.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

29 Eyl 2011

hisler ansiklopedisi




Babam fabrikadan aldığı maaşının yarısıyla yirmi sene boyunca taksit ödeyip İnan Yapı Kooperatifi’nden bir daire sahibi oldu. Taksitlerin bittiği ay deprem oldu, ev yıkıldı. Tek yumrukla nakavt. Her zaman böyle olur. Mutlu olmak için bir sürü faktörün bir araya gelmesi gerekir. Mutsuzluk için tek neden yeter.

O sene üniversiteye başladım, depremzede olduğum için başbakanlık bursu bağladılar, geri ödemesiz, eski parayla ayda 100 milyon. Sene 99, çok iyi paraydı benim için. Belki de bu yüzden evin yıkılmasından gizli bir zevk de aldım. Ama o felaketten aldığım gizli zevk yüzünden olsa gerek yıkılan ev peşimi hiç bırakmadı. Hâlâ ana mekanın o ev olduğu kabuslar görüyorum.

Banka kartı Zeynel Abi’de duruyordu. Burs yatınca Vakıflar Bankası’ndan parayı çekiyor, sonra defterdeki hesabımla elindeki parayı karşılaştırıyordu. Genelde borçlu çıkıyordum. O sene takıldığım birahanenin sahibiydi. Borca mahsuben, boşalan bira fıçılarını götürüyor, dükkan önünden doluları getiriyordum. Ayrıca çok sarhoş olan müşterilere, sağda solda düşüp kalmasınlar diye taksiye kadar eşlik ediyordum ve bütün bunları yaparken esprili olmaya da gayret ediyordum. Maddi durumun kötüyse kendini sevdirmek zorundasındır. Ekonomi politiğin insan mizacını belirlemesi de diyebiliriz.

Zeynel Abi’nin yerinde bir aile gibiydik. Ama Yudum reklamında, yağın ne kadar hafif olduğunu anlatmak için yemek sofrasında otururken birden uçmaya başlayan o aile gibi, o derece absürt. Çeşit çeşit adam vardı. Erkek mekanıydı. Sonra bir gün o tabu da yıkıldı. Akşamüstü beşi çeyrek geçe. İçeri giren kadın otuz beş yaşlarındaydı, o ana kadar gördüğüm en güzel kadındı. Belki de olması beklenmeyen bir yerde gördüğüm için öyle gelmişti. Tam bilemiyorum.

Kadın barın önünde durunca Zeynel Abi önce kadına sonra da birahanenin içindeki herkese dikkatle baktı. Bu kamera şakasını kimin tertip ettiğini anlamaya çalışıyordu sanki. Kadın viski istedi. Haliyle viski içilebilecek türden bir yer de değildi. Zeynel Abi, bir gözünü kadından ayırmadan, rafta durmaktan sararmış Ankara viskisinin tozunu aldı, rakı bardağına duble rakı ölçüsünde koyup verdi. Kadın kendisine bakanları umursamadan bardaktaki viskiyi bir dikişte içti. Bir tane daha istedi. Onu da aynı şekilde içip gitti. Ertesi gün de tekrarlandı bu olay ve sonraki günlerde de. Saat gibiydi, her akşamüstü geliyor, iki duble viskiyi fondip yapıp hiçbir şey söylemeden gidiyordu. İlk başlarda merak ediyorduk, kimin nesidir diye uzun uzun tartışıyorduk, sonra ona da alıştık. İnsan her şeye alışıyor. Bunu uzatmayacağım, Dostoyevski, Ölüler Evinden Hatıralar’da, bu her şeye alışma durumunu bütün tafsilatıyla anlatır.

Sonra bir akşamüstü kadın gelmedi. Zeynel Abi, belki geç gelir diye normalden bir saat sonra kapattı birahaneyi. Ama o kadın bir daha hiç gelmedi. İlk başlarda yine merak ettik, birden ortaya çıkan kadının niye birden yok olduğunu tartıştık uzun uzun. Öldü diyenler oldu, devlet memuruydu başka bir ile tayini çıktı diyenler oldu, Yunan ajanıydı deşifre olunca Kıbrıs Rum Kesimi’ne gitmek zorunda kaldı diyenler bile oldu, çeşit çeşit komplo teorisi. Sonra onun yokluğuna da alıştık. Bu duruma en çok Zeynel Abi bozuldu çünkü bir yerlerden ucuza iki şişe kaçak Jack Daniels almıştı. Kaçak viskinin öldürmediği zamanlar. Paşabahçe’den viski bardağı bile almıştı. Bu kadar yatırımdan sonra kendini aldatılmış hissediyordu doğal olarak.

Varlığına da yokluğuna da alıştığımız kadını bir yıl sonra falezlerde gördüm. Gözlerini karanlık sulara dikmiş içiyordu. Yanına oturdum. “Siktir git,” dedi. Elinde hazır beklettiği sustalıyı açınca kalkıp yürüdüm. Arkamdan, “Bir dursana,” diye seslendi, durdum. “Ben seni nereden tanıyorum,” dedi. Durumu anlattım. Bıçağı kapattı. “Her gün gidiyorsun mu oraya?” diye sordu.
“Hayır,” dedim. “Haftada altı gün. Sen niye gelmiyorsun artık.”
Cevap vermedi. Önündeki J&B şişesinden bir yudum aldı. Sonra bana uzattı. Ben de bir yudum alıp yanına oturdum. İçki şişelerine dandik plastik zımbırtıların takılmadığı zamanlar. Sustalıyı tuttuğu elinde bir de kağıt mendil vardı. Ağladığı için rimele bulanmıştı.
“Seni kim üzdü bu kadar?” diye sordum.
“Boş ver.”
“Çok mu özel?”
“Hayır, çok klasik.”
“Anlıyorum,” dedim. “Kadınlar bekliyorlar, güvenebilecekleri bir adam arıyorlar. Sonra da o adamın piçin biri olduğu ortaya çıkıyor. Ve böylece bir kere kırılması gereken kalpleri iki kere kırılıyor.”
“Sen kaç yaşındasın,” dedi.
“Yirmi bir,” dedim, on dokuz olduğum halde.
“Hiçbir bok bilmediğin halde her şeyi bildiğini zannediyorsun,” dedi. Saldırgan bir tavırla söylememişti bunu. Birine en sert lafı söyle ama yumuşak bir ses tonuyla, gülümseyerek söyle o lafı, alınmak istese bile alınamaz.
“Kız arkadaşın var mı?” diye sordu.
“Bazen.”
“O nasıl oluyor?”
“Sadece sarhoşken gidiyorum. Bazen içeri alıyor, bazen almıyor. Hiçbir şey içmiyor ama kafası benden güzel. Komşulara kuzen numarası yapıyoruz. Karışık bir durum.”
“Onu elinde tutmak istiyor musun?”
“Bazen.”
“O zaman onu sürekli suçla,” dedi. “Bazen suçlama sürekli suçla. Suçsuzluğunu kanıtlayamadığı sürece sana kötü davranamaz.”
“Niye öyle yapsın ki?”
“Çünkü kadınlar doğuştan suçlu olduklarına inanmaya yatkındırlar.”
“Tamam,” dedim. “Bunu değerlendireceğim.”
J&B bitti, parkın karşısındaki tekelden bira alıp geldim.
“Ne iş yapıyorsun?” diye sordu.
“Ansiklopedi işindeyim.”
“Ansiklopedi mi pazarlıyorsun?”
“Hayır, yazıyorum.”
“Ne Ansiklopedisi?”
“Hisler Ansiklopedisi. İnsan duygularını sınıflandırıyorum. Biraz saçma gözükebilir ama gerçek. Üçüncü cilde geldim. Üçüncü defter yani.”
“A’dan Z’ye mi gidiyorsun?”
“Hayır, en zararsız duygulardan başladım en çok yaralayanlara doğru gidiyorum.”
“İyi o zaman,” dedi. “Bir gün bitirirsen haber ver. Okumaya sondan başlayayım.” Biraları bitirdik, telefonları kaydettik, gün aydınlanırken aksi istikametlere yürüdük. Bir hafta kadar sonra aradım, soğuk konuştu. Bir daha aramadım.

Aradan bir sene daha geçti. Kafam çok bozuktu, bir gece “bazen” gittiğim kız arkadaşımın evine gittim yine. İçeri almadı. Kapıyı çalıp durdum, umursamadı. Yönetici geldi, bağırıp çağırmaya başladı, beni göğsümden itti. Sonra da cep telefonuyla polisi arayıp apartmana bir sapığın dadandığını söyledi. Öyle söyleyince adamın ağzının ortasına bir tane vurmak istedim ve aynı anda da vurdum. Sanki düşünce gücüyle vurmuştum. Karısı bir çığlık attı. O çığlığı duyar duymaz yaptığıma pişman oldum. Kaçacaktım ama diğer komşular da gelip çevremi sardılar. Apartmanın önünde polisi beklemeye başladık. Beş dakika sonra gelen ekip aracından bir sivil polis indi, önce telsizle kafamı yardı sonra da derdimin ne olduğunu sordu. Benden daha sarhoştu. Kuzenime geldiğimi söyledim.
“Gel böyle,” dedi. Gittik kapısını çaldık, “Bu senin kuzenin mi?” diye sordu beni gösterip. Elimi kafamdan çektim, avucumdaki kanı gösterdim.
“Evet,” dedi. “Uyuyakalmışım duymadım.”
Polis nüfus cüzdanımı alıp bir gözünü benden ayırmadan elinde evirip çevirdi, doğum yerime baktı, “Depremde bir şey var mı?” diye sordu.
“Vardı kalmadı,” dedim. Önceden hazırlanmış bir espri.
“Geçmiş olsun,” deyip gitti.
Sabaha karşı mutfakta oturuyorduk, kafamın yarılan kısmına tentürdiyot sürerken özür diledi. Neden özür dilediğini sordum. “Hep benim yüzümden,” dedi.
“Kendini suçlamana gerek yok. Benim serseriliğim.”
“Kapıyı açsaydım böyle olmayacaktı.”
“Kapına dayanan bir sarhoşu içeri almak zorunda değilsin.”
Tentürdiyotlu bezi kafama bastırırken, “Canın çok acıyor mu?” diye sordu.
“Biraz.”
“Hep benim suçum.”
“Hep senin suçun değil,” dedim. “İnsan kendi felaketini seçemez. Kendi felaketine aktif katılım içinde olabilir ama yine de onu seçemez. Yıkılmak için dizilen domino taşları gibiyiz. Biri gelir sana çarpar, seni yıkar ama onu da başka biri yıkmıştır. Biraz tepeden, soğukkanlı bir zaviyeden bakınca göze hoş gelen bir görüntü aslında. Kendi felaketinden bile zevk alabilirsin böylece. O felakette seni diğer insanlara bağlayan şeyi görürsün çünkü. Bu durumda herkes suçlu olduğuna göre hiç kimsenin suçlu olamayacağını anlarsın. Herkes birbirini yıkar. İnsana kim vurduya gitmek yakışır.”
“İnsan iradesini hiçe sayıyorsun o zaman.”
“Hayır,” dedim. ”İnsan iradesine hayranım. İradeli insan yirmi sene çalışıp bir ev alır ve sonra o evin yirmi saniyede yıkıldığını görür. Her şeyini kaybetmiştir ama pes etmez, yirmi yılının boşa geçtiğini anlamıştır ama bunu kimseye çaktırmaz. Sonra cebinde taksi parası bile kalmadığından bir bayram arifesinde otogara valiz taşımak zorunda kalıp kalp krizi geçirir. Hastaneye götürürler ama hastanede yeterli teçhizat yoktur. İradeli insanı bir ambulansa koyup başka bir hastaneye gönderirler. Ama başka iradeli orospu çocuğu insanlar ambulansa yol vermezler ve o iradeli insan hastaneye varamadan trafikte ölür. Ambulansın sirenleri iradeli insan ölmemiş gibi çalmaya devam eder bir süre daha. Sirenler çalarken iradeli insanın kafasından geçen son düşünce de ‘Ben nerede yanlış yaptım,’ olur. İşte sana babamın ve insan iradesinin hikâyesi.”
“Ansiklopediyi ne yaptın?”
“Vazgeçtim.”
“Niye?”
“Hissedecek bir şey kalmadı.”
“Şimdi ne yapacaksın?”
“Bilmiyorum,” dedim. “Zeynel Abi’nin yerini bırakıp başka bir yer arayacağım, çünkü hep kendime bir yer aradım. Kartı da geri almayacağım.”
“Saçmalama,” dedi.
“Bursu kestiler zaten,” dedim


Afilli parçalar