.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

3 Tem 2024

Yolculuk

 



Dağlar, ırmaklar, insanlar, ölümler, avcılar, köylüler...

Çok yordular beni , diyor Adam.

Sözcükler demek istiyorsun , diyor Kadın.

Sözcükler de , diyor Adam. Haklısın. İster istemez.

Ama söz konusu olan her zaman bu değil miydi, diyor Kadın.

Hayır, diyor Adam. Her zaman bu değildi.

Yolculuğa bunun için çıkmamış mıydın, diyor Kadın.

Hayır, diyor Adam, Bu da vardı. Belki vardı. Olabilirdi. 

Ama amaç bu değildi.

Peki ya neydi, diye  soruyor Kadın.

Yolculuğun kendisi, diyor Adam.

Demek öyle, diyor Kadın. Peki, şimdi bittiğine göre?

Biten ne , diyor Adam.

Yolculuk , diyor Kadın.

Gerçek yolculuk şimdi başlıyor, diyor Adam.

Bir kez daha mı çıkacaksın bu amansız yolculuğa , diyor Kadın.

İster istemez, diyor Adam.

Boşuna çabalama, diyor Kadın. Orda gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını yazamazsın.

Bende düşlediklerimi yazarım, diyor Adam.

Her zamanki gibi, diyor Kadın.

Her zamanki gibi, diyor Adam.

Öyleyse hiç durma yaz , diyor Kadın.

İşte kağıt, işte kalem.


Ferit Edgü / Yaralı Zaman

           

Düşün kalıba girmez kütlesi üzerinde yüzen ruhum ben.

 



"Büyüsünden sıyrılmamız gereken sözcüklerden  biri —en önemlilerinden biri— de 'insan' sözcüğü.

 Bir tılsım gibi kullanıp en yüce duyguların aracı haline getiririz onu;  tek tek insanı, ki­şiyi  (dostumuz  olsun  düşmanımız  olsun)  o  sözcüğün  yardımı, aracılığıyla ezmekten, yıkmaktan çekinmeyiz. Düşlediğimiz, ta­sarladığımız, kurduğumuz, dilediğimiz bir anlamı yükleyiverdiğimiz 'insan'  sözcüğü,  sırasında en  güçlü  aracımız,  saldırganlık kargımız olur.

İnsanı en yüksek yere yerleştirmekten, hayvanlardan, bitki­lerden, sulardan, dağlardan çok önemli olduğuna, her şeyin insan için yaratılıp insana kulluk etmesi gerektiğine inanırmış gibi ya­şamaktan  vazgeçelim.  Belki  o  zaman  insanın  değerini  öğrenir,hayvanla, bitkiyle, suyla, dağla, taşla birlikte bir anlamı olduğu­nu,  olabileceğini  anlar,  belki  o  zaman  insana  saygı  duymasını başarırız."

Ne  tuhaf!  Bunları,  bir zamanlar,  ben yazdım.  Ben  savun­dum. Oysa gece üzerimize çöktükten sonra, bu yolda sözler söy­lemenin  gereksizliğine herkesi  inandırmak  için  elimden  geleni ardıma komadım.

Uykunun değerini  benden iyi  bilen yok.  İlk gençliğimden bu yana —kısa birtakım dönemler (kendi yaşayışımı değil, baş­kalarının istediğini yaşadığım kısa birtakım dönemler) dışında— yeterince  uyuyamamanm,  uykusunu  alamamanın,  çalışırken gözlerim kapanmasın diye, ya da —gözlerim açık kalsa bile— düş  görmeğe  başladığımın  farkına  vararak,  uyumayayım  diye uğraşmanın  sıkıntısı  içindeyim.  Çalışırken  çevremde  ses  iste­mem;  buna  karşılık,  kitaplıkların,  müzelerin  sessizliğinde  baş veren  dayanılmaz  uykuyu,  ezici  yorgunluğu  üzerimden  atmak için dışarı fırlamak zorunda kalmışımdır çoğu kez. Gecelerimin uykusu hiçbir zaman sancı olamıyor. Uyumak istiyorum, uyku­dan ürküyorum. Oysa insanın sesle, sözle, imgeyle, düşünceyle, büyüyle uyutulması, artık kılımı kıpırdatmıyor, hayır, artık kılı­mı bile kıpırdatamıyor.


Paris.  Metro. Tanıma gelmez, bir kez koklandı mı unutul­

maz,  unutulamaz,  özlenir kokusu.  Birkaç  saniye  sonra tren  ka­

ranlıktan  çıkarken  biri  beni  itecek.  Karanlık  ağza  bakıyorum. 

Çevreme bakmamam gerek. Beni iteni görmemeliyim.

Tren geldi, bindim. Kimse itmedi beni.

Direniyorum. Olmuyor.


Bilge Karasu / Gece

7 Oca 2024

Düşünceler

 


Nihilist Değilim...

Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere..Öyleyse, insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir. Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir...

Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor… Nihilist değilim… Öyle olduğum söylenebilir, ama bunun bir anlamı yok… Benim için boş bir formül bu… Basitleştirirsek, hiçlik ya da daha ziyade boşluk saplantım olduğu söylenebilir… Buna evet… Ama nihilist olduğum söylenemez… Çünkü alışılmış anlamıyla nihilist, az ya da çok siyasi art düşüncelerle ya da kim bilir hangi nedenlerle, her şeyi yere deviren bir tiptir… Ama ben hiç de öyle değilim… Öyleyse benim metafizik anlamda nihilist olduğum söylenebilirdi… Ama bu bile hiçbir şeyi içermiyor… Kuşkucu terimini daha kolay kabulleniyorum her ne kadar sahte bir kuşkucu olsamda… Şöyle diyeyim : 

Hiçbir şeye inanmıyorum…Bir adım geri durduğumuzda, ormanı seyretmek için ağaçları bir kenara ittiğimizde, ağaçların değersizliğiyle karşı karşıya kalırız… Daha fazla geri geldiğimizde, ormanı tamamen önemsiz buluveririz… Aynısı bu ülke, yeryüzü, güneş sistemi ve galaksi içinde geçerlidir… Bu evren o denli geniştir ki, biz bir kum taneciğinden daha ufak kalırız… En büyük problemlerimiz bizle birlikte hiçliğe karışır… Biz basitçe, Tanrıların oyuncaklarıyız, yine de Tanrılar oyunlarına bizi layık görmüyorlar bile… 

“İnsan asla bir cevap bulamadı ve bulamayacaktır da…” “Yaşam sahip olduklarımızın tümüdür ama yine de o hiçtir…”Gereksiz yere acı çekmeyelim… Kesin başarısızlıklar bazen yararlıdır… Onu karşılayın, sonra, hatta onu kutlayın… Yalnızlığımız güçlenecek ve pekişecektir…

 Kaçış tünellerimizden birkaçını kapatın sonunda kendi başınıza kalırsınız, şu an bir yaşama sahip olma beyhudeliği olan sınırlarımızı ve görevlerimizi sorgulamak için daha iyi bir yerdeyiz…Tanrı’nın ölümü, hepimizi kandıran bir parıltıdır… Bizi terkedilmişlik içinde yüzdürür, Thales kadar eskiye ait sorular sormaya zorlar ve anlaşılamayan bir cehennem çukuru önünde başı dönen biri haline getirir… Bu sürgünlük teolojisine duyarsız kalırsak, hemen günlük rutinlerin sıkıntılarıyla yüz yüze geliriz…

Kimim ben?... Gerçekten ben’im hangisi?... 

Uzun zamandır oldum olası bu dünyanın bana lazım olmadığının bilincindeyim, ne yapacağımı bilemiyorum… Boş bir manevi gurura kapılmanın ve artık varoluşumun bana bozulmuş ve çürümüş bir ilahi gibi görünmesinin nedeni sadece ve sadece budur!...

Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız… Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için elimizden geleni yaparız… Bu durum mukadderatı değil düşmüşlük eğilimini andırır… Ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizdir; yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz; tiksintiye aç ve baya hayran bir halde, toplu çirkefin içine gırtlağımıza kadar gömülürüz… Kutsal suyla dolu Ummanları düşlediğimizde, artık oraya dalmak için çok geç kalmışızdır… İliğimize, kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız, o ummana dalıp boğulmamızı engeller… Dünya yalnızlığımızı bozmuştur… Ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir hale gelir…Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere… Öyleyse insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir… Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir… Onun iyi ve kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir tutuculukla maruz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka, iklime ve ölüme maruz kaldığımız gibi… Hayat yasalarının başında çürüme gelir : Kendi kalıntılarımıza, cansız nesnelerin kendi kalıntılarına olduklarından daha yakınızdır… Onlardan önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen yıldızların bakışları altında kaderimize doğru koşarız… Ama bizzat yıldızlar da, sadece yüreğimizin ciddiye aldığı, sonra da istihza noksanlığının kefaretini büyük acılarla ödediği bir evrenin içinde ufalanırlar…Her şey mümkündür yine de hiçbir şey mümkün değildir… Her şey mubahtır ama aynı zaman da hiçbir şey mubah değildir… Hangi taraftan gidersek gidelim o yol diğerlerinden daha iyi değildir… Bir şeyi başarsan da, başarmasan da, inancın olsa da, olmasa da, ağlasan da, sessiz kalsan da hepsi aynı kapıya çıkar… Her şey için bir açıklama var, yine de hiçbir şeyin bir açıklaması yok… Her şey hem gerçek, hem gerçek dışı, hem normal, hem de saçma, hem görkemli, hem sönük… Herhangi bir şeyden daha değerli başka bir şey yok, herhangi bir fikirden daha iyi başka bir fikir yok… Birinin üzüntüsüyle üzülmek, neşesiyle sevinmekte ne?... Mutsuzluğunu sev ve mutluluğundan iğren… Her şeyi birbirine karıştır… Tüm kazanımlar birer kayıp, tüm kayıplar birer kazanımdır… Neden sürekli kararlı bir tutum, anlaşılır fikirler ve anlamlı sözcükler beklenir ki?...Ben yerin yerin yüzeyinde sürünen milyonlarca insandan biriyim… Biri, başkası yok… Bu sıradanlık herhangi bir sonucu, herhangi bir davranışı ya da hareketi haklı çıkarır… Sefahat, iffet, intihar, iş, suç, tembellik ya da isyan… Bu yüzden her insan yaptığında haklı demektir… Arzu ettiğim her şeyi yapabilirim ve bu bir fark yaratmaz… Herhangi bir düşünce, akla esen herhangi bir heves uygulanabilir ya da uygulanamaz… Düşüncenin gerçekleşip, gerçekleşmemesi bile önemli değildir… Günün sonunda hiçbir şey olmamış gibi olacak… Cinayet işlesem de, hayatlar kurtarsam da hiç önemli değil, çünkü bütün hayatlar benim ki kadar önemsiz… Bu sayfada ki düşüncelerim sadece çiziktirmeler ve onların arkasında ki düşünceler, bomboş… Benim kadar önemsiz olan bir şeye nasıl anlam yükleyebilirim ki?...Kendime sayısız ilah uydurdum, her tarafta bir sürü sunak diktim ve bir Tanrı kalabalığı önünde diz çöktüm… Şimdi tapmaktan bezdim, payıma düşen sayıklama dozunu har vurup, harman savurdum… Nereden geldiğimi artık söyleyemem… Tapınaklarda inançsızım, sitelerde coşkusuzum, hem cinslerimin yanında meraksızım, yeryüzünde kesinliğim yok… Bana belirgin bir arzu verin ve dünyayı alt üst edeyim… Her sabah bana bir diriliş komedisini ve her akşam mezara giriş komedisini oynatan, ikisi arasında da can sıkıntısı kefeninin azabından başka hiçbir şey yaratmayan o fiiliyat utancından kurtarın beni… İstemeyi düşlüyorum ve her istediğim bana paha biçilmez geliyor… Melankoli tarafından kemirilen bir Vandal gibi, bensiz ben, hedefsiz yol alıyorum bilmem hangi köşeye doğru… Terk edilmiş bir Tanrı, kendisi de tanrıtanımaz olan bir tanrı keşfetmek ve onun son şüphelerinin ve son mucizelerinin gölgesinde uykuya dalmak için…Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı dogmatik uykusundan uyandırmayacaktır…Hiçbir şey değilim, bu açık ama yıllarca bir şey olmak istedim… Bu arzuyu bastıramadım… Bu arzu var olduğu için var… O bunaltıyor beni ve egemenliği altına alıyor… Onu reddetmeme karşın onu geçmişe havale etmekte boşuna… O direniyor ve hırpalıyor… O hiçbir zaman doyurulmadan öylece dokunulmamış kaldı, buyruklarıma uymak istemiyor… Arzum ile ben arasında donup kalmış bir durumda, ne yapabilirim?...Şüpheyi yerkürenin derinliklerine kadar ekmek isterdim; onun maddeye nüfuz etmesini sağlamak, zihnin hiç girmediği yerde onun hükümranlığını kurmak ve varlıkların iliğine ulaşmadan önce de taşların huzurunu sarsmak, oraya güvensizliği ve yürek kusurlarını sokmak… 

Mimar olsam, Yıkım’a bir tapınak inşa ederdim… 

Vaiz olsam, duanın gülünçlüğünü açığa vururdum…

 Kral olsam, başkaldırının amblemini dikerdim… 

İnsanlar gizliden gizliye birbirlerinden tiksinmeye heves ettiklerine göre, her tarafta kendine sadakatsizliği tahrik ederdim, masumiyeti hayrete düşürürdüm, kendine ihanet edenleri çoğaltırdım, kesinliklerin çürüme yerinde çoğunluğun kokuşup gitmesine engel olurdum…

1 Oca 2024

"Bu benim hayatım, peri masalı değil, sizi gidi ahmaklar..."


 Vahşi kadın bütün kadınların sağlığıdır. Onsuz, kadınların psıkolojisi anlamsızlaşır. Bu yabanıl kadın, prototip kadındır...hangi kültür, hangi çağ, hangi politika olursa olsun, o değişmez. Döngüleri değişir, simgesel temsilcileri değişir, ama özünde o hiç değişmez. Neyse odur ve bir bütündür.

O , kadınlar aracılığıyla kendine bir çıkış yolu bulur. Baskı altına alınıp ezilirse, yukarıya doğru çıkmak için didinir. Kadınlar özgürse, o da özgürdür. Ne mutlu ki, kaç kere bastırılırsa bastırılsın, tekrar yukarı fırlar. Kaç kere yasaklanmış, ezilmiş, önü kesilmiş ,sulandırılmış, eziyete uğramış; güvenilmez, tehlikeli, çılgın gibi sayısız aşağılamalarla yaftalanmış olursa olsun, kadınların içinde yukarıya doğru öyle bir çıkar ki, en sakin, en çekingen kadın bile ona gizli bir yer ayırır. En bastırılmış kadın bile ona yüreğinde gizli bir yer ayırır; gür ve vahşi gizli düşünceleri ve gizli duyguları vardır ki, doğal olan da budur. En tutsak kadın bile vahşi benliğinin yerini savunur, çünkü sezgisel olarak bilir ki, bir gün bir mazgal deliği ,bir çıkış, bir fırsat bulduğunda tabana kuvvet kacmak için ondan kuvvet alacaktır.

....

Durmaktan korkmak;harekete geçmekten korkmak;durmadan üçe kadar sayıp başlayamamak,üstünlük kompleksi,müphemlik hissetmek,ama yine de başka açılardan tamamen yetenekli,tamamen işlevsel olmak.Bu saydıklarımız bir çağın ya da yüzyılın hastalığı değildir ve kadınların her tutsak alınışında,vahşi doğanın her tuzağa düşürülüşünde,her zaman ve her yerde bir salgın şeklinde kendini gösterir.

Güçlü olmak,kas geliştirip şişirmek anlamına gelmez.İnsanın kaçmadan kendi tanrısallığıyla buluşması,kendi kafasına göre vahşi doğayla iç içe bir hayat yaşaması anlamına gelir.Dayanmak ve yaşamak anlamına gelir.

Kurtların içgüdüsel hayatları sadakati,ömür boyu süren güven ve adanma bağlarını içerirken, insanlar kimi zaman ilişkinin bu boyutlarında sorunlar yaşar.Kurtlar arasındaki güçlü bağları belirleyen şeyin ne olduğunu tarif etmek için arketipsel terimler kullanacak olsaydık,ilikilerindeki bütünselliğin,tüm doğanın kadim örüntüleriyle uyum içinde olmalarından kaynaklandığını söyleyebilirdik;Ben buna Hayat/ Ölüm / Hayat döngüsü diyorum.

Hayat / Ölüm / Hayat doğası bir canlanma, gelişim,çöküş ve ölüm döngüsüdür,bunu da her zaman yeniden canlanış izler.Bu döngü, bütün fiziksel hayatı ve psikolojik hayatın bütün yönlerini etkiler.

En katılaşmış, yaşayan en zalim ve acımasız kişilere bile uyurken ve kalktığı sırada bakışlarınızı yöneltirseniz , onlarda bir an için bozulmamış çocuk tinini, saf masumiyeti görürsünüz. Uykuda yeniden bir şirinlik haline gireriz. Uykuda yeniden yaratılırız. İçerden dışarıya doğru, masumlar kadar taze ve yeni olarak yeniden bütünleniriz.

Hepimiz başka birinin bizim şifacımız, gerilim kaynağımız,dolgu maddemiz olabileceğini  düşünme yanılgısına düşeriz.Bunun böyle olmadığını görmek epey zaman alır; bunun nedeni ise,çoğunlukla yaraya içerden bakmak yerine onu kendi dışımıza yansıtmaktır.

Pis kokan yaranın farkına varılmasına yanıt olarak merhametin gözyaşı dökülür. Pis kokan yaranın her kişi için farklı şekil ve kaynakları vardır.Kimileri için bu dağın zirvesine doğru tırmanarak bir ömür geçirmek demektir; sonunda gecte olsa yanlış dağa çıkmak için çabaladığımızı anlarız. Kimileri için de çocuklukta yaşanan çözülmemiş ve derman bulmamış istismarları ifade eder.

Çoğu erişkin için, eğer bir zamanlar anneyle sorunlar yaşanmışsa, bugün bu sorunlar yoksa bile, psişede, erken çocukluktaki anneyle yaşananlarla aynı görünen, aynı onun gibi davranan ve aynı tepkiler veren bir anne kopyası vardır. Bir kadının içinde yetiştiği kültür, annelerin rolleri konusunda daha bilinçli düşünce biçimlerine doğru bir evrim geçirmiş olabilir, ama içsel anne, bir annenin neye benzemesi ve nasıl davranması gerektiği konusunda o kişinin çocukken yaşadığı kültürle aynı değer ve fikirlere sahip olacaktır.

Derinlik psikolojisinde bütün bu labirente anne karmaşası denir. Bir kadının psişesinin temel boyutlarından biri olan anne karmaşasını tanımak, bazı yönlerini güçlendirmek, bazılarını düzeltirken bazılarını da sökmek ve gerektiğinde bir kez daha baştan başlamak gerekir.

Bir kadının psişesinde ve/veya kültürünün içinde çökmekte-olan anne yapısı bulunduğunda, o kadın kendi değeri konusunda sallantıdadır. Dışarının talepleri ile ruhun taleplerini yerine getirme arasında yapacağı seçimlerin, bir ölüm kalım meselesi olduğunu hissedebilir. Kendisini, hiçbir yere ait olmayan eziyet çekmiş bir yabancı gibi hissedebilir -dışlananlar için bu normaldir, ama normal olmayan şey oturup buna ağlamak ve hiçbir şey yapmamaktır. İnsanın ayağa kalkıp nereye ait olduğunu aramaya çıkması gerekir. Dışlananlar için bir sonraki adım her zaman budur; içselleştirilmiş, çöken bir anneye sahip olan bir kadın içinse atılacak en esaslı adımdır. Bir kadının çöken bir annesi varsa, aynı duruma düşmemek için direnmelidir.

 Bazıları ruhun bedeni bilgilendirdiğini söyler. Peki ya bir an için bedenin ruhu bilgilendirdiğini, ruhun dünyevi hayata uyum sağlamasına yardım ettiğini, cümleleri çözümlediğini, tercüme ettiğini, boş bir sayfa, mürekkep ve kalem verdiğini, onlarla ruhun hayatlarımızın üstüne yazılar yazdığını hayal etseydik? Sözgelimi, kılık değiştirenlerle ilgili masallarda olduğu gibi, beden ya kendi başına bir Tanrı, bir öğretmen, bir usta, ehliyetli bir rehberse? Peki o zaman ne olacak? Verecek ve öğretecek çok şeyi olan bu öğretmeni cezalandırarak bir ömür geçirmek akıllıca mıdır? Başkalarının bedenlerimizi çekiştirmesine, yargılamasına, eksikler bulmasına izin vererek bir ömür geçirmek ister miyiz? Doğru diye dayatılanları reddedip derinleri dinleyecek, güçlü ve kutsal bir varlık olarak göreceğimiz bedene gerçekten kulak verecek kadar güçlü müyüz?

Kültürümüzün, bedeni sadece heykel gibi gören anlayışı yanlıştır. Beden, mermer değildir. Onun yapılma amacı bu değildir. Onun amacı, içindeki tini ve ruhu korumak, taşımak, desteklemek ve ateşlemektir, bellek için bir depo olmaktır, bizi -en üstün psişik besin olan- duygularla doldurmaktır. Bizi kaldırıp yükseltmektir; bizi var olduğumuzu, burada olduğumuzu kanıtlayacak duygularla doldurmaktır; bize zemin, ağırlık vermektir. Onu, tine yükselmek amacıyla süzülerek terk ettiğimiz bir yer olarak düşünmek yanlıştır. Beden, bu deneyimlerin fırlatıcısıdır. Beden olmazsa eşikleri geçme duygusu olmazdı, yükselme duygusu olmazdı, yükseklik, ağırlık duygusu olmazdı. Bunların tümü bedenden kaynaklanan duygulardır. Beden, bir roket fırlatıcısıdır. Onun ön kapsülünde ruh pencereden dışarıya, gizemli ve yıldızlı geceye bakar ve gözleri kamaşır.

Vahşi Kadın kendi bedeninin tanrısallığını bu ışık altında soruşturabilir ve onu hayat boyu taşımaya mahkum edildiğimiz bir halter olarak, şımartılmış olsun ya da olmasın, hayat boyu bizi taşıyan bir yük hayvanı olarak değil, sayesinde her türlü şeyi öğrenip bilebileceğimiz bir dizi kapı, bir dizi düş ve şiir olarak anlayabilir. Vahşi psişede beden, kendi başına bir varlık olarak anlaşılır, bizi seven, bize bağımlı olan bir varlık; kimi zaman bizim anne olduğumuz, kimi zaman da onun bize anne olduğu bir varlık.

Bazı kadınlar, çevrelerindekilerin geriye dönme ihtiyaçlarını anlamayacaklarından korkarlar. Hepsi anlamayabilir de. Ama kadın bunu önce kendisi anlamalıdır: Bir kadın, kendi döngülerine uygun olarak eve gittiğinde, çevresindekilere de kendi bireyleşme çalışmaları, baş etmeleri gereken kendi hayati sorunları kalır. Onun eve geri dönüşü, diğerlerinin de büyüyüp gelişmesine izin verir. 

Kurtlar arasında gitmek ve kalmak ile ilgili böyle bölünmüş duygular yoktur, çünkü onlar döngüsel bir şekilde çalışır,yavrular ve avare avare gezerler. Bir kısmı mola verirken, bir kısmı da çalışmayı ve bakımı paylaşan bir grubun parçasıdırlar. Bu, yaşamanın güzel bir yoludur. Bu, vahşi dişinin eksiksiz bütünselliğine sahip olan bir yaşama yoludur.

Eve gitmenin farklı kadınlar için farklı anlamları olduğunu açıklığa kavuşturalım. Rumen ressam arkadaşım arka bahçeye tahta bir sandalye atıp oturan büyükannesinin gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde güneşe doğru baktığında eve gidiş halinde olduğunu biliyordu. "Gözlerime ilaç bu, aşk olsun!" derdi. İnsanlar onu rahatsız etmemeleri gerektiğini biliyordu, bilmiyorlarsa da hemen öğrenirlerdi. Önemli olan, eve gitmenin ille de paraya mal olmadığını anlamaktır. Zamana mal olur. 

"Ben gidiyorum," demek için güçlü bir iradeye ve kararlılığa sahip ol­mak gerekir. Geri dönüp, sevgili arkadaşım Jean'm önerdiği gibi, "Şu anda yokum, ama geri geleceğim," der, ama eve doğru yürüyüşünüzü de devam ettirebilirsiniz.

Eve gitmenin birçok yolu vardır: Birçoğu dünyevidir, bazıları ise kutsal. Hastalanın bana, bu dünyevi çabaların onlar için bir eve dönüş olduğunu söylerler ... yine de sizi uyarırım, eve giden çıkışın tam yeri zamandan zamana değişir, bu nedenle konumu bu ay, bir önceki aydakinden farklı olabilir: Bunlara değinen şiirleri ve kitap pasajlarını yeniden okumak. Bir nehrin, bir derenin, bir koyun yanında birkaç dakika olsun zaman geçirmek. Yıldızlı bir gecede yere uzanmak. Etrafta çocuklar olmadan sevdiğinle birlikte olmak. Bir şey soyarak, örerek, kazıyarak revakta oturmak. Bir saat süreyle herhangi bir yöne doğru yürümek ya da araba sürmek, sonra geri dönmek. Gidilen yeri bilmeden herhangi bir otobüse binmek. Müzik dinlerken tempo tutmak. Gün doğumunu selamlamak. Şehir ışıklarının geceleyin gökyüzünü perdelemediği bir yere gitmek. İbadet etmek. Özel bir arkadaş. Ayaklarını sarkıtarak bir köprünün üstünde oturmak. Bir bebeği kucaklamak. Bir kafede pencere kenarına oturup yazı yazmak. Ağaçlardan oluşma bir halkanın ortasında oturmak. Güneşte saçları kurutmak. Yağmur suyu dolu bir fıçıya ellerini sokmak. Saksılara bitkiler dikmek ve bu arada ellerin çok kirlendiğine emin olmak. Güzelliği, letafeti, insanların dokunaklı zayıflıklarını gözlemek. 

Öyleyse, eve gitmek için karadan çetin bir yolculuk şart değildir; yine de bunu basitmiş gibi göstermek istemem, çünkü ister kolay, isterse zor olsun, eve geri dönmenin karşısına dikilen çok sayıda direnç vardır. Kadınların geri dönüşü geciktirmelerini anlamanın bir yolu daha vardır. Çok daha gizemli olan bu yol, bir kadının şifacı arketipiyle aşırı özdeşleşmesidir. Evet, bir arketip bizim için hem gizemli, hem de öğretici olan muazzam bir güçtür. Ona yakın olmakla, onu bir ölçüde taklit etmekle, onunla dengeli bir ilişkiye girmekle büyük güç kazanırız. 

Her arketip, ona verdiğimiz adı destekleyen kendi karakteristiklerini taşır: Büyükanne, kutsal çocuk, güneş kahraman vb. 

Büyük şifacı arketipi, bilgelik, iyilik, bakıcılık ve bir şifacının sahip olduğu diğer bütün özellikleri taşır. Bu yüzden, büyük şifacı arketipi gibi cömert, nazile ve yardımsever olmak iyidir. Ama yalnız belli bir yere kadar ... Bunun ötesinde, hayatımız üzerinde engelleyici bir etkisi görülür. Kadınların "her şeyi iyileştir, her şeyi tamir et" baskısı, bize 

kültürlerimizin yüklediği gerekliliklerden oluşan büyük bir tuzaktır. Esas olarak bu gereklilikler yalnızca orada öylece durarak eğlenmediğimizi, ama ödenebilir bir bedelimiz olduğunu -ve söylemek doğru olur, dünyanın kimi bölgelerinde de bir değerimiz olduğunu ve bu nedenle yaşamamıza izin verilmesi gerektiğini- kanıtlamaya dönük baskılardır. Bu baskılar psişeleriınize biz henüz çok küçükken, onları yargılayabilir veya karşı çıkabilir durumda değilken sokulur. Bizim için yasa haline gelir ... ta ki biz onlara meydan okuyana kadar ya da meydan okumadıkça .. . 

Ama acı çeken dünyanın çığlıklarına mütemadiyen tek bir kişi yanıt veremez. Aslında sadece düzenli olarak eve gitmemize izin verenlere yanıt vermemeyi seçebiliriz, aksi halde yürek ışıklarımız donuklaşarak neredeyse söner. Yüreğin yardımcı olmak istediği şey, kimi zaman ruhun kaynaklarından farklıdır. Eğer bir kadın ruh derisine değer veriyorsa, "ev"e ne kadar yakın olduğuna ve ne kadar sık evde bulunduğuna göre bu konularda karar verecektir. 

Arketipler kısa dönemler için içimizden yayılabilir (buna tanrısal deneyim diyoruz), ama hiçbir kadın bir arketipi sürekli olarak yayamaz. Sadece arketipin kendisinin her şeye gücü yeter, sadece o hep verir, sadece o sonsuza kadar enerjisini yitirmez. Bunları yaymaya çalışabiliriz, ama bunlar insanlar tarafından ulaşılamaz olan ve zaten ulaşılmak amacı taşımayan ideallerdir. Tuzak da zaten kadınların bu gerçekdışı düzeylere ulaşmaya çalışarak: kendilerini tüketmeye zorlamaktır. 

Tuzaktan kaçınmak için "Dur" ve "Müziği kes" demeyi öğrenmek ve elbette bunu gönülden istemek gereklidir. 

Bir kadın uzaklara gidip kendisiyle baş başa kalmalı ve işin başında nasıl olup da bir arketipin tuzağına düştüğüne bakmalıdır. "Sadece bu uzaklığa kadar, ötesi yok, sadece bu ölçüde, fazlası yok"u belirleyen temel vahşi içgüdü geri alınmalı ve geliştirilmelidir. Bir kadın, konumunu ancak böyle korur. Diğerlerinin tedirgin olmasına neden olsa bile,orada kalıp daha da kötüye gitmek ve sonunda da yırtık pırtıklar içinde emeklemektense, bir süreliğine eve dönmek evladır.

Öyleyse, yorgun düşen, geçici olarak dünyadan usanan, mola vermekten korkan, durmaktan korkan kadınlar, yol yakınken uyanın! Sonsuza kadar önünüze gelen herkese yardımcı olmanız için size bağırıp duran şu gürültülü gongu battaniyeyle örtün. Geri geldiğinizde eğer isterseniz, üstünü tekrar açmanız için orada olacaktır. Zamanı geldiğinde eve gitmezsek, odağımızı yitiririz. Deriyi tekrar bulmak, giymek, sıkıca düğmelemek, tekrar eve geri dönmek, geri döndüğümüzde daha etkili olmamıza yardım eder. Bir söz vardır: "Eve geri dönemezsin." Doğru değildir bu. Rahme emekleyerek tekrar giremeseniz de, ruh evine geri dönebilirsiniz. Bu sadece mümkün değil, gereklidir de..

Yalnızlık, bazılarının inandığı gibi bir enerjisizlik ya da eylemsizlik hali değildir, tersine, ruhun vahşi erzaklardan alarak bize ilettiği bir nimettir.

            

Öğrenmekten zevk almayanlar, yeni fikirlere ya da deneyimlerin çekimine kapılmayanlar şu an bulundukları konumu aşıp gelişemezler. Acının köklerini besleyen tek bir güç varsa, o da bu ânın ötesinde öğrenmeyi reddetmektir.

Derin bir yara iziniz varsa, o bir kapıdır; eski, çok eski bir öykünüz varsa, o da bir kapıdır. Gökyüzünü ve suyu tahammül edemeyecek kadar çok seviyorsanız, o bir kapıdır. Daha derin bir hayatı, makul bir hayatı özlüyorsanız, o da bir kapıdır..

"Unutmayın, mantık gerçekten dünya için makul bir şey olsaydı, bütün erkekler eyerde yan otururdu."

yalnızlığın tedavisi yakınlıktır, kendini cenderede hissetmenin tedavisi münzeviliktir.

Geldiğim Issız yerlerde eski bir söz vardır: "Cehalet hiçbir şey bilmemek ve iyinin cazibesine kapılmaktır. Masumiyetse her şeyi bilmek ve yine de iyinin cazibesine kapılmaktır."

Vahşi Kadın'ı yeniden çağırmak istiyorsanız, tutsak olmayı reddedin." İçgüdüleriniz dengeye ayarlanmış olsun beğendiğiniz yere atlayın, dilediğinizce havlayın, var olanı alın, etrafınızdaki her şeyi keşfedin, bırakın gözleriniz duygularınızı göstersin, her şeye bakan, görebileceklerinizi görsün. Kırmızı ayakkabılarla dans edin, fakat bunların, ellerinizle yaptığınız ayakkabılar olduğundan emin olun. Yaşam dolu bir kadın olacağınıza söz verebilirim.

                                                                                Kurtlarla koşan kadınlar /  Clarissa P. Estes


Kırmızı Ruh öpüyorum seni ;)