.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

18 Kas 2020

Kendine ait bir oda

  




Kazandığım her kuruş, diyebilirlerdi, elimden alınacak ve kocam nasıl isterse öyle harcanacak. demek ki para kazanmak -kazanabiliyor olsam bile- benim pek de ilgimi çeken bir husus değil. en iyisi kocam uğraşsın bununla.

cinsiyet ve doğası doktorlara ve biyologlara cazip gelebilirdi ama şaşırtıcı ve açıklaması güç olan, cinsiyetin -yani kadınların- aynı zamanda sevimli deneme yazarlarına, çalakalem yazanlara, lisansüstü eğitim almış genç adamlara, eğitimsiz erkeklere, kadın olmamaları dışında görünürde hiçbir niteliği olmayan erkeklere de çekici gelmesiydi. bu kitaplardan bazıları, görünürde, saçma sapan ve ciddiyetten uzaktı; ama çoğu da ciddi ve kehanetle dolu, ahlâki ve öğüt verici idi. salt başlıklarını okumak bile sahneye ve kürsüye çıkıp, genellikle bu tür konuşmalara tanınan zamanı epeyce aşarak konu hakkında nutuk atan sayısız okul müdürünü, sayısız din adamını getiriyordu akla. çok garip bir olaydı bu ve anladığıma göre erkek cinsine tahsis edilmişti. kadınlar, erkekler hakkında kitap yazmıyorlar.

…bu kataloglardan gördüğüm kadarıyla neden erkekler kadınlara değil de, kadınlar erkeklere çok daha ilginç geliyordu?

… kadın ve kadının neyin üzerinde olursa olsun -politika, çocuklar, ücretler, ahlak- etkisi konusunda uzmanlaşan sayıca çok ve bilgili bütün beyefendilerin görüşünü almak zaman kaybı gibi geliyordu bana. yazdıkları kitapların kapaklarını açmasam da olurdu.

gezegenimizde çok kısa kalan ve bu gazeteyi eline alan bir konuk bile, diye düşündüm, bu dağınık ifadelere bakarak ingiltere'de ataerkil bir yönetim olduğunu anlardı.

eğer profesör kadınların üstün konumda olmadıklarını biraz fazla vurguladıysa, büyük olasılıkla kadınların üstün olmadıklarını değil, kendi üstünlüğünü düşünüyordu. bir hayli hiddetlenerek ve epeyce vurgulayarak koruduğu da buydu. çünkü sahip olduğu şey onun gözünde nadide bir mücevherdi.

kendimize güvenimiz olmazsa beşikteki bebekler gibi oluruz. ölçülemeyen ama pek değerli olan bu niteliği el çabukluğuyla nasıl oluşturabiliriz? başkalarının bizden daha aşağıda olduğunu düşünerek. başkalarına karşı doğuştan gelen bir üstünlüğe sahip olduğumuzu hissederek.

geçen gün çok insancıl, erkeklerin en alçakgönüllüsü olan z. eline rebecca west'in bir kitabını alıp, bir paragraf okuyunca “rezil feminist! erkeklerin kendini beğenmiş olduğunu söylüyor!” diye bağırdığında düştüğüm şaşkınlığı açıklar mı? beni çok şaşırtan -karşı cins hakkında kaba olsa da büyük olasılıkla gerçek olan bir ifadede bulundu diye miss west neden rezil bir feminist olsundu ki- bu haykırış sadece yaralı bir kibrin çığlığı değildi; o adamın kendine inanma gücünün uğradığı saldırıya karşı bir protestosydu.

bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormalardan ibaret olurdu. savaslarda zafer kazanıldığı duyulmazdı.

… uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. işte bu yüzden napoleon da mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezledi. bu da çoğunlukla kadınların erkeklere gerekli olduğunu kısmen de olsa açıklamaya yarıyor. ayrıca erkeklerin kadının eleştirisi karşısında ne kadar tedirgin olduklarını, aynı eleştiriyi yapan bir erkeğin verebileceğinden daha fazla acı vermeden, erkeği daha çok öfkelendirmeden kadının, bu kitap kötü, şu resim zayıf filan demesinin nasıl olanaksız olduğunu da açıklamaya yarıyor. çünkü eğer kadın gerçeği söylemeye başlarsa aynadaki görüntü büzülür, erkek hayata uyum sağlayamaz olur. kahvaltıda ve akşam yemeğinde kendini olduğundan bir kat daha büyük görmezse hükümler vermeye, vahşileri uygarlaştırmaya, yasalar koymaya, kitaplar yazmaya, süslenip ziyafetlerde nutuk çekmeye nasıl devam eder? ayna görüntüsü çok önemli çünkü zindeliği besler, sinir sistemini harekete geçirir. kaldırın o görüntüyü, o zaman erkek ölebilir, tıpkı kokainsiz kalan kokainman gibi.

teyzemin bıraktığı miras bana gökleri açtı ve sürekli hayran olayım diye milton'un önerdiği bir beyefendinin iri ve heybetli bedeninin yerini uçsuz bucaksız bir gökyüzü aldı.

aslında eğer kadın, sadece erkeklerin yazdığı kurmacalarda var olsaydı kadının büyük öneme sahip biri olduğunu hayal ederdik.

… böylece çok garip ve karışık bir varlık çıkıyor ortaya. hayal edildiğinde çok önemli; pratikte ise tamamiyle önemsiz. şiir kitaplarını baştan sona istila etmiş tarihte ise adı geçmiyor. kurmacalarda kralların ve fatihlerin hayatlarına hükmediyor gerçek hayatta ailesinin parmağına zorla yüzük taktığı herhangi bir delikanlının kölesi. dudaklarından edebiyatın en ilham verici sözcükleri, en derin duygularından bazıları dökülüyor gerçek hayatta okuması yazması neredeyse yok zor heceliyor sözcükleri ve kocasının malı durumunda.

kadınların elizabeth döneminde neden şiir yazmadıklarını soruyorum ancak nasıl bir eğitim aldıklarını bilemiyorum. yazı yazmak öğretiliyor muydu onlara, kendilerine ait bir oturma odaları var mıydı, yirmi bir yaşına gelmeden kaç kadın çocuk doğuruyordu, kısacası sabahın sekizinden akşamın sekizine kadar ne yapıyorlardı. görünüşe bakılırsa paraları yoktu profesör trevelyan'a göre çocukluktan çıkmadan on beşinde ya da on altısında hoşlansalar da hoşlanmasalar da evlendiriliyorlardı. bunları gördükten sonra içlerinden birinin ansızın shakespeare'in oyunlarını yazmasının son derece garip olacağına karar verdim.

çünkü iffet bazı toplumların bilinmeyen nedenlerle uydurduğu bir fetiş olsa bile, bir kadının öyle olması istenirdi. o dönemde, hatta bugün bile iffetin bir kadının hayatında dinsel bir rolü vardır, sinirlerle ve içgüdülerle öylesine sarılıp sarmalanmıştır ki onu kesip almak, gün ışığına çıkarmak büyük cesaret ister.

kadın olmanın en büyük avantajlarından biri, çok güzel bir siyah kadının yanından bile, onu bir ingiliz kadını yapmak için istek duymadan geçebilmektir.

dünya kadına erkeklere dediği gibi “istersen yaz, umurumda değil” demiyordu. dünya kaba kaba gülerek “yazmak mı?” diyordu, “yazman ne işe yarıyor?”

kadın hareketinde onca etkisi olmuş olan, o çok ilginç ve karanlık erkek kompleksinin alanına giriyoruz; “kadın aşağıda olmalıdan çok erkek üstün olmalı” diyen, erkeğin düşeceği tehlike minicik görünse de, tehlike yaratan kişi alçakgönüllü ve sadakatli olsa da sadece sanatın önünü değil siyasetin önünü de tıkayan, gözümüzü nereye çevirsek erkeği oraya yerleştiren, o derinlerdeki arzunun.

ne yazık ki tam da üstün yetenekli erkekler ya da kadınlar kendileri için söylenenlere en çok aldıranlardır.

ancak belli ki kadınların değerleri karşı cins tarafından konulan değerlerden sıklıkla farklı, doğal olarak böyledir bu. ne var ki geçerli olan erkeklerin değerleridir.

isterseniz kitaplıklarınıza kilit vurun ama zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit var ne de sürgü, ne de kapatabileceğiniz bir kapı.

çünkü bir erkek için çok derin, çözümü çok zor, çok simgesel olan duygu kadını sadece şaşırtır.

ben zihinsel olsun, kişilikle ilgili olsun yetilerin şeker ya da tereyağı gibi tartıya vurulabileceklerine inanmıyorum. insanları sınıflara ayırmada, başlarına kep, adlarının arkasına da harfler koymada onca usta olunan cambridge'de bile.

sizlerden sorumluluklarınızı hatırlamanızı, yükselmenizi, daha akıllı olmanızı rica ediyorum. ne kadar çok şeyin size bağlı olduğunu, gelecek üzerinde ne kadar etkiniz olabileceğini hatırlatmalıyım.

insanın kendisi olması her şeyden daha önemlidir, derken buluyorum kendimi. başkalarını etkilemeyi hayal etmeyin, derdim, sizleri coşturacak biçimde söylemesini bilseydim. her şeyi kendi içinde düşünün.

ve işte son bir uyarı: mr. john langdon davies “çocuklar artık istenmez olunca kadınlar da artık gereksiz olur” diyerek kadınları uyarıyor. umarım bunu bir kenara yazarsınız.

ben tek bir sözcük bile yazmayan ve o kavşakta gömülü olan şairin hâlâ yaşadığına inanıyorum. sizin içinizde ve benim içimde yaşıyor ve bulaşık yıkadıkları, çocuklarını yatırdıkları için bu gece burada bulunamayan pekçok kadının içinde.

Hiçbir yeri, bir gün geri dönmek için terk etmedim.

 


belki biri şöyle diyecek :

__sokrates, seni böyle zamansız bir sona sürükleyen bir ömürden utanç duymuyor musun?

bana bunu soracak olana açıkça cevap verilebilir ve diyebilirim ki :

_ dostum, yanılıyorsun!... kendini toplum için

önemli gören ve değeri olduğuna inanan biri"yaşayacak mıyım yoksa ölecek miyim?" diye düşünmemelidir. bir işi yaparken doğru mu yanlış mı yaptığını, iyi bir adam gibi mi yoksa kötü bir adam gibi mi davrandığını, cesur bir adam gibi mi yoksa korkaklıkla mı hareket ettiğini tartmalidir.

...

"insandaki büyüklük için ifadem amor fati*'dir. başka bir şeyi istememek, ne ileriye ne geriye ne tüm bengiliğe doğru. zorunlu olana ne katlanmak, ne de gizlemek onu - her türlü idealizm zorunlu olan karşısında yalancılıktır-, aksine, s e v m e k onu..."

friedrich nietzsche / ecco homo


"içinde bir şeyler hayır diyorsa, sen de hayır demelisin.”

mecburiyet, stefan zweig


“böyle bir düzen içinde insan düşünebilir mi? büyük ve güzel şeyleri demek istiyorum. önce eşya engel oluyor, sonra şartlar: kalorifer, hizmetçi, çocuk odası. düşünmek için kendime bir daire tutsam. içinde, düşünmeye engel olacak eşyalardan hiçbiri bulunmayan küçük bir daire. kapıdan girer girmez ayakkabılarımı çıkarıyorum ve düşünme terliklerimi giyiyorum.”

oğuz atay / tutunamayanlar


bir toplum, savaş, hiperenflasyon, salgın hastalık ve benzeri ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğunda intihar sayısında hafif bir artış görülse de, depresyon, paranoya, psikoz vakalarında belirgin bir düşüş kaydediliyordu. 

paulo coelho / veronika ölmek istiyor


"zalimlerin çarkı, cahillerin çalışmayan kafalarıyla döner."

sefiller - victor hugo


ruh cümlelerle yetinmesini bilir, oysa beden öyle değildir, o daha müşkülpesenttir, kas da olsun ister. beden daima elle tutulur bir gerçektir, bu yüzden de hep hüzünlüdür ve tiksindirici bir görüntüsü vardır.

louis-ferdinand céline, gecenin sonuna yolculuk


eğer dağın çıplak bağrında binbir çağlayanla durulanmış bir derenin gürül gürül akışını görmedinizse, suyun güzelliğinin ve onun pırıl pırıl seslerindeki ahengin ne olduğunu bilemezsiniz..

george sand - lelia

..delirmek aklın yalımıdır, görkemidir, kendine tutunmasıdır. sen asıl, bedenlerini bir darağacı gibi boynunda taşıyanların, aklını bir gün bile anımsamayanların, iyiliği toplumun hastalığı sayanların, sevgisi küfürden ağır olanların büyük huzurlarına bak!

inandığın her şeyle gülünç düşüyorsun. bildiklerin boşluğa dönüşüyor. yüksek ses teslim alıyor. ev boğuyor. sokak korku. gözlerin yüzünden taşıyor. öfkene tutunuyorsun. sonra, bütün bir toplum yanlış olamayacağına göre... bir yorgunluk usul usul yayılıyor damarlarına. "dünyaya bir kere gelinir" sözünü, bir düğün bayrağı gibi evinin çatısına çekiyorsun bir gün.

ölümün bile dönüp bakmadığı bir hayat senin artık.

şükrü erbaş


ben çocuktum. unutmadım. unutturamayacaklar.

beni bu revirlerde tımar edemezsiniz! ben yine, kaçak girdiğim bu yeryüzünde, yaylı sazlar arasına sızıp, kendi oyduğum düdüğümü çalacağım! varsın kırmızı ışıkta dursun otomobiller; ben serilip yere, gökte kaç yıldız var acaba diye sayacak kadar hayalperest, pervasız, korumasız ve sonsuza kadar salak kalacağım!

yemin ettim,ruhumun üstüne kuma almayacağım!

küçük iskender

"hayatın, önemsiz şeylerde olduğu gibi, önemli şeylerde de, sürekli bir yalan olduğunu kabul etmek zorundayız. verdiği sözü tutmuyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeyin özlenilmeye değer olmaktan ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu. kimi zaman umut, kimi zaman da umulan şey aldatıyor bizi. bir eliyle verdiğini öteki eliyle alıyor. uzaklığın büyüsü, cennetler gösteriyor bize. ama büyülenir büyülenmez, bu cennetlerin uçup gittiğini görüyoruz. demek ki, mutluluk ya gelecekte ya da geçmişte; şimdiki an, güneşli ovanın üzerinde dolaşan bir küçük buluta benziyor; önü arkası pırıl pırıl bu bulutun; ovaya yalnız onun gölgesi düşüyor."

arthur schopenhauer


"utopialıların hiç anlamadıkları ve tiksindikleri bir başka delilik de şuydu: insanlar hiç alışverişleri olmayan bir zengine, salt zengindir diye bir tanrıymış gibi saygı gösteriyorlardı."

utopia - thomas more


"artık ortada son derece ruhsuz, sıradan ve kültürel açıdan ölü bir dünya var. hükümdarlar geldiğinden beri yeni hiçbir şey üretilmedi. sebebi de açık. mücadele etmeye değer bir şey kalmadı. insanlar günübirlik eğlencelerle oyalanıyor. her gün bir sürü kanaldan yaklaşık beş yüz saatlik radyo ve televizyon yayını yapıldığının farkında mısınız? hiç uyumayıp sürekli bunları takip etseniz, bir tık uzağınızdaki onca eğlence programının yüzde yirmisine bile yetişemezsiniz. milletin tembel süngerlere dönmesine şaşmamalı; her daim emiyorlar, ama asla üretmiyorlar. insanların günde ortalama üç saat televizyon izlediğini biliyor muydunuz? yakında kimse kendi hayatını yaşamıyor olacak. televizyon dizilerindeki aileleri izlemekten başka şeye vakit kalmayacak!"

çocukluğun sonu - arthur c. clarke


yedi kez aşağıladım ruhumu:

birincisi, yükseklere ulaşmak için, onun itaat ettiğini gördüğümde.

ikincisi, sakatlar karşısında topallıyormuş gibi yaptığını farkettiğimde.

üçüncüsü, kolaylık ve güçlük arasında seçim yapıp kolaylığı seçtiğinde.

dördüncüsü, bir hata yapıp başkalarının da hata yaptığı düşüncesiyle avunduğunda.

beşincisi, sabrını kendi gücüne mal ederek zayıflıktan dolayı hiçbir şey yapmadığında.

altıncısı, kendi maskelerinden birinin söz konusu olduğunu anlamadan bir yüzün çirkinliğini hor gördüğünde.

ve nihayet yedincisi, bir ilahi okuyup bundan bir erdem sahibi olduğunu sandığında.

halil cibran / kum ve köpük


“zaman bazen kuş gibi uçar bazen de solucan gibi sürünerek geçer;

ama insan en çok zamanın ağır mı yoksa çabuk mu geçtiğini fark etmediği vakit kendini iyi hisseder.”;

“geçmişi hatırlamanın lüzumu yok,

geleceğe gelince; onun için de kafa patlamaya değmez."

babalar ve oğullar/ ıvan sergeyeviç turgenyev


"dünyada açık yüreklilikten zor ve övmekten kolay bir şey yoktur. açık yüreklilikte yüzde bir değerinde bile olsa, bir nota falsolu oldu mu, uyumsuzluk hemen fark edilir; övmede ise baştan sona bütün notalar falsolu olsa bile, yine kulağa hoş gelir, zevkle dinlenir. övgü ne kadar kaba olursa olsun, yine de en azından yarısı, övülene gerçek gibi gelir ve toplumun her katmanında böyledir. namus tanrıçası olarak nitelendirilen bir kızı bile övme ile baştan çıkarmak mümkündür. sıradan insanlarınsa sözünü etmeye bile değmez."

dostoyevski - suç ve ceza


aynadaki kadın benim zıttım," demişti, "ben ne kadar ev haliysem o, o kadar sokak. ben sokulgan isem, o başını alıp giden. ben gündüzüm, o gece... çapkın, güçlü, özgür.

fakat müzeyyen bu derin bir tutku / İlhami Algör


"kendine sevdiğin kişinin ölümlü olduğunu, sevdiğin şeylerin sana ait olmadığını, sana birer hediye olarak verildiklerini, sonsuza kadar senin olmayacaklarını hatırlat. üzüm ya da incir bile sadece mevsiminde toplanır.

epiktetos


"galaksinin batı sarmal kolu’nun bir ucunda, haritası bile çıkarılmamış ücra bir köşesinde, gözlerden uzak, küçük ve sarı bir güneş vardır. bu güneşin yörüngesinde, tamamıyla önemsiz ve mavi-yeşil renkli, küçük bir gezegen döner. gezegenin maymun soyundan gelen canlıları öyle ilkeldir ki dijital kol saatinin hâlâ çok etkileyici bir buluş olduğunu düşünürler. bu gezegenin şöyle bir sorunu vardı: üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu."


( evet en favori şarkım )

      



10 Kas 2020

Benimle Oynar mısın?


             


 Ama bil ki

ben bazen içimde çok derinlere daldığında seni boğacak deniz, bazen çöllerde kaldığında susuzluğunu dindiren bir bardak su olurum,
bazen bana dokunduğunda seni yakan kor, bazen soğuk kuytularda kaldığında seni ısıtacak ateş olurum,
bazen senin gökyüzünde batan bir güneş, bazen gününü ayan bir güneş ışığı olurum,
ben bazen kendimi dile getirir çok konuşurum, bazen taş gibi buz kesilirim konuşamam anlatamam hiç bir şey ...

yine de oynar mısın benimle?

benim kusurlarım, günahlarım çoktur bu hayatta kabahatlerim yüzüme vuruldukça sus pus kalırım,
eyvallahım yoktur kimseye hayata karşı küfür olur çıkarım kendi ağzımdan,
ben kendi içimde esirimdir; kendime vurduğum zincirlerin anahtarını pandoranı kutusunda sakladığım esaretle yaşarım

yine de oynar mısın benimle?

saklanırım bu hayatta; sayılayım istemem gidesim vardır hep uzaklara kaç olasım gelir,
toprak olurum bazen sorgulanmadan kabullenmeyi sunan, reddetmeden gücüne güç katan,
aptallığım çoktur başkasının gözünde suç olan; benim kendi dünyamdır aptallık..sebebi değişen kişiliğim olsa da, aşk olsa da, bahar depresyonu olsa da

yine de oynar mısın benimle?

Saçmalıklar çağı


 "kendinde hak görme çağında herkes diğer herkese üstün görünmek istemektedir ama doğum, refah, profesyonel statü ve özel semt gibi geleneksel üstünlük nişanları, doğaları gereği edinilmesi çok zor veya imkânsız şeylerdir.

çözümse, örneğin "cool takılıp" öyle olmayan çoğunluk üzerinde sonsuz üstünlük sağlamak gibi yeni üstünlük biçimleri yaratmaktır. "cool olmak" ayrıcalıklı olmanın herkese açık, masrafsız bir türüdür.

mesela benim ayrımım kültürel züppeliktir cahil-cühela tayfasına üstünlük sağlamak sadece kolay değil, aynı zamanda kesin sonuç garantilidir.

sonuçta insanların birbirlerini ezerek proust okumaya akın etmeleri ihtimali düşüktür (ayrıca çok fazla insanın önerilerimi dinleyip marcel'i popüler yapmaları da canımı fena sıkacaktır).

ancak "cool" kalmak kolay değildir çünkü "cool olmak" kitlesel benimseme yoluyla sürekli alaşağı edilmektedir.

dövmeler tehlikeli suçluların simgesiyken dövme yaptırmak "cool"du. ama bugün bir sürü ev hanımının bile poposunda dövme var.

psikolojinin bir diğer keşfiyse duyguların asimetrikliği, olumsuz duyguların olumlulardan daha güçlü ve uzun süre kalıcı olduklarıdır. schopenhauer bunu da yakalamıştı: "ıstırabın gücünün aksine iyilik ve mutluluk zayıftır."

olumlu duygular günlük gezilere çıkan kaprisli tiplerdir; olumsuz duygularsa işgale, ezmeye, yerleşmeye ve boyunduruk altına almaya kararlı emperyalistlerdir. emperyalizmin kilit numarasıysa pis işleri yerlilere yaptırtmaktır. öfkenin benliği nasıl kapladığını, kendisini mümkün her yolla besleyişini, zekâyı kendini haklı çıkartmalar yaratmaya ve belleği eski dertleri diriltmeye nasıl zorladığını düşünün. oysa olumlu duygular kısacık bir aydınlanma yaratarak uçup giden kelebekler gibidir.

bakanın gözünde de eşdeğer bir dengesizlik söz konusudur: iyilikleri çabucak unuturken pis numaraları ebediyen hatırlama eğilimindeyizdir. evliliğin sorunlarından biridir bu; tek bir hatayı düzeltmek muazzam miktarda iyi davranış gerektirir.

günaha girmek kolay, kefaret ise feci zordur. jonathan haidt belli bir miktarda para kazanmaktan alınan hazzın aynı miktarı kaybetmenin verdiği acıdan daha kuvvetsiz kaldığını açıklayarak bu ilkeyi finans ve kumar konularına da yaymıştır. ama shakespeare işi yüzlerce yıl önceden çakmıştı: "insanların kötülükleri yazar tunçta, yazarız erdemlerini suya."

9 Kas 2020

Acıdığım gelecekleri miydi? Bilinçsizlikleri mi?

 


Müziğin ya da düşün hafif bir soluğu, ne olursa olsun, yeter ki öyle ya da böyle bir şey hissetmemizi sağlasın, ne olursa olsun, yeter ki düşünmekten bizi alıkoysun.

20

Ömrüm boyunca, hayatımı ezen koşulların bazılarından kurtulmak istediğim, buna karşılık kendimi benzer başka koşullar tarafından kuşatılmış olarak bulduğum çok oldu, olayların belirsiz örgüsünde bana karşı kesin bir düşmanlık vardı, desem yeri var. Diyelim ki, beni boğmakta olan bir eli boynumdan söküyorum. O eli söküp atan kendi elimin, beni kurtarırken boynuma bir ip geçirdiğini fark ediyorum. İpi boynumdan dikkatle çıkarıyorum, ama bu kez de kendi ellerimle boğazımı sıkmama ramak kalıyor.

21

24 Mart 1929

İster var olsunlar ister var olmasınlar, biz tanrıların kölesiyiz.

22

Aynalarda gördüğüm suretim, hep ruhumun kollarına sığınırdı. Düşüncelerimde bile olduğum gibi var olabilirdim ancak: zayıf ve beli bükük biri. Her şeyim çoktan ölmüş bir çocuğun eski fotoğraf albümüne yapıştırılmış, renkli bir prens tipografisini anımsatıyor.

Beni sevmek, bana acımak demek. Gelecek zamanın sonlarına doğru bir gün biri çıkıp hakkımda bir şiir yazacak, ben de belki ve ancak o zaman, Kendi Krallığım’da hüküm sürmeye başlayacağım.

Tanrı; biz varız ve her şey bundan ibaret değil, demek.

23

Saçma aksiyomlar

Sahtesinden de olsa sfenkslere dönüşsek, hem de kim olduğumuzu bilemez hale gelecek kadar. Çünkü aslında sahte birer sfenksten başka bir şey değiliz ve gerçekte ne olduğumuzu bilemiyoruz. Hayata ayak uydurmamızın tek yolu, kendi kendimizle uyumsuz olmak.

Tanrısallık, saçmalık demektir.

Samimiyetle, sabırla akıl yürüterek teoriler kursak ve bunu yalnızca, hemen çürütmek üzere yapsak –edimlerimizi, onları mahkûm eden kuramlarla doğrulasak–, hayatta kendimize bir yol çizsek, sonra da o yolun tam tersine gitsek. Yapılmadık şey bırakmasak, olmadığımız, olduğumuzu iddia etmediğimiz, başkalarının olduğumuzu hayal etmesini de istemediğimiz bir şeyin bütün hallerini kuşansak. Okumamak için kitaplar alsak; konserlere gitsek, ama ne müzik dinlesek, ne de kimlerin geldiğine baksak; yürümekten yorulduk deyip uzun gezintilere çıksak ve gidip kırlarda kalsak, sadece ve sadece kırlar bizi uyuşturduğu için.

24

Bugün, kimi zaman kabına sığmayan o çok bildik iç sıkıntısının beni nasıl boğduğunu bedenimle bile algılarken – asmakatı sayesinde varlığımı sürdürebildiğim o lokantada ya da basit aşevinde pek bir şey yiyemedim, her zamankinden de az içtim. Tam çıkarken, garson şişenin yarısının hâlâ dolu olduğunu fark etti ve dönüp dedi ki: “Görüşmek üzere Bay Soares; geçmiş olsun.”

Bu basit cümle kulağımda bir boru sesi gibi çınladı: Ruhum, rüzgâr değer değmez gökyüzündeki bulutların hemen dağılması gibi, anında aydınlanıverdi. O zamana kadar açık seçik göremediğim bir şeyin farkına vardım: Kahvelerdeki ya da lokantalardaki garsonlarda, berberlerde ya da sokak başlarında dikilen, ayak işleri yapan çocuklarda içten gelen, doğal bir sevecenlik var, deyim yerindeyse daha büyük bir samimiyetle yaklaştığım insanlarda buna rastladığımı söyleyemem doğrusu.

Kardeşliğin böyle incelikleri var işte.

Kimileri dünyayı yönetir, kimileri de yönetilen o dünyanın ta kendisidir. Servetini İsviçre’de ya da İngiltere’de saklayan bir Amerikalı milyonerle bir kasabanın sosyalist lideri arasında nitelik bakımından hiçbir fark yoktur; fark nicelikten kaynaklanır yalnızca. Uzakta, aşağıda biz varızdır, yani kılıksız insanlar, biz, bohem oyun yazarı William Shakespeare, biz, öğretmen John Milton, serseri Dante Alighieri, dün alışverişlerimi yapan çocuk, komik fıkralar anlatan berber, yalnızca önümdeki şarap şişesinin yarısını içmedim diye geçmiş olsun dileyerek kardeşçe bir jest yapan garson.

25

İflah olmaz, renkli bir gravür bu. Gözlerimi dikmiş bakıyorum, görüp görmediğimi pek bilemeden. Camın ardında başka taşbasmaları var, bir de bu. Girişte, merdivenin altındaki boşluğa yerleştirilmiş camekânın ortasında azametle duruyor.

Genç kız, baharı göğsünün üzerine bastırmış, hüzünlü gözleriyle gözlerimin içine bakıyor. Kâğıdın bütün parlaklığı gülümsemesine yansımış, yanakları da en güzel kırmızıya boyanmış. Arkasındaki gökyüzü pamuk mavisi. Küçük sayılabilecek ağzı iyi çizilmiş. Kartpostallık tasvirinin üzerinden, gözlerini gözlerime derin bir acıyla dikmiş, öylece duruyor. Çiçekleri tutan kolu bana birinin kolunu anımsatıyor. Entarisinin ya da bluzunun yakası epey açık, işlemeli. Gözlerinde sahici bir hüzün var: Gravür gerçeğinin derinliğinden, dürüstçe gözlerimin içine bakıyor. İlkbaharla birlikte gelmiş bu kız. İri, hüzünlü gözleri var, ama beni çarpan bu değil. Camekânın önünden ayrılırken ayaklarıma zor laf geçiriyorum. Yolun karşısına geçiyorum, cılız bir isyanla geri dönüyorum. Bahar kucağında hâlâ ve gözlerinde, benim hayatta sahip olamadığım her şeyin hüznü okunuyor. Gravür uzaktan daha renkli görünüyor. Saçları tepeden, koyuca pembe bir kurdeleyle sıkıca bağlanmış, bunu fark etmemiştim. Basit bir gravürde bile olsa, insanoğlunun gözlerinde korkunç bir şey var: görmezden gelinemeyecek bir bilinç, o bedende bir ruh olduğunu kanıtlayan gizli bir haykırış. Her yerimi kan terlere batıran uykudan güçbela uyanıp sisli karanlıkların ıslak kalıntılarını köpek gibi silkinerek üzerimden atıyorum. Ve uzaktan seyrettiğimiz bu metafizik taşbasmasının, bütün bir ömrün hüzünlü gözleri, alelade bir şeye veda edercesine inancımı yitirdiğimi görmezden gelerek, sanki Tanrı hakkında bir bildiğim varmış gibi sabit bakışlarla süzüyor beni. Altında bir takvim olan gravür, alttan ve üstten yassı, dışa doğru kıvrılan, gelişigüzel siyaha boyanmış iki silmeyle sınırlandırılmış. Bu kesin alt ile üst arasında, kaçınılmaz 1 Ocak’ı saklayan, modası geçmiş motiflerle süslenmiş 1929’un üzerinden, hüzünlü gözler muzipçe gülümsüyor bana.

Bu yüzü başka bir yerden tanıyorum ben, hem de tuhaf bir yerden: Bizim yazıhanede bir köşede, bunun tıpatıp aynısı, gözümün aşina olduğu bir takvim var. Ne var ki belki gravür sanatından, belki benim bakışlarımdan kaynaklanan bir esrarla, bizim bürodaki kardeş takvim hüzünlü gözlerden yoksun kalmış. O, solak Alves’in tepesinde silik varlığıyla uyuyan, parlak kâğıttan bir gravürden başka bir şey değil. Keşke gülüp geçebilsem bütün bunlara, ama içimde derin bir rahatsızlık esiyor. Yüreğimde, beni gafil avlamış bir hastalığın soğukluğunu hissediyorum. Bu saçmalığa baş kaldıramayacak kadar güçsüzüm. İstemeden hangi pencereye, Tanrı’nın hangi sırrına yaklaştım acaba? Bir merdiven altında duran bu camekân nereye bakıyor olabilir? Gravürde gözlerimin içine bakan gözler kimindir? Titremem geliyor. İşyerinde gözüm hep gerçek gravürün olduğu uzak köşeye kayıyor artık. Ona bakmadan edemez oldum.

26

Her heyecana bir kişilik, ruhun her haline bir ruh kazandırmak. Dönemeçte belirdiler; bir sürü genç kızdılar. Şarkı söylüyorlardı yürürken; sesleri de çok neşeliydi. Kim olduklarını bilmiyordum. Onları, özel bir şey hissetmeden, uzaktan uzun süre dinledim. Yüreğim burkuldu. Acıdığım gelecekleri miydi? Bilinçsizlikleri mi? Belki doğrudan onlar değildi – ama kim bilir? Belki de yalnız kendimdim acıdığım.

25 Aralık 1929

Çatılara vuran son yağmur damlaları hız kesip de, parke taşlarına gökyüzünün ağır maviliğini yansıtmaya başladığında, araba sesleri daha güçlü, daha neşeli yeni bir şarkı tutturdu, pencerelerin de üzerlerine yağan güneşe karşı açıldığı duyuldu. O sırada, dar sokağın en yakın köşesinde ilk piyangocunun aşina sesi çınladı ve karşı dükkânda kasalara çakılmakta olan çivilerin sesi berrak havada yankılandı.

Aslında resmî tatil olmasına rağmen kimsenin buna aldırış etmediği, iki arada bir derede bir gündü. Çalışma ve dinlence yan yanaydı, benim de yapacak hiçbir işim yoktu. Erken kalkmıştım, aylaklık ederek var olmaya hazırlanıyordum. Odamda bir aşağı, bir yukarı yürüyor, yüksek sesle birbirinden kopuk, kopuk olduğu kadar da olmayacak şeyler düşlüyordum – bir türlü başlayamadığım işler, tesadüfen gerçekleşmiş imkânsız tutkular, vaktiyle yapılsaydı uzun ve doyurucu olacak sohbetler. Ne huzurdan ne yücelikten nasiplenmiş bu dalgınlıkla, amaçsızca, umutsuzca gezindikçe adımlarım bu özgürlük sabahını yıpratıyor, alçak sesle, bağıra bağıra telaffuz ettiğim cümlelerim, yalnızlığımın yalın dehlizlerinde çoğalarak yankılanıyordu.

İnsan kişiliğim, dışarıdan su katılmamış bir komedi gibi görünüyordu; içerden bakıldığında insana özgü olan her şey gibi. Yarım kalan uykumda giydiğim alelade giysilerin üzerine, böyle erken kalktığım sabahlarda kullandığım eski yağmurluğu geçirmiştim.

Emektar terliklerimin sağı solu delinmişti; özellikle sol tekinin. Ve ellerimi ölümden sonraya ait o yağmurluğun ceplerine sokmuş, yararsız düşlerimi bölüp duran iri adımlarla küçücük odamdaki bulvarı arşınlıyordum, ki düşlerim, bütün ölümlülerinkine benzeyen bir hayalin nihai haliydi.

Odamın biricik penceresinin yarı aralık serinliğinde, son sağanaktan geriye kalmış ağır su damlalarının çatılardan hâlâ damladığını duyuyordum. Biten yağmurun getirdiği serinlikler, belli belirsiz de olsa hissediliyordu. Bununla birlikte gökyüzü gönül çelen bir mavilikteydi ve yorgun düşmüş ya da yere serilmiş sağanaktan artan bulutlar, São Jorge Kalesi’ne doğru çekilerek gökyüzünün bilinen yollarını olduğu gibi göz önüne seriyordu. Kendimi neşeli hissetme zamanıydı. Ne var ki içime bir ağırlık çökmüştü – bilinmeyen bir arzu, tarifsiz, ama yakışıksız bile olmayan bir heves. Belki de canlı olma duygusu kendini göstermekte gecikiyordu. Ve görmeden baktığım sokağa hâkim penceremden dışarı sarktığımda, kendimi birden, kurusun diye pencerelere asılan, sonra orada unutulup yavaş yavaş buruşan, sonunda da asıldığı yeri kirleten yaş bir toz bezi gibi hissettim.


Huzursuzluğun Kitabı 

5 Kas 2020

No Plan

 Plan yok

Dizgin üzerinde el yok

Mack'in açıkladığı gibi, ... karanlık olacak

             


canım Hozier'ın  albümü wasteland. İlhamını Charles Bukowski'nin bluebird şiirinden ve astrofizikçi Katie Mack'in bir konuşmasından almış ki kadın da çok şaşırmış ve sevinmiş bir şarkıda isminin bu şekilde geçmesine. gitar rifflerine ve ritmine aşık oldum.Kolay kolay bir şarkıya aşık olmam ama abi büyülü.. ne varsa irlandalılarda var..

Kendi sınırlarımız



 yaşamlarımız kendimizin oluşturduğu insan duvarları, bilgi dağları, inanç kuyuları ile çevrili küçük hapishanelerdir. kendi sınırlarımız var, kendimize varlıklarını inandırıp birçok eylemden hatta yaşamın ta kendisinden kaçındığımız. kendi duvarlarımız var, dünyanın en büyük kalesi gibi koruduğumuz tüm insancıl, akademik ve duygusal kuşatmalardan. kendi sırlarımız var, çevremizde ördüğümüz ışıklı yansımalarımızın arkasında saklayıp kendimizden bile gizlemekle meşgul olduğumuz!


en sevdiğimiz hobimiz sınırlarımızı kendimiz çizerken, başkalarının dayatması olduklarından emin olmak. en sevdiğimiz fobimiz sınırlarımızı sahiplendiğimiz kadarıyla kimsenin geçmemesinden kuşkusuz durabilmek. düşüncemiz tüm varlığımızın birilerinin -kutsal veya insancıl- kontrolü altında bulunan belirli bir çerçeve olduğuna yönelik. korkumuz tüm varlığımızın -ister sosyal ister kişisel- kendimize ait bir özgürlük yumağı halinde bizi oluşturacak, büyütecek ve yaşatacak kozamız olduğu ve hep saldırıya açık olduğu yönünde. sevdiklerimiz ve nefret ettiklerimizin dengesinde kuruyoruz kendimize en derin kuyuları, en karanlık dehlizlerine çekiliyoruz başarının ve başarısızlığın; tüm negatifleri yansıtmayla, tüm pozitifleri benimsemeyle geçiştirip yolumuzu daracık açılarla çiziyoruz.


psikolojik bir hapishaneye yatıyor gençliğimiz, mutluluk ve mutsuzluk cehenneminde. sosyolojik dehlizlerde çürüyor hayallerimiz, şekillendirilmiş sosyal düşüncelerimizin parmaklıklarına sarılıp yalnızca hayal kurabiliyoruz. ideolojik kafeslerde taşıyoruz tüm insanlığımızı, sergilemek adına ortaklaşa yapabildiğimiz son hayvanlığımızı; kendimize tutkuyla savaşabileceğimiz yalanlar inşa ediyoruz, dünyanın en benzersiz takıntıları halinde. kronolojik yalnızlığımızda çeşitli etki-tepki genellemeleri sağlayıp, en doğal klişelerde insanları kendimize yakın ve uzak olarak tanımlıyor-kendimizi böyle rahatlatıyoruz.


tüm bu sınırlardan ibaret yaşam, sınırlarımızdan. sahip olduğumuz, hediye olarak aldığımız, miras alınan ve miras bırakılacak büyük saçmalıklar dahilinde yaşamlarımızı basit tekrarlamalar ve karmaşık bağlantılar örgüleri halinde iğrenç bir hale getiriyoruz. her seferinde..


Ekşi'den alıntıdır.

1 Kas 2020

Portishead - Roads

   bir masal anlatıyor portishead. diyor ki:

“siz hepiniz, ben tek.”


             

dünyada herşey birlikte var olur.siyah beyaz hayatlara; hayatının en tatlı renginden karıştırmalısın ve senin fırçana da onun acıları bulaşmalı.yoksa sen de var olamazsın...
kulağımda her çalışında yolları kaybettirir ardından derine giden yollar buldurur.



( portishead'in massive attack ile bristol'da verdiği bir konserde beth gibbons'ın söylerken sesinin çok fazla çatallandığı, detone olduğu ve canlı olarak söylerken sıkıntı çektiği şarkıdır.
ama portishead'in ve beth gibbons'ın güzelliği de budur ki bu olaylar şarkıyı daha da güzel daha da hisli hale getirir. )

Devlet nedir?

 

İLK ÖNCE ateşli yandaşları tarafından betimlendiği haliyle Devlet düşüncesini inceleyelim. O yalnızca her bir bireyin değil aynı zamanda görece olarak küçük her topluluğun – birliklerin, komünlerin ve eyaletlerin – doğal özgürlüğünün ve çıkarlarının herkesin çıkarlarına ve özgürlüğüne, büyük bütünün özgürlüğüne feda edilmesidir. Ama bu herkes, bu büyük bütün gerçekte nedir? Tüm bu bireylerin ve bunların oluşturduğu daha sınırlı insan toplukluklarının tamamının bir toplamıdır. Ama onları temsil ettiği varsayılan bu bütün, tüm bireyler ve yerel çıkarlar onu yaratmaları ve kendilerini onun içinde koordine etmeleri için feda edildiğinde neyi temsil eder? O bireylerin tam özgürlüğünün ve refahının onun içinde gelişmesiyle beraber, her kişinin içinde özgürce nefes alabildiği, daha üretken, daha güçlü ve özgür bir hal aldığı yaşayan bir bütün değildir, her bireyin yaşamının onun içinde her bir diğerinin yaşamı aracılığıyla güçlendiği ve genişlediği doğal insan toplumu da değildir, her bireyin ve yerel birliğin kurban edilme ritüelidir, yaşayan yıkan bir soyutlamadır. Sözde herkesin iyiliğinin bu “herkese” dahil olan her bireyin yaşamının ve haklarının sınırlandırılması, ya da daha doğrusu bütünüyle olumsuzlanmasıdır. O Devlettir, doğal toplumun her zaman üzerinde kurban edildiği politik dinin sunağıdır: İnsanları kurban ederek geçinen ve onları yutuveren bir evrenselliktir, tıpkı Kilise gibi…

Devlet… politik azamet uğruna üzerinde insanların gerçek özgürlüğünün ve refahının kurban edildiği sunaktır; ve bu kurban ediş ne kadar eksiksizse Devlet de o kadar mükemmel olacaktır…

Söylediğim gibi, Devlet halkın hayatını tüketen bir soyutlamadır. Ama bir soyutlamanın gerçek bir dünyanın içinde doğması, gelişmesi ve varlığını sürdürmesi için onun varlığıyla alakadar gerçek bir kolektif yapının olması gerekir. Bu kolektif, büyük halk kitleleri olamaz, çünkü onlar tam da onun kurbanlarıdırlar: Bu ayrıcalıklı bir yapı olmalıdır, Devlet’in kutsal yapısı yöneten ve mülk sahibi sınıf, ki Kilise için ruhban sınıfı neyse Devlet için de dinin kutsal sınıfı bu sınıftır.

Ve gerçekten, tüm tarih boyunca gördüğümüz nedir? Devlet her zaman bir takım ayrıcalıklı sınıfların mirası olagelmiştir: Papazların, asilzadelerin, burjuvaların, son olarak da tüm diğer sınıflar tüketildikten sonra, Devlet bir makine vaziyetine düştüğünde ya da yükseldiğinde -hangisini dilerseniz- bürokratlar sınıfının.

1869

“Ne olur, hep anlatın”

 Selim’i, ölümünden bir yıl kadar önce tanımıştı. Günseli’nin çalıştığı daireden bir memur arkadaşı, bir pazar gezintisine çağırmıştı genç kadını. Selim’i ilk defa bu eğlentide görmüştü. İlgilenmişti onunla. Selim, asık suratlı ve sıkıntılıydı. Önce kimseyle konuşmuyordu. Zorla getirilmiş gibiydi. Gerçekten de zorla getirilmişti. Memur arkadaşı, Selim’e takılıyor, onu mağarasından zorla çıkardığını söylüyordu. “İnsanların arasına karış biraz,” diyordu.

“Onun, bu insanlar ve bu çeşit gezintilerle ilgilenmediğini, oyunlara katılmakta güçlük çektiğini ve bu uyuşmazlığından ıstırap duyduğunu anlamak için bu sözleri işitmeye ihtiyaç yoktu. Sıkıntısını artık gizleyemiyordu. Kendi de bilmeden bir kurtarıcı arıyordu. Sıkılganlığının geçmesi için ona yardım etmek istedim. Onun gibi, suratımı asarak yanına yaklaştım, konuşmaya başladım. ‘Benim gibi bu eğlentiye yanlışlıkla gelmediğinize göre, beni anlayacağınızı sanmıyorum,’ dedi. Yere bakarak konuşuyordu. Yüzüme bakmaya cesareti yoktu. Birden, başını kaldırarak: ‘Yıllardır, bir genç kız yanıma yaklaştığı zaman, ona söyleyeceğim acı ve alaylı sözler hakkında o kadar hayal kurdum ki siz bütün bunların ağırlığına dayanamazsınız,’ dedi. ‘Ben de söylediklerimden hemen pişmanlık duyarım. En iyisi hiç konuşmamak. Bakın, burada canlı ve neşeli bir sürü genç adam var. Onlar sizi daha iyi eğlendirebilir.’ Ben, gene suratımı asarak, onunla konuşmak istediğimi söyledim. Teselli ye muhtaç üzüntülü genç adam rolünü beğenmiyormuş. ‘Ben sizi bu durumda görmüyorum,’ dedim. ‘Herkes kadar canlı olduğunuzu sanıyorum.’ ‘Kadınlar insanda....’ dedi. Durdu. ‘Bernard Shaw’u okudunuz mu?’ Bir süre otların arasında yürüdük konuşmadan. Durdu, ilk defa gözlerime bakarak: ‘Ben, böyle bir karşılaşma için çok daha iyi birşeyler yapabileceğimi sanıyordum,’ dedi. ‘Kendimi hayal kırıklığına uğrattım.’ Sonra, sorularına başladı: hangi gazeteyi izliyordum? hangi kitapları okuyordum? hangilerini beğeniyordum? ailem serbest yaşayışımı uygun buluyor muydu? bu gezintiye neden gelmiştim? ilgilendiğim bir erkek yok muydu gelenler arasında? ileri düşünceli olduğumu göstermek için mi çalışıyordum? Durmadan soru yağdırıyordu. Bu sorulardan incinmemeliydim: beni daha önce uyarmıştı. Sorularını birden kesti ve: ‘Sanıyorum yeter derecede gücendirdim sizi,’ dedi. ‘Artık eğlentinin sonuna kadar yüzüme bakmazsınız.’ Gitmek üzereydi: ‘Suratımı, genç kızların hoşuna gitmek için asmadığımı anlamışsınızdır artık.’ Yüzüne bakıyordum. ‘Daha ne bekliyorsunuz?’ dedi.

Gülerek: ‘Belki tam böyle olmanızı bekliyordum,’ dedim.

Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi yüzünü buruşturdu: ‘Anlaşıldı,’ dedi. ‘Kendinize eğlence arıyorsunuz. Buyrun o halde.’ Elimden tuttu ve koşarak top oynayanların yanına götürdü beni. Çocuk gibi eğlendi akşama kadar. Dönüşte yanıma oturdu. Kucağımdaki çiçeklere bakarak, onları hangi kitapların arasında kurutacağımı sordu. ‘Aman benim sevdiğim kitaplar olmasın.’ Gülüyor, fıkralar anlatıyor, şarkılara katılıyordu. Kolumu tuttu; güneşte yanan derisinin üstüne bir saman çöpüyle adını yazdı. Arkadaşlardan utanarak elini ittim. Mahzunlaştı. Kötü bir şey yapmadığını göstermek için gülümsedim. Yüzü değişti birdenbire.

“Türkçe tango sever misin?’ dedi. ‘Beni ne sanıyorsun?’ dedim. Suratını astı: ‘Sonum geldi,’ dedi. ‘Artık kadınlar da espri yapabiliyor.’ Yol boyunca Türkçe tangolar söyledi bana, sözlerini değiştirerek. O günden sonra bir ay hiç aramadı beni. Her gün heyecan içinde daireye telefon etmesini bekliyordum. Beni unuttuğunu düşünüyordum. Sonra, bir gün aradı. Ürkek

bir sesle konuşuyor, beni aramasının doğru olup olmadığını soruyordu. Kızarak, şimdiye kadar neden hiç aramadığını sordum. Şaşırmış olacak; bir an sustu: ‘Yani, aramamı mı bekliyordun?’ dedi. ‘Bunu hiç düşünmemiştim.’ Güldüm: ‘Çok düşüncesizsin,’ dedim. ‘Diyecektim ki... şey,

Günseli... hemen buluşabilir miyiz?’ Onu daha fazla üzmek istemedim.”

Turgut, Günseli’nin sustuğunu görünce telaşlandı. “Ne olur, hep anlatın,” diye yalvardı. “Ne olur hiç susmayın. Buradan sıkıldınızsa başka yere gidelim. Siz yolda da anlatın. Her şeyi anlatın. Ne durumda olduğumu bir bilseniz...”

Durdu, gülerek: “Selim ne derdi şimdi?” diye sordu. Günseli, iri gözlerini açtı, çocuksu bir gururla: “Ne durumda olduğunuzu bilseydim, hamiyetten gözümün yaşını tutamazdım, değil mi?” “Gördünüz mü, benden saklayacak hiçbir şeyiniz olmamalı.” “Doğru. Hem o kadar yalnızım ki.” Birlikte yemeğe çıktılar.

Turgut çocuk gibi seviniyordu içinden. Demek seni de sonunda yakaladık suçüstü. Bayağılık etme Turgut. Haklısın Selim. Kendimi kaybettim bir an için; aslıma döndüm. Peki peki. Sevinçten şaşkına döndüm. Yakalandın ama Selim, itiraf et. Seni yaramaz seni, ben görürüm anneni. Her şeyi anlattın mı ona Selim? Çocuk şiirlerini filan? Ben de Günseli’ye ait her şeyi öğrenmeliyim Selim. Buna hakkım olmalı. Ne istersen sor, budala. Yanında yürüyor işte. “Onu çok mu sık görüyordunuz?” Çok sık görüyormuş. Mahzunlaştı. Bunun için benden kaçıyordun Selim. Oysa, herkes anlatmak için birini arar. Sen ne biçim Selim’din? Ne olurdu her şeyi öğrenseydim? Ellerin terliyor muydu gene? Dalıp gittiğin oluyor muydu? Dinlemekle olmuyor. Yanında olmalıydım. Anlatmakla oluyor mu? Birlikte yaşamak gerekti. Birlikte yaşamak gerekti. Üçümüz kırlara doğru açılsaydık. Benden utandığın anda başımı çevirirdim. Yokmuşum gibi davranırdım. Daha önce aşk konusunda bana söylediklerini hiç hatırlatmazdım. Deli misin? Neden korktun?

Nasıl yanıldın? Evlenmekten korkuyordun herhalde. Öyle ya, otobüste gidiyorduk ayakta. Kadınlar sürünüp geçiyordu. Bir gün evlenirsem ne düşünürsün Turgut? diye sorduğun zaman anlamalıydım. Kadınları artık rahatça seyredemeyeceğinden korkuyordun. Onları, sana sürünüp geçerlerken bir daha hayal edemeyeceğinden korkuyordun.

Açıkça söyleseydin bana. Anlamadım işte. Seni bir masal kahramanı yapmıştık. Dokunulmazlığın vardı sanki. Sen de kimseye dokunamazdın sanki. Tabaklara dokunmaya korkuyor; ürkek bir yaratık. Hemen hiç yemek yemiyor. Biraz içki içince cesareti arttı, hikâyesine devam ediyor....


443-444-445-446 


Tutunamayanlar / Oğuz Atay