.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

29 Eki 2013

Saint Antonie'nin Güvercinleri



I.Eleni'nin Elleri

Bir gün Eleni'nin elleri geliyor
Her şey değişiyor.
İlk İstanbul şiirden çıkıp yerini alıyor
Bir çocuk ilk gülüyor
Bir ağaç çiçek açıyor.

Eleni'den önce
Daha ben çocuktum daha tütüne daha kahveye alışmamıştım
Sabahları, akşamları bilmiyordum daha
Bir gün bakıyorum akşam ellerimde gözlerimde
Bir gün sabah her yanım.

Eleni geliyor
Dünyaya bakıyorum
Dünya sanıldığı kadar küçük değil o gün anlıyorum
Sanıldığı kadar üzgün değiliz dünyada
O gün bütün şiirleri yakmalı yeniden yazmalı diyorum
Brise Marine'i yeniden
Yeniden Annabel Lee'yi.
Eleni ile anlıyoruz
Bu gökyüzü niçin kalkıp gelmiş
Deniz niçin başını alıp gitmiş onunla anlıyoruz.

Bir gün Eleni'nin elleri geliyor
Bir sokaktan ilk defa deniz görünüyor.

II.Gençlik

Ruhum,
İlhan Berk köprüden geçiyor duyuyor musun?
Bir serçe yavaş yavaş uçuyor
Bir balık başını suyun yüzüne çıkarmış bakıyor
Düştü düşecek dalından bir yaprak.

Lambodis raftan bir şişe aldı açtı
Bir bulut durdu pencerede
Lambodis işine devam etti
Ellerini sildi, hıyar, domates doğradı
Sonra oturup gençliğini düşündü.

Bir evdeydi
Eleni on sekizinde, İlyadis yirmi üç
Eleni'nin şarkıları vardı
İnsan akıl erdiremezdi
İstanbul'un her tarafı kahve
Kapalı kahve açık kahve
Şarkılar ne kadar güzel olursa olsun
Eleni'yi anlamazdı.

O günler Lambodis'in ağzında bir cigara bir aşağı bir yukarı
İstanbul'da
Eleni'nin en güzel yerleri elleri sarımsak kokan ağzı
Daha Lambodis meyhaneci değil
Daha Lambodis hiçbir şey değil
O günler her Pazar Saint-Antoine'a gidiyorlar
Eleni'nin göğsü soyulmuş badem
Güvercin gibi elleri
Daha o zamandan Lambodis'in düşmanı çok
Bütün İstanbul Eleni'nin arkasında.

Evet
Lambodis'in gençliği bir yaprak düştü düşecek
Pencereye oturmuş gelip geçenlere bakıyor
Sen de bak diyor bana
Bak insanlar geçiyor
Ben sıkıldım mı insanlara bakarım
Hiçbir şeyim kalmaz
Hiçbir şeyimiz kalmıyor.

Her iş bunun gibi ruhum
Bir kadın bir adam aynı şeyi yapıyor
Ben birazdan kalkıp Sirkeci'ye gideceğim
Sevgilim trene binip gidecek
Bir zaman hiç güneş doğmayacak sabah olmayacak, bir zaman
dünyada değilmişiz gibi korkacağız.
Bunlar hep olacak ruhum
Bir gün bakacağız İstanbul güzel
Ondan sonra her gün İstanbul güzel.
Eskiden çok eskiden bu dünya daha bir güzelmiş mesela
Bu bulutlar bu gökyüzü uzanınca dokunacağımız bir yerdeymiş
Şimdi şiirdeymiş bunlar
Her şey bu hesap ruhum.

Bu dünya güzel
Gülhane ağaçlık.

Yalnızım; çünkü siz varsınız!




yüzünüz gün ışığına küskün bir serçe yavrusu kadar kimsesizdir. bunu anladığımda sizi tanımıyordum bile; ansızın çıktınız karşıma. öyle kararlı bir sessizliğiniz vardı ki, ürkekliğinize bile dokunamadım hoyrat bulup ellerimi.

boynunuzdaki ve dilinizdeki ben, gözlerinizin kuşatılmış sabah okyanusu parlayışı ve çocuk dağınıklığı ayaklarınızın uzaklığım oluyor her özleyişimde sizi.

hayır! gerçek olabileceğinize inanmadım hiç. en beyaz o gecede bile lanetli bir korkuyla kapattım gözlerimi.

dudaklarınız, yalnız dudaklarınızdı belki kudurgan bir sevinçle boğulayazdığım o an.

sizi sevmek için büyüttüğümü söyleyemem kalbimi. ne sizde var buna inanacak
genç kız coşkusu;
ne de ben yağmurlardan kaçacak kadar yitirilmiş bulutlarıma yerinmedeyim.

vedalaşmak sizinle ve sonsuza doğru vedalaşmak istiyorum.
bir başka uyumun cehenneminde, dilime amansız yakışan sözcüklerle

yalnızım; çünkü siz varsınız!

28 Eki 2013

sonunda kendimi bulduğum yerde mi kaybettiniz beni?



bir sürü sağlam ve aklı başında adam da öyle diyecektir," dedi ihtiyar, yıldızlara bakarak, "ancak görüp dokunabilecekleri şeylere inanarak ömürlerini tüketen iyi insanlar... ama görüp dokunabildiğimiz şeylerin ötesinde bir dünya var ve bu dünya kendi kanunlarına göre yaşıyor. bu çok sıradan dünyamızda imkânsız olan, orada gayet mümkün olabilir ve bazen bu iki dünyanın arasındaki sınır kaybolur; o zaman neyin mümkün neyin imkânsız olduğunu kim bilebilir ki?

david eddings

Kimini hayal kırıklığı büyütür, beni de kıskanılmak büyüttü.
Takmayacaksın, takarsan daha çok üstüne gelirler.
Yürüyüp geçeceksin, hep yürüyüp geçeceksin. Ben öyle yaptım. Hep yürüdüm.
Herkesin, her şeyi anlamasını bekleyemezsin. Sen yürüyüp gideceksin. Anlayan anlayacak, anlamayan anlamayacak; dünyanın hepsine yetişemezsin ki!
Bilirsin ben iyi yürürüm.”

Murathan Mungan

Elektrikli vibratörün ilk kez 1890'da pazarlandığını söyleyebilirim. Elektrikle çalışan ilk ev aletleri, dikiş makinesi ,vantilatör ve vibratördü. Amerikalılar on sene boyunca elektrikli vibratörün keyfini sürdü, sonra da elektrikli süpürge ile ütüyü icat etti. Vibratörden yirmi yıl sonra elektrikli kızartma tavası piyasaya sürüldü. Ev işlerinin canı cehenneme ; önceliğimiz daima iki bacağımızın arasından yana...

Chuck Palahniuk

inanmıyorlar ki, elle tutulur deliller istiyorlar. yok canım, o kadar da değil, diyorlar her zaman. ölmezsin, diyorlar. bu da geçer. olaylar haklı çıkarıyor onları çoğu zaman. milyonda bir de olsa yanılma, ağır ve elim yanılma belirince... milyonda bir için hayatı zehir etmeye değer mi? diyorlar onlar. onlar, biz hepimiz....

Oğuz Atay / Tutunamayanlar


eski bir rus geleneği vardır; yola gidecek yolcu, kapının eşiğinden dışarı adım atmadan önce birkaç dakika sessiz durur, geride bıraktığı eve dağılmış olan ruhunun toparlanıp bedenine girmesini bekler.

Alev Alatlı

hakikaten yalnız varlık, insanlar tarafından terk edilmiş olan değil, insanlar arasında acı çekendir; kendi çölünü peşi sıra panayırlarda sürükleyen ve mütebessim cüzamlılık, tamiri imkânsızlık komedyenliği yeteneklerini sergileyendir.

emil michel cioran


her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. binlerce çocuk, benden başka kimse yok ortalıkta -yetişkin hiç kimse,yani- benden başka. ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. biliyorum, bu çılgın bir şey.

holden caulfield

bağıracaktım. yardım isteyecektim belki.
ama kimse anlam veremeyecekti.
bütün bireysel tarihler "benim yavrumu kimse kandırmasın"la başlayan bir söylemin, "seni kandıranların adlarını söyle"diye noktalanan bir evresinde evcilleşme sürecini tamamladığından, "herkes gibi olmak" için çırpınmamam gerekiyordu çünkü.

ışık ergüden

bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerlestirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz.

stefan zweig

öyle zaman olur ki, odada yalnızken bile "yok oluverir" insan, bunun nedenleri çoktur, kişi yaşarken bile ölebilir.

-franz kafka

gömütün kapağı hep açık, ölünceye dek - yaşadıkça uçuşan anları, düşünceyi ve duyumları bir bir atıyoruz içeri, sonra hiçbir şey biriktirilemez, üretilemez duruma geldiğinde kendimiz giriyoruz ve örtüyoruz kapağı üzerimize..

Nilgün Marmara


ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteciliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: gerçek sevgiyi! bir kadın. birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!"

yusuf atılgan


- galiba sizi anlıyorum.
- yanılıyorsun. "siz" anlanamaz, "sen" anlanır. bazı kitaplarda "sizi seviyorum"u okuyunca gülerim. sanki "siz" sevilirmiş! "sen" sevilir, değil mi?
.......

Sen bana ne dersen de; kim olmam gerekiyorsa oyum ben.

Böyle buyurdu zerdüşt


sahi ne kadar oldu burdan ayrılalı. gölgeli bakışlardan uzaklaşıp, sensizliğin kıyılarında kalalı.
unutulmuş her anının taze çay kokusunda biraz hayal buldum yine görüyormusun. şu köşeyi dönüpte, sana ilk el salladığım o yerdeyim yine aslında.
bilmem deyip gittiğin kahvenin önünde sabahlamışım yine.
sahi ne kadar oldu ben öleli?
.....

 Hiç yalnız hissetmedim kendimi.

Bir odada tek başıma kaldım, intiharın eşiğinde. Kendimi çok kötü hissettiğim oldu, ama hiçbir zaman birinin odaya girip kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacağını düşünmedim? 

Bukowski

Baktın olmuyor , tak kulaklığı uyu! 

24 Eki 2013

Fish On Land




gece üç suları salkım saçak gözlerin intihar süsü sevişmeler fena haldeyim bilirsin ölmek ince bir sızı ... dişlerken düşleri şarap kokuyor dudakların oysa hiç bir kadehin izinde kan yoktur kanatılmış kırmızıdır hayat akar kar kanar kanar gece üç suları saklama yüzünü yüzsüzlüğüm seni sevmek... 



 

Dün gece bir rüya gördüm
Karada bir balık
Nefes nefese
sadece güldü
Ve bu şarkıyı seslendirdi
Herkes için hayat böyle

Sessiz Ev



Sinemanın sokağına girdim, müziği duydum, filmden önce çalarlar. Burası iyi aydınlatılır. Resimlere baktım: Cennette Buluşalım. Eski film: Hülya Koçyigit, Ediz Hun bir resimde sarılmışlar birbirlerine, sonra Ediz hapishanede, sonra Hülya şarkı söylüyor, ama hangi sırayla olduğunu filmi görmeden
anlayamaz kimse. Resimleri, belki de bunu bildikleri için dışan asarlar; insan merak eder. Gişeye gittim, bir tane lütfen, bileti kesip uzattı, teşekkür ederim, sordum:

"Film güzel mi?"

Görmemiş. Bazan, birden böyle konuşmak isteyiveriyorum. Gittim, yerime oturdum, bekledim. Biraz sonra film başladı. Önce tanıştılar, kız şarkıcı ve onu beğenmiyor, ama bir gün çocuk onu onlardan kurtarınca beğeniyor ve sevdiğini anlıyor, ama babası bu evliliğe karşı çıkıyor. Sonra çocuk hapse girdi. Ara verdiler, yerimden kalkıp kalabalığa çıkmadım. Sonra gene başladı ve kız gazinonun sahibiyle evlendi, ama çocukları olmadı ve olsun diye bir şey yapmadılar. Kocası o kötü kadının peşinden gidince, Ediz de hapisten kaçınca Boğaz Köprüsü'ne yakın bir evde buluştular ve Hülya Koçyigit şarkı söyledi. O şarkıyı dinlerken biraz tuhaf oldum. Sonunda, onu kötü kocadan kurtarmak isterken o zaten cezasını kendi bulunca anlaşıldı ki artık evlenebilirler. Babası arkalarından sevinçle bakıyor ve onlar yolda kolkola yürüyorlar, yürüyorlar, gittikçe küçülüyorlar ve SON.

Işıklar yandı, dışarı çıkıyoruz, fısır fısır filmden söz ediyor herkes. Ben de birisiyle filmden konuşmak isterdim. Saat onbiri on geçiyor, Büyükhanım bekliyordur, ama eve dönmek istemiyorum.
Plajın yokuşuna doğru yürüdüm. Belki eczacı Kemal Bey nöbetçidir, belki uyku tutmamıştır. Rahatsız ederim, konuşuruz, anlatırım, karşıdaki büfenin aydınlığında bağrışan araba yarıştıran gençlere bakarak dalgın dalgın dinler. Eczanenin ışıklarının yandığını görünce sevindim: Yatmamış. Kapıyı açtım, çıngırak çaldı. Hay Allah: Kemal Bey değil, karısı.

"Merhaba," dedim, biraz durdum. "Bir aspirin istiyorum."
"Kutu mu, tane mi?" dedi karısı.
"İki tane. Başım ağrıyor. Biraz canım sıkılıyor... Kemal Bey..." diyordum, dinlemiyor ki. Makası almış aspirini kesiyor, verdi.
Parayı veriyordum:
"Kemal Bey sabah balığa çıktı mı?" dedim.
"Kemal yukarıda uyuyor."

Bir an tavana baktım. Tavanın iki karış üstünde, orada uyuyor. Uyansa anlatırdım, belki arsız gençler için bir şey derdi, belki hiçbir şey demez, öyle düşünceli, dalgın dışarı bakardı, konuşurdum, konuşurduk. Karısının küçük beyaz elleriyle bıraktığı paranın üstünü aldım. Sonra hemen tezgâhın üzerinde duran şeye daldı; fotoroman olmalı. Güzel kadın! İyi geceler deyip, rahatsız etmeden çıktım, çıngırak şıngırdadı. Sokaklar tenhalaşmış, saklambaç oynayan çocuklar evlerine girmiş. Ne yapayım, eve dönüyorum. Bahçe kapısını örttükten sonra pancurlar arasından Büyükhanım'ın ışığını gördüm: Ben yatmadan uyumaz. Mutfak kapısından girdim, arkadan kilitledim, dolandım, merdivenleri ağır ağır çıkarken aklıma geldi. Üsküdar'daki evin merdivenleri var mıydı acaba? Hangi gazeteydi o, yarın gidip bakkaldan isteyeyim, sende Tercüman var mı derim, bizim Faruk Bey istiyor derim, tarihçidir, tarih köşesini merak etmiş... Yukarı vardım, odasına girdim, yatağında yatıyor.

"Ben geldim, Büyükhanım,

Bir Garip Kişinin Düşü




Bugün alaylardan artık alınmadığımı sylemeliyim. Bana gldklerinde daha bir eğleniyorum. Alaycıların Gerek'i tanımadıklarını, benim, benim tanıdığımı zlerek grmeseydim, başkaları gibi, aıktan aığa kahkahayı basardım. Gerek'i tanımakta yalnız olmak ok ta gmş. Ama anlamıyacak onlar ; yoo ! anlamıyacak onlar !

Bir zamanlar, herkese garip gelmekten mthiş zlrdm. Garip "görünmeyee kalkmazdım. Doğdum doğalı gariptim ben, 7 yaşımdan beri de, garip olduğumu biliyordum. Ne kadar okula gittim, ne kadar niversite yz grdmse, garip olduğuma gene o kadarinan getirmiş oldum. yle ki ğrendiğim btn bilgilerin beni bu garip olduğum düşüncesi iinde yoğurmaktan başka ne amacı vardı, ne de sonucu oldu.

alışmalarımdaki aynı şey gnlk hayatta da oluyordu. Her yıl, herkesin gznde garipliğimi, acayipliğimi daha iyi anlıyordum. Herkes beni tefe koyuyordu ama, herhangi biri olmaktan çok garip olduğumu bilen bir insanın bulunduğundan, bu insanın da ben olduğumdan kimse huylanmıyordu. Bununla birlikte, bunu bilm.eyişleri, benim yzmden oldu. Sırlarımı kimseye acımayacak kadar büyük burunluydum. Bu gurur zamanla doğaldı, herhangi birinin içnnde dalgınlığa gelip kendimi garip bulduğumu sylemeğe kalkmış olsaydım, bir kurşun sıkardım beynime. Ah! Yeni yetmelik ağımda, belki bir gn, bu dşndğm itiraf etmeğe kalkarım diye, ne acı ekiyordum. Ama, br delikanlı olduğumda, her yıl, garipliğimin çoğaldığını anlamam şöyle dursun, nedan olduğunu kesinlikle bilmeksizin daha durgun oluyorum. Dünyada herkesin bana ilgisiz kaldığını dşnmekle başıma daha büyük bir dert geldiğinden belki. Nicedir bundan kuşkulanıyordum, ama birden, geçen yıl, bu işte yanıldığımı anladım. Dnyanın olmasının ya da hibir yerde hiçbir şey olmamasının bence bir olduğunu sezdim. Bunun zerine, alaycılara gocunmaktan, hemen vazgetim; artık onlara kulak asmadım. Vurdumduymazlığım en ipe sapa gelmez işlerde bile ortaya ıkıyordu.

Sizn gelişi, sezmeden insanları itip kaka kaka, sokakları arşınladığım oluyordu. Bunun zensizlikten ileri gelmiş- olduğunu diyemem ; neden ileri gelmiş olduğunu da dşnmeği bir yana bırakmıştım. Bana herkes, herkes nemsiz geliyor. İşte Gerek'i o zaman tanıdım. Geen kasımda, daha doğrusunu demek gerekirse, Gerek'i 3 kasım gn tanıdım. O gn bugndr, hayatımın her dakikasını hatırlarım... Bu karanlık, sanki hi grlmemişcesine karanlık bir gecede oldu. İşte evime dnyor ver Bu kadar pusulu bir gece grmenin o-lanaksu olduğunu dşnyordum. Btn gn yağmur yağmıştı ; soğuk yağmur olmuştu bu, anki korkun ve insanlığa dşman yağmur. Sonra sonra, yağmur dindi; korkun bir ıslaklıktan başka şey kalmadı artık ortalıkta. Sokağın her taşından, kaldırımın her paket taşından, soğuk bir buğu yükseliyormuş gibime geliyordu sanki Gaz birden snerse, mutlu olacağım duygusuna kapıldım, nk gazın ışığı havadaki ıslaklığı ve ie dokunuculuğu daha iyi ortaya dkyordu. O gün, hemen hemen yemek yememiştim, akşamın inişinden sonra arkadaşlarımdan ikisinin de ziyaretini kabul eden bir mühendisin evine kapağı atmıştım. Ses etmeden durmuştum ve susmamın kendilerini sıktığını bile anladım. İlgi ekici bir konu zerinde konuşuyorlardı, güya ısınmak iin gelmişlerdi ama, duruşlarının, gerekten, boşuna olduğunu görmüştüm. İş olsun diye ısınıyorlardı. Damdan düşercesine kendilerine şunu demiştim : "Baylar, görüyorum ki sizi edepedz zerinde ene yorduğunuz konu ştyor.,, Uyarışımdan hi te zlmş olmadılar ; yalnız, dediğimi ve düşündüklerinin beni temelli ilgisiz bıraktığını anlayarak, bana gelmeğe başlamışlardı.

Sokakta, gazı düşündüğmde, göğe baktım. Alabildiğine karanlıktı ama, ilerinde pek kara uzaklıkların uurumlara benzediği bulutlar grlyordu şyle hafiften- Uurumlardan birinin dibinde, birden, bir yıldız parladı. Yıldızı drt gzle incelemeğe başladım, nk bu yıldız bana bir dşnce, bu akşam kendimi ldrme dşncesi veriyordu. Daha nce, iki ay nce, hayatıma son vermeği kafama koymuş ye, yoksulluğuma inat, gzel bir tabanca ele geirebilmiş, hemen doldurmuştum. Ama aradan iki ay gemişti ve tabanca kılıfında duruyordu, nk, adımı ktkten silmek iin, herkesin bana biraz daha az ilgisiz kalacağı bir anı semek istiyordum. Neden ? Sır... Ama yıldız bana bu gece kendimi öldrümeği esinledi. Neden ? Bu da başka sır.

Göğe halli halli bakarken, sekiz yaşlarında bir kız ocuğu kolumdan yakaladı beni. Sokak ıssızdı ; bizden ok' -tede, bir arabacı yerinde uyuyordu. Kızcağızın başında bir mendil vardı, elbisesi yrekler acısı olup sırılsıklamdı, ama ben doğrusu yalnız yırtık ve ıslak pabularına dikkat etmiştim. Yavrucak, birden korkmuş gibi bağırdı: Anne ! Anne ! Bir tek söz söylemeden, ona baktım. Daha hızlı yrdm ama, o gene umutsuz bir sesle bağıra bağıra koluma asılıp peşimden gelmekte devam ediyordu. Bu biim bağırışı ben bilirdim ! Sonra kesik birka szle bana, annesinin ldğn, kim olursa olsun, birini ağırmak iin, anasının acısını dindirebilen birini bulmak iin ylesine sokağa ıktığını syledi. Arkasından gitmedim. Tersine, kendisini başımdan savmak istedim. Bunu dşnrken, gidip bir yardımcı bulmasını sylemekle yetimdim kendisine. Ama o küçük ellerini kavuşturdu ve yürüyüp gitmeme zaman bırakmaksızın, yanım sıra gene ağlaya ağlaya koştu. Artık sabırsızlandım. Ayağımı yere vurup korkuttum kendisini. Yeniden bağırdı : "Bayım ! Bayım ! „ Ama beni bıraktı, hızlıca sokağı geti ve ıkagelen başka bir yolcunun ayaklarına kapandı.

Beşinci katıma ıktım. Yoksulca dşeli, pencere diye bir tepe deliği bulunan bir oda tutuyorum. zeri muşamba kaplı bir kanapem, kitaplarım iin bir masam, iki sandalye ile eski bir koltuğum var. Bir mum yaktım, oturdum ve dşnmeğe başladım... Benimkinden hafif bir blmeyle ayrılmış, bitişik odada, gndr dğn bayram ediliyordu. Burada bir yedek yüzbaşı oturuyordu, iskambil oynaya oynaya, kendisiyle birlikte imam suyu ien bir yarım düzine haydutla dayalı dşeli sayılmayan konutunun altını stne getirmişti. Geen gece, burada bir kızılca kıyamet, kopmuştu; ev sahibesi mırın kırın etmek istemişti ama, yzbaşıdan mthiş korkuyordu. Bizim beşinci katta, başka kiracı olarak, bir askerin dul karısı ve hepsi de hasta kk ocuğun anası, ufak tefek bir elimsiz kadınımız vardı; bu çocukların en küçüğü avgl doğuşu dinlerken öylesine korkmuştu ki bir biim inir buhranına kapılmıştı. Ben ise blmenin arkasından bağırmaktan vazgemiştim. Dnya umurumda değildi. O akşam, odama girince, masanın gzndeki tabancamı aldım ve yanıma koydum. Ona dokunur dokunmaz, iimden : " Pek doğru mu bu ? „ diye geirip şu karşılığı verdim : "ok doğru !...„ (O kadar doğru ki beynimi para para edecektim.)


O akşam kendimi ldrmeğe karar vermiştim ama, tatarımı dşnmekle daha ne kadar zaman
geirecektim ? Hibir şey bilmiyorum... Ve olabilir ki kızcağıza rastlamadan sıkacaktım
kurşunu beynime...


bence herşey bir olmakla beraber, fizik acıdan korkuyordum. Ve sonra, demin sokakta rastlanan o kk kıza acıma da duyuyordum gene, nasıl da yardım edebilirdim. Neden ağrısına koşmamış-tım ? Ah! herşeyin bence boş olmasını istediğim ve kıza acıma duymaktan u-tanmış olduğum iin. Acıma yüznden, şimdi kendimi öldrmek istiyordum ! Küçük kızın acısı beni neden ilgisiz bırakmıştı ?... Garipti bu ! Şimdi işte yreğim yanıyordu buna !... Hay kr şeytan l iki saat sonra kendimi öldrürsem, bu küçük kızın mutsuz olup olmaması neme gerekirdi benim ? Artık daha çok düşünemezdim, artık hiçbir şey de olmıyacaktım. İşte bunun için alakcasına üzülmüştüm küçüğe. Ancak iki saat sonra, benim için herşey sönüp gideceğine göre, birşeyler yapabilirdim. öyle sanıyordum ki dünya bana bağlıydı, benim için yaratılmıştı yalnız- Benden sonra, belki gerekten, artık hibir şey olmıyacaktı, bilincimin yok olduğu anda, dnya da yok olacaktı. Evrenin ve kalabalıkların yalnız benim iimde olup olmadıklarını kim bilirdi ? Sonra aklıma garip bir dşnce takıldı : Eğer, Ay'da ya da Mars gezegeninde gemiş, bir önceki hayatta, kötü ve yüz kızartıcı bir iş yapmışsam, yeryüzüne oradan bozulmuş olmanın, şerefsiz olmanın bilincini getirmişsem, Dn-ya'dan, Mars'a ya da Ay'a baktığımda, utancım bana boş mu gelecekti ?

• • • Ve, gerekten, boştu bu soru, aptalcaydı. Tabanca işte nmde duruyordu ; kendimi öldürmek istiyordum ama, uğursuz soru aklımı kurcalıyordu, kızmıştım üstelik. Ya artık
saçma sapan soruma karşılık bulmuş olmadan ölmek istemiyorsam ?

20 Eki 2013

En Büyük Hazinemiz Aklımızdır





Sevgili Bilge, Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden dekaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla.
Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimde geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne3 de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerdfe böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, bu satırı da neden yazdım? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarcayadırganacaktır. Oysa, Sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, buakıl benibütünüyle terkedi nceye kadar gidipgelenazizvarlık masalınakimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısıda başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır.
Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesinburnundangetirmek istiyorum. Bu nedenle,Sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığı mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, Sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.)
Geçen sabah erkenden albayıma gittim. Bugün sabahtan akşama kadar radyo dinleyeceğiz, dedim. Bir süre sonra sıkıldı. (İnsandır elbette sıkılacak. Benim gibi bir canavar değil ki.) Bunun üzerine onu zayıf bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakkı olmadığını yüzüne bağırdım. (Ben yalnız kalmalıyım. Başka çarem yok.) Bazen Nurhayat Hanıma gidiyorum; karşılıklı susarak oturuyoruz. Konuşmamak ne iyi, bir bilsen. İnsan elbette konuşmak istiyor; dert yanmak, haklı çıkmak istiyor. Fakat kelimeleri insana ihanet ediyor, insan kendine ihanet ediyor. Kendinden nefret ediyor. Dul kadın iyi: bana kahve pişiriyor, sigaramı yakıyor. Onun yanında biraz huzura kavuşuyorum. Pilleri, kutusundan büyük birradyosu var; onu dinliyoruz. Nurhayat Hanım sıkılmıyor. Bazen dul kadının evinde, bir iki söz ettiğim oluyor: Kendi kendime konuşur gibi. Nurhayat Hanım hiç söze karışmaz; aman işte biri konuşmağa başladı varlığını ortaya koydu, dur ben de bir şeyler söyleyeyim kişiliğimi göstereyim gibi küçük ça ar içinde değildir dul kadın Onunla oyunlar dinliyoruz radyodan. Yıllardır sesleri değişmeyen, fakat adları farklı olan oyuncuların piyesleri; aynı heyacanlı titreşimler, aynı yükselip alçalmalar. Sanki yıllardır sürüp giden uzun bir oyunu parça parça oynuyorlar. Kahkahalar atıyorlar - çocukluğumdan beri dinlediğim kahkahalar. Aynı kapıları yıllardır açıp kapıyorlar. Aynı güç durumlarda kalıyorlar. Yavaş konuş bizi duyacak diyorlar, siz burada ne arıyorsunuz bakalım diyorlar. Ben yalnız sesleri dinliyorum, anlamlarla ilgili değilim.Kuş sesi dinleyerek huzur duyanlar varmış; onlar gibiyim. Haberleri de, belli konular üzerindeki konuşmaları da, tartışmaları, açık oturumları, reklamları da, özel programları da aynı şekilde dinliyorum. Her kuşun kendine özgü bir sesi var: Sözleri dinlemeden hangi program olduğunu biliyorum bu yüzden.

Dul kadının inanılmaz bir hoşgörüsü var: Her çeşit müziği dinliyoruz üstüste. Bizim dilimizden şarkılar da var galiba: Çünkü sözlerini anlar gibi olyorum. Dul kadınla ben, senin anlayacağın, soyut bir durumdayız; daha doğrusu her şeyin özüyle ilgilieniyoruz: Meyvaların yalnız suyunu içiyoruz. Birer sigara yakalım mı Nurhayat Hanım? diyorum. Yakalım Hikmet Bey, diyor. Songünlerde bana 'Bey' diyen bir dul kadın kaldı. Görüyorsun ben de kaçamak yapıyorum: Yalnızlığı dul kadınla aldatıyorum. Ne yapayım? Beni olduğum gibi kabul ediyor. Sen,yalnız iyi programlarımı dnlemek istedin. Alaturka çaldığım zaman düğmemi kapatmak istedin. Belki gerçek canavar ben değilim.
Kalemi elinden bıraktı, "Saçmalıyorum albayım," diye mırıldandı. Aslında bütün canavarlık benim içimde. Birden nasıl oluyor anlayamıyorum. Hayır, birden olmuyor. Yavaş yavaş oluyor. Oraya nasıl geldiğimi bilemiyorum. Canım sevgilim derken, kendimi bir odanın ortasında bütün gücümle bağırırken buluyorum. Sevgi'ye de böyle yaptım. Bir şeyler yapıyorum herhalde. Allahım! Neden bir türlü hatırlayamıyorum? Albayıma sormalıyım. Durun albayım geliyorum.
 Merdivenleri koşarak çıktı. Odaya hızla daldı. "Siz de hep bulunuyorsunuz albayım.İşte bu kolaylık beni çıldırtıyor." Hüsamettin Bey başını kaldırdı: "Artık sana şaşmıyorum. Gene ne istiyorsun?" "Yalnız başını ve sonunu hatırlıyorum albayım. Arada ne yapıyorum acaba?" "Dur," dedi albay. "Biraz nefes al" Duramam albayım. Beni kimse durduramaz. Bilge bile." "Anlaşıldı," dedi Hüsamettin Bey. "Mesele nedir?" "Neden tedirgin oluyor beni görünce albayım? Ne yaptım acaba? Babası içerdeyken ona sarıldım diye mi kızdı? Allah kahretsin! Kendimi tutamıyordum. Kolay zaferden başım dönmüştü. Tam formundaydım albayım. Şimdi de formundayım. Biraz koşalım, ısınalım albayım. Günlük beden hareketlerimizi yapalım." Odanın içinde koşmağa başladı. "Dur oğlum Hikmet, kendine gel," "Geliyorum albayım, koşarak geliyorum. Şimdi de beden hareketlerimizi yapalım: Bir iki üç dört. Dörde kadar saymasını biliyorum albayım. Bundan sonra her sabah aynı hareketleri yapacağım. Karın dizden yukarı doğru alınırke acak yarım daire şeklinde sola doğru çekilir ve omuz hizasında yere uzatılır bu sırada eller bitiştirilerek nefes alınır ve aynı hareket sol karınla tekrarlanır: Yedi sekiz dokuz on. Babasına bile kızdım albayım. Neden erken yatmıyor dedim. Omuz adelelerimi de şu şekilde çalıştırıyorum. Hareketler aslında basit, fakat her gün tekrarlanmalı. Beş altı yedi. Fikret meselesinde burnundan getirdim elbette. Benden önce tufan dedim. Bütün geçmişi aptalca yaşadığını itiraf etti sonunda. Buyıkıntıya kim dayanabilir? Sağlam kafa - sağlam beden. Peki neden birdenbire bağırmaya başladım dersiniz? Neden çileden çıktım? Oysa Fikret'in aptal olduğna karar verilmişti sonunda. Olayları hatırlıyorum, nedenleri hatırlamıyorum. Buyrun size mesele! Peki, nasıl kötü oluyorum? Zamanla. Doğru. Zaman her şeyi hallediyor değil mi albayım?"
Durdu, düşünceye daldı."Ne korkunç değil mi albayım? Evet, her şeyi zaman bu duruma getirdi. Aslında zamandan korkuyordum; günlerin birbirine benzemesini bu yüzden istiyordum. Bu nedenle yaşamıyordum, değişiklik istemiyordum. Beni zaman mahvetti albayım. Zamanla buluyor insan formunu. Her şey zamana bağlı: Yetmiş beş yetmiş altı yetmiş yedi derken insan ölüyor. Zaman her şeyi hallediyor değil mi? Her sözün hesabını sordum ondan, hiç bir sözün hesabını vermedim. Çünkü ben canavardım albayım, insan etine susamıştım. Çiğ et yemek istiyordum. İşte sana çiğ et: Midene oturdu. Fakat ben, gerçekten yanaydım; bu nedenle midem bozuluncaya kadar devam ettim. Onun gibi kendimi korumadım. Şimdi de beden hareketlerimi yapıyorum, karın adelelerimi kuvvetlendiriyorum. Gelecek sefer herkesi çiğnemeden yutacağım. Çünkü taş gibi sertleşti midem. Geriye doğru dönelim, karın adelelerini görelim: Bir iki üç dört. İşin başına dönelim. Beni istemedi, yeter artık dedi. Fakat onu ben kovdum. Çünkü as en bilirsiniz ki, en iyi savunma saldırıdır. Ben yamyamım albayım: Çiğ etten -insan etinden- midesi bozulan bir yamyam. Acıklı bir yamyam değil mi? İşte benim dramım albayım! Zaman her şeyi bozuyor albayım. Ona kendimi göstermek istedim ve sonra da acıklı görüntümü örtmek için meseleyi gürültüye getirmeğe çalıştım. Fakat hatırlamıyorum albayım., Allah kahretsin hatırlamıyorum. Bir takım bağırmalar, ağlamalar duyar gibiyim; bir öfkenin, sebepsiz bir öfkenin yükseldiğini görür gibiyim. Peki ne yaptım? Ne söyledim?"
Oturdu. "Beni tahrik etmiş olmalı. Bilmeden bir yere dokunmuş olmalı. Herhalde ben de kendimi korumadım. Hayır yalan! Korumuş olmalıyım. Her hareketimi hesaplamış olmalıyım. Küçük hesaplar yapmış olmalıyım. Kalbi çalıştıralım albayım; kalp hareketleri yapalım. Kalbe giden damarları genişletelim: İkialtı sekiz beş. Koşalım, durmadan koşalım. Herkes kendine bakmalı. Herkes kendini sever. Aziz varlığımızı koruyalım, aziz aklımızı koruyalım. Bizi, biz olduğumuz için sevmezler;sağlam olalım. Bizim oyunları bir arkadaşa okuyordum albayım; o günlerde bir kız aşık olduğu için beni dinlerken uyukladı. Yalan albayım, böyle bir şey olmadı; fakat olabilirdi. Her an tetikte olalım. Kötü ihtimalleri bir bir düşünelim. Beyin jimnastiği yapalım. Birkötü ikikötü üçkötü dörtkötü. Şimdi hep birlikte nefes alalım. Koşalım albayım, durmadan koşalım. İtirazlarınızı dinlemiyorum albayım. Koşuyorum." Koşarak odadan çıktı, merdivenlerden inerken düşüyordu. Hemen masanın başına geçti. Kaldığımız yerden delim.
 Canavar ben değilim. Belki de canavarım. Son günlerini bu odada geçirmek zorunda kalan emekli bir canavar. Can sıkıcı anlarını hatırlayarak acıklı canavar sesleri çıkaran bir kara ejderi. Vuuu vuuu! Canavarın en kötü günleri hangisi? Canavar takvimine göre perşembeleri. Çünkü perşembeleri sevmem. O günleri hatırlamak istemem. Hangi 'ogünleri'? Sevmem işte. Özellikle perşembe günleri pencereden bakıyorum: Gaz tenekeleri var, içlerine toprak doldurulmuş. Kim doldurmuş? Ben doldurdum. Karışık bir takım tohumlar ve çiçekler satan adama dedim ki: Bana bir çiçek ver. Arsız çiçeklerden verdi. Bilirsin işte: Begonya mı derler? Kırmızıdır, mat yapraklıdır, kötü boyanmış mahalle kadınları gibi bir çiçektir. Elimden bu kadarı geldi. Belki ayrıca, kuru akvaryum içinde solucan da beslemeliyim. Mide adelelerim kuvvetlenince onu da yaparım. Sen tabii, perşembe günleri ne olduğunu merak ediyorsun. Bu sözlerin sonunda esaslı bir itiraf bekliyorsun.Yok canım, beden eğitimi derslerinden nefret ede altı yıl boyunca her perşembe bu münasebetsiz ders vardı. İsmini bile yazmak istemem bir daha bu sıkıcı dersin. Öyle sözler ediyorum ki, ne ağlanır ne de gülünür bunlara değil mi? Bir zamanlar insanları güldürürdüm. Ne yapalım? Komedi aktörleri bile sonunda duygulu filimlerde oynamaya özenmiyorlar mı? Ben de kalabalık yerlerde ağlayan sarhoşlara döndüm. İnsan böylelerini görünce meyhane kapısını vurduğu gibiçıkar gider. Sevgi'nin bir akrabası vardı: Ergun gibi bir şeydi adı. Bak o gülmezdi sözlerime. Çünkü Selim Bey miydi neydi bir akraba vardı orada. Onun mirasına göz koyduğumuzu sanırdı bu Ergun. İnsanların adlarını da unutuyorum artık. Bir kız vardı, onun da adını unuttum; oysa aylarca dolaşmıştım bu kızla.Üstelik bir kere de ağlatmıştım onu. Fazla ağlamasına fırsat kalmadan kaçtım, kız benimle evlenmek istiyordu çünkü.
Kalemi bıraktı. Bir kadını daha ağlatmıştın. O kimdi. Düşündü. Evet, yüzü yaralı bir kadındı. Anadolu'daydım albayım. Pokerde kaybetmiştim. Şöförle muhasebeciyi randevu evine götürecektim. Öyle söz vermiştim. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, bir kamyonda gidiyorduk -artık olayların bazı kısımlarını hatırlamıyorum-şehre varınca onları randevu evine götürecektim. Kumar borcuydu. Oysa yol boyunca yemek paralarını da ben vermiştim. O sayılmamıştı. Otelde kalmıştık. Onlar horlamışlardı. Korkudan ve gürültüden uyuyamamıştım. Onları uyandırmak ve ben ömrümde hiç randevu evine gitmedim,demek istemiştim.
Benim bu insanların içinde ne işim vardı? Onlardan nefret ediyordum. Bununla birlikte sanki onlara yaranmak istiyordum. Allah kahretsin, onlarla çok samimi bir görüntü içinde konuşuyordum. Bu adını unuttuğum kızı da anlattırmışlardı bana sonunda. Çok baskı yapmışlardı: Karılarıyla nasıl yattıklarına kadar bu konuda en ince ayrıntılara girmişlerdi. Bir şey söylemezsem çok ayıp olacaktı. İşte zora gelemiyordum.İşletme müdürü de kızını benimle evlendirmek istiyordu, ikide birde yemeğe çağırıyordu beni. Muhasebeci de kamyonda giderken sırtıma vurup duruyordu; sana şu kızı yapalım diyordu. Bana yapıyorlardı. Nazmi de yapmıştı: Behçet'in karısıyla ilişki kurduktan sonra bana da bir kadın yapmıştı. Bir gece, daha önce hiç gitmediğim bir evde birdenbire kadını yanımda bulmuştum. Burası kadının eviydi. Nazmi de Behçet'in karısıyla birlikte yatak odasındaydı. Kadın pantalon giymişti.
Neden kumarda kaybettim? diye hırsla vurdu yumruğunu masaya. Neden o gece otelde horlayanları uyandırıp, adını şimdi unuttuğum kızla yattığım yalan! diye suratlarına bağırmadım? Neden pantalonlu kadını -çirkin ve ihtiyar olduğu halde- divanda öptüm? Sonra,Allah kahretsin, bu pantalon yüzünden bir şey yapamadım. Çünkü kadın nazlandı. Hay Allah! tabii ilk gece olmazdı, kadının da bir şerefi vardı. Neden Behçet'e de ihanet ettim? Nazmi, onun karısıyla yatak odasına gidince neden kaçıp gitmedim? Kadın, sevgilim,dedi. Rezalet. Annem yaşındaydı. Hayır, belki daha büyüktü. Pantalonu çıkarabilseydim mesele yoktu. Bile bile kötülük budur işte. İlk gece okşayacaksın, ikinci gece... Kadın sonra Nazmi ile ne haberler gönderdi? Büsbütün küçüldüm. Kadının kulağına da o gece Allah bilir, sevgilim filan da dedim. Nazmi, pantalon meselesine çok güldü. Aman Allahım! Demek ona da anlattım! Bir pantalon yüzünden küçüldüm. Hayır, küçüldüğüm halde, bir pantalon yüzünden... Aynı şey. Kendimi sattım, vermediler; ya da bunun gibi bir şey. Sonra ne oldu randevu evinde? Yüzü yaralı kadınla da yatamadım işte.Onlar oteldeydi horlamalarını sürdürüyorlardı. Erkenden çıktım, bir randevu evi buldum. Nasıl bulduğumu Allahtan hatırlamıyorum. Belki otel katibine sormak alçaklığını filan göstermişimdir. Kadının göğüsleri küçüktü, çok da uğraştı benimle, hayır yüzü yaralı değildi, yüzüne bant yapıştırmıştı, hayır böyle bir resmini vermişti, yıllarca cüzdanımda taşıdım, yalan,aylarca, belki de günlerce, ne uzatıyorsun? Cüzdanıma bir bakayım, olur mu canım? elbette yok işte, kadınıağlattım sonra, neden ağlattım? çünkü yatamadım, bir şey yapmam gerekiyordu ona, ben de ağlattım, o işi yapamadığıma göre, beni öptü ağlarken, evet, bir ıslaklık hatırlıyorum yüzümde, tuzlu bir ıslaklık, sonra o işi de yaptık, yattık yani, demek istiyorum ki tam değil, ben geldim yani sonunda, kadın benimle alay etmedi, birtanesi etmişti çünkü, onun için sevmezdim böyle yerleri kadını ağlatmıştım, çünkü sarhoştum, çünkü ne yaptığımı bilmiyordum, yalan, hayır doğru.
Kadına söz vermiştim tekrar gelirim diye. Ben de sahte acımacının biriyim. Bu kadına hiç olmazsa bir kere daha gidebilirdim, belki ikinci seferde başarılı olurdum. Şimdi gitsem bulabilir miyim acaba? Polis kayıtları filan. İmkansız mı? Ne yapabilirdim? Elbette sonunda bir kadına gidecektim.İnsanlardan kaçamazdım. (Mektubu yazmağa devam etmeliyim). Bunları kime anlatmalı? Bilge'ye. Mektubu yazmalısın. İnsanlar bilmeli. Belki yarın ölürsün çünkü. Bunları hemen yazmalısın. Götürüp postaya atmalısın. Yolda giderken de kimseyle mesele çıkarmamalı. Kafamda, demek istiyorum. Fakat onlar ne meseleler çıkarıyorlar. Yolda karşıdan karşıya geçerken bile mesele çıkıyor: Otomobiller, insanı nefretle sıyırarak geçiyor. Önüne baksana, beni çiğneyecektin alçak! Araba uzaklaşıyor,işkence devam ediyor. Bana alçak diyemezsin. Otomobil gidiyor, kavga kalıyor. Kafama işkence ediyorlar. Sizi şikayet edeceğim. Adam pi pis gülüyor. Ne gülüyorsun? Ben sana gösteririm. İhtilal yapıyoruz, ben diktatör ol Ben karşıdan karşıya geçerken bana gülen şöförü, arabasıyla yanımdan hışım gibi geçen haini bulup getirin. Biz ihtilali bunun için yaptık. İşte seni yakaladım. Karşımda domuz gibi susup durma. Özür dile, yerlere kapan, bir şeyler söyle. Olmadı. Bilge'nin mektubunu göndermeli. Postahaneye gittik. Pul verir misiniz? Bozuk paranız yok mu? Olsaydı verirdik. Bozdurun gelin. Canım işim acele. İşiniz aceleyse bozuk parayla dolaşın. Bu durakta inecektim. Daha önce söyleseydiniz; bu tarafa bakmadınız ki. Posta memuruyla biletçiyi de yakalayın; hepsini birden kurşuna dizin. Önce bana getirin.Sorgu sual yok, götürün. Bir de şey vardı... Ne vardı efendimiz? Adam yolda gidiyordu, sert bir görünüşü vardı, bana çarpabilirdi. Çarptı mı efendimiz? Susun. Her ihtilalin bir başkanıolur, herkes onu dinler. Çarpsaydı elbette özür dilemeyecekti. Beni kızdırabilirdi. Ben öfkelenince sırıtabilirdi. İnsanlar her gün birbirlerine neler yapıyor. Her gün başkalarında görüyoruz da aman bize bulaşmasın diye sus uyoruz bu kötülüklere. Adam benden kuvvetli olabilirdi, ben onun peşinden koşabilirdim, yakasına yapışabilirdim, beni itip yere düşürebilirdi. Onu da yakalayın. Gözüm görmesin yalnız. Bu sahneyle karşılaşabilecek kadar kuvvetli hissetmiyorum kendimi. Diktatörler hassa olur. Ben de kötü ihtimalleri düşünmekten hassaslaştım. Fakat sağlığımı da bu duyarlığıma borçluyum. Çünkü, insanın düşünceleri gerçekleşmez. Kötü şeyler düşünürsen kötü şeyler gerçekleşmez.
Korktuğun her olaydan, başına gelmesinden ürktüğün her kötü raslantıdan kaçınmak için onu ayrıntılarıyla düşünürsün hemen. Ayrıntılarıyla düşünmek şart. Yoksa bir noktayı bile düşünmeyi unutsan o nokta başına gelir. Yalnız yaşayanlar her şeyi hesaba katmak zorundadır. Başka türlü korunamazlar. Başka türlü yaşayamazlar. Allahım neler düşünüyorum! Düşün oğlum Hikmet. Düşün ki bunlar başına gelmesin ha-ha. İyi şeyleri düşünmekten kaçın sadece. Onlar başına gelsin. Mesele bu kadar basit işte. Daha önce bunu neden akıl edemedim? Peki, i nsan düşüncesini durduramazsa ne olacak? Hiç durmadan kötü olayları düşün; iyi olayları düşünecek vaktin kalmasın. Bunu da kimseye söyleme, büyüsü bozulur sonra. Başıma kötü işler gelecek, başıma kötü şeyler gelecek. Bilge'yi bir daha göremeyeceğim, hiç göremeyeceğim. Bilge beni ne yapsın? Sevmiyor işte, sevmiyor sevmiyor. Mektup yarıda kaldı yahu, devam edelim:
Kendimi iyi hissetmiyorum Bilge. Beni bir daha görmek isteyeceğini sanmıyorum. Kendimi suçlu hissediyorum. Doğduğum günden başlayan bir suçdizisi içindeyim. Seni görmek istemiyorum, seni görmek istemiyorum. Aynı olaylarıbir daha yaşayacak gücüm kalmadı. Beeni unut -belki de unuttun- beni unut. Başıma gelecekleri düşünme. Ne yaptığımı, nasıl yaşadığımı merak etme. Sana anlatması zor. Sevmesini bilmeyenler, kaderlerine razı olmalıdırlar. Oluyorum. Eyvallah.İyi değilim, fakat üzüntülü de değilim bak gülüyorum: Ha ha. artık senin için bir yabancı olan H.H.H.(Ha-Ha Hikmet)
Hemen giyin. Çorapların yatağın altında. Pembe gömleğini giy. Kazağını geçir üstüne. Bakkaldan zarf alırsın. Yolda mesele çıkarma. Postacı sana neler yapabilir? Onu düşün, tedbirini al. Ağır ağır giyindi. Bir şey düşünmemeğe çalışarak merdivenlerden indi. Bakkaldan zarf istedi. "Buyurun üstad." Durum iyi gidiyor. "Yağmur yağacak galiba Rıza Bey." Ona Rıza Bey denince sevinir. İnsanlarla iyi geçiniyorum. Böyle söyleme, böyle düşünme; iyi şeyler düşününce biliyorsun... Mektubu postaya verdi; bir aksilik çıkmadı. Eve dönmek istemiyorum. Yollarda dolaşmak istemiyorum. Hava kapalıydı. Sonbahar gelmiş demek. Bu mevsimlerle nasıl ilgilenir insanlar? İçimin mevsimlerine de hiç uymaz şu tabiat. Onun için tabiat çocuğu olmadım, olamadım. Mevsimlere uyamadım. Duyduğum bazı belirsiz sıkıntılardan, mevsimlerin değişmek üzere olduğunu sezerim. O sıralarda kafamı bir şeylere takmamışsam tabii. Yağmur yağacak. Hüzünlü mevsim diyorlar. Peki, nerede yerdeki yapraklar? Ağaçsız bir yoldayım, ondan . Şu adını unuttuğum kızı da yağmur yağarken ağlatmıştım.
Sevgi de evime ilk defa yağmurlu bir günde gelmişti: Üstümde yeşil bir gocuk vardı. Sevgi, o sıralarda Nursel Hanım yüzünden sanatçılarla görüşüyordu. Onlara takılsaydım, neden duvarlarınıza balık ağları asmıyorsunuz? deseydim; sanatçı işaretleriniz nerede diye sorsaydım. Sen sanki ne yaptın? diye küçümserlerdi belki beni; işte görmemişin biri bu Hikmet, diye düşünebilirlerdi. Ben de onlarla hırslanırdım, sonra hepsini yakalatırdım. Benimle yaptığınız tartışmaları kazanmakla sanki daha iyi bir ressam mı oluyorsunuz Nursel Hanım? Alaycı bir şekilde gülümsedi. Beni bir gören olsa... Sonra hepsini yakalatırdım: İnsanlarla uğraşamam. Soğukkanlılıkla hepsini ortadan kaldırabilirim, bütün dellileri ortadan yok edebilirim. İnsanlar benim için birer deneme tavşanıdır. O kız da bir tavşandı. Kahvede, oda arkadaşımla oturuyorduk ve adını şimdi unuttuğum bu kızdan bahsediyorduk. Bugün kızla buluşacağım dedim. Yarın bu şehirden ayrılmak zor unda olduğumu söyleyeceğim, dedim. Durumu iyice hesaplamıştım. Bu kızdan artık kurtulmak gerekiyordu.
Benimle evlenebilirdi. Biraz da korkuyordum. Mesele çıkar diye. Sen bir canavarsın dedi, oda arkadaşım. İnsanları kullanıyorsun. Müstehzi bir tavır takındım. Rolümü iyi oynadım. Oda arkadaşım beni anlamıyordu.Beni kimse anlamıyordu. Bu nedenle kıza daha kötü davranmağa karar verdim. Yolda giderken birden söyledim bu şehirden ayrılacağımı. Bu sözleri duyunca elbette ağladı. Bunu beklemiyordum. Birden yağmur başladı. Tenha bir yerlerde yürüyorduk. Onu daha önce hiç öpmemiştim. Yolda kimseler yoktu. Bir ağacın altında telaşla öptüm onu: Vaktim kalmamıştı. Ertesi gün gidiyordum. Odam boştu: Arkadaşıma, her ihtimale karşı evde bulunmamasını söylemiştim. Kızın dudakları ıslaktı; göz yaşından olmalıydı. Onu eve götürdüm. Yolda bir kere daha öpmüştüm, sonra beni itmişti. Eve girince hemen perdeleri kapattım. Çünkü kız, çok kalamayacaktı, bir yerlerde çalışıyordu, işine dönmesi gerekiyordu. Onu divana yatırdım. Pencerenin önünde oynayan çocukların seslerini duyuyorduk. Kalktı, perdeyi açtı. Bana aksilik etmek istiyordu. Elini tuttum. Bu temasla ikimiz de ürpermeliydik. Olmadı. Divanın üstüne oturduk. Benim gidişimi konuştuk. Beni suçladı. Ona yazacağıma söz verdim. Oysa adresini almamıştım; bunu biliyordu.
Sesini çıkarmadı. Şimdi adını bulurdum, adresini almış olsaydım. Gene divana yattık. Kollarımla onu sardım, saatime baktım, ikiye geliyordu. Elimi bacaklarına uzattım. Aylarca birlikte dolaşmıştık. Bir iki günüm daha olsaydı. Fakat biliyordum ki bu yakınlığı, gidişimin yarattığı gerginliğe borçluydum. Yarım yamalak seviştik divanda. Sonra birden fırladı, eteklerini düzeltti, perdeleri açtı, geç kaldığını söyleyerek aceleyle çıktı gitti. Divanda, uzandığım yerde kaldım. Onu bir daha görmedim. Sonra adını da unuttum. Onunla evlenseydim korkunç bir şey olurdu. Başkasıyla evlendim, gene korkunç oldu. Sevgi böyle davranmamıştı bana: Gocuğunu çıkardıktan kısa bir süre sonra kendi isteğiyle kucağıma oturmuştu. Göğsünde bir sıkışma hissetti. İçine bir hüzün çöktü. Mevsim insanı etkiliyor demek. Başı döndü bir elektrik direğine tutundu. Yoldan geçenlerin görünüşü iyi. Demek dünyanın durumu iyi. Ben de iyiyim. İyi deme. Yağmur başladı işte. İnsanın kazağından içeri girer, iğne gibi derisine batar.
Kendimi yormadan yürüsem, bir kahveye girsem. Kahve bakımından düzenli bir şehirdir: Her yerde bir tane bulunur. Kahvenin yaylı kapısını itti, pencerenin önündeki bir masaya oturdu. "Bana bir çay." "Beye bir çay." Burada insana iyi davranırlar, bir geleneği vardır çünkü insan kendini boşlukta hissetmez. İyi şeyler düşündüğün halde iyi şeyler olur. Kusura bakmayın, sıkıntım var. Kendimi yaşamak zorundayım. İnsanları ve tabiatı sevmeyen birine saldırmakla daha mı iyi olacaksınız 
Sevgi'nin elbiselerini kolay çıkaramamıştım; oysa kenimi soğukkanlı hissediyordum. Gene bir acele vardı işin içinde. Bazı şeyleri yaşamakta geç kalmıştık, zaman kazanmak zorundaydık. Telaştan doğru dürüst sevişemedik. Aylar sonra bir düzene girebildik. Bütün oyunları kısa bir süre içinde sahneye koymak istedik. Bu endişe yüzünden heyecanlar çabuk tükendi. Biraz daha idare edebilirdik. Çayını yudumladı. Elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilmiyorduk. Şimdi olsaydı daha düzenli davranırdım. Doğru kapısını çalardım, ben geldim Sevgi, derdim. Ona neden giderdim? Geçen gün yolda görmüştük ya, işte ondan. Uzun süre yalnız başıma düşündüm Sevgi, buhranlarımı senden saklamak istemiyorum artık. Bana bir çay pişir. Bırakalım her şey kendi kendine düzene girsin: Yavaş yavaş soyunalım. Bir şey kaybetmek korkusuyla yaşamayalım. Ne olacak endişesine kapılmayalım. Bırakalım zaman her şeyi halletsin. Bu söz bize korkunç gelmesin. Aynı ırmağa bir kere daha girelim. Acele etme, çay kendi kendi enir. Sen gideli neler oldu bak diyerek her şeyi bir çırpıda anlatmayalım: Bu sağlık bozucu davranıştan kaçınalım. Hemen birbirimizi eksiltmeyelim. Dur ıslanmışsın, sana kuru bir şeyler vereyim, deme. Hürriyetime düşkünüm biliyorsun. Nasıl olsa kururum. Günlük yaşantıların küçük koşuşmaları içinde bunalmayalım, nefes nefese kalmayalım. İnsan kendini kaybediyor sonra.
Peki Hikmetçiğim, dedi Sevgi. İnsanlar birbirini anlamadan da sevebilir. Her ırmağa istenildiği kadar girilebilir. Tecrübe insana bir şey kazandırmaz. Çok bilen çok yanılır damlaya damlaya göl olur. Saçmalama dedi Hikmet kendi kendine. Ben küçük burjuvaları sevmiyorum Sevgi. Kapı tokmağını da tamir etmek istemiyorum. Ne olur bir marangoz çağır. Ampulu değiştirmek için de elektrikçi gelsin. Seviştikten sonra yataktan hemen kalkmayalım. Hiç kalkmazdık zaten Hikmet. İçimiz kalkmasın demek istiyorum. Çok becerikli olmalıyım: Birbirimizin kusurunu görürürüz o zaman. Zaten becerikli olacak gücüm yok Hikmet. Sen gideli çok zayıfladım. Biliyorum, yolda farkettim seni görünce. Belki bir çocuğumuz da olur Hikmet. Çocuk mu? Evet, öyle ya: Geride bir şeyler bırakmak gerekiyor. Her şey denenmeli. Yavaş yavaş. Evet, yavaş yavaş hamile kalırsın Sevgiciğim, çocuğu karnında iki yıl taşırsın. Hızlı bir gebeliğin gerilimine dayanamayacağımı hissediyorum. Birdenbire büyük bir karınla karşılaşmakta yorum. Sancı filan da çekme olur mu? Dünyada yeteri kadar acı var zaten. Kendimi çok yorgun hissediyorum. Yavaş yavaş doğur, olur mu? Çok yavaş seviştiğimiz bir günün sonunda hamile kalırsan bütün bunları başarırız belki. Çocuk da yavaş ağlasın. Yorgun yaşayalım dünyayı. Yorgun bir aşk olsun ilişkimiz. Bana iki aspirin ver, her tarafım ağrıyor. Evliliğimizin ilk günlerinde olduğu gibi fakat telaşı eksik bir yaşantı olsun: Durgun birhavuzun ılık sularına girer gibi...
Uzun ve durgun bir yaşantı için aklımızı koruyalım. Çünkü Sevgiciğim, sen de biliyorsun ki, en büyük hazinemiz aklımızdır. Geliyorum Sevgi, yağmur dinsin geliyorum. İnsanların arasına sıkışmadan geleceğim, yavaş yavaş yürüyerek geleceğim. Önce çayımı bitereceğim; sonra, sakin ve ilgisiz bir tavır takınarak garsonun yaklaşmasını, önümden bardağı kaldırmasını bekleyeceğim. Sonra, yavaş yavaş uzatacağım parayı. İnsan endişe etmezse küçük hesaplara kapılmaz. Birçok işi bir anda yapmağa çalışmazsa her an ne yapacağını unutmaz. Bütün kötülükler dalgınlıktan çıkıyor. İnsan nerede olduğunu, ne yapmakta olduğunu her an bilmeli. Mesela ben şimdi kahvedeyim, bunu uzun uzun düşündüm, Hikmet sen kahvedesin dedim kendime, çayını içtin dedim, parasını ödeyeceksin dedim. Dışarda yağmur yağıyor, sen yağmurun dinmesini bekliyorsun. Mevsimlerden sonbahardır ve içindeki bu yavaş hüzün, sonbahar yüzündendir. İlkbahar olsaydı böyle hissetmezdin. MEvsimlerin değiştiğini gözden kaçırmamalısın, mevsiml insanları birbirine karıştırmamalısın. Kahvede otururken Sevgi'ye gideceğini durmadan düşünüp sonra da çayın parasını verip vermediğini bilmez bir duruma düşmemelisin. Hızla kapıdan çıkıp, yürümeğe karar vermiş olduğun halde yalınayak otobüse binmemelisin. Hiç bir zaman, birdenbire kendini bilmediğin bir yerde bulmamalısın. Bütün kötülükler hazırlıklı olmamaktan doğuyor. İlerisi için çok hesap yapmamalısın. Hesap yapmağa alışmamalısın. Bütün kötülükler alışkanlıklardan doğuyor. İnsan acele etmeden kendini seyrederse, alışkanlıkların kölesi olup olmadığını görebilir.
Ben de yavaşlıktan yanayım Hikmet. Ben de yorulmamaktan yanayım. Senden yanayım. Benim sözlerimi kullanıyorsun Sevgi, ne iyi. Ben de bundan sonra dikkat ederim Sevgi: Senin nasıl konuştuğunu kulakarımla izlerim ve senin seslerini çıkarırım. Birinci seferde aceleye geldi biliyorsun. Bunu unutalım Hikmet. Evet unutalım. Yalnız herşeyi unutmayalım. Yağmurun dinmesini beklediğimizi unutmayalım. Hayatın bir oyun olduğunu unutmayalım. En büyük hazinemizin aklımız olduğunu unutmayalım. Aklımızı korursak bütün oyunları istediğimiz gibi oynayabileciğimizi unutmayalım. Dalgınlıkla yanlış kelimeler kullanmayalım; birbirimizi buhususta her zamanuyaralım. Dikkat et, hatırlıyorsun ya, diyelim; aman elini unutma, elinden bir kaza çıkmasın. Bir de ne olur kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma!
Yağmurun dinmesini bekledi. Yağmur dindikten sonra hesabı ödedi. Ağır adımlarla kahveden çıktı. Karşıya geçmeden bir süre kaldırımda yürüdü. Yolun boş olduğu bir sırada karşı kaldırıma geçti. Güneşsiz gökyüzü, havanın kokusu ve yolların gölgesizliği ona, başka bir zamanı, daha önce içinde yaşadığı başka bir şehri hatırlattı. Hatıralar, bana duyularımın var olduğunu belirtiyor; gelecek zaman da sadece endişe veriyor. Geçmişin dalgınlığına da kapılmamalı; geleceğin endişeleri artar sonra, kararlarda sarsıntılar olur. Uzun yolunu yavaş yavaş yürüdü. İşte hürriyet budur: Her köşeyi dönerken heyecanlı bir insan yüzü görülebilir. Sevgi'nin evine. Ona derim ki: Ben geldim. Ölmek üzere olanbir insan korkmamalı. Ölmek nedir? Yaşayabileceğini hayal ettiğim olayların bitmesidir ya da insanın öyle sanmasıdır. Küçük şeylerle avunamaz mı insan? Yanımdan geçen şu kadının,birlikte yürüdüğü erkeğe bakışı gibi bir görüntüyle teselli olamaz mı? Onlarla sonuna kadar gidebilseydim, buradan nereye g rini ve birbirlerine neler söylyeceklerini ve nasıl ayrılacaklarını ve ayrıldıktan sonrane yapacaklarını ve gece nasıl soyunacaklarını ve nasıl yatağa gireceklerini ve kendileriyle başbaşa kaldıkları zaman ne düşüneceklerini bilseydim belki bir yaşama gücü bulurdum içimde. Ayrıntılar olmadıktan sonra... Vitrinlere baktı. Vitrinlere bakanlar, sonra dönüp birbirlerine bakarlar. Vitrindaşlar. Birbirlerini beğenmezler.
İnsan, kendine benzeyenden hoşlanamaz da ondan. Yok canım. Ben, bana benzeyen birini bulabilseydim, geleceğe güvenle bakabilirdim. Vitrinlerin önünde bana ters bakanları görmezdim. Elbette öyle bakacaklar; vitrindaş olmaktan başka ortak bir yanımız yok ki. Ben vitrinleri, değiştirilirken seyretmeyi severim aslında. Kocaman beyaz bez pabuçlar giyen tezgahtarlar, suçüstü yakalanmış gibi olurlar. İşte asıl onlar ters ters bakarlar adama. Hayvan herif! derler bakışlarıyla; bakacak başka zaman bulamadın mı? Bütün gün orada durdun, sonunda bu münasebetsiz saati seçtin. Sonra da se ni görmüyormuş gibi yapar: En sakin görünüşüyle yanındakinden toplu iğne ister. Böyle çatışmaları severim. Seninle tanışmamışsa, aranızda vitringibi bir engel, aşılmaz bir duvar varsa, tek taraflı bir eğlencedir bu. Senin inatla orada duruşun, yoldan geçen yabancıları da etkiler. İşte sayın baylar! Dünyanın en garip vitrin canavarını görüyorsunuz. Çıngır çıngır! Ha-ha. Dağılın! Maymun mu oynatıyoruz burada? Vitrindeki bir şey söyleyemez. Biz de mankenin soyunmasını bekleriz. Manken karışık bir durumdadır. Onu hiç böyle görmemiştim. Demek eğilip bükülebiliyormuş. Siz de satılık mısınız bayım? Görülmemiş bir canavar: Bezden yüzgeçleri var. İnsan olsa, öyle şey takar mı ayaklarına? Canavar, canavar. İnsanlarla aklımda kavga etmeyi, böyle anlarda severim. İşte vitrinin de en mahrem yerini gördük. Yazık ki tezgahtar pantalon giyiyordu. Yarın aynı yerden, küçümseyici bakışlarla geçebiliriz artık. Kalabalık artar. Ben de bir gün canlı manken görmüştüm vitrinde. Sonra aynı adamı sokakta sigara içerken seyrettim. Aynı adam mıydı? Emin misiniz? Hayır değildi; basit insanları kandırmak için aynı adammış gibi gösteriyorlardı onu. Unut bütün bunları. Bir vitrinle bu kadar uğraşırsan... Yol uzundu. Bir sigara aldı. Yeni heyecanlar bekliyor beni. Kendini dağıtma onun için. Bir taksiyi durdurdu pazarlık etti. Öğle yemeği vaktini geçirdik ve böylece bir taksi parası kazandık. Arabanın arkasına kuruldu, köşeye oturdu, pencereden baktı: Meseleler hızla önünden geçti.
Kapıyı Sevgi açtı. Ben hazırım. "İşte geldim." Gülümsedi mi? Dikkat etsene. Çokşaşırsaydı farkederdim. Sen kendi planını uygula, dış etkileri hesabe katma. Oturma odası kalabalıktı. Eşyayı ve insanları tanıyorum: Benim koltuğum, Nursel Hanım, kitaplık, halı. Ergun da var. Oysa geç vakitlere kadar bu kanepede oturup Ergun için nelersöylemiştik. Sevgi de bana karşı çıkıyor. Çaresizlikten. Tanımadığım insanlar da var, yeni bir sehpa ve bir masa örtüsü de alınmış. Ergun ne kadar da kibar: "Nasılsın Hikmet?" bir küfür ederim,senin bile yüzün kızarır. "İyiyim." Beni şaşırtmayın; mesele sizinle ilgili değil. Bu kısmına hazırlıklı değildim meselenin. Sustu. Buraya susmaya mı geldin?
Fakat günlük hayatlarını yaşıyorlar, ben burada değilmişim gibi davranıyorlar. Evet, hazırlandılar; beni yenilgiye uğratmak için manevralar hazırladılar. Bir kere oyun bozanlık ettin sen; piyesin yarısında hiç bir şey olmamış gibi içeri giremezsin. Girerim. Ben görünmeyen adamım: Sözler beni delip geçer. Ya orum oysa. Ben de insanım. Hayır canavarsın. Seni hiç konuşmadık mı sanıyorsun? Terbiyemizden susuyoruz. Beni tanımayanlar: Kim bu adam? Tanıyanlar: Eski kocası. Anlamıştık. O halde neden sordunuz? Böyle sorular hayatın tadı tuzudur da ondan. Kim dedi bunu? Tanıyanlar:Biz dedik. Sıkıntılı bir sessizlik. "Kahve içer misin Hikmet?" Karnım aç ama "İçerim." Sen odadan çık da beni iyice bir süzsünler. Ulanbiz bunlara hazırdık be! Ben öldüm, sizden mi korkacağım? Burada bir ölüyü temsil etmeseydim size gösterirdim. Nursel Hanım sordu: "Nerede oturuyorsunuz?" Gecekonduda. "Uzak biryerde, üç katlı ahşap bir evde." Albayım burada olsaydı gözleri yaşarırdı. Beyefendiler!Hanımefendiler! Buraya ben aslında bir iade-i ziyaret yapmak üzere gelmiş bulunuyorum. Yıllar önce gene yağmurlu bir günde Sevgi beni ziyarete gelmişti. Onun üstünde bir gocuk vardı: Yeşil bir gocuk. Sonradan öğrendiğime göre bu gocuğu Nursel Hanımdan almıştı. Ben de kahvede oturdum önce ve ıslanmamak için bir taksiye bindim geli rken. Aynı ırmağa bir kere daha girmeğe geldim. Yorgun ve hazırlıklıyım. İnsan aşağılık bir hayvan olduğu için kendimi korumak için geldim. (Dokunaklı bir konuşma.) Sevgi, beni gördüğünü ve benimle konuştuğunu sizlere söylemiştir. Yoksa biraz şaşırırdınız. Fakat Hikmet konusu da artık ilginç olmaktan çıkmıştı. Sevgi'yi de çok sık görmüyordunuz artık. Heyecan yatışmıştı. Zaman her şeyi halletmişti. Sevgi'yi yolda gördüğüm için mesele belki biraz alevlenmiştir, o kadar. Sevgi, kahve tepsisiyle girdi; kahveyi önce ona uzattı.Hikmet fincanı tuttu. Buraya geldiğime göre, bunun bir anlamı var: Elbette kahve,önce bana verilecek. Fincan elindenkaydı. Çok yavaştutmuşum demek. Fincanın düşüşünü ve kırılışını seyretti. O sırada düşünmeseydin; iki işi aynı zamanda yapamadığını bilmem sana nasıl anlatmalı? Zarar yok, denildi. Var. aklıma çok zararı var. Eskiden telaşa kapılırdım. Şimdi yerin temizlenişini de fincanın düşüşünde olduğu gibi, aynı kayıtsız gözlerle seyrettiğime göre demek öldüm; duygu larım öldü, duygularımla ilişkili aklım öldü. Demek zarar var: Aklıma zarar var. Çünkü sevgi, sen de çok iyi bilirsin ki, en büyük hazinemiz aklımızdır. Şu şarkıyı koro halinde tek sesle söylemeliyiz. Böyle programlar düzenlemeliyiz. Tanıdığım bir fincandı bu kırılan.Oysa onu, tanımıyormuş gibi seyrettim. Hiç bir tepki göstermedim. "Affedersin," dedi Sevgi'ye: Kırmak istemedim. Ne yaptığımı bilmiyorum. Ne yaptığımı bilsem, buraya gelir miydim? O başka, dedi Sevgi, gözleriyle. O halde heyecandan oldu. Her şeyin farkındaolmak, aklımı korumak isterken, epsini birden kırdım. Yerde hafif bir ıslaklık kaldı, yer bezinin ıslaklığı. Birazdan kurur.
"Yalnız mı oturuyorsun?" diye sordu Nursel Hanım. Bilge'yle birlikte gördüler beni. Sen evlenmişsin, demişti biri de galiba bana. Yoksaçok eskiden mi söylenmişti bu söz. Yalnız mı oturuyorsun? diye sordular sana. Üst katta albayım var. "Evet," dedi. Alt katta Nurhayat Hanım var. "Çalışıyor musun?" dedi Ergun. Bu soru değil. Çalışmadığımı biliyorsunuz. Fakat hiç bir şey olmamış gibi kabul edemezler ya beni; biraz hesap vermeli. Ben sana gösteririm. Bir karşı saldırıya geçelim: "Aynı evde mi oturuyorsun Ergun?" Ergun aldırmadı: "Selim Bey öldükten sonra biraz oturduk. Selim Beyin öldüğünü biliyorsun, değil mi?" "Duymuştum," dedi zayıf bir sesle. "Cenazesinde bulunmak isterdim." "Bir yapıp satıcıyla anlaştık ev için," dedi Ergun. "Bize iki kat verecek." Peki Sevgi'ye ne bıraktı Selim Amca? Miskin ölü, ne olacak? O halde ne hakla bulunuyorsun bu zavallı kızın evinde Ergun? "Sevgi, Selim Amcayı çok severdi," dedi hırsla. Neden çekip gitmiyorsunuz? Bizi yalnız bırakın artık. "Sevgi, ye gelemedi." İyi yapmış. Demek, Sevgi'nin anlattığı ev yok artık. Bir daha o sokaktan geçemem. "Büyük bir evde oturmak çok masraflıdır," dedi Sevgi. Duygularını belli etmez, iyi kızdır. Sevgi'ye baktı, ne giymiş diye. Belki bir gün sorarlar bana: Bu tarihi günde Sevgi'nin üzerinde ne vardı? Yağmurlu bir gündü; bir şala sarınmıştı. Bilirsiniz Sevgi çok üşür. "Birden kayboldun," dedi Nursel Hanım. Bu da ne demek? "Bana hiç uğramadın." Doğru. Dizlerinize kapanarak, ben Sevgi'yi bıraktım Nursel Hanım, demeliydim; çok ıstırap çekiyorum. Kendimi ele vermeliydim. Nursel Hanım, bütün bunların sebebini biliyorsunuz. Nursel Hanım, ben aslında sizi seviyorum. (Saçmalama.) Bu yasak aşkı kalbime gömmek için buradan uzaklaşıyorum: Gemilere tayfa giriyorum (Hiç de yapamam.) Şimdi oturun da beni maskara edin bakalım. Albayım, size ihanet ediyorum. Çünkü Nursel Hanımı seviyorum. Bacakları da fena sayılmaz. Kendine gel.
"Bu kadar zaman ne yaptın?" dedi Nursel Hanım. Seni düşündüm; başka işim kalmamıştı da. "Yazmak istiyordum," dedi; "Kafamda bazı oyunlar vardı." "Biz bu hafta Gogol'un bir piyesini seyrettik," diye gülümsedi Nursel Hanım. "Çok güzel oynuyorlardı." Oyunun güzel oynandığı, gülümsemenizden belli oluyor Nursel Hanımcığım; hemen kulise koşup sanatçıları tebrik etmiş bir insanın mutlu görünümü içindesiniz. Daha kendinize gelememişsinizdir. Hepinizi kovacağım bu evden! Ben geldim çünkü. Benim gelişimin ne demek olduğunu bilirsiniz. Nursel Hanım, oyuncuların adlarını sydı. "Onlar Gogol'u oynayamazlar," dedi Hikmet. "Görmeden nereden biliyorsun canım? Sen de kimseyi beğenmezsin." Beğenmezdim. "Gogol," dedi, vazgeçti. Kimse de, Hikmet'in kafasındaki Gogol'u merak etmedi. Gogol yaşamıyor ki artık canım. Oyuncular yaşıyor, kulisler yaşıyor, gazetelerdeki eleştiriler yaşıyor. Gogol'dan bize ne? Sözün gelişi Gogol dedik. Sevgi de bu oyunu beğendiyse ben gidiyorum. Bir adam, eski bir koca, bi e çıkıp geliyor, daha yarım saat olmadan ona Gogol'den söz ediyorsunuz. Hepiniz aklınızı kaçırmışsınız. Siz ne duygusuz insanlarsınız. Neredeyse beni de çarklarınızın arasında ezecektiniz.
Birden karşısındaki öteki yabancıları gördü. Hepsiyle tanıştırılmıştım ama, adlarını unuttum işte. Bu kadını tanıyorum. Terlediğini hissetti. Kadın, Süleyman Turgut Beyin son karısıydı. Onu tanıştırmamışlardı elbette: Bu kadını tanıdığımı sanıyorlardı. Odadakilerin yüzlerini inceledi. Hayır, kimse, Süleyman Beyin iki aylık karısını daha yeni tanıdığımı farketmemiş. "Emekli bir albay var," dedi. Sevgi, Hikmet'e doğru eğildi: "Efendim?" Hikmet, kolunu eski koltuğunun yanına dayadı:"Oyunları yazarken bana yardımcı oluyor. Üst katta oturan emekli bir albay var da. Hüsamettin Bey. Tiyatroya ve tarihe meraklı. Beni çok destekliyor." Sevgi başını salladı, "Hep yazmak isterdin," dedi. Öyle mi? Hiç hatırlamıyorum. Albayıma ne diyeceğim şimdi? Eski karımla barıştım albayım. Ne kötü söz. Söylemek, yapmaktan daha zor. "Beni çok teşvik etti oyunlar için," dedi. "Dünyaya gücümüzü göstermek için çok çalışmamız gerektiğine inandırdı beni. Beni sabırlı bir dikkatle izledi. Sürekli ve düzgün bi de çalıştırdı. Önce, oyunların hangi esaslara dayandığını incelemek gerekiyordu. Genel kuralları öğrenmeliydim. Bunun için de ilk olarak, nelerin oyun olmadığını, gerçekten ve oyuna benzemeyen başka şeylerden oyunu nasılayırmak gerektiğini incelemeğe başladık. Albayın derin tarih bilgisi,bize bu konuda çok yararlı oldu. Çünkü tarihte birçok oyun oynanmıştı, birçok oyun tekrarlanmıştı.
"Albay Hüsamettin Tambay da tiyatroya küçük yaştan heves ederek babası Mirliva Hasan Paşanın (Müsellah Hasan Bey, ölümü 1343 - 1947) vazifeten bulunduğu Sazandağ Askeri Sultanisinde mesleki öğreniminin ilk hazırlık dönemini idrak ederken mektebinin yaz tatili münasebetiyle babası ile birlikte bir akrabasını ziyaret için gittikleri İstanbul şehrinde o zamanki adıyla Darülbedayi (aslı: dar-ül-bedayi) bugünkü adıyla Şehir Tiyatrosu'nda seyrettiği bir temsil vesilesiyle yukarıda bahsi edilen tiyatro tutkunluğu nüksetmiş ve sonradan bu şehre temelli yerleştikleri zaman Mektebi Harbiye'ye devamı sırasında bu temsil heyetine gizlice katılarak figüranlık yaptığı günlerde sanata büyük bir aşkla bağlandığı gibi bu meyanda tesirinden kurtulamadığı Otello Arabın İntikamı) ve Hamlet (Hain Baba) piyeslerine özenerek bazı manzum dramlar kalme almaklabirlikte bu hevesi sani, ondaki oyunculuk hevesi evveline mani olmamış ve bir fırsatını bularak Darülbedayi rejisörü M.T.R. Hakkı Bey (rahmetli H y) ile tanışmaya muvaffak olmuş ve yaz mevsimi temsilleri için namzet sıfatıyla imtihana katılan birçok heveskar arasında temayüz ederek 'Darülbedayi baş rejisörü M.T.R. Kemal' imzasıyla verilen ve 'I teşrinievvel tarihine kadar muteber' olduğu kaydını taşıyan 'heveskar sınıfı alisine muvakkaten şehir emaneti sanayii aliye ve terakkiyi nefise encümeni daimisinin muvaffakatiyle' verilen bir karar mucibince sahneye dahil olduğunu öğrenince o gece sabahlara kadaruyumamış ve sokaklarda dolaşmış ve baba mesleği askerliği dahi kısa bir müddet için unutmaktan kendini alamayarak babasının sert tenkitlerine muhatapolmuştu. Büyük şehirde kalmış oldukları ilk yaz zarfında, birçok oyundabirbirine karşıt karakterleri olan figüran rollerini de büyük bir başarıyla canlandıran Hüsamettin Bey, Polonius'un öldürülmesi olayına karışan Hamlet'i tutuklamak üzere gelen Rosencratz ve Guildenstern'in emir ve kumandasındaki askerlerden biri olarak görevini gereği gibi yaptıktan başka,sert bakışlarıyla dabir ç ok seyircinin dikkatini çekti. Piyesin müellifi izin verseydi, Hamlet'i tutuklamak için hemen üzerine atılacağından kimsenin şüphesi yoktu. Aynı oyunda -kadro darlığı yüzünden- aynı zamanda bir adam, bir oyunc, bir yüzbaşı, bir haberci ve bir gemici gibi isimsiz rolleri de büyük bir hevesle oynamaktan çekinmedi. Bunun dışında, başka bir figüranın hastalanması üzerine, Cornelius rolünü de geç vakitlere kadar çalışarak ezberlediği halde, tek konuşmasını kendisiyle birlikte konuşan Voltimand'ın erken davranması yüzünden söyleme fırsatını bulamadı. Perde kapandığı zaman onu arayanlar, bir köşede tek başına ağlarken gördüler. Bütün ısrarlara rağmen, o gece tekrar sahneye çıkmadı ve ikinci perdede kıral, 'Hoş geldiniz dostlarım,' yerine, sadece Voltimand'a 'Hoş geldiniz dostum,' demek zorunda kaldı." "İnsanlar istedikleri işlerle uğraşamıyorlar, ne yazık," dedi birisi.
"Bu albayınız da belki tiyatroda kendine önemli bir yer yapardı." Hikmet itiraz etti: "Albayım bu emelini gerçekleştirmek için, bütün görev süresince çalışmaktan ve bir gün arzusuna kavuşacağını bildiği için ümit etmekten geri kalmamıştır. İnsan, içinde böyle yüksek bir gaye taşırsa, yaptığı her iş ona bu alanda yararlı olur. Ayrıca albay, emekliliğine her gün bir adım daha yaklaştığını ve yaşamakla amacına ulaşacağını hissetmiştir. Bir gün emekli olacağını ve bütün gücünü tiyatro üzerinde toplayacağını bildiği için inancını hiç bir zaman kaybetmemişti. Yıllar boyunca piyesleri izlemiş, bütün tenkit yazılarını okumuştur. Bu arada zaman bulabilmiş olsaydı, Cornelius hakkında başlı başına bir oyun da yazacaktı: İçindeki bu eski yarayı tedavi etmek istiyordu. Askerlikten emekliye ayrıldıktan sonra, gene bu büyük tiyatro ülküsünü gerçekleştirebilmek için karısından ayrıldı; kendini oyunlara verdi."
Hikmet çevresine baktı:Tanımadığı misafirler gitmişti. Galiba yerimden kalkmıştım bir aralık, birilerinin ellerini sıkmıştım diye düşündü. Sevgi de odada yoktu. Hayır, gitmemişler; tepsiler tabaklar ve yiyecekler arasında göründüler. Başı dönüyordu, insanlar üzerinde dikkatini toplayamıyordu. Herkes yerini aldı. Onu dinlemek üzere hazırlandılar. Benimle boy ölçüşmeyi düşünemezler. Öğrenmek hevesiyle tutuşan öğrencilere benzer bunlar. İnsan konuşurken kendini daha kuvvetli hisseder böyle öğrencilerin yanında. Hiç bir söz boşa gitmez. Yıllar sonra, birdenbire 'Hatırlıyor musunuz?' derler. 'Çaylarımızı içerken bize oyunlardan ve albaydan ne güzel bahsetmiştiniz, ne kadar heyecanlıydınız, sizin büyük bir oyun yazarı olacağınızı daha o gün anlamıştık.' Fincanlarını aynı kibarilgiyle tutarlar; size, beklemediğiniz bir anda, sözlerinizi çoktan unutmuş olduğunuz bir sırada mutluluk verirler. Birden gecekondunun rahatlığını içinde duydu, Kirkor'un meyhanesindeki yumuşaklığı yaşadı. Bura ir gecekondu. İşte dul kadın, işte sevdiğim kadın. Albay nerede? Albayı içimde taşıyorum. Siz, gerçekten benim dışımda yoksunuz albayım, kızmayın bana. "Albayım olmadan ben hiç bir şey yapamam," dedi. "Albayım yıllarca düşünmüş, albayım yıllarca okumuş. Ben onu dünyaya tanıtmak için bir aracıyım. Benim yaşımda bir insan, tek başına böyle bir görevin üstesinden gelemezdi elbette. Yüzyılların ağırlığını omuzlarında taşıyamazdı. Ben onun yarışçısıydım, daha doğrusu yarış atıydım. Kendi bacaklarında eski güç olsaydı, bana ne ihtiyacı vardı? 'Oğlum Hikmet,' dedi: 'Sen istekli bir oyuncusun, sana bütün bildiklerimi öğreteceğim.' Önce tekniği iyi bilmek gerekiyordu.Büyük oyun yazarları bize örnek oldu. Onları tanıdık. Albayım da bilgilerini benimle birlikte yeniden değerlendirdi. 'Oyunlar,' dedi, 'Oğlum Hikmet, gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır.' Neden gerçeklerden kaçtığımı ben de böylece anlamıştım. Artık kendimi geliştirmeliydim: soluğumu oyunlara göre ayarlamalıydım. Bu amaçla her şeyi kullanmalıydım. Bunun için de, önce her şeyi kulanmasını öğrenmeli. En küçük bir ayrıntı bile önemliydi.
"Birer oyun yazarı olarak yaşamağa başladık. Albayım hayatla ilgili her şeyi biriktirmişti: İnanılmaz bir koleksiyoncuydu. Bütün hayatını, sonunda oynayacağı büyük oyun için biriktirmişti. Albayım, bir hayat koleksiyoncusuydu. Hayatının hiç bir bölümünü çöp sepetine atmamıştı; bir gün lazım olur diye bir köşede saklamıştı. Kendisine yazılan bütün mektupları biriktirmişti. Kendi yazdığı mektupları da bir süre sonra geri almıştı. Tanıdıklarıa gider ve 'Mektuplarım zaman aşımına uğradı, onların üzerindeki hakkınızı kaybettiniz,' derdi. Evet, hayatını büyük bir kıskançlıkla, büyük bir cimrilikle biriktirmişti. Kimse ondan bir şey alamamıştı. Büyük ve yüksek amaçlar uğruna her dakikasını, her saniyesini bir kenara koymuştu. Başkalarını bile, onunla ilgili şeyleri biriktirmeğe zorlamıştı. Kendisine gönderilen pusulalar, onu evde bulamayan tanıdıklarının kapı altından attıkları-kartvizitler, makbuzlar, küçük notlar, cep defterleri gibi önemsiz şeyler bile bir kütüphane dolduracak kada . İnsanın bir yerde muhakkak kendini ele vereceğini bildiği için, en beklenmedik zamanlarda zayıflık göstereceğini tecrübesiyle tespit etmiş olduğu için, hiç bir belgeyi küçümsemezdi. Albayım, yorulmaz bir koleksiyoncuydu. Yolda yürürken başı daima önüne eğik gezerdi. Birinin yırtıp attığı bir mektup, balkondan düşen bir ev ödevi, arkadaşlarının can sıkıntısıyla üzerlerine anlamsız şeyler yazdıkları kağıt parçaları, şaşmaz bir kesinlikle yerini bulurdu. Durmadan cümle biriktirirdi albayım; insana ait her şeyi bir köşeye koyardı. Oyun alanını genişletmenin gereğine içten inanmıştı. Beni de, hafızam kuvvetli olduğu için, bu işte kullanmağa başlamıştı. Gerçeği, iyi oynanan bir oyun hhaline getirebilmek için hiç bir fedakarlıktan çekinmemek gerekiyordu. İnsanların arasına karıştığımız zaman da, sabırlı bir yönetmen gibi onlara oyunların kurallarını öğretmeliydik. İnsanlar, çok kötü oyunlar oynuyorlardı genellikle. Her şeyi ancak bir kere, o da prova yapmadan, oynamak fırsatını buluyorlardı ; üstelik, iyi bir oyuncuda bulunması gereken özelliklerden de haberleri yoktu. Böyle uzun bir oyunu, bu kadar sorumsuzca oynamayı, albayımın aklı almıyordu. İnsanların mimikleri ve jestleri son derece acemiceydi; diksiyonları inanılmaz bir şekilde bozuktu. Birçok kelimeyi yanlış söylüyorlardı. Başarısızlıkları bu yüzdendi. Birçok insan da kendisine uygun olmayan rolü benimsiyordu. İyi bir yönetmenin varlığına büyük ihtiyaç vardı. 'Anladım albayım,'diye bağırdım bir gün. 'Demek bunun için insanların arasında bulunmaya katlanamıyorum. Bu yüzden, onlar kötü oyunlarına başlayınca, kaçacak delik aryıroum.' 'Sende doğuştan tiyatro sezgisi var,' dedi albayım. 'O halde ne yapalım albayım?' diye ümitsizce sordum. 'Oyunları düzeltelim,' dedi kısaca.
"Yaşadığı hayat, onu hemen pratik sonuçlara götürürdü. Ben korkuyordum. Bu korku, birçok oyuna başlamamı engellemişti. 'Yalnız bu sefer dikkat edelim albayım' diye yalvardım. 'Bu sefer bir oyuna gelmeyelim. Son fırsatı da elimizden kaçırmayalım. Bütün ihtimalleri hesaplayalım. Bütün teknikleri öğrenelim. Göründüğümüz kadar olmayalım. Hiç olmazsa, göründüğümüzden az olmayalım. Hemen tükenmeyelim. Bütün milletlere rezil olmayalım. Bizden iyi bir oyun çıksın.Mışgibi yapmaktan usandım albayım.' Albayım, benim gibi telaşa kapılmadı. Her şeyi yeni baştan nasıl ele alacağımızı anlattı. 'Bütün bildiklerini unut,' dedi bana. 'Zaten fazla bir şey bilmiyorum albayım,' diye itirafta bulundum. 'Her şeyden önce nefesimizi iyi ayarlamalıyız oğlum Hikmet,' dedi bana. 'Evet albayım!' diye heyecanla bağırdım. 'Hemen içkiyi, sigarayı ve boş düşünmeyi bırakıyorum. Bedeva düşünmek yok artık!' 'Heyecanlanma,' dedi albayım. 'Heyecanlarını boş yere harcama.' Kendimi tutmak istiyordum. İnanın çok ist . Gene de dayanamadım, bağırdım: 'Anlıyorum albayım! Her yeteneğimizi hesaplı kullanmalıyız. Batılılar, kendilerini tutmasını bildikleri için büyük başarılara ulaştılar, değil mi? Ölsen bir yudum su vermezler. Tabii şimdi anlıyorum: Bakalım bu suyun sana verilmesi doğru mu? Bakalım sen kimsin? Ya Goethe'nin de aynı suya ihtiyacı varsa? İlerleme başka türlü olmaz albayım. Onlar da önce çok hesapsız davranmışlar; bir sürü esaslı insan bu yüzden yok olup gitmiş. Ben de eskiden, şu zenginler -ama çok zenginler- servetlerinin küçük bir parçasını da neden banavermezler? Neden böyle sürünüp dururum? diye içimden onlara itiraz ederdim. Elbette albayım: Önce, suyu hakettiğimi göstermeliyim. Kağıtları biriktirdiğimiz gibi, heyecanlarımızı da biriktirmeliyiz bundan sonra albayım.'
"Büyük bir durgunluk gelmişti bana. Artık bağırmak istemiyordum. İyi bir yetiştirici olan albayıma kendimi teslim etmenin zamanı gelmişti."
 "Müzikte de böyledir," diye atıldı Nursel Hanım. "İyi bir yetiştirici olmadan sonuç alınmaz."
 "Ergun "Ben de bir zamanlar spor yapmıştım," dedi. "Atletizme çalışmıştım. Antrenör, her şey demektir."
"Değil mi?" diye bağırdı Hikmet. "İngilizlerin neden sustuğunu artık anlamıştım. Kendimden utanıyordum. Bütün hayatımca konuşmuştum. Bir cümlesi aklımda kalmamıştı. Birden dehşete düştüm. Sonra, yok canım, dedim kendi. Birkaç cümle kalmıştır elbette. Bütün gücümle düşünmeğe çalıştım. Hayır aklıma bir cümle bile gelmiyordu. Bazı atasözleriyle, çok dinlediğim için bir kısmı ezberimde olan kötü şiirlerden başka bir şey hatırlayamadım. İngilizlerin sözlerini bile hatırlayamıyordum; demek onları da okurken kendimi boş düşüncelere kaptırmıştım. Boş düşünceler bile bir yerde kullanılabilirdi. İnsan onları olduğu gibi koruyabilseydi titiz bir koleksiyoncu gibi biriktirebilseydi, onlardan da bir şey çıkabilirdi. Hayır, boş düşüncelerimi de unutmuştum. Albayım sakindi,'Her şeyin birden unutulmasına çok ihtiyacımız var,' diyordu. 'Ya hepsini unutmamışsam albayım? Yarım yamalak bildiklerim ya engel olursa bana?' diyerek, bir endişemi daha açıkça belirttim. 'Her şeyden önce, soğukka alısın,' dedi. 'Soğukkanlı olmalıyım albayım!' diye bağırdım. Heyecandan yerimde duramıyordum, hem de soğukkanlı olmak istiyordum. 'Kendini yakıp bitirme,' dedi albayım. Ben de kendimi yakıp bitirmedim. Hayır, hiç bitirmedim. Soğukkanlı, soğukkanlı, soğukkanlı dedim. Kendime.'Bir de İngilizlere soğuk deriz,' diye acı acı güldüm. Her şeyi ne kadar yanlış biliyorduk canım. Bizim bu durumumuz kısaca rezaletti. Ellerimle sandalyenin kenarına sıkı sıkı tutundum; çok soğukkanlı ve çok sağlam bir biçimde durdum orada. Kendimi o kadar sıkmışım ki, bir süre sonra adelelerim ağrımaya başladı. 'Elbette albayım,' dedim. 'İdmanımız yok da ondan.'
"Bu yüzden bütün yarşımaları kaybederiz," diye görüşünü belirtti Ergun.
"Evet, bu yüzden kaybediyorduk; birçok yüzden kayediyorduk. Bu nedenle bacaklarımın ve kollarımın ağrıması pahasına soğukkanlı olmalıydım. Kendime acımamalıydım. 'Evet, acımak albayım!' diye bağırdım. Henüz bağırmalarımı kontrol edemiyordum. Henüz, her düüşnceyi,aklıma gelir gelmez söylemek gibi bir yanlış davranıştan kurtulamamıştım. Kant, elli iki yaşına kadar sabretmişti. Ben sabredemediğim için, onun yazdığı bir kelimeyi bile anlamıyordum. Sandalyeye daha sıkı tutunarak: 'Düşüncelerini olgunlaştırıncaya kadar beklemelisin Hikmet,' dedim kendime. Ağrılara ve kendine acımaya boşvermelisin. Birz düşündüm ve sabrettim; sonra, "Bizi bir de bu acımak mahvediyor albayım,' dedim. 'Başkalarına acımakla başlayan bu tehlikeli duygu, her zaman kendimize acımakla son buluyor. Kendimize acımaktan, başka işlere zaman kalmıyor. Acımak, ancak soyut bir düşünce olabilir. Ya da Batılılar gibi davranır insan: Acıdığı kimse için bir şeyler yapar. Buradan bir yere varır. Batılılar neden bize bu ğretmiyor? İşin esasını bana söyler misiniz albayım?"
"Hiç bir şeyin aslını öğretmez onlar," dedi Sevgi. "Sonra bizi pazar olarak kullanamazlar. Onların yanında yetişsek bile, işin esasını öğrenemeyiz. Temel bilgileri büyük bir titizlikle saklarlar. İşte durum meydanda: Bizim kumaşlarımız neden bu kadar çabuk soluyor?"
"Her şeyimiz soluyor," diye heyecanla atıldı Hikmet. "Alçaklar! Hayır, soğukkanlılığımı kaybetmemeliyim. Onlara kızmak da, bir çeşit kendine acımaktır. 'Kendimize acıyacağımıza kendimizi tanıyalım albayım,' dedim. 'Kendini tanı derler ya; bu sözün gerçek önemini kavrayalım.' 'Doğru,' dedi albayım. 'Fakat albayım, ben kendim olalı yıllar geçmiş; kendimi tanımadan geçen yılları unutmuşum. Onları nasıl öğrenmeli acaba?' Birden ümitsizliğe düştüm. 'Üzülme oğlum Hikmet,' dedi albayım. İşte iyi bir yetiştirici böyle olmalıydı, değil mi? İnsanın kendini bırakmasına engel olmalıydı. Bu yüzden de kaybediyorduk. Zaten hangi yüzden kaybetmiyorduk ki? Bunların hepsini saymak bile güçleşmişti. Fakat, artık ümitsizliğe kapılmaktan korkmuyordum. Albayım her şeyin çaresini buluyordu. Bununda çaresini buldu, 'Kendimizi başkalarına sorarız oğlum Hikmet,' dedi. Albayım bu kadar söyledi; ben onun sözlerini hemen çoğalttım. Zaten her sözü çoğaltıyordum; kötü alışkanlıklarımdan henüz vazgeçmemiştim. kapı dolaşırız albayım,' dedim. 'Bizi bize anlatın, bizi durmadan kötüleyin', diye yalvarırız. Bize acımayın. Bize kendimizi tanıtın. Durun acele etmeyin: Önce kendinizi tanıyın. Önce kendinizi,sonra bizi kötüleyin. Bize vurun. Kendimize gelmemiz, kendimizi tanımamıziçin bizi iyica hırpalayın. Artık kaybedecek durumda değiliz. Bu ülkenin artık kaybetmeğe tahammülü yok. Kendimizi tanıyalım da sonunda yok olalım, zarar yok.' Albayım itiraz etti, 'Bir uçtan öteki uca geçme hemen,' dedi. 'Kendini aşırıuçlar arasında kaybetme.' 'Etmem albayım,' diyerek hemen razı oldum. Kendimi, yetiştiricime teslim etmiştim. 'Orta yol, değil mi albayım?' diye sevinerek sordum. Aslında, hemen her söze cevap yetiştirmemeliydim. Ne var ki, söylenenleri anladığımı o anda göstermek istiyordum. Bu davranışım da, yeni baştan kurmak istediğim öz varlığıma zararlı oluyordu. Hayır, bir bakıma da yararlıydı: Kötü huylarımı, dolayısıyla kendimi tanıyordum. Kendimi, bir de başkalarına sorsaydım, kim bilir ne kadar esa slı olacaktım? Evet, çok akıllı ve kavrayışlı görünmemeliydim. Çünkü böyle değildim. Biraz aptal olmasını öğrenmeliydim. 'Bir de Batılıları aptal buluruz, değil mi albayım?' diye gülerek sordum. 'Onların acelesizliğini, meselenin esasını öğrenmek isteyen sabırlı durgunluğunu, aptallıkla nitelendiririz. Oysa acele etmek yüzünden kendimizi bir kere daha ele veririz. Aptal olmalıyız albayım, aptal! Bütün kurtuluşumuz buna bağlı.'
"Kurtuluşumuzun bağlı olduğu niteliklerin sayısı bir çığ gibi büyüyordu. Neredeyse ilk nitelikleri unutacaktık. Bu nedenle, bilimsel de olmak için, hemen bunları kaydettik.Büyüklü küçüklü otuz yedi neden çıktı ortaya. Üstelik, işin daha başındaydık. Ben, sayının yüze yaklaşmasından korkuyordum. Fakat bu meselenin üzerinde durmak gereksizdi. Ön yargıyla yola çıkılamazdı. İşin gittikçe zorlaştığını albay da görüyordu. Ayrıca, yeni ilkelerimize göre, biraz da aptal görünmemiz gerekiyordu; aptallar gibi ortaya atılmak da tehlikeliydi. Bu bizim için kavranması güç bir durumdu. Albayım, 'Eskiler buna tecahülü arifane derler oğlum,' dedi. 'Anlamadım albayım,' dedim. Oysa anlamıştım; çok duyduğum bir sözdü. Fakat, hemen anlamış görünmek istemiyordum; bu huyumdan çok çekmiştim. Artık, ilk ortaya koyduğumuz ilkeleri uygulamağa başlamıştım. Kendimle biraz gurur duydum; çok değil. Çünkü bizim ilerlememizi engelleyen otuz yedi durumdan on yedincisi, gereksiz gurura kapılmaktı. Yirmi ikincis on yedinci ilkenin aşırı uygulanması sonunda, kendini küçümsemek gibi başka bir yanlışlığa sürüklüyordu insanı. Böylece iki ilkeyi daha uygulamış oluyordum ki, insan biraz kendini tutarsa otuz yedi ilkeyi birden uygulamak işten değildi. Fakat albayım fazla heyecanlanmamı istemiyordu; başlangıç için bu kadarı yeterdi. Yirmi dokuzuncu ilke de bize, iyi başlangıçların tarihimizde çok görüldüğünü, önemli olanın iyi bitirişler olduğunu bildiriyordu. Baştan çok yorulmamalıydım. Fakat idmanlarımı da hemen bitirmek istemiyordum. Soluklu olmalıydım. Bunun üzerine albayım, 'Baştan itibaren tekrarlayalım ki, iyice yerleşsin bunlar,' dedi. Çok haklıydı; her zaman o durum için gerekli olanı hemen bulup çıkarıyordu. Bana örnek olmak için, kendisi de bu çalışmalara katıldı; onun yaşında, benimle birlikte koşmak büyük bir fedakarlıktı. 'Susmalıyız,' dedik 'Susmalıyız.' 'Acele etmemeliyiz, acele etmemeliyiz.' Ben, 'Heyecanlanmamalıyız,' dedim. Sesim biraz yüksek çıktı gene. Albayım uyardı. Fısıldayarak , 'Aptallaşmamalıyız,' dedim. 'Kendimizi tanımalıyız, kendimizi başkalarından sormalıyız.' Oluyordu. 'Unutmalıyız albayım,' dedim. 'Kötü günleri unutmalıyız.' Gözlerim yaşarmıştı."
"Piyano çalarken de," dedi Nursel Hanım, "Tekrar çok önemlidir. Başlangıçta da önemlidir, ilerledikten sonra da." "Nasıl başlanır?" diye sordu Hikmet, heyecanla. Nursel Hanım gülümsedi: "Önce tırnaklarını kemelisin." dedi. "Uzun tırnakla olmaz." "Duymuştum," diye sevindi Hikmet. "Evet, belki piyano çalmasını da öğrenebilirim. Hemen bir makas bulalım." Düşündü."Acele ettim gene," dedi. "Hayır, dağılmamalıyım. İnsan bir şeyi ciddiye almalı. Bir kadın arkadaşım vardı, bir gün benim gibi piyano meselesinden heyecanlanıp tırnaklarını kesmişti hemen. Fakat piyanoyu bıraktı sonra; çünkü kendini ciddiye almıyordu. Böyle bir şeye hakkı olduğuna inananamıyordu. Tırnaklarını kestiği halde kendini ciddiye almadı. Fakat belki de bu yüzden heyecanı, ciddi insanlarınkinden daha güzeldi. Neyse. Albayımla ben kendimizi ciddiye alıyorduk. Otuz yedinci ve en önemli ilkemiz buydu. Evet, biz kendimizi ve bunları düşünürken aklımızı ciddiye alıyoruz. Çünkü bütün ilkelerimizi aklımıza dayandırıyoruz. en büyük hazinemiz aklımızdır. Bunu unutmadıkça, mantığımızı da sağlam tuttukça, onun üzerinde her şeyi kurabiliriz. Piyano da çalabiliriz, atletizm de yapabiliriz."
Hikmet, çevresinin boşaldığını hissetti: Ergun odada yoktu, başkaları da yoktu. Belki içeri gitmişlerdir gene, diye düşündü. Evi dolaşıyormuş gibi yaparak odalara göz attı: Kimse yoktu. Demek ellerini sıktım. Odaya döndü: Nursel Hanımla Sevgi'den başka kimse yoktu. Olabilir, dedi kendi kendine; biraz dalgın olunabilir, bunda bir zarar yoktur. İnsan sonunda hatırlıyor işte. Kadınların elbiselerine baktı. Bu elbiseleri de hatırlamalıyım. İnsanın düşünce ve hafıza gücü sonsuz değildir; onu korumalıyım. Kendimi iyi hissediyorum. Gülümsedi. Nursel Hanım da gülümsedi: "Çok çalışmışa benziyorsunuz." Evet çok çalıştık. Bu bakımdan kendimizi korumadık; buna tenezzül etmedik. Benim endişeye düştüğüm zamanlar oldu:'Albayım,' dedim, 'Kendimizi acaba boş yere harcamıyor muyuz? Ya başaramazsak?' aslında bu korku yersizdi; otuz üçüncü ilkeye göre, kendini harcama korkusu ve olduğu gibi koruma endişesi de zararlıydı. Albayım beni yatıştırdı. 'Birilerinin başlaması lazımdı oğlum Hikmet,' dedi. Aynen böyle söyledi. Çok yorgun olduğumuz bir sırada konuşuyorduk. Ben kahve pişirmiştim; sigara molası vermiştik. O gün oldukça yol almıştık. Herhalde yorgunluktan olacak, belirsiz kuruntulara düşmüştüm. Ayrıca bir odanın içinde, kendi başımıza ve yardımsız çabalamanın da korkusu vardı. Ülkede kimse bizi desteklemiyordu. Kimse, ne yaptığımızı bilmiyordu. 'Bizi tanıyacaklar mı albayım? Sesimizi duyurabilecek miyiz? Yoksa bir tecrübe tavşanı ya da bilinmeyen bir bilim adamı gibi, kendimizi kendi üzerimizde deneyerek yok olup gidecek miyi iştiğimiz işin altından kalkılabilir miydi? 'Giriştiğimiz işin temelleri sağlam,'diyerek endişelerimi dağıttı albayım. 'Aklın temelleri üzerine oturuyoruz.' Ben heyecanlandım. Akıl sözünü duyunca heyecanlanıyordum. Aklı çok seviyordum. İkimiz de heyecanla ayağa kalkarak 'En Büyük Hazinemiz Aklımızdır' marşını hep bir ağızdan söylemeğe başladık. Bu marş, Akıl Cumhuriyetinin milli marşıydı. Bu marş, bizim derinliklerimizden kopup gelen bir sesti. Albayım zamanında askeri bandoda çalmış olduğu için müzikten anlıyordu. Marşı o bestelemişti. Hep bir ağızdan söylüyorduk:
En büyük hazinemiz aklımızdır
Aklımıza güvenmek hakkımızdır
Hayatta aklımızdır en güzel şey
Akılsızlar bize kulak verin hey
Biz bu aklı bulmadık sokaklarda
Görevimiz onu korumaklarda
Kurtulduk, başka akıllar bize yük
Aklımızdır hazinemiz en büyük.
"Ben, aynı zamanda marşın güftesini de yazan albayıma itiraz ettim: Müzikten anlamakla birlikte şiire aklı ermiyordu: Korumaklarda denir miydi? Albayım kızdı, daha henüz eski akılların etkisinden kurtulamadığımı ileri sürdü. İkinci kıtanın üçüncü mısraını anlamamış mıydım? Bu albayımla ben başa çıkamazdım."
Hikmet gözlerini yeniden kaldırdı: Nursel Hanım da gitmişti. Bunu da görmemiş olamam, diye homurdandı içinden: Giderken haber vermedi bana. Zarar yok, ne yapalım? Daha iyi oldu: Benden sıkılanlarla işim yok. Yalnız, Sevgi'nin hangi elbiseyi giydiğini unutma. Görmek istediklerini hatırla yeter.
"İşte bunun için Sevgi," diye söze başladı, "Bu yorgunluklar beni yordu. Bir süre bunları düşündüm sadece. Fakat her zaman seni düşündüm. Ve sonunda, seni sevdiğimi söylemeğe geldim sana." Başını kaldıramıyordu. "Çünkü benim durumumu en iyi sen anlarsın. Yalnızlığı ve korkuyu en iyi sen bilirsin. Yorgunluklar vardılar, fakat ümitsizlik yoktular. Sen bir yerde bulunuyordun. Yumuşak bir yerdeydin. Sert köşelere çarpmaktan yorulan aklımın durgun ve sürekli bir aşk içinde ancak seninle birlikte dinleneceğini biliyordum. Bizi başkaları anlamaz Sevgi. Başkalarının aklı başkadır. Bu yüzden ikimizi hep garip bakışlarla süzmüşlerdir. Şimdi beni de garip bakışlarla süzenler var. Ben onlara aldırmıyorum. İnsanların beni beğenip beğenmemeleri umurumda değil artık. Ben kendimi tanımakla ilgiliyim. Albayımın tavsiyelerini tutmakla ilgiliyim.
"Para meseleleriyle de ilgili değilim. Albayımla birlikte bir şeyler yaparız nasıl olsa. Çünkü bu arada yazıcılığımızı çok geliştirdik. Nerede ne söylenmesi gerektiğini çok iyi inceledik. İnsanlara bunu öğreterek hayatımızı kazanabiliriz. Onları yanlış sözlerin tehlikelerinden kurtarabiliriz. Hüsamettin Bey yanlış konuşmalar hazırlıyor. Bir daktilo kiraladık; ben de çoğaltıyorum bu konuşmaları. Törenler için güzel söylevler hazırladık. Nişan törenlerini izliyoruz gazetelerden. Onlara nikahta, düğünde gerekli olan konuşmaları, postayla gönderiyoruz. Kitap gibi ödemeli gönderiyoruz. Daha önce bir mektup yazıyoruz, durumu açıklıyoruz. Postaya parayı ödeyen rahata kavuşacak. Aşk mektupları, kısa ve uzun yolculuk mektupları da yazdık. Bunları kırtasiyecilere satmayı düşünüyoruz. Mektup yazmak için zarf-kağıt almaya gidenler, isterlerse bu hazır mektuplardan da yararlanacaklar. Her birinin üstünde çok çalıştığımız için, akla gelebilecek bütün ihtimaller üzerinde durduğumuzu sanıyorum et konuşmalarıyla tiyatro ve sinemadan dönerken yapılacak yorumların kalıpları üzerindeki çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Kitapları okumadan öğrenmeleri ve üzerinde konuşabilmeleri için insanlara yararlı olmak amacıyla da çeşitli incelemelerde bulunuyoruz. Bu konuda meslekten eleştirmecilerin başvurdukları yollardan kaçınmaya çalışıyoruz. Çünkü görmüşümdür ki, insan bir şey üzerinde çalışır, onu hakkıyla başarırsa, sonunda muhakkak bir yararını görür. Bunu da albayımdan öğrendim. İnsan parayı kendine dert edinmemeliymiş; kimse aç kalmazmış.
"Ben kendimi tanımak için, daha çok başkalarıyla görüşüyorum. Albayımın da yardımıyla eski dostların bir listesini yaptım; onlarla kendim hakkında konuşuyorum. Geçen gün annemin ve babamın mezarlarını ziyaret ettim. Taşın üstüne oturup onlarla bir süre konuştum. Onlara sitem edebilirdim. Neden albayım kadar olamadınız? Benimle uğraşmadan beni hayata gönderdiniz? diyebilirdim. Demedim. Neden bu kadar erken öldüklerini de yüzlerine vurmadım. Yalnız kendimle hesaplaşmak istiyordum. Onlar öldükten sonra neler yaptığımı anlattım: Senden ayrılmıştım, gecekonduya yerleşmiştim, çalışmıyordum, param gittikçe azalıyordu, kötü rüyalar görüyordum. Sonu belirsiz bir takım işlere girmiştim, belki de ölüme yaklaşmıştım, evet onların ölümleri bana da bulaşmıştı, yakınımdan geçmişti. Bana inanılmaz gelen bu ölümlerden sonra başka ne yapabilirdim? Annem, benim ölümden korktuğumu bilirdi; bunu bildiği halde gene de ölmüştü. Tabii ben, bu ölümlerin hesabını sormadım onlardan. Benim onlara karşı çıkacağımı, çünkü bunu beceremeyeceğimi düşünüyorlardı. Beni yalnız bıraktıkları için fazla üzgün görünmüyorlardı; öldükleri için yaşayanlara acımıyorlardı. Belki ben sizin kadar yaşamam, dedim onlara. Benim ne olacağımı bilebilir misiniz? Ben de size acımıyorum işte, dedim.
"Başka tanıdıklara da uğradım. Onların ayağına gittim. (İnsanlar bundan hoşlanırlardı.) Nazmi evlenmişti. Şehrin uzak bir yerinde, karanlık bir mahallede oturuyordu. 'Yakında elektrik verecekler buraya' diye ümitliydi. Oturduğu daireyi satın almıştı. İki çocuğu olmuştu. Küçük çoçuğunu kucağına alarak, bana uzattı. Çocuk, 'Be-ba,' gibi anlamsız sesler çıkardı elini bana uzatarak. Bir zamanlar kimseyi beğenmeyen Nazmi, bu seslere hayrandı. Anlattığına göre Behçet'in oğlu daha iki sesi bir araya getiremiyordu. Bu çocuk muhakkak büyük adam olacaktı. Radyo çalarken de başını o tarafa doğru uzatıyordu. Demek müziğe de kabiliyeti vardı. Sonra, saman gibi sarı bir kadın mutfaktan çıktı; sıcak sudan kızarmış elini bana uzattı 'Oğlumu nasıl buldunuz?' diye sordu. Ben çocukları sevmiyordum; onları çok aptal buluyordum. Allahtan ben hiç çocuk olmamıştım. Bir yıl sonra Nazmi'nin oğlu üç heceyi bir arada çıkaracaktı; bu, ömür törpüleyici bir işti. İnsan da çocukla birlikte aptallaşıyordu zam ikçe. İşte Nazmi de başını çocuğun karnına dayıyor ve 'Ulu-dulu' gibi sesler çıkarıyordu; çocuk gibi anlamsızlaşıyordu. Başını kaldırarak, 'Karım bize güzel yemekler yapar şimdi,' dedi. Bir başka anlamsız yaratık olan karısı da çok kötü yemekler yaptı. Yağsız ve çorba gibi sulu olan bu tatsız tuzsuz şeyleri yemek boyunca övdü durdu Nazmi. Ev yemeğinin iyiliklerini sayıp döktü. Oysa, lokantalarda daha iyi yemek yapıyorlardı. Sonunda ben de onlar gibi aptallaştım, lüks lambasının ışığında yediğimiz yemeklerin iyi olduğundan, insanın kendi evinde oturmasının yararlarından söz ettim.Nazmi de bana, 'Alay mı ediyorsun?' demedi. Ben de ona, 'Nedir senin bu durumun?' demedim. Birbirimize birşey demedik. Ben ona, kendimi soracaktım; yemekler, be-ba'lar, sarışın kadınlar arasında ne diyeceğimi unuttum. Yemekten sonra, lamba ışığında kitaplarımızı okumağa çalışırken ona, eski günlerden, çatışmalarımızdan filan bahsettim; bütün suçun bende mi olduğunu sordum. Soruyu anlamadı: Benim ona yaptıklarım ı hatırlamıyordu. En kötüsü bana yaptıklarını da unutmuştu. Ben anlattıkça, artık önden üç tanesi altın olan dişlerini göstererek gülüyor, 'Söylemişimdir herhalde,' ya da 'Bak sen şu işe,' diyordu. Bizi anlamadan dinleyen karısına da 'Bak neler söylemişim bir zamanlar, insanların kalplerinde ne fırtınalar yaratmışım,' der gibi baktı. Bu sırada çocuk, yerden bitti birdenbire. Babasına bir kalem uzattı. 'Yemekten sonra bilmece çözerim de,' dedi Nazmi, 'Akıllı oğlum, bana bunu hatırlatıyor.'
"Biz böyle olmamalıyız. Sevgi; böyle olmak istesek de böyle olmamalıyız. Biliyorsun, albayımla çalışmağa başladıktan sonra, kötü oyun yazmak ve oynamak yasak, dedik. Ülkemize ve insanlarımıza karşı bir görevimiz var. Nazmi gibi, çocuk akıllı olsun diye, mutfak raflarına üstün mamalar dizemeyiz. Ne tedbir alınırsa alınsın, çocuklar aptal olur. Sen de karnındaki böyle bir çıkıntıyı bol elbiselerin altında saklayamazsın. Biz albayımla her şeyi kararlaştırdık, nasıl yaşayacağımızı tespit ettik. Bundan sonra hata yapmayacağız. Çılgın bir kalabalığın ortasında nereye döneceğimizi bilmeden koşup durmayacağız. Kime ne söylediğimizi çok iyi bileceğiz. Kendimizi tanıyacağız.
"Sonra ayrıldım Nazmi'den. Benimle otobüs durağına kadar yürüdü, elindeki fenerle bana yol gösterdi. Tam zamanında çıkmıştık evden: Son otobüs ışıklarını yakmış, beni bekliyordu. Nazmi her şeyi ayarlamıştı; oğlu gibi o da akıllıydı. Ben otobüse binerken sarıldı bana, öpüştük. (Bu adama bir zamanlar kızardım.) Otobüs köşeyi dönünceye kadar bana el fenerini salladı. (Belki biraz daha salladı sonra.) Otobüse binerken, 'Yalnız oturuyorum, istersen bir gün uğra bana," dedim Nazmi'ye. Biletçi'nin surat asmasına rağmen, adresi yazdırıncaya kadar otobüsü beklettim.
"Bir gün de Dumrul'a gittim. Karışık bir sokakta, çok yüksek bir apartmanın çatı katında oturuyordu. Burası daha önce bir çamaşırhaneymiş. Kapıcı Dumrul'un en üst katta oturduğunu söyledikten sonra ben merdivenleri çıkarken ters ters bakmıştı bana. Kapıcılar, sevmedikleri kiracıların ziyaretçilerine böyle bakarlar. (Dünyada çok sevgisizlik vardı.) Dumrul beni karşısında görünce çok şaşırdı. Çoktandır kimse beni görünce böyle şaşırmamıştı. Çıplak bir masanın üzerine gazete kağıdı sermiş, sucukla şarap içiyordu. Önce konuşamadı, dili dolaştı. Birkaç şişe devirdiği anlaşılıyordu.
Odada perde yoktu. (Çok yüksekte oturduğu için onu kimse görmüyormuş.) Ayakta sallanıyordu. İki sokak köpeği gibi bakıştık. Birbirimizi kokladık . 'Allah allah şuna bak' dedi. Başka bir sözedemedi. Bana dokundu, her tarafımı yokladı. Beni eksenim etrafında çevirdi her doğrultudan baktı bana. 'Otur birader,' dedi. Bir çay fincanı da banagetirdi, fincana şarap doldurdu. 'Ben çok içemiyorum artık, Dumrul,' d Allah allah olur mu?' diye güldü. 'içince kötü rüyalar görüyorum Dumrul,' dedim ona. Beni dinlemedi, 'Haydi bakalım içelim,' dedi. Neden geldin? Nereden çıktın? diye sormadı.Beni görünce, kimsenin şaşırmadığı kadar şaşırdığı halde, böyle sorular sormadı. Odanın çıplaklığı için özür dilerdi, 'İnsana lazım olan bir yatak,' dedi 'Bir de kitaplar.' Ukalalık için böyle söylemedi. Bütün eşya bundan ibaretti. 'Bir de daktilo tabii,' 'Fakat çabuk yazamıyorum daha.' 'Ben karımdan ayrıldım, Dumurl,' dedim. 'Yaa,' dedi, 'Çok şaşırdım.' dedi. 'Hiç tahmin etmiyordum.' Oysa, biliyorsun Sevgi, seninle ilk kavga ettiğimiz sabah bizimle birlikteydi. 'Eeee ne var ne yok?' dedi ve güldü. Çok içki içmiş olduğu için gülüyordu. Elindeki çay fincanını, çay fincanıma vurarak, 'Haydi bakalım,' dedi. 'İçki bize de dokunmuyor mu sanıyorsun?' Bana hemen nerede oturduğumu sordu, adresimi aldı. Birdenbire gelişime ve senden ayrılışıma, durmadan şaştı.
Başkalarına da gittim Sevgi. Hemen hepsiyle bir takım küçük olay lar yaşamıştım, bana bir zamanlar dokunan küçük olaylar. Bunun dışında onlara kendimden pek bir şey vermemiştim; bu yüzden onlardan da pek bir şey alamadım. Çoğunu güldürmüştüm bir zamanlar; bu yüzden, beni gülerek karşıladılar. Oysa ben insanları ağlatmak istiyordum. Hiç olmazsa ben ağlayabilseydim. Babamla annemin sağ olduğu sırada bize çamaşıra gelen bir Fatma Hanım vardı, radyoda okunan mevluda ağlardı. Sonra annem de katılırdı bu ağlamaya. Ben onları paylardım. 'Sen anlamazsın,' derlerdi. Gerçekten anlamıyordum. Nasıl ağlıyorlardı, hiç bir şey anlamadıkları halde? Şimdi ben de, söylediklerimi anlamasalar bile bana ağlamalarını istiyorum. Belki de sözlerimin tam anlaşılammasını, gene de benim için ağlanmasını istiyorum. İnsanları ağlatmanın bu kadar güç olduğunu bilmezdim. Aslında, kendimi de ağlatamıyordum. Kendimi heyecanlandırma yeteneğinden yoksun kalmıştım. Bir bakıma iyiydi bu: Otuz yedi ilkemize uygundu. Fakat ben de kupkuru olmuştum işte. Sonunda büsbütün kuruyup yok olacaktım. İşte Sevgi, bu acıklı sona varmadan önce buraya gelerek, seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. Bunu kafamda çok kurdum, içimde çok yaşadım; kaç kere kapıya kadar geldim. Uzun provalar yaptım. Albayımla da bu meseleyi üstü kapalı konuştum. Sonunda seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. Söze başlamak için, bundan iyi bir giriş bulamadım: Seni eskisi gibi seviyorum Sevgi. Belki uzun bir süre susmalıydım önce. Sonra gözlerine bakmalıydım. Ya da boşluğa bakarak boğuk bir sesle konuşmalıydım. Hepsini düşündüm, hepsini oynadım. Sonunda, seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. Bundan daha iyisini bulamadım bulamadım. Arkadaşlarım da bana yardımcı olmadı. Onlara da sormak isterdim ne yapmak gerektiğini. Oysa bir zamanlar benimle bu konuda çok uğraşmışlardı: Yolda gördüğüm kadınlara, bir toplantıda tanıştırıldığım kadınlara, bir barda masama gelen kadınlara neler söylemem gerektiğini bana uzun uzun talim ettirmişlerdi. Buraya gelmeden önce, aynanın karşısında kendimi çok seyrettim, fakat uygun bir davranış bulamadım. Daha önce de seyretmiştim aynada kendimi: Arkadaşlarımın öğrettikleri sözleri denemiştim. Fakat kadınlar, acemi bir oyuncu olduğumu hemen anladılar: Lütfen yerinize oturun, dediler. Söz birliği etmiş gibi hep bir ağızdan, 'Lütfen yerinize oturun,' dediler. Ben de lütfen y erime oturdum. Çünkü, ben söz dinleyen bir erkektim. Herkesin sözünü dinledim. Kendini kötülersen sana acırlar bütün kadınlar, denildi bana. Ben de kendimi acındırmak için gittim kadınların ynaına: Lütfen yerinize oturun, dediler. Lütfen yerinize oturun. Sonunda kendime, ben acıdım. Şimdi yerimden kalkmak, sana yaklaşmak istiyorum. Lütfen yerine otur, diyecek misin bana?"
Başı ağırlaşmıştı. "Başımı taşıyamıyorum," diye söylendi. Başını kaldırdı: Sevgi yoktu. "Hayır," dedi kendi kendine. "Gitmiş olamaz. Herkes gidebilir, Sevgi gidemez. Bunu çok iyi biliyorum. Bunun provasını çok yaptım. Burası onun evi. Hesapta bu yoktu." Çevresini inceledi. Sevgi yoktu. Sevgi'nin evinde değildi. Bütün vücudunu bir ter kapladı. "Demek eve dönmüşüm," diye mırıldandı. "Bu sefer de ben allahaısmarladık dedmişim. Elimi uzatmışım. Yatağıma uzandığıma göre demek böyle yapmışım. Sözü bir yerde bitirmesini becerememişim."
Yatakta yan döndü, yorganı üstüne çekti, "Uykum var," dedi.
"Uyumalıyım."


Tehlikeli Oyunlar / Oğuz Atay