İçimde bir sevinç, geçirdim pantolonumu bacağıma. Anamın, kendi eliyle eğirip ördüğü kollu kazağı giydim. Bir de üzerine yeni ceketimi aldım. Hiç yapmadığım şey, aynada da saçımı taradım. Lambayı üfleyip çıktım dışarı. Deli bir yağmur yağıyordu. Kim bilir şu anda, şu sabaha bir saat kalmış zamanda uykusunun tadını çıkaranlar için ne hoştu bu yağmur?
Görevini bitirip evine giden Karasoku'nun bekçisiyle selamlaştık:
-Bizim, güneş batıyor, dedi.
-Eh, bizimki de doğuyor, dedim.
Konaklar geçtim, zengin konakları, oradaki insanları düşündüm, acaba bu yağmuru onlar da severler miydi? Belki bir şimşek sesiyle uyanır, kadın, daha çok sokulurdu kocasına, sımsıkı sarılırdı. Adam bilinçsiz dolanırdı karısının beline. Öpüşürlerdi, oluklardan akan sular betonları hışır hışır döverken... Ninni söyler sular, tasa yok yaşam kavgası için, dokuzda da kalksa olur, onda da, hatta hiç kalkmasa da...
Ama ben, güneşi lokantada doğduracağım... Çıra da kalmamış, söylemeli Ökkeş Abiye. Hem bu kömür de yaş, onu da söylemeli. Şu ortadaki ızgara hapı yutuyor, şimdiden erimiş iki kolu. Okulda öğrettikleri karbondioksit yalnız bitkilere yaramıyor, ateşi yakmak, tutuşturmak için de gerekli, üfle Muzo, biraz daha hızlı üfle, körük gibi... Bu namussuz orta ocak, deliği mi tıkalı, bakmalı bir ona da...
Şimdi sıra gedi koca maltıza! Böyle yağmurlu günlerde onu yakıp tutuşturmak çok güç. Yaktıktan sonra nereye koyacaksın? Yine koyalım bakalım karşıdaki dükkanın kepenginin altına. Kentte mikrop gırla, keyif için bir tekme savurur devirirler maltzı. Ondan sonra topla ateşleri bir bir... Islanmış kömürleri yakabilirsen yak...
Nesini severler şu nohudun bilmem ki? Kurufasulye desen gene neyse, ya bu nohut? Bu ovanın nohuduymuş, yalan, sabaha dek suyun içinde bir milim bile şişmemiş, biz ne nohutlar gördük, dersin bir gece içinde hamile kalmış. Neyse Muzo, sen yiyecek değilsin ya...
İnsanlar iki öğün yemek yeseler n'olurdu sanki? Hiç olmazsa biz bulaşıkçıların işi yarı yarıya azalır, sabahları çorba yapmak derdinden kurtulurduk. Her neyse, çorba pişirmek de bir sanat. Anam öyle der, zurna çalmak bile bir zenaat, öğren at bir yana. Gel bakalım gebeş tencere, içine su koyalım, kaynatalım, üfürelim... Kaynadın mı, eh öyleyse yüz dereceyi geçtin. Okumuş bulaşıkçı olmak başka... Nerde bizim şehriye? Evet, olapta... Kıralım bakalım... Bu denli yeter. Dökelim biraz daha su içine, Ökkeş Abi iyi adam, beş porsiyon fazla çıksın, bizim günlük yanına kar kalsın. Atalım tuzunu da... Gel bakalım baboş tava! Hay şu soğanı icat edenin. Soğan yerine turp veya havuç doğramayı akıl etselerdi ya yemeğe... Ağlama oğlum ağlama, az kaldı bayrama, bugün Raziyenle gene buluşacaksın. Kavuralım bakalım soğanı. Ne demişti Fazlı Usta, soğan pembeleşinceye dek kavuracaksın, demişti. Atalım içine salçasını. Kırmızı yemeği sever millet, azıcık da yemek boyası, iki avuç da kırmızı biber, iştahsızlara iştah ilacı. Biraz toz nane. Dökelim bunun hepsini gebeş tencereye!
Çorba hazır beyler!...
Önce biz yiyelim, oh elime sağlık, mis gibi olmuş...
-Hoş geldin usta!
-Hoş bulduk.
-Şehriye yaptım.
-Yesin pezevenkler.
İşte garson Fehmi, sabahçı... İşte patron Ökkeş Abi... İşte ilk müşteri, bir kamyon sürücüsü:
-Çorba var mı?
-Var.
-Ne çorbası?
-Şehriye.
-Mercimek yok mu?
-Pişmedi daha.
Ye ulan inek işte, midenle anlaşman mı var, sana sabah sabah mercimek çorbası yedireceğim diye...
Yesin, afiyet olsun!
Sonra yoğun bir çalışma. Ispanak, yumurtalı ıspanak, kavurma, kapama, orman kebabı, tas kebabı, tepsi kebabı, kurufasulye, nohut, iç bakla, pilav, irmik helva, komposto... Yesin millet, paralı aşevi mübarek!.. Usta, saat ikide izin verdi:
-Aldın mı lan küpeyi, dedi.
-Aboov, iyi ki söyledin vallaha usta, unutmuştum.
-Çok möhim, avrat milleti hediyeyi sever. Sarkan sallanandan al.
-Olur usta.
Elimi yüzümü bir güzel yıkayıp, saçımı taradım. Ama ah şu yağmur. Bir yağmaya başladı mıydı, yağmur dindirme duasına çıkmak gerek, delinir göğün dibi, yağar da yağar. Koştum ilerdeki çerçiye... Yeşil bir küpe aldım ustanın dediği gibi, sallanan, sallandıkça da şıngır mıngır sesler çıkaran. Bir de kutuya koydurdum, koştum gittim çeşmenin başına. Biraz dineldim, yağmur iyice benzetecek beni, karşıya, genel tuvaletin tentesinin altına girdim. Gelirse, buradan görürüm. Beklemeye başladım. Geçen birinden saati sordum,
-Üçe geliyor, dedi.
Yoksa gelmeyecek mi Raziye? Gelecek, gelmeyecek diye fallar açmaya başladım.
-Şu tuvalete giren adam. Küçük çişini yaparsa gelecek... diyerekten.
Biraz sonra yine saati sordum:
-Üçü on geçiyor, dedi bir delikanlı.
İçim sıkılmaya, yüreğim hızlı hızlı çarpmaya başladı. Madem gelemeyecektin, niye söz verdin, madem geleceksin niye zamanında gelmezsin? Ayıp değil mi yani, insan sevdiğine yapar mı bunu? Karşıdaki faytonun ardından kara mantolu bir kadın geliyor. O mu? Evet, o... O, Raziye... Vardır elbet geciktiğinin bir nedeni. Adam mı salmadı, kim bilir ne oldu?
Yürüdüm, yanına yaklaştım:
-N'oldu, bir şey mi oldu?
-He, dedi, tutturdu bugün hava yağmur, işe gitmeyecem diye. Yattı uzandı. Bana el atdı, çek get lan işine dedim. Sona kalktı gitti. Ben de ondan geciktim.
-Korktum gelmeyeceksin diye.
-Hiç gelmez miyim? İşe gitmese bile gelirdim.
-Ne yalan, uydururdun ki?
-Ne yalan uyduracam, gezecem der, çıkardım. Bi de hesap mı vereceğiz?
Yağmur sicim gibi yağıyordu..İnsanlar hiç aldırmıyorlardı...Sanki yağmur yağmıyormuş gibi, herkes günlük işlerini şemsiyeye gereksin me duymaksızın görüyorlardı. Ancak sağanak olursa, o zaman üç beş dakika bir eğintinin altında dinlenip, sonra yollarına devam ediyorlardı.
Biz de aldırmadık yağmura... Raziye,
-Nereye gidelim, diye sordu.
-Şöyle gidelim, dedim.
Tarsus yoluna vurduk. Mensucatı geçtik, sağa saptık. Ordaki dar ve ağaçlı yoldan ilerlemeye başladık.
-Bu yol nereye gider?
-Şeye, Gazhaneye, tren yoluna.
-Bağlara gitmez mi?
-Gider.
-Orda bi boş ev bulur muyuz?
-Olmaz... Zaten evlerin hepsi kilitlidir şimdi.
-Sana carse kombinezonumu gösderecektim. Sona bak, göğsümdeki sütyen de mavi, carse...
-Kim bilir ne yakışmıştır?
-Deli işte, ben sana bunları göstermek için çalışıyorum, sen oralı bile olmuyorsun. Ustanın kaz öyküsü geldi usuma.
-Kız, dedim, böyle tehlikeli şeyler olmaz, en iyisi ya sizin eve gidelim, ya da bizim eve...
-Sizin ev hiç olmaz, dedi, analığım görür, mahalle tanır.
-Öyleyse sizin ev...
-Sen izin alabilir misin lokantadan?
-Alırım.
-Şöyle yarım gün, sabahtan öğlene kadar.
-Usta iyi adam, idare eder.
-Ölese gel bizim eve!
-Konu komşu?
-Zaten kaç tane komşu var ki. Mahsus dan sorarsın bizim bitişiklere, Raziye nerde oturuyor dersin, ben onun dayısı olurum dersin? Yok mu senin gibi ufak dayılar.
-Kaçta geleyim?
-Sabah güneş doğunca gidiyor. Sen sekizde gel!
-Oldu...
İstasyon köprüsünü geçtik. Gazhanenin oradan sağa saptık. Belini tuttum.
-Bugün daha az korkuyorsun, dedi.
-Alışıyorum.
-Öpebilir misin şimdi beni?
-Öperim.
Okaliptüs ağacının birine belini dayayarak doya doya öptüm. Tekrar yürümeye başladık. İstasyon ambarını geçtik. Trenci evlerinin oradan geçerek Reşat Bey Mahallesine çıktık. Konuşuyorduk durmadan da...
-Raziye, dedim, ben sizin evi bilmiyorum ki...
-Gidiyoruz ya, dedi.
-Saat?
Yoldan geçen birine saati sordum:
-Beşe geliyor, dedi.
-Geç mi kaldın?
-Boş ver...
Taş Köprüyü geçtikten sonra:
-Burda ayrılalım, dedi. Sen benim arkamdan izle, evi öğren. Zaten çok kolay...
-Olur, dedim.
Elli metreden izlemeye başladım. Arada bir dönüp bakıyordu. Soldaki küçük köprüden geçti, sağa döndü. Üç beş sıralı dükkanı geçtikten sonra yine sola döndü. Onun eve girmesini bekledim. Sonra iri adımlarla köprüye yürüdüm. Bir at arabacısına,
-Atlayım mı kardaş, dedim.
-Atla, dedi. Kalekapısında arabadan indim. Abidin Paşa Caddesinden Küçük Saat, oradan Kuruköprü...
Usta,
-Nerde kaldın lan, dedi.
O zaman anımsadım, küpeyi vermeyi unuttuğumu.
-Eyvah usta, dedim, küpeyi vermeyi unuttum.
-Eyi halt ettin. Unudur mu lan insan hiç be!
-Sen olsan unutmaz mısın usta, beni evine çağırdı.
-Essah?
-Vallaha.
-Ne zaman?
-Yarın.
-Gedecen değil mi?
-He!
-Yaşşa, akıllanıyon.
-Amma usta senden izin isteyecekdim.
-Akşama gadar mı?
-Yoo, öylene kadar. Ama ben gelir gene ocakları yakar, çorbayı pişiririm.
-Verdim gitdi, sevaptır böyle şeye izin vermesi, yarın cennette adama bu iş için hasır verirler, oh ben de kurulur otururum hasıra, şarap tası da yanımda...
-Sağ ol usta!
Eh ondan sonra gel de çalış, gel de gece uyu!.. Anacığım sabaha dek sordu durdu:
-Bi sıkıntın mı var oğlum?
Her kezinde,
-Yok ana, çok iyiyim, dedim. Babam,
-Şu karnımın üstündeki top gibi sıcaklık bi geçse, ben de iyiyim ya, geçmiyor ki meret, diyordu, durmadan.
İlk kez o günü anamı ben uyandırdım:
-Gidiyorum ana, diye.
Erken çıkmış olacağım, her zaman gördüğüm bekçiyi göremedim. Yağmur biraz hafiflemiş, ahmak ıslatan olmuştu. Lokantayı açtım, tüm işleri en çabuk tarafından bitirdim: Usta geldiğinde, çorbadan gayrı, etleri bile doğramıştım. Usta,
-Hadi sen git, dedi.
-Sağ ol usta!
-Unutma lan ha!
-Neyi?
-Küpeyi. İlkten verdin mi, avrat daha çok sever seni.
-Unutmam unutmam. Yolda birine saati sordum:
-Yedi, dedi.
Eh, çok erkenmiş. Biraz Taşköprüde eğlenirim. Köprünün üzerinden köpüre köpüre akan sulara baktım. İlerde, kıyıda, bu bulanık suda bir balıkçı, oltasını atmış balık avlıyordu. Yanına yaklaştım:
-Bereketli olsun.
-Sağ ol, daha heç tutmadık.
-Allah büyük...
-Balıklar ufak. Lan iş Allah'a galdıysa, uh öldük biz...
Duramadım adamın yanında, içim içime sığmıyordu. Tekrar köprüye çıktım. Benzincinin yanındaki kahvede bir çay içtim. Çocukluğum geldi usuma, ev sahibimizin yanına gittiğimiz günler, boynu kırık buradan geçtiğimiz günler... Kaç yıl oldu ki?.. Ocakçıdan saati sordum:
-Sekize geliyor, dedi.
-Kaç var?
-Tren mi galdıracan mübarek?
-Gerekli dayı.
-On var, on... Sekize on var...
Çay parasını verip yürümeye başladım. İçimdeki heyecanın tüm yükü yüreğimin üzerindeydi. Kuş gibi uçacaktı sanki yüreğim. Altımdan akıp giden Seyhan'ın gürültüsünde bile duyuyordum yüreğimin gümbürtüsünü.
-Şu heyecan bir bitse! diyordum. Sonra, yok yok, çok tatlı, hiç bitmesin!. diyordum. Hatta, evin neden daha uzaklarda olmadığına üzülüyordum. Gelip geçenlerin arasında, Raziye'nin kocasının yüzünü görmek istiyorum. İçimden, Ya evdeyse? diyorum.
Bir adama çarpıyorum:
-Lan gözüyün önüne bak, denizde mi yörüyon?
-Kusura bakma emmi.
-Burnumun direğini gırdın!
Sözü uzatacak zaman yok. Köprüden geçiyorum. İşte sıralı dükkanlar, işte köşebaşı, işte dutlu ev... Ah yüreğim... Ayaklarım birbirine dolanıyor, bir ufacık çakıl taşına çarpacak olsam, düşecekmişim gibi geliyor. Dutlu evin dibine varıyorum. Tablacıdan kuru soğan alan orta yaşlı bir kadına soruyorum,
-Raziye nerede oturuyor, ben onun dayısıyım, diye.
Kadın, elinden soğanları bırakıyor,
-Ihıcık, diyor.
Benimle birlikte gelip kapıdan sesleniyor:
-Gız Raziye, dayın geldi gız!
Raziye koşup geliyor kapıya. Boynuma sarılıyor:
-Dayı, kurban dayı!
İçeri giriyoruz... Ah yüreğim ah!.. Odundan yapılmış iki basamak merdiveni çıkıp kapıyı kapatıyoruz...
Raziye,
-Yuttular, diyor.
-Ne, diyorum.
Odanın içi sıcacık. Mangalın üzerinde bir çaydanlık kaynıyor. Hemen cebimden küpeyi çıkardım:
-Dün vermeyi unutmuşum, dedim.
-Ne o?
-Aç bak!
-Küpe çok hoşuna gitti. Kulağına elimle taktım.
Sonra, sıkı sıkı sarıldım beline.
-Dur, dedi, kapıyı kilitliyelim.
Kapıyı kilitledi. Tekrar sarıldık. Yere düştük; hemen mangalın dibine... Çay içerken bizim hediye küpenin parçalarını yerlerden topladık.
-Ihı, diyor Raziye, kulpu burdaymış...
-Al, dedim, topağı da miderin yanına düşmüş.
-Çocuğum olursa senin adını koyacam, dedi.
İki elini, iki elimle yakaladım. Gözlerine baktım.
-Nasılmış gombinezonum, diye sordu.
-Çok, güzelmiş. Ama sen hepsinden güzelsin!
-N'olurdu sanki evlenseydik, her gün böyle sevişseydik?
Sustum.
-Ama ben yalnız senin olmak istiyorum lan, var ya, şimdi sen he desen vallaha bir gün durmam bu herifin yanında. Yüz tane çocuğum olsa gene de silker sana gelirim.
Yanıt veremedim...
Muzaffer İzgü / Zıkkımın Kökü