Bir delinin notlarından
Soluğum kesiliyor, gözlerimden yaş akıyor, ağzım acı mı acı, başım dönüyor, yüreğim sıkışık, bedenim yorgun, ezik ve gevşek.
Bilinçsizce yatağa düşmüşüm. Koliarım enjeksiyon iğnesinden delik deşik. Yatak ter ve ateş kokusu veriyor. Yatağın yanına konmuş küçük masa üzerindeki saate bakıyorum. Cumartesi, saat on. Ortasına elektrik ampulü asılmış odanın tavanına bakıyorum. Duvar kağıdının üzerinde pembe ve açık pembe çiçek ve dal desenleri var. Arada bir de dala yanyana konmuş iki kuş. Biri gagasını açmış,
sanki ötekiyle konuşuyor. Bu görüntü, beni yerimden ediyor. Bilmiyorum nedense, hangi yana dönecek olsam, gözümün önünde odadaki masanın üzeri şişe, fitil ve ilaç kutusuyla dolu. Yanık
alkol kokusu, sevimsiz odanın kokusu, havaya dağılmış. Kalkıp pencereyi açmak istiyorum. Fakat aşırı bir tembellik beni yatağa çivilemiş
Sigara içmek istiyorum; canım çekmiyor. On dakika geçmedi, uzayarı sakalımı traş ettim. Gelip yatağa düştüm. Baktığını aynada hayli süzülüp, zayıfladığımı gördüm. Güçbela yürüyordum. Oda karmakarışık, bense yalnızdım. Beynimde bin türlü şaşılası düşünce dönüyor, dolaşıyor. Onların
tümünü görüyorum. Ama yazmak için en küçük bir his, ya da gelip geçici en küçük bir hayal yok; yaşamımı baştanbaşa açıklamalıyım, o da mümkün değil. Bu düşünceler, bu duygular yaşamırnın
bir döneminin sonucu, görüp duyduğum, okuduğum, hissettiğim ya da zihnimde tarttığım fikirlerle dolu hayat tarzının bir neticesidir. Tüm bunlar benim vehimli ve anlamsız varlığıını oluşturmuş. Yatağımda yuvarlanıyorum. Anılarımı birbirine karıştırıyor, bozuyorum. Perişan ve delicesine düşünceler beynime basınç yapıyor. Ensem ağrıyor, ok gibi bir ağrı giriyor, şakaklarım dağlanmış
gibi yanıyor, kıvranıyorum. Yorganı üzerime çekiyorum; yorulduğumu düşünüyorum. Kafatasımı açıp, bütün bu gri yumuşak kıvrım kıvrım yığını çıkarıp uzağa atsaydım, bir köpeğin önüne atsaydım, ne iyi olurdu!
Hiç kimse anlayamaz. Hiç kimse anlamayacak. Her taraftan çıkınaza düşen kimseye "Al başını git ve geber" derler. Ancak, ölüm insanı istemediği zaman, ölüm de insana sırt çevirdiği zaman,
gelmeyen ve gelmek istemeyen ölüm .. !
Herkes ölümden korktuğu halde, ben yaşadığım için kendimden utanıyorum. Ölümün insanı istemeyip, geri durması ne korkunçtur! Yalnız bir şey beni teselli ediyor. İki hafta önceydi. Gazetede okudum. Avusturya'da biri tam on üç kez çeşitli yollarla kendini asmaya teşebbüs etmiş, intiharın bütün basamaklarını geçmiş. Kendini ipe çekmiş, ip kopmuş. Kendisini nehre atmış, sudan çıkarmışlar vesaire. Nihayet son defa evi boş bulunca, mutfak bıçağıyla ne kadar damarı varsa kesmiş ve bu on üçüncü kez, ölmüş! Bu bana teselli veriyor! Hayır, hiç kimse intihar kararına varmaz. intihar bazılarında birlikte bulunur. Onların yaradılışında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar. İşte bu alın yazısının hakimiyet gücü vardır. İnsana hükmeder. Fakat aynı zamanda bu, benim. Kendi kaderimi kendim yarattım. Şimdi artık elinden kaçamam, kendimden.kaçamarrı. Kısacası ne yapılabilir?
Yazgım benden daha güçlü.
Aklıma ne hevesler geliyor? Uyuduğum zaman canım neler çekiyordu? Küçük bir çocukturrı. Bana masal söyleyen, ağzının suyunu akıtan Gelin Bacı burada baş ucumda oturmuştu. Aynı şekilde ben yorgun, bitkin, yatağa dü~müştüm. O baliandıra baliandıra bana masal söylüyordu ve yavaşça gözlerim kapanıyordu. Düşünüyorum da çocukluk devirlerimden bir kısmını çok iyi hatırladığıını
görüyorum. Sanki dünmüş gibi çocukluğumdan pek farklı olmadığımı görüyorum. Şimdi ise tüm karanlık, alçak ve beyhude hayatımı görüyorum. Acaba o zamanlar mutlu muydum? Hayır, ne büyük bir yanılgı! Herkes çocuğun mutlu olduğunu zanneder. Hayır, çok iyi hatırımdadır. O zamanlar çok daha hassastım; hem taklitçi, hem kurnazdım. Görünüşte gülüyor ya da oynuyordurnsa
da, içten en küçük bir dil yarası, bir iğneli söz, ya da en küçük sevimsiz ve saçma bir olay, saatler boyunca düşüncelerimi işgal ediyordu ve ben kendi kendimi yiyip bitiriyordum. Aslında bu doğanın ölü yıkayıcısı, beni alsın götürsün. Cennet ve cehennem kişilerin içindedir diyenler haklıdır. Kimileri dünyaya mutlu olarak gelir, kimileri de mutsuz. Elimde tuttuğum, yatakta not aldığım yarım kırmızı kaleme bakıyorum. Aynı kalemle randevu yerini yazdığım notu, yeni tanıştığım kıza verdim. İki üç kere birlikte sinemaya gittik. Son gittiğimiz film, bir şarkıcının filmiydi. Bir sahnede Chicago'lu ünlü şarkıcı "Where is my Silvia?" şarkısını okuyordu. O kadar hoşuma gitmişti ki, gözlerimi kapayıp kulak verdim. Onun güçlü ve çekici sesi hala kulaklarımdadır. Sinema salonu çınlıyordu. Onun hiçbir zaman ölmemesi gerektiği aklıma geliyordu. Bu sesin bir gün susacağına inanamıyordum. Onun yanık sesinden hüzünlenmiştim. Aynı zamanda hoşlanıyordum da. Alçak ve yüksek tonda çalıyorlardı. Keman telinden çıkan ses, kemanın yayını damarlarımda gezdirip de bütün dokumu müziğe karıştırmış gibi sarsıyordu. Sanki beni hayal gezintilerine götürüyordu. Karanlıkta elimi o kızın memelerine sürüyordum. Gözleri mahmurlaşıyordu. Ben de tuhaf bir hale bürünüyordum. Anlatılamayan, hüzünlü ama lezzetli bir durumu anımsıyordum. Onun terütaze dudaklarını öpüyordum. Yanakları gül gibi pespembeydi. Birbirimizi sıkıyorduk. Filmin konusunu anlamadım. Onun elleriyle oynuyordum. O da kendisini bana yapıştırmıştı. Sanki şimdi düş görmüş gibiyim. Birbirimizden ayrıldığımız günden bu yana dokuz gün geçti. O günün ertesi günü, gidip onu buraya, odama getirecektim. Evi Montparnasse mezarlığının yakınındaydı. O gün onu getirmek üzere gittim. Orada sokak köşesinde metrodan indim. Soğuk bir rüzgar esiyordu. Hava bulutlu ve tutkundu. Bilmiyorum, n'oldu da pişman oldum. Çirkin olduğu gibi, ondan hoşlanmıyordum da. Ama bir kuvvet beni alıkoyuyordu. Hayır, artık onu görmek istemedim. Tüm gönül bağlarımı hayattan koparmak istiyordum. Bilinçsizce mezarlığa gittim. Bekçisi, çizgili bir paltoya bürünmüştü. Orada görkemli bir sessizlik hüküm sürüyordu. Yavaş yavaş yürüyordum. Mezar taşlarına, üzerlerine konmuş haçlara, vazoların yapma çiçeklerine, mezarların kenar ve üzerlerinde bulunan bitkilere hayretle bakıyordum. Ölülerden bir kısmının isimlerini okuyordum. Niçin onların yerinde değilim diye tasalanıyordum. Kendi kendime düşünüyordum. Bunlar ne kadar mutluymuşlar!.. Bedenleri toprağın altında çürüyüp ayrışmış olan ölüleri kıskanıyordum. Hiç bu denli bir kıskançlık hissi uyanmamu~tı bende. Ölümün kolayca herkese verilmeyen bir mutluluk, bir nimet olduğunu
düşünüyordum. Kesin olarak bilmiyorum, ne kadar geçti. Şaşkın şaşkın bakınıyordum. Kızcağız tümüyle hatınından çıkmıştı. Havanın soğuğunu hissetmiyordum bile. Sanki ölüler dirilerden daha
yakın gibiydiler bana. Onların dilini daha iyi anlıyordum. Geri döndüm, hayır, o kızcağızı artık görmek istemiyordum. Her şeyden ve her işten uzaklaşmak istiyordum. Ümidimi yitirip ölmekti istediğim. Ne saçma sapan düşünceler çıkıyor karşıma! Belki de saçmalı yorum.
Sadık Hidayet / Diri Gömülen ( 1. Bölüm )