.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

6 Kas 2016

Sessizliğin Meryemi



Bazen, kendimi küçülmüş, bunalmış hissettiğimde, düşlemin gücü bile yaprak döküp kuruduğunda ve elimde düşlerimi düşünmekten başka düş kalmadığında, eski düşlerimi rasgele karıştırdığım olur, ister istemez hep aynı kelimelerle karşılaşsak da tekrar tekrar karıştırdığımız kitaplar gibi. Senin kim olduğunu da o zaman merak ederim işte, şatafatlı sessizlik törenlerinin yapıldığı farklı manzaraları, eski iç dünyaları ağır ağır seyrederken hep gördüğüm o resmi. Bütün düşlerimde düş gibi görünür ya da sahte bir gerçeklik gibi bana eşlik edersin. Seninle belki düşlerinde yaşayan memleketler, belki de yoklukla, insani olmayan şeylerle yoğrulmuş bedenlerinin bir parçası olan ülkeler gezmişimdir, esas bedenin ise, gizli bir sarayın bahçesinde, soğuk hatlarla çizilmiş sakin ova ve dağlarda erimiştir. Belki de sahip olduğum tek düşsün sen ve belki yüzümü seninkine yapıştırsam, gözlerinde imkânsız manzaraları, sahte sıkıntıları, yorgunluklarımın karanlığını, huzursuzluğumun kovuklarını dolduran o duyguları bulacağım. Düşlerimdeki manzaralar, seni düşlememek için bir yol olmasın sakın? Kim olduğunu bilmiyorum, ama ben kimim, onu biliyor muyum sanki? Düş görmenin ne olduğunu gerçekten biliyor muyum ki, sana düşüm demenin tam olarak ne anlama geldiğini bilebileyim? Belki benim parçamsın, belki en önemli, en gerçek parçamsın, bunu biliyor muyum? Yoksa düş benim, gerçeklik sen misin, ben senin düşün müyüm, yoksa sen benim yarattığım bir düş değil misin?

Nasıl bir hayat seninki? Seni nasıl görüyorum? Profilin mi? Hiç değişmediği halde hiç aynı kalmıyor. Bildiğimden söylüyorum bunu, ama bildiğimi bilmeden. Bedenin mi? İster çıplak olsun ister giyinik hep aynı, otursa da, yatsa da, ayakta dursa da hep aynı pozisyonda. Bütün bu anlamsızlıkların anlamı ne?
Hayatım hüzün dolu ve şikâyet edesim bile yok; yaşadığım saatler o kadar sahte olduğu halde, elimi kaldırıp dağıtmayı bile hayal etmiyorum.

Nasıl düşlemem, düşlerim seni?

Geçen Saatlerin Sahibesi, uyuyan suların, ölü yosunların Madonnası, uçsuz bucaksız çöllerin, çorak kayalıklarla kaplı kapkara manzaraların Koruyucu Tanrıçası – beni gençliğimden koru.
Devasızların tesellisi, hiç ağlamayanların Gözyaşı, asla çalmayan Saat – neşeden ve mutluluktan esirge beni.

Bütün sessizliklerin afyonu, el sürülmez Lir, uzaklaşmanın ve yalnızlığın işlendiği Nakışlı Cam – erkeklerden nefret eden, kadınlara gülüp geçen bir nesne yap beni.

Ölüm Çanı, elsiz Okşama, karanlıkta ölmüş Güvercin, hayal kurmakla geçen saatlerin Kutsal Yağı – beni dinden sakın, çünkü dinginliktir, inançsızlıktan da koru, çünkü güç demektir.

Gün biterken solan Zambak, kuru güllerle dolu Çekmece, iki dua arasındaki Sessizlik – hayattan tiksindir beni, sıhhate karşı öfke ver, gençliğimi küçümser.

Ey bütün belirsiz düşlere açılan Kucak, gereksiz, kısır bir varlık yap beni; nedensizce saflaştır, aldatmayı sevmez bir aldatıcı et beni, sen ki Yaşanmış Hüzünlerin Nehrisin; ağzım buzdan bir ülke olsun, gözlerim iki ölü göl, hareketlerimse kadim ağaçlardan usulca dökülen yapraklar – ey Sıkıntıların İlahisi, ey Yorgunlukların Mor Ayini, ey Taç, ey Ele Avuca Sığmaz, ey Uruç!
Sana bir kadınmışsın gibi dua etmek ne kadar koyuyor bana, bilemezsin, seni bir erkek gibi sevememek, gözlerimi düşlerimden kaldırıp, gökyüzünde bir yer edinememiş meleklerin gerçekdışı cinsiyetinin tam tersi bir Tan kızıllığına bakarcasına sana çevirememek!
Bir dua okurcasına söylüyorum sana olan aşkımı, çünkü aşkım da başlı başına bir dua; ama ne sevgili olarak düşünebilirim seni, ne de karşımda bir azize gibi dururken tahayyül edebilirim.

Yaptıkların vazgeçişin heykeli olsun, ellerin ise kayıtsızlığın kaidesi, kelimelerin reddedişin nakışlı camı.
Hiçliğin ihtişamı, perişanlığın adı, Ahiret’in huzuru...

Tanrılardan önce, tanrıların babalarından önce ve hatta aynı tanrıların babalarının babalarından önce gelen, bütün dünyalara çorak, bütün ruhlara kısır ölümsüz Bakire...

Varlıklar ve günler senindir; yıldızlar mabetlerine asılmış adaklardır ve tanrıların yorgunluğu, bilinçsizce kurduğu yuvasına dönen kuş gibi, gelir bağrına sığınır.

Sıkıntı son haddine vardığında gündüzü keşfedelim ve gündüzler hiç keşfedilmeyecekse bile, o gün gene de keşfin günü olsun!

Ey güneşsizlik, bir daha kamaştır gözleri; ey var olmaktan vazgeçmiş ay ışığı, parla...
Sen ki parlamayan güneş, bir tek sen ışırsın mağaralarda, çünkü kızlarındır onlar. Bir tek sen, var olmayan ay, [...] verirsin kovuklara, çünkü kovuklar [...]
Hayal edilmiş şekillerin cinsiyetindensin sen, şekillerin hükümsüz cinsiyetinden [...] Kâh salt profil, kâh salt davranış ya da tek bir ağır hareketsin – sen, benim oldukça can bulan anlardan, davranışlardan yaratılmışsın.

İçimizdeki sessizliklerin Madonnası kıyafetinin altında ne olduğunu düşlüyorsam, cinsiyetin cazibesine kapıldığımdan değil kesinlikle. Göğüslerin öpülmesi tahayyül edilecek cinsten değil. Bedenin tepeden tırnağa et-ruh, ama insan değil, beden. Etinin özü tinsel değil, tinselliğin ta kendisi. Sen Düşüşten önceki kadınsın, cenneti [?görmüş?] topraktan bir heykel.

Sana bir cinsel organı olan, gerçek kadınlara duyduğum tiksintiden geçerek vardım. Yeryüzünün kadınları [...] olabilmek için bir adamın kıpır kıpır ağırlığına katlanmak zorundadır – insan zevkin cinselliğin emrine gireceğini daha baştan gördüğü halde kadınları nasıl sever, aşkın hemen pörsümesine nasıl engel olabilir? Kadın-Eş’i farklı bir duruşu olan, cinsel birleşme halindeki kadın gibi görmekten nasıl kaçabilir, nasıl saygı duyabiliriz ona? Kendimizin de aslen dişilik organından geldiğimizi, iğrenç bir şekilde yavrulandığımızı düşününce, bir anneye sahip olma fikrinden iğrenmemek mümkün müdür? Ruhumuzun aslen etten geldiğini – etimizi doğuran o bedensel [?] idrak edince ne biçim bir tiksinti sarar bizi; ve ne kadar güzel olursa olsun, kökeni yüzünden çirkindir ruhumuz, doğum şekli de mide bulandırıcıdır.

Gerçek hayattaki sahte idealistler Eş’e methiyeler düzer, Anne fikrinin karşısında diz çökerler... Bir şeyleri saklamaya yarayan bir gömlektir onların idealizmi, yaratma gücüne sahip bir düş değil.
Arı olan yalnız sensin Düşlerin Sahibesi, hem sevgili hem lekesiz olarak tahayyül edebileceğim bir sen varsın, çünkü gerçekdışısın. Seni anne olarak kafamda canlandırıp sana tapabilirim de, çünkü ne döllenmenin iğrençliğiyle lekelendin, ne doğurmanın.

Tapılacak yalnız sen iken, nasıl tapmam sana? Sevgiye bir sen layıkken seni nasıl sevmem?

Kim bilebilir seni düşledikçe, başka bir gerçekliğin içinde gerçek kılmadığımı; bedenlerimize dokunmadan, farklı hareketlerle sarmaşarak, başka türlü birbirimize sahip olarak sevişebileceğimizi, başka, arı bir dünyada benim olmayacağını? Hem belki zaten varsındır ve ben seni yaratmak şöyle dursun, seni başka bir gözle, saf gönül gözüyle başka, kusursuz bir dünyada görmüşümdür sadece, buna kim itiraz edebilir? Kim söyleyebilir seni düşünmenin sadece seninle buluşmak, sevmenin ise sadece seni düşünmek olmadığını; tenden tiksinmemin, aşktan iğrenmemin, daha tanımadan kaygıyla bana yolunu gözleten o karanlık arzudan ya da hakkında hiçbir şey bilmediğim halde beni olduğum gibi sana iten tarifsiz özlemden kaynaklanmadığını?

Ve hatta, kim iddia edebilir çok eskiden, belirsiz bir başka yerde seni zaten sevmemiş olduğumu? Şu tükenmez sıkıntıyı başıma saran da, o yerin hasretidir belki. Belki varlığımın duyduğu tarifsiz bir özlemsin sen, yokluktan ibaret bir beden, Uzaklık’ın bedeni ve belki de dişiyi dişi yapanlardan başka nedenlerden dolayı dişi.

Seni bakire olarak da düşünebilirim, anne olarak da, çünkü bu dünyadan değilsin. Kollarındaki çocuk, karnında taşıyarak lekeleyeceğin kadar küçük olmadı asla. Hep şimdi olduğun gibiydin, bu durumda bakire olman gerekmez mi? Hem sevebilirim seni, hem tapabilirim, çünkü aşkım sana el koymaz, hayranlığım da seni benden uzaklaştırmaz.

Sonsuz-Gün ol, batan güneşlerim, benliğinle kuşatılmış güneşinin ışıkları olsun.

Görünmez Alacakaranlık ol ve arzularım, hırçınlığım kararsızlığının renkleri, belirsizliğinin gölgeleri olsun.

Mutlak-Gece, Yegâne Gece ol, ben de kendimi tamamen kaybedip sende hükümsüz kalayım ve düşlerim yıldızlar gibi parlasın, uzaklaşma ve inkârdan yapılmış bedeninde.

Harmaninin kıvrımları olayım, tacındaki taşlar, parmaklarındaki yüzüklerin o bambaşka altını.
Ocağında kül olacaksam, adıma toz deseler ne çıkar? Odanın penceresiysem eğer, boşluk olsam ne yazar? Su saatinde saat isem geçsem ne olur, değil mi ki sana ait olduğum sürece duracağım, ölsem ne olur, sana ait oldukça ölmeyeceğim madem; seni kaybetsem ne olur, seni kaybettikçe bulacaksam eğer?

Sen ki saçma şeyleri Yapan, kopuk cümleleri Eğirensin, sessizliğin beni yatıştırıp uyutsun, saf-varlığın okşasın, yatıştırsın, rahatlatsın, [...]in uyku versin bana, ey Ahiret’in Hanımı, ey Yokluğun Üstadı; bütün sessizliklerin Bakire-Ana’sı, üşüyen ruhların Ocağı, kimsesizlerin koruyucu Meleği, hüzünlü, ölümsüz Kusursuzluğun insani, gerçekdışı Görüntüsü.
Hayır, kadın değilsin. Yüreğimin en derin yerinde bile, dişilik namına hiçbir şey çağrıştırmıyorsun. Bir tek hakkında konuşurken sana dişi diyor kelimeler, ifadeler de seni bir kadın olarak çiziyor. Seninle aşk hayalimle dopdolu bir şefkatle konuşmam gerekir ve kelimelerin sesi ancak seni dişi bir varlık olarak tahayyül ettiklerinde böyle çıkıyor.

Ama sen, belirsiz özüne bakınca, hiçbir şeysin. Gerçekliğin yok, salt sana ait bir gerçekliğin bile.

Aslına bakarsan ne gördüğüm var seni, ne de hatta hissettiğim. Bir duygu gibisin, aynı zamanda kendinin nesnesi olan, kendi kendinin en mahrem yerine yuvalanmış bir duygu. Görür gibi olduğum görüntüsün hâlâ, sonsuz bir Şimdi’ de, bir dönemecin ötesinde kaybolan, kıl payı kaçırdığım bir gömleğin eteği. Profilin hiçbir şey olmamanın profili ve ideal bedeninin hatları, bizzat hat imgesinin kolyesinin incilerini tek tek döküyor. Çoktan geçtin sen, çoktan var oldun sen, ben seni çoktan sevdim – senin varlığını hissetmek, bunların hepsini hissetmek demek.

Düşüncelerimin arasındaki mesafeleri, duygularımın boşluklarını dolduruyorsun. İşte bunun için hissetmiyorum seni, düşünmüyorum da, ama düşüncelerim varlığını hissettiğim çapraz tonozlar, duygularımsa adını andığım gotik kemerlerdir.

Kendi kendini ifşa eden kusurlu doğamın, o berrak, o bomboş, o karanlık manzarasında kaybolmuş hatıraların ay’ısın. Varlığım belli belirsiz algılıyor seni, belinde kemerin seni hissedeceği gibi. Huzursuzluğumun gece sularının dibinde ak yüzüne eğiliyorum, biliyorum ki göğümde ayı uyandıran aysın ya da, nasıl bilmiyorum ama, ay’ı taklit eden tuhaf bir denizaltı ay’ısın.
Ne kadar da isterdim seni görebileceğim Yeni Bakış’ı, seni düşünmemi, hissetmemi sağlayacak Yeni Düşünmeler’i ve Duygular’ı yaratmayı!

Harmanine dokunabilsem keşke, oysa sözlerim, kendi uzattıkları ellerin kalkıştığı hareketten bitap düşüyor ve acı veren, büyük bir yorgunluk kelimelerimi üşütüyor. Şu kuşun döne döne inmesi de bundan, sanki hep yaklaşmak isterdi de bu kuş, bir türlü gelemezdi, sen demek istiyorum etrafında döndüğü şeye, ama cümlelerimin tabiatı ayak seslerinin özünü yansıtmaktan âciz ya da bakışlarının ağır akışını veya hep yarım kalan jestlerindeki kıvrımların boş, hüzünlü rengini.
Ve uzak bir varlığa konuştuğum doğruysa ve eğer bugün olabilirlikler bulutuyken yarın gerçekliğin yağmuru olarak yeryüzüne yağarsan – şunu asla unutma ki kutsallığın, hayalimde doğmuş olmandan gelir. Hayatta daima yalnız bir adamın düşü ol, bir âşığın sığınağı olma sakın. Kutsal çanak olarak kal. Gereksiz bir amfora olarak gizemini koru. Kimse senin hakkında, nehrin kendi kıyıları için söylediğini söylemesin: Sadece beni sınırlamak için varlar, diyemesin. Bunun yerine düşlere yaslanıp ömür boyu hiç akmamak, kuruyup gitmek yeğdir.

Kendini yüzeyselliğe ada, hayatını, hayata bakma sanatına dönüştürmeye ve asla aynı kalmayan, hep bakılan olmaya ada. Asla başka bir şey olma.

Bugün bu kitabın profilinden başka bir şey değilsin, tamamen yapay bir profil, ete kemiğe bürünerek ötekilerden ayrılmış bir zaman parçası. Bütün bunların hepsi olduğuna yürekten inansam, seni sevmek hayali üzerine bir din kurardım.


Sen her bir şeyde eksik kalan parçasın. Sen, onları sonsuza kadar sevebilmemiz için her şeye lazım olansın. Mabet’in kapılarının kayıp anahtarı, Saray’a giden gizli yol, sisin ebediyen gözden sakladığı uzak Ada’sın...

Huzursuzluğun Kıtabı / Fernando Pessoa