Ben her şeye açık, özgür bir çocuktum; sonra sonra, büyüklere bakmış, her birinin özel küçük duvarları arasında kapanarak yaşadığını görmüştüm; annem ara sıra bu duvarda bir gedik açıyor, sonra hemen kapatıyordu onu. Kendine önemli bir eda vererek: ”Kadıncağız bana sırlarını açtı,” diye fısıldıyordu. Ya da dışarıdan, o duvarlarda bir çatlaklığın farkına varılıyordu: ”Her şeyi gizli tutmaya pek meraklıdır; hiçbir şey söylememişti bana, ama anlaşıldığına göre …” İtiraflarladedikodularda beni iğrendiren bir kaçaklık, bir gizlilik vardı; kendi duvarlarımın gediksiz olmasını istedim. Özellikle anneme bir şey açmamaya, sezdirmemeye özen gösteriyordum, şaşkınlığa düşmesinden korkuyordum, bana kınar gibi bakacağı düşüncesi beni yıldırıyordur. Kısa zaman sonra annem bana artık bir şey sormaz oldu. İnansızlığım üzerine yaptığımız kısa, çekişmeli konuşma ikimizin de oldukça büyük bir çaba göstermemizi gerektirdi. Gözyaşları yüreğime dokundu. Ama, içimde olup bitenleri pek düşünmediğini, kendi başarısızlığına ağlamakta olduğunu çabuk kavradım. Dostluk yerine yılgıyı yeğ tutmakla beni büsbütün ürkekleştirdi. Herkesin, ruhum için dua etmesini isteyecek yerde bana biraz güven, biraz yakınlık göstermiş olsaydı, anlaşmamız gene de mümkün olabilirdi. Bunu yapmasını önleyen neydi, biliyorum şimdi. Çok öcü ardı alınacak, çok yarası vardı sarılacak.. Kendini kolay kolay başkasının yerine koyamaz, dünyaya başkasının gözüyle bakamazdı. Yaptığı işlerde, eylemlerinde, özveriyle davranıyordu ama heyecanları kendi çerçevesinden çıkmasına meydan vermiyordu. Hem kendi gönlünde olup biteni görmekten kaçındığına göre beni anlamaya çalışması düşünülebilir miydi? Birliğimizi bozmayacak bir davranış türetmeye gelince, yaşayışında kendisini böyle bir işe hazırlayacak bir şey olmamıştı; beklenmedik olaylar onu şaşkınlıktan yılgınlığa çeviriyordu; çünkü ancak hazır birtakım çerçeveler içerisinde düşünmeye, davranmaya, duymaya alıştırılmıştı.
Günün birinde bana: ”Analar babalar, çocuklarını anlıyorlar.” dedi, ”ama bu karşılıklı oluyor…” Bu yanlış anlaşılmalar üzerine konuştuk ama genel görünümleri üzerinde durduk ancak. Bir daha da bu konuya hiç dönmedik. Kapısını çalardım. Hafifçe sızlandığını, döşeme tahtaları üzerinde terliklerini sürüdüğünü, sonra, iç çekişini işitirdim; bu kez, konuşabileceğimi birtakım konular bulacağıma, bir anlaşma alanı yaratacağıma söz verirdim kendi kendime. Ama daha beş dakika geçmedeni gene yenilmiş olurdum: Ortaklaşa ilgilerimiz o kadar azdı ki. Kitaplarını karıştırırdım: Aynı kitapları okumuyorduk. Onu konuştururdum, dinlerdim söylediklerini, yorumlardım. Ama, annem olduğu için, başka bir ağız söylese daha az dokunacak tatsız cümleleri, bana büsbütün tatsız geliyordu. Yirmi yaşındayken, alışageldiğim beceriksizliğime bir içli dışlılık havası yaratmaya kalktığı zamanlardaki kadar kasılıyordum gene. (”Biliyorum, aklımı beğenmezsin sen. Ama bu canlılığını da, iste isteme, benden almışsın; hoşuma gidiyor.” derdi.) Canlılıktan yana kendisine çektiğimi yürekten söyler, katılırdım bu sözlerine; ama cümlesinin başlangıcı hızımı kesiyordu. Öylelikle, birbirimizi karşılıklı olarak kötürümleştiriyorduk.
İmge Kitabevi, 2009, 4. Baskı (Çv. Bilge Karasu)