.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

29 Kas 2015

Beni olduğum gibi kabul edecek bir Tanrı'ya tabi ki inanabilirim!




belki de yüreksizlerin asıl cezası budur: gerçeği, iş işten geçtikten sonra, artık yapılabilecek hiçbir şey kalmadığında görmek, anlamak..


her şey, unsurlar ve fiiller, seni yaralama da elbirliği ederler. burun kıvırmanın zırhına mı bürünmelisin? kendini bir tiksinti kalesinde tecrit mi etmelisin? insanüstü kayıtsızlıklar mı düşlemelisin? zamanın yankıları seni son yokluklarının içinde de mağdur edeceklerdir.. kanamanıönüne hiçbiri geçemediğinde, fikirler bile kırmızıya boyanır, ya da tümörler gibi birbirinin üzerine tırmanır eczanelerde varoluşa karşı hiçbir özel ilaç yoktur  yalnızca palavracılar için küçük ilaçlar peki, berrak, alabildiğine eklemlenmiş, vakur ve kendinden emin ümitsizliğin panzehiri nerededir? bütün varlıklar mutsuzdur; ama ne kadarı bunu bilir? 



kök sözcüğünü sevmem, imgesinden daha da az hoşlanırım. kökler toprağa gömülür, çamurun içinde kıvrılıp bükülür, karanlıklarda dal budak salar; daha doğumundan başlayarak ağacı tutsak eder ve gözünü korkutarak beslerler: “özgür kalırsan ölürsün!

ağaçlar, boyun eğmek zorundadır; kökleri onlara gereklidir; insanlara değildir oysa. bir ışığı soluruz, gözümüz göklerdedir ve toprağın altına girdiğimizde, çürüyüp gitmek içindir bu. doğduğumuz toprağın cansuyu, ayaklarımızdan başımıza doğru yükselmez; ayaklar yalnızca yürümeye yarar. bizim için, yalnızca yollar önemlidir. bize göz diken, bizi isteyen onlardı yoksulluktan zenginliğe ya da başka bir yoksulluğa, kölelikten özgürlüğe ya da kanlı bir ölüme giderken. ve o zaman, tıpkı doğduğumuz gibi, kendi seçmediğimiz bir yolun kıyısında ölüp gideriz.

dünyadaki çoğu insan kanıtlanabilir gerçeğin peşine falan düşmez. gerçek denilen, çoğu durumda söylediğin gibi güçlü bir acıyı da beraberinde getirir. dahası çoğu insan acıyı beraberinde getiren gerçeği falan aramaz. insanların gereksinim duyduğu, kendi varlıklarının biraz daha derin bir anlamı olduğunu hissettirebilecek hoş, rahatlatıcı öykülerdir. işte o yüzden din dediğin şey var olabiliyor.

hayatını değiştiremeyecekse, bir insana neden asık olasın ki?


akşam olmaktadır albayım. 
bütün güzel oyunlarda, heyecanı arttırmak için akşam olur albayım: ışıklar yavaş yavaş söner. güneş demek istiyorum albayım. parantez içine yazılır 'hava kararmaktadır' diye. aynı parantezin içine italik yazılır albayım. uzatma hikmet, denir ona gerçek hayatta. 
oyunda ise denmez..


yaza unutma mevsimi, diyorum ben... kışa anımsama; 


sen olduğun gibi yaşamak istiyorsun kafamda:bir varlık kavram olarak çıkıyorsun karşıma.yaşanırken düşünülmesi ve düşünürken yaşanması gereken bir mesele olmak istiyorsun.

her canlı türünün kendine en büyük kusurunun adını verdiğini hayal et. biz kendi türümüze kibir diyebilirdik.

dünya sahtekarlarla doludur azizim. insanlar samimi değildir; herkes birbirini kırar, incitir. bizim o koca koca kitapları devirmemiz, iki satır samimiyet bulabilmek içindir...

iki insan arasındaki aşk ölür, derler. bu doğru değil. aşölmez. eğer ona layık değilsen seni bırakır gider. o ölmez; ölen sen olursun. aşk deniz gibidir. sen işe yaramaz biriysen, sularda kötü bir koku çıkarmaya başlarsan, o zaman deniz, dışarıda bir yerde ölmen için kusar atar seni.

kenarlarım törpülendi. denizdeki cam kırığıyım ben. dikkatli bakarsanız içimi görebilirsiniz.

unutma ki, sevgili dostum, ölümlüdür görüntüler dünyası, ölümlü, son derece ölümlüdür giysilerimiz, saçlarımız, vücudumuzun kendisi ayrıca.


çoğunluğunun bir işte çalıştığı, aynı dükkânlardan alışveriş yapıp aynı yöntemlerle yediği, aynı şeyleri konuştuğu, çocuklar doğurduğu, sonra onların hep birlikte okula gittikleri, aynı renk giysilerle sınıflarını geçip mezun oldukları, ardından tabur tabur askeri birlikler oluşturdukları, aynı marşları aynı biçimde söyleyerek aynı koğuşlarda aynı kıvrılışlarla yattıkları ve bu edimlerle beraberlik ruhunu yakaladıklarını sandıkları, sonra bir bavul dolusu anıyla terhis olup eve döndükleri, anne babalarına hiç değişmeyen ve toplumun hazırladığı reddedilmez duygularla sarıldıkları, aynı yasalara uyarak evlendikleri, babalarından devraldıkları yöntemlerle seviştikleri ve babalarından boşalan iş kadrolarına kapılanınca dünyanın yarısını ele geçirmişcesine sevindikleri, sevinçlerini aynı yüz ışıltısıyla yansıttıkları ve tıpkı kendilerinden öncekiler gibi, gene çocuk doğurdukları ve onları besleyip büyütmeye başladıkları ve bütün bu olup bitenlere dönüp duran paslı bir çember diyecekken akıp giden yaşam adım verdikleri uyumsuz bir toplumda, yelken kulaklı bir uyumsuzdum ben.


.      

düşün ki, milyonlarca yıl önce her şey yaratılırken, bu masalın eşiğinde dursaydın ve senin günün birinde bu gezegendeki bir hayata doğmak isteyip istememeyi seçme şansın olsaydı... ne zaman doğacağını bilmeyecektin, ama ne olursa olsun kısa bir süreden bahsedilecekti. eğer günün birinde dünyaya gelmeyi seçecek olursan, onu ve üzerindeki her şeyi tekrar terk etmek zorunda kalacağını bilecektin. neye karar verirdin?

21 Tem 2015

bütün düşüncenin en yüksek çelişkisi, düşüncenin, düşünemeyeceği bir şey bulma çabasıdır.




her gün; bir öncekine zincirlidir. fakat haftalar kanatlıdır. bir saniyenin on yıldan hızlı geçtiğini zannedenler, benim hayatımı yaşamadılar.

          

5 Ekim



 


  Buluşmaya, vaktinden önce ve ilk gelen Nadja, ama aynı Nadja değil. Oldukça güzel giyinmiş, siyahlarla, kırmızılarla; geniş kenarlı bir şapkası var, çıkarıyor onu ve yulaf sarısı saçlarını gözler önüne seriyor, dünkü inanılmaz karmakarışıklıktan vazgeçmişler sanki saçları, ipek çorapları var, ayakkabıları çok güzel. Bütün bunlara rağmen konuşma daha bir zorlanıyor, Nadja konuşurken bazı tereddütler içinde. Bu, getirdiğim kitapları eline alıncaya kadar sürüyor (Yitik Adımlar, Gerçeküstücü Manifesto): "Yitik Adımlar mı? Yitik Adım diye bir şey yok ki." Kitabı büyük bir merakla karıştırıyor. Kitapta alıntı yapılan Jarry'nin bir şiiri dikkatini çekiyor:

Çalılıklar içinde, Venüs tepesinde menhirlerin ...

İki kez oldukça hızlı okuyup sonra daha bir yakından incelediği bu şiir, tiksindirmek şöyle dursun, basbayağı duygulandırmışa benziyor onu. İkinci dörtlüğün sonunda gözleri yaşarıyor, bir orman görüntüsüyle doluyor. Ormanın yakınından geçen şairi görüyor, deyim yerindeyse uzaktan izleyebiliyor onu... "Yok hayır, yakınından geçmiyor ormanın, çevresinde dolanıp duruyor. Ormana girecek gücü yok, girmiyor da." Şairi kaybediyor sonra ve şiire dönüyor, okurken kaldığı yerin biraz üzerinde, kendisini en çok şaşırtan sözcükler üzerinde duruyor, her bir sözcüğe, sözcüğün gerektirdiği gibi, onu kavradığına dair işaret veriyor, doğru biçimde özümlüyor, benimsiyor.

Çeliklerinden sıyır at samur ile kakımı.

"Çeliklerinden mi? Samur ... ve kakım. Evet anlıyorum: Bıçak gibi kesici inler, buz gibi ırmaklar: Çeliklerinden yani." Biraz daha aşağıda:

Yerken, C'havann mayıs böceklerinin gürültüsünü,

(korkuyla kitabı kapatarak:) "Oh! Ölüm bu!"

Kitapların kapakları arasında renk ilişkisi, şaşırtıyor, çekiyor onu. Bu renk bana "gidiyor" Nadja'ya göre. Özellikle yapmış olduğum besbelli (biraz da olsa). Daha sonra hayatta tanıştığı iki erkek arkadaşından söz ediyor: Birisiyle Paris'e yeni geldiğinde tanışmış ve genelde "Büyük dost" diye niteliyor onu, zaten böyle de hitap edermiş ona, o ise kim olduğunu bilmesini istememiş hiç, ona hala büyük bir hayranlık duyuyormuş, yetmiş beşine merdiven dayamış, uzun süre sömürgelerde kalmış bir adammış bu; yola çıkarken, Senegal’a geri döndüğünü söylemiş ona; öbürü ise bir Amerikalıymış, çok farklı duyguların esin kaynağı olmuş kendisi için: "Üstelik, bir de beni, ölmüş kızının anısını yaşatmak için, Lena diye çağırıyordu. Ne kadar sevecen, ne kadar dokunaklı değil mi? Ama gün oluyor, beni böyle rüyadaymışçasına çağırmasına katlanamıyordum: Lena, Lena... O zaman, ellerimi gözlerinin önünden geçiriyordum defalarca, işte böyle, gözlerinin içine sokarak derdim ki: Hayır, Lena değil, Nadja." Çıkıyoruz. Şöyle bir şey daha söylüyor: "Evinizi gözümün önüne getiriyorum. Karınızı. Tabii ki esmer. Ufak tefek. Güzel. Şuna da bak sen, dizinin dibinde bir de köpeği var. Belki bir de kedisi (bu doğru), ama o uzakta bir yerlerde başka bir şey görebildiğim yok şimdilik." Eve dönmeye kalkıyorum, Nadja takside benimle birlikte geliyor. Bir süre sessiz duruyoruz, sonra birden sen diye hitap etmeye başlıyor: "Bir oyun: Bir şey söyle. Gözlerini kapat ve bir şey söyle . Ne olursa olsun, bir sayı, bir insan ismi. Aynen böyle (gözlerini kapatıyor): İki, iki ne? İki kadın. Nasıl bu kadınlar? Karalar içinde. Neredeler? Bir parkta... Peki ne yapıyorlar? Çok kolay canım, niçin oynamak istemiyorsun? Bense, yalnız olduğum zaman kendi kendimle böyle konuşurum işte, türlü türlü hikayeler anlatırım kendi kendime. Üstelik bomboş saçma sapan hikayeler de değil: Hatta denebilir ki, tamamı tamamına bu biçimde yaşıyorum ben."* Kapıda ayrılıyorum ondan: "Peki şimdi ben? ..Nereye gitsem ki? Ağır ağır, Lafayette sokağına, Poissonniére varoşuna kadar inmek, işe, az önce bulunduğumuz yere geri dönmekle başlamaktan kolay ne var."

* Burada gerçeküstücü yönelişin, idealin son kertesine, onun o güçlü sınır kavramı düşüncesine dokunulmuyor muydu?

 NADJA / Andre Breton

19 Nisan 1905



Soğuk bir Kasım sabahıydı. İlk kar yağmıstı. Bir adam, dördüncü katta Kramgasse'ye bakan balkonunda, üzerinde uzun deri paltosuyla ayakta duruyor, asağıda uzanıp giden bembeyaz caddeyi ve Zahringen Çesmesini sey-dediyordu. Doğuya baktığında St. Vincent Katedrali'nin narin çan kulesini, batıya baktığında da Zytgloggeturm'un yuvarlak çatısını görebilirdi. Ama o ne doğuya bakıyordu, ne de batıya. Gözleri asağıda, karın üzerinde duran küçük, kırmızı bir sapkaya takılıp kalmıstı. Düsünüyordu. Kadının Fribourg'daki evine gitsin mi? Elleri balkonun madeni korkuluklarını kavramıs, düsünüyordu. Gitsem mi? Onu ziyarete gitsem mi?

Onu bir daha görmemeye karar veriyor. Kadın çok yanar döner ve onu hep elestiriyor. Hayatını cehenneme çevirebilir. Belki de onunla ilgilenmeyecek bile. Kadını bir daha görmemeye karar veriyor. Erkek arkadaslarıyla bulusuyor. Eczanedeki isine gidip geliyor. Oradaki kadın asistanının  bile değil. Aksamları Kochergasse'deki biracıya gidip arkadaslarıyla içiyor, fondip yapmayı öğreniyor. Sonra, üç yıl sonra Neuchatel'de bir giyim mağazasında baska bir kadınla tanısıyor. Çok hos bir kadın. Birkaç ay içinde kadına yavas yavas tutuluyor. Bir yıl sonra kadın gelip onunla Bern'de yasamaya baslıyor. Sakin bir hayat sürüyorlar. Aare kıyısında yürüyüslere çıkıyorlar, birbirlerine yoldas oluyorlar. Mutlu bir sekilde birlikte yaslanıyorlar.

İkinci dünyada, uzun deri paltolu adam Fribourglu kadını yeniden görmesi gerektiğine karar veriyor. Onu yeterince tanımıyor bile. Kadın belki çok yanar döner. Davranısları biraz hafifmesrep ama gülümsediğinde yüzü öylesine yumusak ki. Hele o gülüsü, sözcükleri ustaca kullanısı... Evet, muhakkak onu görmeliyim diyor adam. Kalkıp kadının Fribourg'daki evine gidiyor. Kanapede yanyana oturuyorlar. Birkaç 'dakika içinde yüreğinin yerinden kopacak-mıs gibi attığını hissediyor. Kadının bembeyaz kollarını gördükçe dizlerinin bağı çözülüyor. Çılgınca, ihtirasla sevisiyorlar. Kadın onu Fribourg'a tasınmaya ikna ediyor. Adam Bern'deki isini bırakıyor. Fribourg Postanesi'nde çalısmaya baslıyor. Kadının askıyla yanıp tutusuyor. Her öğlen eve geliyor. Yemek yiyip sevisiyorlar. Tartısıyorlar. Kadın, daha çok para gerek diye yakınıyor. Adam yalvarıyor. Kadın, evdeki kap kaçağı adama fılatıyor. Yeniden sevisiyorlar. Sonra adam Postanedeki isine dönüyor. Kadın onu terk etmekle tehdit ediyor. Terk etmiyor ama. Adam, kadın için yasıyor ve çektiği acıdan mutlu.

Üçüncü dünyada, Adam, kadını görmesi gerektiğine karar veriyor. Onu yeterince tanımıyor bile. Kadın belki çok yanar döner. Davranısları biraz hafifmesrep ama gülümsediğinde yüzü öylesine yumusak ki. Hele o gülüsü, sözcükleri ustaca kullanısı... Evet, muhakkak onu görmeliyim diyor adam. Kalkıp kadının Fribourg'daki evine gidiyor. Kapıyı kadın açıyor. Mutfak masasında çay içiyorlar. Kadının kütüphanedeki isinden, adamın eczanedeki isinden söz ediyorlar. Bir saat kadar sonra kadın bir arkadasına yardım etmeye gitmesi gerektiğini söylüyor. Adama veda edip elini sıkıyor. Adam, Bern'e, otuz kilometre gerisin geri, Bern'e dönüyor. Yolda, trende içinde bir bosluk. Kramgasse'de dördüncü kattaki dairesine çıkıyor. Balkonda durup asağıda karın içindeki küçük kırmızı sapkaya dikiyor gözlerini.

Bu üç olay zinciri de gerçekten, aynı anda oluyor. Çünkü bu dünyada zamanın, tıpkı uzay gibi üç boyutu vardır. Nasıl bir cisim, yatay, düsey veya boylamasına üç, doğrultuda hareket edebiliyorsa, aynı biçimde üç doğrultudaki gelecek içinde de yer alabilir. Her gelecek, değisik bir zaman yönünde hareket eder. Her gelecek gerçektir. İster Fribourg'daki kadını görüp görmemek üstüne olsun, ister bir paltoyu alıp almamak üstüne, her karar anında dünya üç dünyaya ayrılır. Her birinde aynı insanlar bulunmaktadır ama bu insanların kaderleri farklıdır. Zaman içinde, sonsuz sayıda dünyalar vardır. Bazıları, her muhtemel kararın gerçekleseceğinden dem vurur. Böye bir dünyada, insanlar yaptıklarından nasıl sorumlu olabilirler ki? Bazıları da, her kararın takipçisi olmak gerektiğini savunurlar. Böyle olmazsa kaos olur derler. Böyle insanlar, her seyin nedenini bildikleri sürece, çeliskili bir dünyada yasamaktan hosnutturlar.

Alan Lightman / Einstein'in Düsleri

28 May 2015

Gomez - Pg.Lost



belki de yarındır benim ruhumu özgür bırakmak ve senin aklını karıştırmak için en uygun zaman, çünkü bir inanışa göre nasıl öteki dünyada-eğer gerçekse,varsa-bedensiz ruhlar huzurluysa, bu dünyada da ruhsuz bedenler olmalıyız galiba... ( Benim adım kırmızı )


        

Uzak bir yolculuğun bittiği yer



Ben bir akasya ağacıyım.
Bir zamanlar zeytinyağı tenekesine sığıyordum.
Kırlangıç'ın sallanan bir beşiği vardı, o da ona sığıyordu.
Şimdi dünyalara sığamıyoruz.
Canlılar büyüdükçe içlerindeki ateş de büyüyor.
Hayat bir demirci; körüğüyle üstümüze üflüyor. Küçük bir kıvılcımı kor haline getiriyor. Sonra sönmeye yüz tutuyoruz; o esinti başımıza dert oluyor.
Ben bir akasya ağacıyım.
Bu gece gölgelerin gecesi.
Ay var.
Ben böyle ay görmedim.
Işığın fısıltısından toprak ürperiyor, yıldızlar titreşiyor; çiçekler, yapraklar, dallar gümüş olmuş.
Çatılardaki kırlangıçlar yuvalarından kafalarını çıkarmış bakıyorlar. Sarman sırtını kabartmış, tetikte. Martılar bile susmuş, kanatlarının içine çekilmişler, bir şey bekliyorlar. Uzakta deniz kabarıyor. Boğaz, başını kıyılara çarpıp inliyor. Dişleri takırdıyor.
Lodos başladı.
Üçüncü katta tül perde dalgalanıyor. Boşluğa doğru, başını yana eğmiş, kollarını açmış bir kız çocuğunun dansı gibi dalgalanıyor. Sesler yönetiyor dünyayı. Egemen oluyorlar, kırıp döküyorlar, onarıyorlar, acıyıp affediyorlar. Televizyonun içinden
çıkıp döşemeye, halının üstüne yayılıyorlar. Aralıklarla yinelenen bir şarkı rüzgâra karışıyor; "çürümek gerek, çürümek gerek!"
Şarkının gölgesi kaldırıma düştü. Kimse görmüyor. Kanatlarını açmış uçuyor. Sokağı boydan boya geçiyor, Şişli meydanına çıkıyor. Yükselip Boğaz'a bakıyor; delice çalkalanan suya... Marmara bir avuç karanlık. Lodosun boğazladığı büyük bir kuş. Çırpınıyor, debeleniyor, giderek uğultuya dönüşen sesiyle şarkıya katılıyor:
"Çürümek gerek, çürümek gerek!"
Şarkı yükseliyor, uçuşan bulutlara giriyor, tepeden dünyaya bakıyor.
Büyük bir taş görüyor.
Sonra kayboluyor. Taş mı, şarkı mı?
Yalnızca gölgesi kalıyor. Taşın mı, şarkının mı?
Bu gece gölgelerin gecesi.

30 Nis 2015

Yolda



yolda özgürlük vardı.
yolda hayatın anlamı.
yolda aşk vardı ve bazen sadece seks.
yolda parasızlık, açlık vardı.
bazen çözümsüzlük, kargaşa, kalleşlik.
yolda bir arayış vardı, arayıp da bulamayış.
yolda sorular vardı, çoğu cevapsız.
ve yolda çoğu zaman masmavi bir gökyüzü.
zümrüt yeşili çayırlar,
ve sonsuz bir kızıllık vardı.

jack kerouac

              

26 Mar 2015

Giden sevgiliye dair


Sana hiç bahsetmemiştim ama, muhakkak duymuşsundur: Evliliğimizin dördüncü yılında Nazlı, evi terk etmişti. Nasıl derler, bir başkasına kaçmıştı. Acıklı bir durumdu. Ne yapacağımı bilmeden odalarda dolaşıp durdum. Karımın resimlerine baktım. Bir şeyler yapmak, birilerine gitmek, ne bileyim dert yanmak, ondan şikayet etmek, bana yapılan bu haksızlığı ortaya koyup sızlanmak istemeliydim. En azından, herkesin yaptığını yapmak gelmeliydi içimden. Belki de bütün bunları istiyordum, harekete geçemiyordum. Üstüm başım dağınık, sokaklarda sürükleniyordum. Söze nereden başlanacağını bilemiyordum herhalde: Durup dururken birine giderek söze başlayamazdım ya. Fakat biri benimle konuşmağa başlayınca da, söz dönüp dolaşıp buraya gelecek diye korkuyla iç geçiriyordum; göğsüme bu mesele saplanıyordu. İşten erken kaçıyor, meyhanelerde oturuyordum öğleden sonraları. Bir gün, tren istasyonunun yanındaki bir lokantaya girdim; kendimi hamallı yük arabalı yabancı bir çevrede bulmuştum birdenbire ve civarda başka bir meyhane yoktu. Lokantanın bahçesinde, trenlere yakın bir yere oturdum. Erken bir saat olmasına rağmen masalar kalabalıktı. Bir şişe rakı söyledim. (Kimseye bakacak halim yoktu.) Sabahtan beri bir şey yememiştim: Biraz meze getirttim. İlk kadehleri hızla içtim, başım döndü. Sonra, çevreme baktım: Konuşuluyordu, hiç bir şey
yenmiyordu, sadece kahve çay gibi şeyler içiliyordu. Birileri bekleniyordu. Tren yoluna bakılıyordu. İçmeye devam ettim. Çevremdeki gürültü artıyordu; heyecanlanılıyordu. Masalardaki çaylar bile içilmiyordu. Bütün gözler demiryoluna çevrilmişti. İçki, yavaş yavaş gerginliğimi yumuşattığı için, çevremdeki insanları görmeğe, sesleri duymağa başladım. Dış ülkelerden gelecek bir tren bekleniyordu. Herkes birbirine gülümsüyordu, bir yakınlık havası sarıyordu ortalığı. Ben de gülümsedim (biraz da içkiden). Sonra, onlarla birlikte heyecanlanmağa başladım. Bilhassa tren yoluna bakınca insanın heyecanı artıyordu. Sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti. Sanki trenden, mesela Nazlı çıkacaktı birden ve boynuma sarılıverecekti. Ben de bütün olanları bir anda unutarak onu affedecektim. Hemen bir arabaya binecektik; her şey hemen düzelecekti. Herkes sabırsızlanıyordu; herhalde tren biraz gecikmişti. Ben, trenin geliş saatini bilmediğim için, biraz rahattım. Dakikalar ilerledikçe benim de gözüm demiryoluna takıldı kaldı. Tren geldiği zaman, herkes kadar heyecanlı, herkes kadar sabırsızdım. Herkesle birlikte gülümsüyordum. İnsanlar, yakınımdaki masalarda oturanlar, masaya kurulup rakı içerek yolcusunu bekleyen bu adama, biraz hayret, biraz da imrenmeyle bakıyorlardı. Ben, olgun bir adam rolündeydim. Onlar adına endişeliydim: Ya bekledikleri kimse, trenden çıkmazsa diye korkuyordum. Bütün bekleyenleri birer birer gözlerimle takip etmeğe başladım. Önce trenin pencerelerindeki yolculara bakıyordum; trendeki yolcu, birine el sallamaya başlayınca, onun elini takip ederek talihli karşılayıcıyı buluyor ve rahatlıyordum. Sonra, başka ellere bakıyordum. Onlarla birlikte gülüyordum; galiba ben de bir iki kere elimi salladım. (Sarhoşluktan olacak.) Nazlı gelmedi tabii. Biraz mahzun oldum. Benimle birlikte, beklediği gelmeyen birkaç karşılayıcı daha kalmıştı lokantada. Çevremde hüznümü paylaşacak bir iki kişinin daha bulunması, benim de hakiki bir karşılayıcı olarak, sadece beklediği gelmeyen bir karşılayıcı gibi, istasyondan ayrılmamı sağladı. Biraz da gümrük kapısında bekledik onlarla birlikte: Belki de yolcumuzu, o kalabalıkta görememiştik. Sonunda boynumuzu büküp ayrıldık oradan: Nazlı gelmemişti.

Bu oyuna kısa zamanda alıştım. Arada tren istasyonuna uğrayarak tarifelere bakıyordum. Bazen de telefonla soruyordum; ayrıca, trenin geleceği gün de telefon ederek tehir olup olmadığını öğreniyordum. Lokantada beklerken de, artık trenin geliş saatini bilmenin heyecanını, bütün karşılayıcılarla birlikte yaşıyordum. Birkaç bekleyişten sonra daha cesur olmuştum. Elimi hararetle sallıyor, bağırıyor, sesleniyordum. Beni, tanıdıklarından birine benzetip, bana da el sallayanlar oldu: Bu kadar yolcu içinde, elbette birinin ahbabına benzeyecektim. Böyle yanılmalar, benden başkalarının da başına geldiği için vaziyetimde bir sahtelik olmuyordu. Ayrıca, tren gelinceye kadar en az bir şişe içtiğim için, bu kadar teferruatı düşünerek endişelenecek kadar ayık da olmuyordum. Trenin gelişiyle birlikte istasyonda birdenbire artan hareketin seline kaptırıyordum kendimi. Gümrük memurlarıyla da artık ahbap olduğum için, bana bazı imtiyazlar tanınıyordu. Öyle ya, benim kadar yolcu karşılayan kimse yoktu. Fakat nedense ben, yakınlarımı perondan göremiyordum; tam gümrükçülerden ayrıldıktan sonra, tam ümidimi kesmeğe başladığım sırada yolcum da gümrük kapısından çıkıyordu: Onunla meydanın önünde karşılaşmış oluyordum. Daha sonraları, perona çıkıp beklememe izin verdikleri için, yolcularımı peronda da görmeye başladım. Tren gelince hemen yolcuların arasına karışıyordum; sonra da gümrükçülere görünmeden ortadan kayboluyordum: Yolcularımı (genellikle birden fazla olduklarını söylüyordum) peronda buluyordum ve kalabalığın içinde beni göremiyorlardı tabii. Gümrükçüler, bazen masama oturuyorlar; ne kadar yolcun var Tahsin Bey, diyorlardı. Beni pek sevmişlerdi. Onlarla, Selim Bey olarak konuşmak garibime gittiği için; bu maceranın, Selim Beyin günlük hayatı dışında bir gidişi olduğu için, ben karşılayıcılık işinde Tahsin Bey olmuştum. Hatta bir gün, gümrükçülerden biri, istasyonun dışında bir yerde arkamdan Tahsin Bey, diye bağırınca hemen başımı çevirmeyi akıl edemediğim için tuhaf bir vaziyete düşmüştüm. O günden sonra ne zaman arkamdan Tahsin Bey diye bağırılsa hemen döner bakarım."

Selim Bey, derin bir nefes aldı. "Her hadisemde olduğu gibi, bunda da işin sonunu bir türlü getiremedim: Uzattıkça uzattım. Allahtan o sırada Nazlı eve döndü. Fakat ben, bu bekleme huyumdan hemen vazgeçemedim: Bir süre istasyona sürüklendim durdum. Sonra, beni rakı içmek gibi saran bu iptiladan da vazgeçtim. Karımla da, ne evden ayrılışını, ne de dönüşünü hiç konuşmadık.

"Sonra Nazlı'yı kaybettim. Şimdi bazen düşünürüm: Ne olurdu, aramızda herşeyi konuşmuş olsaydık. Nazlı bana evden ayrıldıktan sonra nasıl yaşadığını anlatsaydı, neden birdenbire kaybolmak istediğini açıklasaydı. O kadar sevdiğim karımın hayatına ait bir kısmı, hiç bir zaman bilemedim. Sanki iki yıl, Nazlı hiç yaşamadı bana göre. Biliyorum, denebilir ki, üzücü olaylarla karşılaşacaktı; insan, belki de hiç istemediği sözleri duyacaktı. Olsun; hiç bilmemekten, bir insan hayatının o kadar yılını hiçe saymaktan daha iyidir herhalde. Onun iki yılını yok saymakla, onun bu yıllarda neler hissettiğini bilmek istememekle, çok sevdiğim bu insana da bir bakıma hürmetsizlik etmiş oldum."

Sevgi, hayır gibi, başını salladı. "Öyle oldu, öyle oldu," dedi Selim Bey. "Şimdi de, hiç bir şeyi tamir etmek mümkün değil artık. Nazlı'nın hiç bir acı sözü, ölümün getirdiği o geri dönülmez soğukluk kadar çaresiz bırakmayacaktı beni. Neyse geçelim bunu. Karım öldükten sonra, gene istasyona gitmeğe başladım. Bu işin, artık değişik bir tarafı, bir tadı kalmamıştı. Bütün insanlarımız gibi, ben de hayatımda bir kere biraz değişik bir harekette bulunmuştum ve bütün insanlarımız gibi, artık ömrüm boyunca kendimi ve herkesi bıktırıncaya kadar bu hususiyetime yapışıp sürüklenecektim; bütün hayatım boyunca bu küçük istisnaya tutunmaya çalışacaktım.

"Gümrük memurları değişmişti, eski garsonlardan hiç biri kalmamıştı. Nazlı ölmüştü ve onu beklemek diye bir mesele olamazdı. Bunu hayal bile edemezdim. Başka bir çareye başvurdum; daha doğrusu, bir trenin kalkış saatine yakın bir sırada lokantaya gittiğim zaman, oyunun mahiyet değiştirebileceğini gördüm. Herkes üzgündü: Yakınları gidiyordu. Ben gene ön masaya bütün rakı takımımla kurulmuştum. Artık oyun oynamak lüzumunu da hissetmiyordum; Uğurlamaya geldiğim bir yakınım olmadığı belliydi. Bu sebepten, kimsenin dikkatini çekmiyordum. Suratımı asmış oturuyordum: Nazlı gitmişti. Gidenler sevinçliydi. Geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı. Gene de, hakikaten üzülen bir iki samimi yolcu vardı. Ben kimse bilmemekle beraber, kötü bir roldeydim: Bütün gidenlerin, tıpkı Nazlı gibi, bir daha dönmeyeceği esası üzerine kurmuştum maceramı. İçimden, her kalkan trene `Ölüm Katarı' gibi, `Karanlıklar Treni' gibi isimler takıyordum. Toplu bir cenaze törenine gelmiş gibi hissediyordum kendimi. Fazla masraf olmasın diye, bir tren dolusu ölüye tek tören yapılıyordu. Tabut ve taşıma masrafını azaltmak için, bütün ölüler, daha tam ölmeden, daha hareket güçlerini tam kaybetmeden, kendi ayaklarıyla törene geliyorlardı. Nazlı, bir tren önce gitmişti; ben de, onu uğurladıktan sonra, hazır gelmişken, diğer törenlere de katılıyordum. Muhayyilesi kuvvetli bazı insanlar, sevdikleri ölülerin uzun bir yolculuğa çıktıklarını düşünmüşlerdir; bense, bütün yolculuğa çıkanların ölmüş olduğunu düşünüyordum. Ne büyük bir günah, değil mi?

Tehlikeli Oyunlar / Oğuz Atay 


           

19 Mar 2015

Sığınak değil, gök kubbenin kendidir!



Bir gün delirmeye karar vermiştim ; Parinae

anlaşılmayı her zaman reddettim. anlaşılmak kendini satmaktır. âşık olmak yalnızlıktan usanmaktır; bu yüzden bir korkaklıktır, kendimize ihanettir. geçmişim, olamadığım her şeydir. hep uyanmanın sınırındaymışım gibi hissediyorum. japon çay fincanlarımdan birisi kırıldığında, gerçek nedenin bir hizmetçinin özensiz ellerinin değil o porselenin kıvrımlarına yerleşen desenlerin kaygıları olduğunu düşünürüm; Among Shards of Dreams I Walk


nasıl söyleyeceğimi bilemem, susarım. susmak üzerine konuşmak gerekirse, beni çağırırlar, oturur susarım; These Depths Were Always Meant for Both of Us


denizin bütün suyu, düşünsel bir kan lekesi yıkamaya yetmez; Waiting and waltzing in airport terminals


Ölüler asla dirilmez; You Are Dead 


"sisten nefret ederim," dedim. "korkutur beni."
"bu sevdiğin anlamına gelir. seni korkutuyor çünkü senden güçlü. nefret ediyorsun çünkü korkuyorsun. seviyorsun çünkü iplerini eline alamıyorsun. insan sadece köle edemediğini sever; Petropavlovsk-Kamchatsky   

Kuş ölür sen uçuşu hatırla ; Fear the Night 

 ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım; Wolmar

çivi çiviyi söker. ama bir çarmıh yapılır dört çividen; Ascend

gelecek, geçmişin bok yemesinden başka bir şey değildir zaten biliyorsunuz; Requiem 

sonrası biraz bulanık. başka bir şeyi ararken bulunan bir şey gibi ; Monochromatic 

geceler bitti. yolculuklar bitti. yeni yerler, yeni sabahlar bitti ; Heroes and Ghosts 

çok şey vardı anlatılacak,o yüzden sustum; Gratification

vicdan azabı rolünde yaşamak niyetindeyim, kendimden bahsettiğime bakmayın, asıl mesele sizsiniz, ben yaşlanıyorum, siz hep genç kalıyorsunuz; Aorta 

Sonsuza dek mutlu yaşadılar...Enzo family


11 Mar 2015

Olmayalı



Kişinin yaşamının anlamı, kırılgandır.

Kişinin yaşamının anlamı, zayıftır, kırılgandır, dökülüp gitmeye hazırdır : kişi onu, sürekli beslemezse, korumazsa, bütünlüklü tutmazsa, kayıp gidiverir parmaklarının arasından.
Sürekli —hep yeniden, en baştan başlayarak— kurulması gereken birşeydir kişinin yaşamının anlamı. Önceki kurulmuş biçimlerinin kişiye şimdi sağlayabileceği de, sağlam ve direngen yapılar değil; önceki kuruluşlarının, işte, nasıl zayıf, kırılgan olduklarının, nasıl dökülüp gittiklerinin, bilgisidir — 'yaşam deneyimi' denilen şey de bundan başka birşey değildir...
Kişinin yaşamının anlamı, dökülür gider; ona, yalnızca, nasıl dökülüp gittiğinin bilgisini bırakarak —
Kişinin yaşamının anlamı, kişiyi bırakarak, dökülüp gider — ona bilgisini bırakarak, dökülür, gider, anlamı, yaşamının, kişinin.

Yaşamının anlamı, ancak, kişi, bir an durup, "Ne istiyorum ki?..." diye sorabildiğinde, biçimlenmeğe başlar. Yani, ancak eksikliği çekiliyorsa, yokluğu duyulabilmişse, varedilebilir — kurulabilir; yoksa, yoktur.
Bu bakımdan, insanların büyük çoğunluğu anlamsız —anlam yoksunu— yaşamlar yaşarlar, çünkü yaşamlarındaki anlam eksikliğini hiç duymamışlardır.
Ancak bazı insanlar duyar bu eksikliği : onlar için yaşamlarının tek bir bütünlüklü anlamının olmaması, çekilemezdir — bu yüzden, kurmağa, yaratmağa, varetmeğe girişirler böyle bir anlamı.
Bunu da bazen —bazıları— başarabilir; ama herhalde, başaramayanlar da çoktur.
Başaramayacakları —ya da, artık başaramayacakları— açıklık kazananlar için de, son bir —yoğun— anlam yaratma yolu kalır...
Yokluğu da içerilir, anlamında, yaşamının, kişinin.


OruçAruoba / Olmayalı

28 Şub 2015

We were never born

 


"I have lots of things to teach you now, in case we ever meet, concerning the message that was transmitted to me under a pine tree on a cold winter day. It said that Nothing Ever Happened, so don't worry. It's all like a dream. Everything is ecstasy, inside. We just don't know it because of our thinking-minds. But in our true blissful essence of mind is known that everything is alright forever and forever and forever. 
Close your eyes, let your hands and nerve-ends drop, stop breathing for 3 seconds, listen to the silence inside the illusion of the world, and you will remember the lesson you forgot, It is all one vast awakened thing. I call it the golden eternity.
We were never really born, we will never really die. It has nothing to do with the imaginary idea of a personal self, other selves, many selves everywhere: Self is only an idea, a mortal idea. 
I know this from staring at mountains months on end. They never show any expression, they are like empty space, but the emptiness of space will never crumble away because it was never born."

jack kerouac






Rebaund



 genellikle, dedi,
 ayrılık ertesi,
 ruhunun veya ruhunun olduğu yerde 
olması gereken şeyin kafasının koparıldığı duygusu ile 
öylece otururken telefon çalar veya kapı vurulur ve yepyeni ve ferahlatıcı bir kadın
 bulursun karşında. 
yukardan bir işaret yollanmıştır sana sanki ve ordadırlar en çekici halleri ile hayatına girmeye hazır. ve kabullenirsin hiçbir şey bir daha ters gidemezmiş gibi,
 ikinci bir fırsat hakedilmediği halde bir fırsat tanınmıştır,
 o ilk kahkahalar, bir kez daha o ilk sihir.
 kim tasarlamışsa bu işi tilkinin gözüne şahinin çabukluğuna ve korkunç bir 
mizah duygusuna sahipmiş. öte yandan,
 dedim, 
her zaman öyle olmuyor. haklısındır umarım, diye karşılık verdi, dinlenmeye ihtiyacım var.   

C.Bukowski