yürümeyi öğrendim: o zamandan beri bırakıyorum kendimi koşmaya. uçmayı
öğrendim. o zamandan beri yerimden kımıldamak için itilmeyi
beklemiyorum.
şimdi hafifim, şimdi uçuyorum, şimdi altımda kendimi görüyorum, şimdi bir tanrı bende dans etmekte.
şimdi hafifim, şimdi uçuyorum, şimdi altımda kendimi görüyorum, şimdi bir tanrı bende dans etmekte.
Friedrich Nietzsche
bu yüzleri, bu alışkanlıkları, bu günleri görmek istemiyorum artık.
başka biri olmalı, hücrelerime sinmiiş bu rol yapma saplantısının
yorgunluğunu atmalıyım. uyku huzurla değil, hayatla çöksün üstüme. deniz
kenarında bir kulübe, hatta dağların sarp eteklerinde bir mağara yeter
bana. ne yazık ki istemekle olmuyor. kölelik bu hayatın yasasıdır; başka
bir kural da yoktur zaten, çünkü isyan etmenin de, kaçmanın da mümkün
olmadığı, kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. kimileri köle doğar,
kimileri sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir. özgürlüğe olan
korkakça sevgimiz (ansızın özgür kalsak, bu sefer de yeni bir şey olduğu
için yadırgar, hemen kaçardık özgürlükten) köleliğin üzerimizdeki
ağırlıığnı açıkça gösteriyor. beni ele alalım; her şeydeki, yani
kendimdeki tekdüzelikten kurtulmak uğruna bir kulübeye ya da mağaraya
kaçmaya hazırım ama kendi varlığımın bir özelliği olan tekdüzeliği
gittiğim her yere taşıyacağımı bile bile, o kulübeye gitmeli miyim
acaba? varolduğum yerde, varolduğum için göğsüm sıkışırken ve bu
hastalığın etrafımı saran şeylerden değil, ciğerlerimden kaynaklandığını
bilirken, daha rahat nefes alabileceğim bir yer bulabilir miyim?
fernando pessoa
nesneler bir bütünken kelimelerimizin onları ifade edebileceğine
güvenimiz tamdı. ama bu şeyler yavaş avaş parçalara ayrıldı, paramparça
olup kaosa düştü. yine de kelimelerimiz aynı kaldı. kendilerini yeni
hakikate uyduramadılar. bu yüzden gördüğümüz şey hakkında ne zaman
konuşmaya çalışsak yanlış konuşuyoruz temsil etmeye çalıştığımız şeyin
kendisini çarpıtıyoruz. bu her şeyi berbat ediyor.
paul auster
'kaybettiğim şey benim için o kadar büyüktü ki ilk önceleri bunu bir
türlü anlayamadım. ne de hayatımdaki neticesini ölçebildim. sade içimde
simsiyah çok ağır bir şeyle dolaştım durdum. sonra bu haraplığa daha
başka bir duygu, bir çeşit kurtuluş duygusu karıştı.olabilecek şeylerin en kötüsü olmuştu. artık hürdüm.
ahmet hamdi tanpınar
tabii ki simgesel bir tepkiydi. ama zaten dünyanın bütün nefret suçları
da simge temelli değil miydi? kurbanlar, katillerinin gözünde her neyi
simgeliyorlarsa, o yüzden saldırıya uğramıyorlar mıydı? kişisel bir
mesele değildi nefret suçu. nesnel bir şiddetti. kurbandan nefret etmek
için, onu şahsen tanıyarak zaman kaybetmeye gerek yoktu. havada uçuşan
genel nefretten birkaç doz koklamak yeterliydi. buna göre, simgelerin
sırtında yürütülmüş, yürütülen ve yürütülecek olan bütün savaşlardan pek
de farklı değildi. oysa o simgeler, herhangi bir elin tersiyle itilip
arkadan çekildiğinde, geride sadece kaynak paylaşımına ilişkin bir
harita kavgası kalacaktı. ne de olsa dünyanın bütün savaşları, aslında
birer iç savaştı. ama demokrasi ve özgürlük ve dinler ve mezhepler ve
bayraklar ve akla gelip gelebilecek bütün simgesel kavramlar gökyüzünde o
kadar güzel dalgalanıyordu ki, hipnotize olup peşlerinden koşmamak
mümkün değildi. sokak aralarında, siper diplerinde, gecenin karanlığı ve
düzenli şiddetin olduğu her yerde, her şey simgeseldi. dökülen kan
hariç. aslında o bile simgeseldi galiba… ne de olsa rengini bayraklara
veriyordu… simgelere bulanmış olan dünya, altın suyuna batırılmış,
boktan bir alliance’tı. bütün o simgeler üzerinden döküldüğünde nasıl
bir tezgah olduğu elbet ortaya çıkacaktı. çünkü daima bir tezgah
vardı..."
hakan günday
hakan günday
ölüm şakaya gelmez denir,ölümün şakası yapılmasın istenir,oysa en sıkı
panzehiri mizahla,kara mizahla sağlar hayat ''gülüyorum çünkü canımı
acıtıyor bu'' hikayesi.
enis batur
ama önce yalnızlığı görecek ve kendi anlamını vereceksin ona
kalbinden önce gelecektir o
sonra da gene o takip edecektir seni.
kalbinden önce gelecektir o
sonra da gene o takip edecektir seni.
-aradım beyazı en üst gücüne kadar ve de siyahi
umudu gözyaşlarına kadar
umutsuzlugun en son ucuna kadar da neşeyi.
umudu gözyaşlarına kadar
umutsuzlugun en son ucuna kadar da neşeyi.
odysseas elytis
aşk, narsizme göz yumar. duraklıyoruz, sözcüklerin üzerinde durmamanızı
rica ediyoruz, sözcüklerin sizi öfkelendirmesine izin vermeyiniz; korku
içinde ve titreyerek iddiayı bir basamak yükseltiyoruz. aşk, narsizm
ister.
samuel beckett
anlaşılman gerekmez, anlattığına bak, kendine konuş, kendine yürü, kimse
olma, kimseden, yabancı kal, eksik ol, kimseyi sevme, kimse seni
sevmesin, zayıfla, yürü, yolda dur, başını kaldır, sanki yıllardır
oradaymışsın gibi davran, aldırma, devam et, asla koşma, koşar gibi
yapma, düşün, düşle, hayal et, canlandır, kurgula, oraya davet et, orada
gibi söyle, adım at, ama ileti gitme, her şeyi anlatma, herkesi tanıma,
herkese selam ver, herkese kızgın ol, kapıyı kapat, ışığı aç, koltuğa
otur, televizyonu aç, mutfağa git, geri gel, yorgun olduğuna inan,
mutsuzluğun senin ele geçirmesini sağla, teslim olma, teslim alma, suyun
üzerinde durduğunu düşünme, suya karış, suya alış, suyun kendisi gibi
davran, suyum deme, su de geç. geç, geç, kalabalığa karış.
......
pek alelade hiç bir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini
görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. hayatının bildiğimiz
ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı
muhakkaktı. böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize
sorarız: "acaba bunlar neden yaşıyorlar? yaşamakta ne buluyorlar? hangi
mantık hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını
emrediyor?" fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız;
onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de
işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak
kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. bu
alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen
yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu
meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz
beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. fakat insanlar
nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri
araştırmayı tercih ediyorlar. dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen
bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu
hiç bilinmeyen bir kuyuya inme cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan
daha kolaydır."
Sabahattin Ali
Sabahattin Ali
çaresizce kabul ettiğimiz, kendi dünyamızın duvarlarına hapsettiğimiz ve
ormanına girmemizin yasaklandığı hayatımızın rüyalarını okuyarak,
amaçsız bir dinginlikle kabul ediyoruz yaşamayı."
"orada hiç görmediğim manzaralar vardı; hiç duymadığım müzikler çalıyor, anlamayı başaramadığım sözcükler fısıldanıyordu. aniden yükseliveriyor, yine aniden karanlığın dibine çöküveriyorlardı. bir parça ile sonraki parça arasında hiçbir ilişki yoktu. sanki bir istasyondan diğerine hızlıca yapılan bir telsiz araması gibiydi. farklı yöntemler deneyerek, sinirlerimi parmak uçlarımda daha fazla yoğunlaştırmayı denediysem de, ne kadar çabalarsam çabalayayım sonuç aynıydı. eski rüyanın bana bir şeyler anlatmaya çalıştığını anlasam bile, bunu bir öykü olarak birleştiremiyordum.
"orada hiç görmediğim manzaralar vardı; hiç duymadığım müzikler çalıyor, anlamayı başaramadığım sözcükler fısıldanıyordu. aniden yükseliveriyor, yine aniden karanlığın dibine çöküveriyorlardı. bir parça ile sonraki parça arasında hiçbir ilişki yoktu. sanki bir istasyondan diğerine hızlıca yapılan bir telsiz araması gibiydi. farklı yöntemler deneyerek, sinirlerimi parmak uçlarımda daha fazla yoğunlaştırmayı denediysem de, ne kadar çabalarsam çabalayayım sonuç aynıydı. eski rüyanın bana bir şeyler anlatmaya çalıştığını anlasam bile, bunu bir öykü olarak birleştiremiyordum.
haruki murakami
Sıkılıyoruz...