıyor, kendi bedenini bedenime yanaştırıyor, ruhuyla ruhuma giriyor, sahip olduğu, olacağı ve ona verebileceğim her şeyi bana sunuyor.
Bunun, bir anlığına da olsa, gerçek olabileceğine inanıyor musun?
Evet, başımı omzuna koyduğumu, yumuşak ellerini ellerimin içine aldığımı, defalarca dudaklarını öptüğümü, saatlerce soluk alış verişini bir müzik dinler gibi dinlediğimi hatırlıyorum ama bu neyi ispatlar ki? O anların kişisi bizzat ben miydim? Ve o kısa mutluluk anlarında duymak istediğim şeyleri gerçek söylemek istedi mi?
Gülme, başını sallama, hatta n’olur evet bile deme. Biliyorsun, bütün bunlar aylaklığın beyaz ellerince dokunmuş imglemin ince ipekleridir.
Neden böyle imkansız bir şey benim için gerçek olsun? Yaşamın armağanını kazanma hakkı için doğru ne yaptım? Cimri bir kadının mücevherlerini saklaması gibi ıstıraplarını saklayan utangaç bir şairden başka neyim ki ben? Paltosundan başka gurur duyacak bir şeyi olmayan, evini ve yatağını tekrar bulmaktan bile aciz, acılı bir gezginden başka neyim ki?
Bir şey başardım mı? İnsanların unuttuğu tek bir söz söyledim mi? İnsanlara küçük bir endişelerini dahi unutturdum mu?
Keşke kendimi nasıl aşağıladığımı ve ruhum için çaresiz bir bıkkınlık duyduğumu bilseydin!
Başkaları benim gururlu, mağrur, kendiyle mutlu olduğumu düşünürken; ben yaşamımı daha az zelil, ruhumu daha az tiksindirici kılmanın yollarını düşünüyorum. Bazen bir tek şey var gurur duyduğum: kendime duyduğum
derin ve içten hor görüş!
Şu halde, bende sevecek ne olabilir ki? Senin ruhuna acı çektirme hakkını bana verecek rezil, tatminsiz ruhumda ne bulabilirsin? Unutulmuş sevinçlerimin, gerçekleşmemiş düşlerimin, güçsüz isteklerimin, kendimin bile uyandırmaya korktuğum anılarım arasında ne senin ilgini çekebilir ki?
Hayır, mümkün değil birinin beni sevmesi. Birinin benim için yaşamasını istemiyorum. Ben sevemem ve sevilemem. Bırak huzur içinde kalayım. Beni yalnız bırak. Artık bir şey hissetmek istemiyorum; kimseyi görmek istemiyorum. Sözlerinden, iç çekişlerinden, duygusal bakışlardan nasıl bir anlam çıkarılır bilmiyorum. Arzulu birinin yalnızlığa ne kadar gönüllü olduğunu bilmiyor musun? Bir daha umut etmeyecek ruhdaki o rahatlık!
Hala burda mısın? Sana bakmayarak seni uzaklaştırmadım mı? Sanki gözlerimden başka hiçbir şeyi görmek istemiyormuş gibi bana niye bakıyorsun? Neden saçların bu kadar ipeksi ve kimi kıvrımları hatta altınsı? Sakın konuşma, hızlı hızlı nefes alıp durma. Elin yumuşacık, biliyorum. Biliyorum, elin güçlü. Fakat niye o kadar yaklaşıyorsun bana? Bedenin niye titremeye başladı birden bire? Bana öyle bakma, bu kadar sıkı tutma elimi. Biliyorsun seni seviyorum ve seni sevmek istemiyorum…
Ama öp beni öyleyse. Daha fazla dayanamadığımı görmüyor musun? Evet deme, beni yine öp! Gözlerimden öp! Dudaklarınla gözlerimi kapa; böylece görmeyeyim hiçbir şeyi, daha fazla bir şey bilmeyeyim; sadece kalbinin atışını duymaktan başka; -deli gibi, ateşli ve yalnızca benim için çarpan kalbinden başka.
Giovanni Papini
Varoluşçunun Bunalımı
Büyük düşünür-ozan Porphyre Eglantine çapraşık ve derin anlamlı yazılarıyla geniş bir ün yapmıştır ama, en çok ölümsüz şiiri Chant du néant (Hiçliğin Türküsü) ile tanınır.
Porphyre Eglantine
Porphyre Eglantine
Koca bir çölde
Sonsuz bir kum denizinde,
Arıyorum
Yitik yolu arıyorum
Bulamadığım yolu.
Bir orada, bir burada
Bütün yönlerde ruhum
Bulamıyor aradığını.
Bu korkunç boşlukta
Bu sonsuz boşlukta,
Her yanım kum
Alabildiğine parlak, boğucu
Kumlar uzanıyor çevren'in sonuna değin
Sonra bir ses duyuyorum
Tatlı, gür ve kahredici
Diyor ki bana:
"Yitik bir ruh sanıyorsun kendini sen!
Bir ruh sanıyorsun kendini
Yanıılıyorsun. Bir ruh değilsin gerçekte
Yitmiş de değilsjn
Bir hiçsin yalnızca
Yoksun sen."
Gerçi oldukça ünlü bir şiir bu Chant du néant, ama nasıl bir ortam içinde yaratıldığım, ne gibi olaylara yol açtığım bilen azdır sanırım.
Porphyre çocukluğundan beri duyguluydu; olmadık şeyleri dert edinirdi kendine. Varolmadığı korkusu sarmıştı yüreğini. Aynaya her bakışında İmgesini görememekten korkardı. Bu korkusunu dağıtmak amacıyla bir felsefe yarattı sonunda... Genellikle kuşkularını bir yana itebiliyordu böylece; ama Hiçliğin Türküsü'ndeki o birden her şeyi yıkan görüntü ozanın bu konudaki başarısızlığını gösteriyor bize. Porphyre bu uğursuz sesi susturmak için her ne pahasına olursa olsun VAROLMAĞA karar verdi.
İç gözlem ve dış gözlem ona hiç bir şeyin acıkadar gerçek olamayacağını öğretmişti; varolması için acı çekmesi gerekiyordu. Porphyre büyük acılar bulmak umuduyla yollara düştü. Güney Kutbunda tek başına bir kış geçirdi. Sonu gelmeyen gece ona geleceğin karanlık görüntülerini esinledi.
Nazi Almanyasında kendini Yahudi diye tanıtarak türlü işkencelere katlandı. Ama tam bu işkenceler dayanılmaz bir hal almışken toplama kampına Poe'nun kuzgunu geldi sıçraya sıçraya, Mallarme'nin sesiyle o korkunç tekerlemeyi haykırdı: "Acı çekmiyorsun sen; Bir hiçsin yalnızca; Sen yoksun!"
Sonra Rusya'ya gitti Porphyre. Orada da Wall Street'den (New York bankalarının merkezi olan sokak) yollanmış bir gizci (casus) süsü verdi kendine. Bu yüzden bir kışı da Beyaz Deniz kıyılannda ağaç kesmekle geçirdi. Açlık, yorgunluk, soğuk her gün biraz daha iliklerine işledi. Eh, bu gidişle bir gün varolurum elbet, diye düşünüyordu kendi kendine. Ama hayır! Kışın son gününde, karlar tam erimeye yüz tutmuştu ki uğursuz kuş bir kez daha göründü, bir kez daha haykırdı o korkunç sözleri.
Belki de, diyordu Porphyre, arayıp bulduğum bu acılar sudan şeylerdi. Gerçek mutsuzluğu duymam için acılarıma bir de utanç katmalıyım.
Bu yeni düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla kalkıp Çin' e gitti. Orada Komünist Partisinin gözde üyelerinden güzel bir Çinli kıza deli gibi tutuldu. Sonra sahte belgeler düzerek onu İngiliz Hükümetine gizli ajanlık yapmakla suçladı. Korkunç işkencelerle gözleri önünde öldürdüler kızcağızı. O zaman "Şimdi gerçekten acı çekmiş sayılırım,"diye düşündü ozan, "Sonuna değin çılgınca sevmiştim bu kızı; kendi korkaklığ1m kendi alçaklığımla bu korkunç sona sürükledim onu. İnsanoğlunun dayanabileceği acıların en büyüğü bu olsa gerek."
Ama hayır! Elini kolunu bağlayan buz gibi bir korkuyla donakaldı Porphyre. Kader Kuşu yine gelmiş, kendisini Paris edebiyat çevrelerine tanıtan ölümsüz ozanın sesiyle yine o korkunç sözleri haykırmıştı.
Kuş uçup gitmeden Porphyre bütün gücünü toplayarak yüreğindeki umutsuzluğu dile getirdi. "Ey Kuzgun,"diye haykırdı, "söyle bana, varolduğuma seni inandırmak için ne yapayım?"Kuzgun bir tek sözcükle karşılık verdi buna: "Ara", sonra da yokoldu ortadan.
Böylece yeniden aramaya koyurdu Porphyre. Ama bu arayışı bütün gücünü kapsadı sanmayın. Bu süre boyunca yine bir düşünür-ozan olarak her yerde, özellikle gizli çevrelerde hayranlık topladı. Çin'den dönüşünde şeref üyesi olarak Paris'teki Felsefe Kurultayına çağırıldı. Toplantı günü herkes salonda yerini almıştı; yalnız başkan yoktu ortada. Porphyre tam sabırsızlarımaya baslamıştı ki birden Kuzgun girdi içeri geçip başkan yerine oturdu.
Sonra ozana dönerek bütün üyelerin duyabileceği çınlıyan bir sesle, "Senin felsefen yok aslında; senin felsefen bir hiç!" diye bağırdı. Bu sözleri duyan Porphyre'in yüreğini en acı yaşantılarının bile veremediği derin bir umutsuzluk kapladı. Yığılıverdi olduğu yere.
Kendine geldiğinde kuşun ağzından ne zamandır özlemini çektiği sözlerin döküldüğünü duydu: "Yeter artık, acı çekiyorsun; Yeter, varsın."
O sırada gözlerini açtı Porphyre. Rahat bir soluk aldı; gördüğü bir düştü yalnızca.
Ama o gün bugündür felsefe üstüne ne bir söz söyledi ne de bir şey yazdı.
Bertrand Russel
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)