Sevmek, gerçekten olanaklı mı?
Aşk, yanılsamaların en şehevisidir, çocuğum. Şimdi iyi kulak ver bana: Sevmek, sahiplenmekten başka bir anlam taşımaz.
Peki, seven biri, bu sevgisinin sonucunda
neyi sahiplenecektir? Bir bedeni mi? Ona gerçekten sahip olması için
onun oluşum ögelerini kendisinin kılması, onu yemesi, kendi bedenine
dönüştürmesi gerekmiyor mu?… Bu olanaksız eylem gerçekleştirilse bile,
bu ne kadar sürebilir ki? Baksana, bedenlerimiz hep aynı kalmıyor,
başkalaşıma uğruyor. Üstelik, gel bakalım bedenimizin mülkiyeti bize mi
ait (yalnızca duyularına sahibiz bedenimizin)? Hem, karşımızdakinin
bedenine bu yolla sahip olduğumuzu farz etsek bile, o artık bizim kendi
bedenimizleşeceğinden, yani başkasının olması artık son bulacağından,
aşk için gerekli bir koşul olan öteki varlık ortadan kaybolacak, böylece
aşk da yitip gidecektir.
Ya ruha sahip olmaktan söz edebilir miyiz?
Sessizce dinle beni: Bu da olanaklı
değil, kendi ruhumuz dediğimiz şey bile bizim değilken, başkasının
ruhuna nasıl sahip olabiliriz?
Neyi sahiplenebiliriz, nedir sahip
olduğumuz? Sevmeye yol açan etken ne? Güzellik mi? İyi de, severek,
sevmekle sahip olabiliyor muyuz ona? Aşk konusunda nedir bizi gerçekten
yönlendiren? Doğrusu ne beden, ne ruh, ne de güzellik. Güzel bir bedeni
sahiplenmek, güzelliği de sahiplenmeyi değil; birtakım hücreleri, yağı,
eti sahiplenmeyi içerir. Birini öptüğümüzde, bu öpüş onun ağzının
güzelliğine değil, yalnızca ve yalnızca o narin dudakların nemli etine
ulaşabilir, değebilir. Hatta cinsel birleşme bile, bir bedenin öbürüne
gerçekten nüfuzunu sağlamak şöyle dursun, bir ilgilenimden, bir
sürtünmeden, yakın bir ilişkiden öteye geçemez…
Nedir sahip olduğumuz,
neyi sahiplenebiliriz?
Duygularımıza, hiç değilse onlara sahip
olmaktan da mı söz edemeyiz? Aşk, birbirimizi, kendi kendimizi, bari
duygularımızda sahiplenmek için bir yol olamaz mı? Şöyle de
düşünebiliriz: Aşk, birbirimizi apaçık düşlememizin bir yolu, bu durumda
da, böylesi bir varoluş düşü değil mi en azından? Bir duygu
silindiğinde anısı her zaman bizimle kalır ve bu bakımdan bir
sahiplenişten söz edebiliriz hiç değilse…
Gel, bu yanılsamadan da vazgeçelim.
Duyumlarımız da bizim mülkiyetimiz değil işte. Yoo, hemen aksi bir şey
söylemeye kalkışma! Dahası, bellek geçmişe ilişkin bir duyumdur. Ve
yanılsamadır bütün duygular.
Dinle beni, dinle. Şu, pencereden nehrin
öbür yakasındaki düzlüğe ya da günbatımına bakıp durmayı da kes artık.
Belirsiz mesafeleri boylu boyunca kesen tren düdüğüne kulak vermeyi de
bırak ve sessizlik içinde beni dinle.
(Yan yatmış bir semaver, üzerimize vuruyor günün son ışıkları, yüzüyor narin narin içinde saatler, gül yaprakları.)
* Fernando Pessoa, The Book of Disquiet, tr.Alfred Mac Adam, Exact Change, Boston, 1998, s.191.