Yazmak, geceye karşı, geceyle beraber... Onun dili, tereddütleri, yinelemeleriyle... Uykusunda yürüyen sözcükleri, kendi içinde dönüp duran belleğiyle... Devrildiği yerde, yürekte hala yanan bir mumun güçsüz alevinde... Çoktan ölmüş olsa da, parıldamayı sürdüren bir yıldızın ışığında, uzaklardan taşıyıp getirdiğin... Hiçbir bakışa sığmayan geceye bakmak, noktalarla çizgilere hapsetmek sonsuz boşluğu, dalbudak sarmak karanlıkta, binlerce cılız parmakla dokunmak nesnelerle gölgelerine... Vargücünle, kopkoyu açılmak yanıtlayamadığın bir çağrıya, sahipsiz bis sesle dolmak... Dalga dalga yayılmak, yankılanmak uğultulu karanlıkta, çözülüp dağılmak... Hızla ileri atılmak, bazen ışığın, bazen karanlığın buyruğunda, daha ötelere sürüklenmek imgeler boyunca... Hiçbir bakışla tamamlanmayan uçuruma bakmak. Oyup çıkarmak kendi suretini sarp boşluktan... Vazgeçmek, geri çekilmek, beklemek. Kanla dolan bir rahim gibi. Bir sözcüğün gelip seni bulmasını, sende konuşmasını... Bu gökle, bu toprakla, bu suskunlukla yetinmek. Daha gerçek ya da daha düşsel bir başka dünyada tamamlanacak bu yazgıyla... Çoktan küle dönmüş ya da henüz doğmamış bir başka dünyada anlamlanacak... Cümlelerden uzun sürmeyen umutla yetinmek... Şimdilik beklemek, başka türlü adlandıramadığın için hayat dediğin bir şeyi... Yol yol belirmesini izlemek yüzünün lekeli kağıtlarda, ıpıssız ve saydam, eriyip silinmesini, sana ait ne varsa, henüz yazılmamış sayfalara akmasını... Belirsiz bir ufukta çizilen yeni güne karışmasını... Kendi suretinde biçimlendirmek ëdünyaí dediğin bir yalnızlığı... Çırılçıplak, kan içinde, çamura bulanmış. Başlangıcındaki gibi. Sanki şimdi daha hazır, ama yeniden doğmaya mı, ölmeye mi, belli değil.
Bomboş, yarı düşsel bir dünya. Karla kaplı çatılar, donmuş ağaçlar, geceye doğru açılan yollar. Hepsinin ötesinde sedef rengi, yorgun, gerçekdışı bir ışık. Birdenbire yol veren karanlıkta bir ışık vadisi, parıltılı, kemik rengi bir yarık, sanki gökyüzünden değil de yeryüzünden gelen kederli bir aydınlık. Toprağın derinlerinde kendi kendine harlanan bir alevin yansıması gibi. Karların üzerinde dolanan ay ışığı kadar soğuk ve hayaletimsi, geriye çekilen zamanın ardında bıraktığı bir leke gibi donuk, durgun. Havada asılı kalmış, billurlaşmış bir kıvılcım, günışığından düşmüş bir damla. Derinlerden, kiminin ‘cehenennem’ dediği en içeriden, yitirilmiş ya da yıtırilecek her şeyden sızan kederli aydınlık. Belki herşeyi başlatan o ilk ışıktır, sözle yaşıt, hep ve her an varolan, sonsuzca akan...Karanlıklar kendini dile getirebilsin diye... Belki gecenin avuçlarında tuttuğu bir aynadır, düşlerle ölüler son kez kendine bakabilsin diye... Ya da yalnızca bir habercisidir, kiminin ëgelecekí dediği bir yarının ya da bir fırtınanın...
Bomboş, yarı düşsel bir dünya. Karla kaplı çatılar, donmuş ağaçlar, geceye doğru açılan yollar. Hepsinin ötesinde sedef rengi, yorgun, gerçekdışı bir ışık. Birdenbire yol veren karanlıkta bir ışık vadisi, parıltılı, kemik rengi bir yarık, sanki gökyüzünden değil de yeryüzünden gelen kederli bir aydınlık. Toprağın derinlerinde kendi kendine harlanan bir alevin yansıması gibi. Karların üzerinde dolanan ay ışığı kadar soğuk ve hayaletimsi, geriye çekilen zamanın ardında bıraktığı bir leke gibi donuk, durgun. Havada asılı kalmış, billurlaşmış bir kıvılcım, günışığından düşmüş bir damla. Derinlerden, kiminin ‘cehenennem’ dediği en içeriden, yitirilmiş ya da yıtırilecek her şeyden sızan kederli aydınlık. Belki herşeyi başlatan o ilk ışıktır, sözle yaşıt, hep ve her an varolan, sonsuzca akan...Karanlıklar kendini dile getirebilsin diye... Belki gecenin avuçlarında tuttuğu bir aynadır, düşlerle ölüler son kez kendine bakabilsin diye... Ya da yalnızca bir habercisidir, kiminin ëgelecekí dediği bir yarının ya da bir fırtınanın...