İlk cinayet Eskiden, çok eskiden, asla geri gelmeyecek altın çağda, sonsuzluk henüz çarpıp durmamışken zamana, ışık vardı. Söz vardı. Sözün geldiği yürek. Toprak ve suret. Ama hiçbiri henüz medyanın dünyasının filizlenmiş. Parçal verildi öğrendi tanrılar. İlk cinayet işlendi, kardeş öldürdü. Kan suya karıştı, çığlığa… Daha doğmamış olan, sonsuza dek ayrıldı ölenden, söz koptu yürekten, suret unuttu yüzü. Kırmızı bir perde gibi gerildi kan, ölümle yaşam arasına… Bunun içindir ki hep eksik, tamamlanmış kalacak hayatımız, her gün bir tanrı başka bir tanrıyı boğazlayacak içimizde ve her gün yeniden yaratacağız kendimizi, kanla düşlerin evliliğinden.
Çığlık Bazen yüzüme uzun uzun bakardı annem. Ansızın gözleri bomboş kalırdı, kurumuş bir ırmak yatağı gibi. Hayat bütünüyle geri çekilirdi artık kimseye ait olmayan o bakıştan… Öyle varoluşumun özündeki korkuyu hatırlardım. Kapının önünde korkuya yenilip kaçtığı kürtaj: İşte buydu bir hayatın, benim hayatımın sırrı, mucizesi. Baştan sona okurdum sanki hikayemi, her seferinde kopuklar, çakıl taşlarında. Onun kanına bulanmış, parçalanan etinin çığlığını devralmıştım. Toprağın derinliklerinden, ilk doğumdan gelen çığlık. Çiçeklenen ağaçların, uç veren başakların sessizliğinde, hayatın ve sözcüklerin sessizliğinde sürüp giden o çığlık. Göğün boşluğuna çarpıp parçalanana değin…
Varlık Bin ışıklı damlalardan oluşturulmuştum ben, toprağa akan kandan, çöle savrulmuş yıldız tozundan, boşluğa dağılan ezgisinden başlangıçların şarkısının… Bana verilmiş ve verilmemiş herşeyin toplamıyım ben, yitirdiklerimle yitireceklerimin, sözcüklerin kanıyla suskunlukların… Defalarca anlatılmış bir hikayenin gizlediği hiç anlatılmayanım ben, kumlara gömülü tohumun sabrıyım, çöl yağmurunu bekleyen, uzun bir bakışım, yokluğun bir ucundan ötekine, bir türlü ezgisini bulamayan şarkısıyım bütün sonların… Ve bugüne dek yüzümü peçesiz gören olmamıştır.
Ölüler kitabı Yüreğim! Bana annemden kalan yüreğim! Bütün çağların mirası yüreğim! Aleyhime tanıklık etme, beni yadsıma, düşmanım olma! Karşı karşıya kalmayalım. Çünkü sensin ruhumun tek kurtarıcısı, parçalarımı bir arada tutan… Kılavuzum ol, önüme düş, hepimizin yola koyulduğu o yere doğru… Sil adımı insanlık denen o korkunç alaşımdan. Benimle ilgili yalan söyleme. Aslında, beni duyman bile yeterli. Bu kadarı bile uyeterli aslında.
Kentin bütün kadınları Bu gece kentin bütün kadınları ağlamış. Kara gözlükler, çınlayan kahkahalar, rujlu gülümsemeler… Hiçbiri gizleyemiyor izlerini. İster birkaç saniye, ister yıllar önce akmış, hangi yer altı ırmağına karışmış olursa olsun. Çoğu kez camların ardından izlerdim kadınları, karanlık bastıktan hemen sonra, yapay gür ışıkta damarları şeffaflaşırdı sanki. Yan yana ya da karşı karşıya otururlardı, ikisi kafa kafaya verip iyice yakınlaşırdı bazen, bir üçüncüsü de katılabilirdi aralarına, kuşlar gibi toplaşırlardı masanın çevresinde. Değişik markalarda sigaralar dizilirdi, ağızları sımsıkı kapalı, bireyselliğin hazinelerini gizleyen çantalar, telefonlar… Tek başına oturanlar ellerinden bırakamazdı telefonunu, bu tek başınalığın sonsuza dek sürmeyeceğini hatırlatmak istercesine… Yalnızlığın kıyılarından bakarlardı birbirlerine. Saçlarını geriye doğru atar, yüzlerini açar ve yaralarına nasıl yenilmediklerini gösterirlerdi. Kan rengi şarap koyulaşırdı kadehlere yakalanan bakışlarla. Bazen biri hafifçe içini çekerdi, iki kadın aynı anda susuverirdi bazen, üçüncüsü gözlerini dışarıya, karanlığa çevirip uzun uzun bakardı, bazen hep birlikte kahkahalarla gülerlerdi. Ama kansız sözcüklerle, pek çabuk anlatırlardı hayat hikayelerini, bir kanat çırpışı gibi yüreğe değen, defalarca çiğnenmiş sözcüklerle. Belki yeni bir dünyanın ancak tükürükle mayalanarak doğabileceğini sezdiklerinden. Sonra sessizliği ikram ederlerdi birbirlerine. Kat kat kumaşlarla gizlenmiş göğüsleri kadar beslerdi gözyaşları, hayatın köklerini. Bu akşam ben de, bu boş, mavi saatte camın berisine geçiyor, kentin kadınları arasında yerimi alıyorum. Tütün sararcasına sarıyorum benliğimi bir hikayeye, kendi hayatımı çiğnenmiş tütünle, şarapla, mavisi ve siyahıyla karıştırıyorum gecenin, duman duman savuruyorum boşluğa. Camların ardından dinliyorum sesimi ve gün gelir de, buraya, bu ana bıraktığım kendimi, yeniden bulabilir miyim, geri ister miyim, bilmiyorum.
Çöl Uçsuz bucaksız yalnızlık çölündeki dev taşlar arasında bir rüzgar eser ansızın, bir meşale alev alır ve aydınlatır boş mezarları… Titrek, değişen imgeler belirir tabutların üzerinde, lanetli harfler sıraya dizilir, kobranın parıltılı dansı başlar. Mumyaların artık olmayan yüzleri aydınlanır birdenbire. Gözlerinden yansıyan ışık, sonsuzluğun dolambaçlı yollarını kateder, teker teker açarak ölülerin ardından kapanmış kapıları… Taştan kadının kanatları açılır, uzanır hayatın bir ucundan ötekine, taşın ağır sessiz dili insan ruhunun hakikatini anlatır. Hemencecik söner ateş, her şey gibi uyarak uykunun çağrısına… Gece kucaklar geceyi. Karanlık, karanlık olur.
Sonsuzluğa dair Bizler, kentin öldürülmüş kadınları, incecik, şeffaf cinayetlerde delik deşik edilmiş; bizim için kurulmuş görkemli sarayın bodrumunda toplanmışız. Sıkış tıkış, yan yana, omuz omuza, karşı karşıya… Bir türlü açılamayan kanatlarıyla olduğu yerde çırpınan melekler gibiyiz, dans eden sarhoş melekler… Öylesine yakın duruyoruz ki birbirimize, birimizin gözyaşı, diğerinin yüzünden akıyor, yaşam rengi izler bırakarak… Rimelle, pudrayla, çamurla karışık. ‘Sonunda biz uçabiliyoruz’ diyoruz hep birlikte, ‘yola koyulduk artık, ufkun kızıl çağrısına doğru, çoktandır görmediğimiz gökyüzündeyiz işte…’ Gün gelip de dönmeye karar verdiğimizde, bütünüyle silinmiş olacak yüzlerimiz. Çizgi çizgi, harf harf dağılacağız. Sözcükleri, kadehleri doldurup koyulaştıracağız, tohumlar gibi çöle savrulacak, yağmura dönüştüğümüzde, sonsuzluğa dair bir mitosu oynayacağız.
Yüreğim! Bana annemin çölünü ve kanını taşıyan yüreğim. Çağların bıçak darbeleriyle şekillenmiş yüreğim. Ne sen, ne ben, daha yalnızdık tanrıdan, ne de daha masum. Bir kadeh zifiri şarabı paylaştık insan denen o korkunç alaşımdan. Birbirine bağlanmış kör dilenciler gibi sürüklendik mutluluğun peşinde. Şimdi daha da aşağıdayım senin uçurumlarından. Gömülme vakti gelmiş bir ölüye sarılır gibi sarılıyorum sana, ‘Bırakma beni’ diyorum, ‘Sakın bırakma!’ Uçsuz bucaksız yalnızlığın bir ucundan sesleniyorum sana, sonsuzca küçülüyor, taşlaşıyorsun, gri ve yas dolu bir heykelsin şimdi, uzun bir geçmişin kalıntısı, gündoğumlarında ağlıyorsun. Sonra sonsuzca büyüyor ve çöle yağıyorsun, su damlası kadar saydam. Ne daha yalnız, ne daha suçluydum tanrıdan, son bıçak darbesini indirirken… Gözlerini kapadın ve adımı fısıldadın. Yüreğim! Yoksa duyuyor muydun? Duyuyor muydun bunca zamandır? Osiris’in huzuruna varış. Ölünün yargılanması. Terazinin kefesinde bir yürek, diğerinde bir tüy. “Bir ölünün geçmesi gereken 70 kapı vardır” der Eski Mısır. Derin bir soluk alıp yola koyulmalı.
Kanın mucizesi İşte, bu da benim hikayem. Doğumum, ölümüm ve ikisi arasındaki her şey. Onca hikaye arasında bir hikaye daha, sessizliğe çarpıp duran… Onca sayfa içinde bir sayfa, uzun çabucak okunan, iki aynı aynı cümlenin, dünle bugünün arasında…
Ama suyun mucizesidir, avcıların vurduğu kuşları yüzeye çıkarmak, salmak bulutların yansımaları arasına, yeni bir gökyüzü vaat etmek çoktan kapanmış kanatlara… Ve kanın mucizesi olacak, sözcüklerimi hayata yollamak ve yeni bir beden vaat etmek parçalanmışlığıma… İşte bu yüzden, geceler, geceler dolanıyorum sözcükler mezarlığında, umutsuzca bağırarak ölülere: 'Uyanın! Uyanin! ' Ve belleğim, toprak bir çanak, çarmıhın altında bekleyen… Bekleyen… Bekleyen…
(...)