Bazen, kendimi küçülmüş, bunalmış hissettiğimde, düşlemin
gücü bile yaprak döküp kuruduğunda ve elimde düşlerimi düşünmekten başka düş
kalmadığında, eski düşlerimi rasgele karıştırdığım olur, ister istemez hep aynı
kelimelerle karşılaşsak da tekrar tekrar karıştırdığımız kitaplar gibi. Senin
kim olduğunu da o zaman merak ederim işte, şatafatlı sessizlik törenlerinin
yapıldığı farklı manzaraları, eski iç dünyaları ağır ağır seyrederken hep
gördüğüm o resmi. Bütün düşlerimde düş gibi görünür ya da sahte bir gerçeklik
gibi bana eşlik edersin. Seninle belki düşlerinde yaşayan memleketler, belki de
yoklukla, insani olmayan şeylerle yoğrulmuş bedenlerinin bir parçası olan
ülkeler gezmişimdir, esas bedenin ise, gizli bir sarayın bahçesinde, soğuk
hatlarla çizilmiş sakin ova ve dağlarda erimiştir. Belki de sahip olduğum tek
düşsün sen ve belki yüzümü seninkine yapıştırsam, gözlerinde imkânsız
manzaraları, sahte sıkıntıları, yorgunluklarımın karanlığını, huzursuzluğumun
kovuklarını dolduran o duyguları bulacağım. Düşlerimdeki manzaralar, seni
düşlememek için bir yol olmasın sakın? Kim olduğunu bilmiyorum, ama ben kimim,
onu biliyor muyum sanki? Düş görmenin ne olduğunu gerçekten biliyor muyum ki,
sana düşüm demenin tam olarak ne anlama geldiğini bilebileyim? Belki benim
parçamsın, belki en önemli, en gerçek parçamsın, bunu biliyor muyum? Yoksa düş
benim, gerçeklik sen misin, ben senin düşün müyüm, yoksa sen benim yarattığım
bir düş değil misin?
Nasıl bir hayat seninki? Seni nasıl görüyorum? Profilin mi?
Hiç değişmediği halde hiç aynı kalmıyor. Bildiğimden söylüyorum bunu, ama
bildiğimi bilmeden. Bedenin mi? İster çıplak olsun ister giyinik hep aynı,
otursa da, yatsa da, ayakta dursa da hep aynı pozisyonda. Bütün bu
anlamsızlıkların anlamı ne?
Hayatım hüzün dolu ve şikâyet edesim bile yok; yaşadığım
saatler o kadar sahte olduğu halde, elimi kaldırıp dağıtmayı bile hayal
etmiyorum.
Nasıl düşlemem, düşlerim seni?
Geçen Saatlerin Sahibesi, uyuyan suların, ölü yosunların
Madonnası, uçsuz bucaksız çöllerin, çorak kayalıklarla kaplı kapkara
manzaraların Koruyucu Tanrıçası – beni gençliğimden koru.
Devasızların tesellisi, hiç ağlamayanların Gözyaşı, asla
çalmayan Saat – neşeden ve mutluluktan esirge beni.
Bütün sessizliklerin afyonu, el sürülmez Lir, uzaklaşmanın
ve yalnızlığın işlendiği Nakışlı Cam – erkeklerden nefret eden, kadınlara gülüp
geçen bir nesne yap beni.
Ölüm Çanı, elsiz Okşama, karanlıkta ölmüş Güvercin, hayal
kurmakla geçen saatlerin Kutsal Yağı – beni dinden sakın, çünkü dinginliktir,
inançsızlıktan da koru, çünkü güç demektir.
Gün biterken solan Zambak, kuru güllerle dolu Çekmece, iki
dua arasındaki Sessizlik – hayattan tiksindir beni, sıhhate karşı öfke ver,
gençliğimi küçümser.
Ey bütün belirsiz düşlere açılan Kucak, gereksiz, kısır bir
varlık yap beni; nedensizce saflaştır, aldatmayı sevmez bir aldatıcı et beni,
sen ki Yaşanmış Hüzünlerin Nehrisin; ağzım buzdan bir ülke olsun, gözlerim iki
ölü göl, hareketlerimse kadim ağaçlardan usulca dökülen yapraklar – ey
Sıkıntıların İlahisi, ey Yorgunlukların Mor Ayini, ey Taç, ey Ele Avuca Sığmaz,
ey Uruç!
Sana bir kadınmışsın gibi dua etmek ne kadar koyuyor bana,
bilemezsin, seni bir erkek gibi sevememek, gözlerimi düşlerimden kaldırıp,
gökyüzünde bir yer edinememiş meleklerin gerçekdışı cinsiyetinin tam tersi bir
Tan kızıllığına bakarcasına sana çevirememek!
Bir dua okurcasına söylüyorum sana olan aşkımı, çünkü aşkım
da başlı başına bir dua; ama ne sevgili olarak düşünebilirim seni, ne de
karşımda bir azize gibi dururken tahayyül edebilirim.
Yaptıkların vazgeçişin heykeli olsun, ellerin ise
kayıtsızlığın kaidesi, kelimelerin reddedişin nakışlı camı.
Hiçliğin ihtişamı, perişanlığın adı, Ahiret’in huzuru...
Tanrılardan önce, tanrıların babalarından önce ve hatta aynı
tanrıların babalarının babalarından önce gelen, bütün dünyalara çorak, bütün
ruhlara kısır ölümsüz Bakire...
Varlıklar ve günler senindir; yıldızlar mabetlerine asılmış
adaklardır ve tanrıların yorgunluğu, bilinçsizce kurduğu yuvasına dönen kuş
gibi, gelir bağrına sığınır.
Sıkıntı son haddine vardığında gündüzü keşfedelim ve
gündüzler hiç keşfedilmeyecekse bile, o gün gene de keşfin günü olsun!
Ey güneşsizlik, bir daha kamaştır gözleri; ey var olmaktan
vazgeçmiş ay ışığı, parla...
Sen ki parlamayan güneş, bir tek sen ışırsın mağaralarda,
çünkü kızlarındır onlar. Bir tek sen, var olmayan ay, [...] verirsin kovuklara,
çünkü kovuklar [...]
Hayal edilmiş şekillerin cinsiyetindensin sen, şekillerin
hükümsüz cinsiyetinden [...] Kâh salt profil, kâh salt davranış ya da tek bir
ağır hareketsin – sen, benim oldukça can bulan anlardan, davranışlardan
yaratılmışsın.
İçimizdeki sessizliklerin Madonnası kıyafetinin altında ne
olduğunu düşlüyorsam, cinsiyetin cazibesine kapıldığımdan değil kesinlikle.
Göğüslerin öpülmesi tahayyül edilecek cinsten değil. Bedenin tepeden tırnağa
et-ruh, ama insan değil, beden. Etinin özü tinsel değil, tinselliğin ta
kendisi. Sen Düşüşten önceki kadınsın, cenneti [?görmüş?] topraktan bir heykel.
Sana bir cinsel organı olan, gerçek kadınlara duyduğum
tiksintiden geçerek vardım. Yeryüzünün kadınları [...] olabilmek için bir
adamın kıpır kıpır ağırlığına katlanmak zorundadır – insan zevkin cinselliğin
emrine gireceğini daha baştan gördüğü halde kadınları nasıl sever, aşkın hemen
pörsümesine nasıl engel olabilir? Kadın-Eş’i farklı bir duruşu olan, cinsel
birleşme halindeki kadın gibi görmekten nasıl kaçabilir, nasıl saygı
duyabiliriz ona? Kendimizin de aslen dişilik organından geldiğimizi, iğrenç bir
şekilde yavrulandığımızı düşününce, bir anneye sahip olma fikrinden iğrenmemek
mümkün müdür? Ruhumuzun aslen etten geldiğini – etimizi doğuran o bedensel [?]
idrak edince ne biçim bir tiksinti sarar bizi; ve ne kadar güzel olursa olsun,
kökeni yüzünden çirkindir ruhumuz, doğum şekli de mide bulandırıcıdır.
Gerçek hayattaki sahte idealistler Eş’e methiyeler düzer,
Anne fikrinin karşısında diz çökerler... Bir şeyleri saklamaya yarayan bir
gömlektir onların idealizmi, yaratma gücüne sahip bir düş değil.
Arı olan yalnız sensin Düşlerin Sahibesi, hem sevgili hem
lekesiz olarak tahayyül edebileceğim bir sen varsın, çünkü gerçekdışısın. Seni
anne olarak kafamda canlandırıp sana tapabilirim de, çünkü ne döllenmenin
iğrençliğiyle lekelendin, ne doğurmanın.
Tapılacak yalnız sen iken, nasıl tapmam sana? Sevgiye bir
sen layıkken seni nasıl sevmem?
Kim bilebilir seni düşledikçe, başka bir gerçekliğin içinde
gerçek kılmadığımı; bedenlerimize dokunmadan, farklı hareketlerle sarmaşarak,
başka türlü birbirimize sahip olarak sevişebileceğimizi, başka, arı bir dünyada
benim olmayacağını? Hem belki zaten varsındır ve ben seni yaratmak şöyle
dursun, seni başka bir gözle, saf gönül gözüyle başka, kusursuz bir dünyada
görmüşümdür sadece, buna kim itiraz edebilir? Kim söyleyebilir seni düşünmenin
sadece seninle buluşmak, sevmenin ise sadece seni düşünmek olmadığını; tenden
tiksinmemin, aşktan iğrenmemin, daha tanımadan kaygıyla bana yolunu gözleten o
karanlık arzudan ya da hakkında hiçbir şey bilmediğim halde beni olduğum gibi
sana iten tarifsiz özlemden kaynaklanmadığını?
Ve hatta, kim iddia edebilir çok eskiden, belirsiz bir başka
yerde seni zaten sevmemiş olduğumu? Şu tükenmez sıkıntıyı başıma saran da, o
yerin hasretidir belki. Belki varlığımın duyduğu tarifsiz bir özlemsin sen,
yokluktan ibaret bir beden, Uzaklık’ın bedeni ve belki de dişiyi dişi
yapanlardan başka nedenlerden dolayı dişi.
Seni bakire olarak da düşünebilirim, anne olarak da, çünkü
bu dünyadan değilsin. Kollarındaki çocuk, karnında taşıyarak lekeleyeceğin
kadar küçük olmadı asla. Hep şimdi olduğun gibiydin, bu durumda bakire olman
gerekmez mi? Hem sevebilirim seni, hem tapabilirim, çünkü aşkım sana el koymaz,
hayranlığım da seni benden uzaklaştırmaz.
Sonsuz-Gün ol, batan güneşlerim, benliğinle kuşatılmış
güneşinin ışıkları olsun.
Görünmez Alacakaranlık ol ve arzularım, hırçınlığım
kararsızlığının renkleri, belirsizliğinin gölgeleri olsun.
Mutlak-Gece, Yegâne Gece ol, ben de kendimi tamamen kaybedip
sende hükümsüz kalayım ve düşlerim yıldızlar gibi parlasın, uzaklaşma ve
inkârdan yapılmış bedeninde.
Harmaninin kıvrımları olayım, tacındaki taşlar,
parmaklarındaki yüzüklerin o bambaşka altını.
Ocağında kül olacaksam, adıma toz deseler ne çıkar? Odanın
penceresiysem eğer, boşluk olsam ne yazar? Su saatinde saat isem geçsem ne
olur, değil mi ki sana ait olduğum sürece duracağım, ölsem ne olur, sana ait
oldukça ölmeyeceğim madem; seni kaybetsem ne olur, seni kaybettikçe bulacaksam
eğer?
Sen ki saçma şeyleri Yapan, kopuk cümleleri Eğirensin,
sessizliğin beni yatıştırıp uyutsun, saf-varlığın okşasın, yatıştırsın,
rahatlatsın, [...]in uyku versin bana, ey Ahiret’in Hanımı, ey Yokluğun Üstadı;
bütün sessizliklerin Bakire-Ana’sı, üşüyen ruhların Ocağı, kimsesizlerin
koruyucu Meleği, hüzünlü, ölümsüz Kusursuzluğun insani, gerçekdışı Görüntüsü.
Hayır, kadın değilsin. Yüreğimin en derin yerinde bile,
dişilik namına hiçbir şey çağrıştırmıyorsun. Bir tek hakkında konuşurken sana
dişi diyor kelimeler, ifadeler de seni bir kadın olarak çiziyor. Seninle aşk
hayalimle dopdolu bir şefkatle konuşmam gerekir ve kelimelerin sesi ancak seni
dişi bir varlık olarak tahayyül ettiklerinde böyle çıkıyor.
Ama sen, belirsiz özüne bakınca, hiçbir şeysin. Gerçekliğin
yok, salt sana ait bir gerçekliğin bile.
Aslına bakarsan ne gördüğüm var seni, ne de hatta
hissettiğim. Bir duygu gibisin, aynı zamanda kendinin nesnesi olan, kendi
kendinin en mahrem yerine yuvalanmış bir duygu. Görür gibi olduğum görüntüsün
hâlâ, sonsuz bir Şimdi’ de, bir dönemecin ötesinde kaybolan, kıl payı
kaçırdığım bir gömleğin eteği. Profilin hiçbir şey olmamanın profili ve ideal
bedeninin hatları, bizzat hat imgesinin kolyesinin incilerini tek tek döküyor.
Çoktan geçtin sen, çoktan var oldun sen, ben seni çoktan sevdim – senin
varlığını hissetmek, bunların hepsini hissetmek demek.
Düşüncelerimin arasındaki mesafeleri, duygularımın
boşluklarını dolduruyorsun. İşte bunun için hissetmiyorum seni, düşünmüyorum
da, ama düşüncelerim varlığını hissettiğim çapraz tonozlar, duygularımsa adını
andığım gotik kemerlerdir.
Kendi kendini ifşa eden kusurlu doğamın, o berrak, o bomboş,
o karanlık manzarasında kaybolmuş hatıraların ay’ısın. Varlığım belli belirsiz
algılıyor seni, belinde kemerin seni hissedeceği gibi. Huzursuzluğumun gece
sularının dibinde ak yüzüne eğiliyorum, biliyorum ki göğümde ayı uyandıran
aysın ya da, nasıl bilmiyorum ama, ay’ı taklit eden tuhaf bir denizaltı
ay’ısın.
Ne kadar da isterdim seni görebileceğim Yeni Bakış’ı, seni
düşünmemi, hissetmemi sağlayacak Yeni Düşünmeler’i ve Duygular’ı yaratmayı!
Harmanine dokunabilsem keşke, oysa sözlerim, kendi
uzattıkları ellerin kalkıştığı hareketten bitap düşüyor ve acı veren, büyük bir
yorgunluk kelimelerimi üşütüyor. Şu kuşun döne döne inmesi de bundan, sanki hep
yaklaşmak isterdi de bu kuş, bir türlü gelemezdi, sen demek istiyorum etrafında
döndüğü şeye, ama cümlelerimin tabiatı ayak seslerinin özünü yansıtmaktan âciz
ya da bakışlarının ağır akışını veya hep yarım kalan jestlerindeki kıvrımların
boş, hüzünlü rengini.
Ve uzak bir varlığa konuştuğum doğruysa ve eğer bugün
olabilirlikler bulutuyken yarın gerçekliğin yağmuru olarak yeryüzüne yağarsan –
şunu asla unutma ki kutsallığın, hayalimde doğmuş olmandan gelir. Hayatta daima
yalnız bir adamın düşü ol, bir âşığın sığınağı olma sakın. Kutsal çanak olarak
kal. Gereksiz bir amfora olarak gizemini koru. Kimse senin hakkında, nehrin
kendi kıyıları için söylediğini söylemesin: Sadece beni sınırlamak için varlar,
diyemesin. Bunun yerine düşlere yaslanıp ömür boyu hiç akmamak, kuruyup gitmek
yeğdir.
Kendini yüzeyselliğe ada, hayatını, hayata bakma sanatına
dönüştürmeye ve asla aynı kalmayan, hep bakılan olmaya ada. Asla başka bir şey
olma.
Bugün bu kitabın profilinden başka bir şey değilsin, tamamen
yapay bir profil, ete kemiğe bürünerek ötekilerden ayrılmış bir zaman parçası.
Bütün bunların hepsi olduğuna yürekten inansam, seni sevmek hayali üzerine bir
din kurardım.
Sen her bir şeyde eksik kalan parçasın. Sen, onları sonsuza
kadar sevebilmemiz için her şeye lazım olansın. Mabet’in kapılarının kayıp
anahtarı, Saray’a giden gizli yol, sisin ebediyen gözden sakladığı uzak
Ada’sın...
Huzursuzluğun Kıtabı / Fernando Pessoa