.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

25 Mar 2012

Notes of a Dirty Old Man



telefon çaldı.
halının üstünde oturuyordu, kablosundan tuttuğu gibi halının üstüne çekti telefonu, sonra ahizeyi kaldırdı, ses yok. "alo?" dedi."McCuller!"
"evet ?"
"üç gün oldu." "ne üç gün oldu?" "üç gündür işe gelmiyorsunuz." "bir Leyden Kavanozu yapmaya çalışıyorum." "ne o?"
"statik elektrik depolayan bir aygıt, 1746 yılında Leyden'li Cuneus tarafından icat edilmiş."
ahizeyi beşiğe yerleştirdi ve telefonu odanın karşısına fırlattı, ahize beşikten fırladı, birasını bitirdi, sıçmak için helaya girdi, sıçtı, silindi, pantolonunu kaldırdı ve öbür odaya girdi.
"DUDU! "diye şarkı söyledi,
DUDU
DUDU
DU DU DU DU!"
seviyordu Herb Alice'ın Tijuana Brass'ini. tanrım, ne ekşi melankoli.
"DA DU
DA DU
DA DU DU DU!"
yine halının ortasına oturduğunda üç buçuk yaşındaki kızı da oradaydı, osurdu.
"hey! sen OSURDUN!" dedi kız.
"ÖŞÜRDÜM! "dedi.
ikisi de güldü.
"Fred," dedi kız.
"ne?"
"sana bişi söylemek istiyorum."
"söyle."
"annenin kıçından bok çektiler."
"öyle mi?"
"evet, adamlar parmaklarını annenin kıçına sokup bokunu çektiler."
"nerden uyduruyorsun bunları? böyle bir şey olmadığını biliyor-
sun.
"evet, oldu, oldu! gözlerimle gördüm!" "git bana bir bira getir." "olur."
kızı öbür odaya koştu. "DA DU," diye şarkı söyledi, DA DU DA DU
DA DU DUDU!"
kızı bira ile döndü.
"canımın içi," dedi kızına, "ben sana bişi söylemek istiyorum."
"söyle."
"acı şimdi nerdeyse total, tamamlandığında daha fazla dayanamayacağım."
"neden benim gibi lacivert olmuyorsun?" diye sordu kız.
"ben lacivertim zaten."
"neden ben ve çiçekler gibi lacivert olmuyorsun?
"denerim," dedi.
"La Mancha'lı Adam'ın dansını yapalım," dedi kız.
La Mancha'lı Adam'ı koydu pikaba, dans ettiler, o bir seksen boyunda, kız onun dörtte biri. ayrı ayrı ve farklı dans ediyorlardı ve çok ciddiydiler, yine gülüyorlardı arada sırada.
plak bitti.
"Marty bana tokat attı," dedi kız.
"ne?"
"evet, Marty ile anne mutfakta sarılmış öpüşüyorlardı, ben susamıştım, mutfağa girdim ve Marty'den bir bardak su istedim, Marty bana su vermeyince ağlamaya başladım ve Marty bana tokat attı."
"git bana bir bira getir!"
"bir bira! bira!"
kalktı ve telefonu yerden kaldırdı, kaldırması ile çalması bir oldu."Bay McCuller?"
"evet?"
"otomobilinizin kaskosu bitmiş, yeni yıllık ücretiniz 248 dolar ve peşin ödenmesi gerekiyor, üç trafik cezası yemişsiniz, her ceza bizim için trafik kazası ile eşdeğerdir..."
"s.ktir!"
"ne?"
"trafik kazası sizin cebinizden para çıkması demektir, trafik cezası ise benim, üstelik bizi kendimizden korumakla görevli motosikletli çocuklar kendilerine yeni ev, araba ve orta sınıf altı karılarına giysi ve biblo alabilmek için her ay belli bir kota doldurmak zorundalar, bırakın bu aptal hikayeleri, araba kullanmıyorum artık, dün gece arabamı iskeleden aşağı ittim, tek bir şeye pişmanım."
"neye?"
"lanet şey aşağı yuvarlanırken içinde olmadığıma."
McCuller telefonu kapattı, kızının getirdiği birayı aldı.
"küçük kız," dedi, "umarım benimkinden daha kolay bir hayatın olur."
"seni seviyorum, Freddie," dedi kız.
uzanıp kollarını beline doladı, ama onu tamamen sarmaya yetmiyordu kolları.
"seni mıncıklıyorum! seni seviyorum! seni seviyorum!"
"ben de seni seviyorum, küçük kız!"
bu kez o uzanıp kızını mıncıkladı, pırıl pırıl parlıyordu kız, kedi olsaydı mırlardı.
"tanrım, tanrım, çok tuhaf bir dünyada yaşıyoruz," dedi. "her şeyimiz var ama hiçbir şeyimiz yok."
halıya oturup "BİR KENT İNŞA EDELİM" oyunu oynadılar, tren raylarının nereden geçeceği ve denetimin kimin elinde olacağı konusunda tartıştılar biraz.
sonra kapının zili çaldı, kalkıp kapıyı açtı. kızı onları gördü.
"Anne! Marty!"
"eşyalarını topla tatlım, gidiyoruz!"
"ben Freddie ile kalmak istiyorum!"
"sana 'eşyalarını topla' dedim!"
"ama Freddie ile kalmak istiyorum!"
"son kez söylüyorum! eşyalarını topla yoksa dayağı yiyeceksin!"
"Freddie, seninle kalmak istiyorum, söyle onlara!"
"kalmak istiyor."
"yine sarhoşsun, Freddie, çocuğun yanında içmemeni kaç kere söyledim sana!"
"sen de sarhoşsun!"
"ona sarhoş diyemezsin, Freddie," dedi Marty, sigarasını yakarak, "zaten hoşlanmıyorum senden, sen de biraz i.nelik olduğunu düşünmüşümdür hep."
"hakkımdaki düşüncelerini bana söylediğin için teşekkür ederim."
"ona sarhoş deme, Freddie, yoksa sopayı yersin..."
"bir dakika, sana bir şey göstermek istiyorum."
Freddie mutfağa girdi, çıktığında şarkı söylüyordu yine.
"DA DU
DA DU
DA DU DU DU!"
Marty kasap bıçağını gördü, "onunla ne yapmayı düşünüyorsun? kıçına sokarım lan o bıçağı!"
"şüphesiz, ama bilmeni istiyorum, telefon şirketinden bir memure aradı, eski borcumu ödemediğim için telefonumu kesiyorlarmış."
"bana ne bundan?"
"demek istediğim, ben de arada sırada kesintiye uğrayabilirim."
çok çabuk hareket etti Freddie, çabukluğu sihir gibiydi, kasap bıçağı Marty'nin gırtlağını dört beş kez kesti. Marty yere yığılıp basamaklardan aşağı yuvarlandı...
"tanrım... beni öldürme, lütfen, beni öldürme."
Freddie oturma odasına döndü, bıçağı şömineye fırlattı ve halının üstüne oturdu, kızı yanındaydı yine:
"şimdi oyunumuzu bitirebiliriz.""tabii."
"tren raylarından araba geçmeyecek."
"mümkün değil, polis bizi tutuklar sonra."
"polisin bizi tutuklamasını istemeyiz, değil mi?"
"hı hım."
"Marty kan içinde, değil mi?"
"hem de nasıl."
"bizi yapan kan mıdır?"
"birkaç şey daha."
"ne?"
"kan, kemik ve acı."
halının üstünde oturup "Kent İnşa Et" oynadılar, sirenin sesini duyabiliyordunuz, bir ambulans, çok geç. üç ekip arabası, beyaz bir kedi girdi odaya, Marty'ye baktı, burnunu kaldırdı ve koşarak dışarı kaçtı, sol ayakkabısının tabanında bir karınca yürüyordu.
"Freddie?"
"ne?"
"adamlar ellerini annenin kıçına sokup parmakları ile bokunu çıkardılar..."
"peki, sana inanıyorum."
"anne nerde şimdi?"
"bilmiyorum."
anne sokaklarda koşup bütün gazete satıcılarına ve bakkal çıraklarına ve barmenlere ve geri zekalılara ve sadistlere ve motosiklet binicilerine ve eski denizcilere ve torbacılara ve Matt Weinstock okurlarına olup bitenleri anlatıyordu ve gök maviydi ve jelatine sa¬rılıydı ekmek ve yıllardan beri ilk kez canlı ve harikuladeydi gözleri, ama can sıkıntısıydı aslında ölüm, can sıkıntısıydı aslında, kaplanlar ve karıncalar bile asla bilemeyecek, şeftali bir gün feryat edecekti.