.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
6 Oca 2013
Acı Kök Yağmurun Tadında...
Müşfik...
* Annem bana güvenmedi, biliyorum, biliyordum. Birbirimizi sevdiğimiz için. Ama ben sevdiklerime güvendim. Yanılmışım güvenirken. Güvendiğim için değil, eksik sevdiğim, sevmesini bilmediğim, sevginin kıyısında yaşayan çakıl kişileri denizin parçası sayıp saygıdan fazlasını gösterdiğim, sevgiyi onlara da sıçrattığım için yanılmışım. Bunu düşünürken bile yanışlığa boğuluyorum. İnce hesaba kaçtığım için...
* Bugün çıldırdıktan, sevdikten, yanıp yıkılıp yeniden doğrulduktan, sonunda benim için yürünebilecek, tekliğinde şaşırtacak denli öteki yollara benzeyen tek yolu bulduktan, erincin taşırıcı garipliğinde Yehuda’yı anladıktan sonra her şey kolay geliyor. Bundan sonra güçlüğe rastlamayacağımdan değil, aşkın tüketilmez güçlüğünü bildiğim için kolay geliyor...
Yehuda İsa’yı ele verirken öpmüştü. Hainliğinden değil, İsa’yı sevdiği, kıskandığı, kendi artı onbir kişiyle paylaşmağa yanaşmadığı, onu, kendine aşan, onbir kişiyi de İsayı’da aşan bir düşe bırakmağa razı gelmediği, ele verişinin onu öldüreceğini bildiği için öperek ele vermişti. Öpmekten başka bir şey düşünemediği, ölümün açıldığını bilmediği eşiğinde duran İsa’yı uğurlarken kavurucu sevgisini başka hiçbir şeye güvenemediği, yükleyemediği, kurban edemediği için öpmüştü. Onu ölüme yollamadan çıldırmamak için. Ama öptüğü günün gecesinde gırtlağını soluksuzluğun sonsuzluğuna bağladığı zaman, İsa’nın öleceğinden emindi. Aşkın küçüklüğünden, cılızlığından başka bir köşesine tutunamamış, yakamozunu kendini göksel bir besin bellemişti. Güvenememişti kendisine güvenene, kıskanmıştı onu, ötekinin kıskandığı gibi. Öteki yani.
Rana...
Ben onun her şeyiydim. Biliyordu, biliyordum bildiğini. Yolumuza bir ağustos güneşi gibi kavurucu Müşfik çıkana değin. Değdiğini eriten sıvılar gibi çıktı yolumuza. Rahattık, rahat değildik belki ama o kandırıcı rahatlığımıza inanmanın rahatlığı içinde kaygısızdık. Küçük kaygılarım, kıskançlıklarım ördek tüylerinin üzerinde yuvarlanan boncuk boncuk duru sulardan farksız, süzülüp duruyordu üzerinde. Ben onun her şeyiydim. Gönlünde benden başkasına yer olamazdı...
Müşfik...
Rana gibi. Hala anlayamadım onu. Yahut, anlamaktan ürküyorum. Olanaksızlığı destek edinen bir öykü yağmurun altında da başlasa, bozkır güneşin altında da başlasa, olanaksız temeli, en olmayacak yapıyı en atak çıkıntısında çatlatıverecektir. O atak çıkıntıyı açıklamak için uğraşmaktan ürküyorum. Değmesine değiyor. Tekelci, kıskanç sevgiyi başka bir ucundan çözmeğe çalışmalıyım...
Müşfik...
Soluk soluğa, kestirme olsun diye arsadan geçerken bunlar geldi aklıma. Nasıl da anmışım bugün bilmeden nasıl da hepsi aklıma gelmiş. Birden bir daha Sarıkum’un toprağını buldum arsa toprağında, çatlaktı, otları diplerinden sararmağa başlıyordu. Aydınlık gecenin içinde sarılıklarını seçebiliyordum. Koku salıyorlardı. Kinsiz, kıskançsız bir kokuydu bu. Öfkem ağır ağır söndü. Kıskanmalarıyla kıskançlıklarıyla bana acı verenleri andım. Ona daha temiz gidiyorum böylece. Öfkem söndü. Onlar, eksik kişilerdi. Ben onun yanında daha tam, daha bir bütünlük içinde gideyim, onun eksizliği benim de eksizliğim oluyor...
Müşfik...
Yoruldum.
Yakında dolaşmayacağım geceleri, doktorlara uymağa zorlayacaklar beni (zorlayacakları yok benim kendi korkum zorlayacak biliyorum), karanlıkları zaten çoktan yitirmiştim, uzun bir süre için başkalarının olacak bu karanlıklar. Benim hiçbir payım olmayacak onlarda...
Talha. Talha ne yapıyordur şimdi?
Talha...
Hepsi uyudu. Bir beni uyku tutmadı. Karanlık hala yaşıyor(sayısız ölçüsüz kaynarsıcak bir karanlık dirim) Hepsinin soluğu uykunun örneğine uymuş tıslayıcı bir soluk. Karanlık uğultu dalgalanıyor, soluklara uyup kabarıyor, sönüyor, durmadan yorulmadan (sayısız kaynarsıcak) Bu karanlık ölmedi daha, yaşıyor kalabalığında, bense uyuyamıyorum, ölemiyorum hepsine uyup, Müşfik nerededir şimdi? Saat daha onbir buçuk. Onun yatmasına daha en az iki saat var. Çalışıyor mu? Belki de karanlığı harcamağa uğraşıyordur. Son karanlıklarını...(Sevdiği yitirdiği bulduğu gene yitireceği karanlıklarını bu karanlıkları ben de yitirecekmişim gibi oluyorum) .
Müşfik...
Maviyi sevdiğini daha bilmediğim günlerde onu birdenbire bir resmin derin sarıcı dipsiz mavisine çekinerek benzettim, benzettiğimi söyledim, benzetmedim bu mavi sensin dedim daha doğrusu cevap vermemişti önce sonra konuştu. O mavi ölümü bilemez, yanına gelse bilmeden tiksinir, dirimi durmadan tepirler ölümü ayırır içinden yalnız dirim tohumunu bırakır. Talha bozgunu içinde bile dirimdir...
Talha...
Tanrı’ya sığındık ikimiz de.
Oysa ben de biliyordum o kaçma isteğini o kaçma uzaklaşma bozgununu o mavinin sarıya çöle dönüştüğü yeri zamanı ben de biliyorum ben de bildim uzaklarda iken yahut kendi evimde iken sevdiğim insanların yakınında uzağında örümcek ağına düşmüşlüğü önce sokulup tutmaz hale getirilmişliği sonra emilip boşalmayı ama şimdi unutmak istiyorum bildiklerime kapılıyorum gene ama kurtuluyorum kurtulabiliyorum kapılıyorsam kaçtığım korktuğum için değil, ama zayıf yerlerimi yeniden hatırladığım için. Boş lakırdı bunlar mavi var karşımda pencere var...)
Bilge Karasu / Troya'da Ölüm Vardı.