Baba evimizin bir duvarında asılı çerçeve içinde eski
Türkçe bir hat yazısı vardı. Yazı olarak biçimi güzeldi ama hiç bir maddi
değeri yoktu. Fotokopiydi çünkü. Yazının anlamı “hiç” idi. Maddi değerinin
olmadığını vurgulamak ister gibi. “Bu ne demek” diye soranlara “hiç” diye cevap
vermeyi severdi babam. Üsteleyenlere de “yazının anlamı hiç” derdi. “Yani ne
demek” diye hala üsteleyen olursa “herşey bir koca hiçten ibaret değil mi? İşte
onu anlatıyor bu yazı” diye açıklardı.
İstanbul Hukuk Fakültesi’ni ve
Paris Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirmişti babam. İngilizce ve Fransızca bilir,
Edgar Allan Poe gibi çevrilmesi son derecede güç yazarlardan belki de yalnızca
kendisi için çeviriler yapardı. Paris dönüşü İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi’ne asistan olarak girmişti. Paris’e gitmeden önce, Hukuk
Fakültesi’nde, Nazi Almanya’sından kaçıp İstanbul’a gelen, birçok ünlü hocanın
öğrencisi olmuş, Paris dönüşü asistan olarak girdiği İktisat Fakültesi’nde ise
Faşizmden kaçıp İstanbul’a gelen Umberto Ricci adlı bir İtalyan profesörün
asistanlığını yapmıştı.
II. Dünya Savaşı bitip de İtalya
demokrasiye dönünce Umberto Ricci ülkesine dönmek üzere İstanbul’dan bir
gemiyle ayrılmış, gemi Mısır’a uğradığında kalp krizi geçirmiş ve yıllar yılı
uzak kaldığı ülkesini son bir kez göremeden Mısır’da ölmüştü. Ricci gibi yeni
şeyler söyleyen bir bilim adamıyla çalıştıktan sonra asistanlığın pek bir
anlamı kalmadığını anlatmıştı babam, niçin asistanlığı bıraktığını sorduğumda.
Ankara’da daha yüksek ücretli üst düzey bir kamu görevi teklifini kabul
etmişti. İki çocuğu olunca İstanbul’da aldığı asistan maaşı yetmez olmuş olsa
bile eminim işin parasal yanı onun için önemli değildi. Bilimsel çalışma
ortamındaki değişimdi asıl canını sıkan. Yoksa bırakın her şeyi bir yana, bütün
çocukluğu ve gençliği İstanbul’da geçmiş, bütün ailesi İstanbul’da olan
birisinin pılıyı pırtıyı toplayıp 1940’ların sonunda Ankara’ya gitmesi kolay iş
değil. Sanırım o gidiş bir çeşit uzaklaşma isteğiydi bulunduğu çevreden. Ya da
birden bulunduğu ortama yabancı hissetmeye başlamıştı kendisini. O yabancılık
duygusunun Ankara’da azalacağını düşünmüş olsa gerek o sıralar. Oysa Ankara
daha da yabancı hissettirir insanı kendisine. Ne zaman ilk kez bulup da
çerçeveletmişti bilmiyorum ama o “hiç” yazısını hiç ayırmamıştı babam
yanından.
Dünyadaki en büyük
ayrıcalıklardan birisi can sıkıntımızı, çözümsüzlüklerimizi paylaşabileceğimiz
birilerinin olmasıdır. Bizi anlayacak, dertleşebilecek, çözüm bulamasa bile
teselli edebilecek birisini bulduğumuzda kısmen kurtuluruz yabancılık
duygusundan. Sonra giderek başkalarının yabancılığını paylaşıp yol gösterme
sırası bize gelir. Ve o zaman anlarız ki aslında yapılabilecek olanlar
sınırlıymış. Onu anladığımız anda işin tılsımı bozulur. Geriye bir koca hiç
kalır. Ve başlarız geçmişin gerçek olup olmadığını düşünmeye. Umberto Ricci
diye birisi yaşamış mıydı? Ya babam? Bütün bu geçmişi ben mi yaşadım?
Yaşadıysam nerede? Yaşamadıysam bu hayal meyal hatırladıklarım ne? Neydi
bunlar? Hepsi bir hiç mi yani?
Yaşıyor olsaydı babama sorardım
bütün bu çözümsüz soruları. O mutlaka yanıtlardı. Ya da belki duvardaki yazıyı
gösterirdi bana.
Kendime Yazılar