“Yaşar gibi yaptığımızı anlayamadan yok olup gideceğiz. Ama bir bilebilseydik, tam o an işte, ah bir bilebilseydik!”
*Adalet Ağaoğlu
Bir tek sözcük neydi aslında? Anlatmaya tek bir sözcük... Sessizlik, düş ve özlem... Hep bir eksik...
Çocuk koşmasına devam etti. Yüzünde, minicik ayaklarında acemi bir telaş. Sanki aradığı bir şey vardı. Asırlar önce kaybedilmiş bir imgenin arayışı belki de. Ve soluk soluğa, biraz da yorgun koşuyordu çocuk. Minicik, çıplak ayaklarında acemi bir telaş. Korku... Sanki eve dönüp de bulamadığını söylediğinde annesinden azar işitecekmiş gibi bir de korku yüreğinde. Kırgınlık, bir parça da ümitsizlik belki. Bir yorgun düşüş... Düş...
Onu izliyordu adam. Bir an, ah, nasıl bir bakıştı o, gözgöze geldiler. Korktu adam, kaçırdı gözlerini. Çocuk arayışına devam etti.
Bir balıkçı, oltasını yosun kokan bilinmezliklerin derinliğine sarkıtmış bekliyordu. Ona doğru koştu çocuk. Kovası bomboştu balıkçının. Hafif bir poyraz vuruyordu yüzüne. Aniden battı mantarı, gerildi ipi oltanın. Sevinçle, umutla karışık bir heyecanla sardı oltasını balıkçı. Bilinmeyen mavilerdeki özleme kavuşmuşçasına gülümsüyordu yüzü. Suyun dışında son buldu bekleyiş; balıkçının yüzündeki gülümseme ile birlikte sönükleşti düş. İğnenin ucundaki küçücük balığı yaşamın duvarını yumruklamış ama yıkamamış o kocaman ellerine karşın incitmeden -anaç bir sevgi ya da hüzün mü vardı bu dokunuşta?- çıkardı ve tekrar bıraktı suya. Çocuk onu izliyordu. Balıkçı olta takımını toparladı ve kurşuni gökyüzüne bakıp derin bir iç çekti. Sigarasını çıkardı sonra cebinden, bir de kibritini. İkinci çakışında kibrit alev aldı ve sigarasıyla birlikte aydınlandı soluk gözleri. Yağmur mu yağacaktı ne? Derken hâlâ kendisine bakmakta olan küçük kız çocuğunu gördü. Ayakları çıplak, yeşil gözlü kız çocuğunu... Çocuksa –belki de ufak bir balığın az önce serbest bırakılışından gelen bir sevinçle- gülümsedi balıkçıya. Nasıl bir gülümseyişti o? Geçmişten gelen, unutulmuş, sanki bir puslu İstanbul akşamüstü için yaratılmış, çocukluğumuzun sokaklarında bırakılmış bir gülümseyiş...
- Ne oldu ufaklık, neden öyle bakıyorsun?... diye sordu balıkçı. Bu sırada denize doğru eğilmiş, ellerini suya daldırmıştı bile. Bir sorunun, üstelik de kendi sorusunun cevabını beklemeden, neden eğilmişti balıkçı denize? Korku... Kayıp bir gülümseyiş mi aramıştı sudaki yansımasında? Yoksa bir denizkızını mı bekliyordu? Bir denizkızı çekip alacak, kurtaracak mıydı onu kimsesizliğinden? Bekleyiş ve özlem... Arayış neydi gerçekte? Özlem neydi?...
Tekrar doğruldu balıkçı. Islak ellerini nereye koyacağını bilememenin acemi arayışındayken, bu süre boyunca çocuğun onu öylece izlemiş olmasına ve henüz cevap vermemesine şaşırdı. Durdu. Ve gözgöze geldiler yine. Yine o bakış... Varoluşumuzun unutulmuş, soluk fotoğraflarının tekrar ele geçip de anımsanması gibi, o anki gibi hüzünle sevinç karışık bir gülümseyiş. Geçmişten gelen, yokluğu hissedilen bir şey... Düş... Balıkçı hiç konuşmadan bekledi.
- Bir çocuk parkı... diyebildi çocuk. Sözcüklerin dudaklarından çıkışındaki titreyiş ona o kadar yakışmıştı ki... Derin bir nefes aldı ve devam etti:
- Bir çocuk parkı gördünüz mü buralarda? Bir çocuk parkı yakalayabildiniz mi?
Ürperdi balıkçı. Sigarasından derin bir nefes çekti. Önce bir ışık canlandı sigaranın ucunda, sanki bir cevap gibi; sonra yitiverdi her şey. Arayışı neye dairdi balıkçının? Saatler boyunca beklenilen, geldiğinde serbest bırakılan bir arayış neyi amaçlar ve neyi kanıtlardı? Sürekli devinen bir özlem. Özlem neye dairdi bir iğnenin bilinmezlere sarkıtılışında? Her şey sadece belirsiz bir umutlanışa ya da gelmeyeceği bilinip de beklenmiş ve her bekleyişin ardından gelmemiş olanların hatırasına mı adanmıştı? Düş, bir denizkızı ve özlem... Asırlar önce kaybedilmiş, unutulmuş bir his, bir imge. Oltayla bir çocuk parkı yakalamak... Çocuk parksız bir çocuk; çocukluksuz bir yaşam, düşsüz bir çocukluk mu demekti? “Bir çocuk parkı yakalayabildiniz mi bugün?” Hüzünle özlemle iç içe bir umutsuzluk halinde baktı balıkçı çocuğa. Omuzları iyice çökmüştü. Bir nefes daha çekemedi sigarasından. Gözleri buğulandı, yaşlarla doldu. Denize baktı tekrar. Hiçbir şey kıpırdamadı. Gözlerini kaldırdığında çoktan yitmişti küçük kız çocuğu.
İstanbul’da yeşille mavinin barışık olduğu son kıyıydı burası. Renkler, düşler gibi hızla kirleniyordu. –Öyle ya; asıl kirlenen düşlerimizdi içimizde, renkler birer yansımasıydı düşlerin.- Adam, deniz kıyısındaki banka oturmuş, küçük kızı takip ediyordu gözleriyle. Ne konuşmuş olabilirdi balıkçıyla? Balıkçı ağzını açamadan daha, hep o aynı telaşla ve yüzündeki korku ifadesi daha da büyüyerek neden çekip gitmişti küçük kız?... Yalnızca izlenimleriyle yetinerek çocuğu izlemeye devam etti. Bu çıplak ayaklı, uzun etekli küçük sokak kızını. Anlatmaya tek bir sözcük... Sessizlik, düş ve özlem... Hep bir eksik... Yağmur mu yağacaktı ne?
Martıların haykırışları eşlik ediyordu Eylül’ün hüznüne. Koşuyordu çocuk. Ötede bir ressam, fırçasındaki soluk renkleri yorgun darbelerle yerleştiriyordu tuvale. Yine de bir şeyler eksik... Bir düş, bir renk, bir mavi anı, çoktan yitirilen... Fırçasını suya daldırıp temizledi. Bir renk aradı kendine, bir renk daha. Karışımsız, taptaze, incinmemiş bir renk. Bulamadı. Tuval üzerinde hayat vermek istediği çağrışımın izlerine baktı sonra. Bir şey eksik ama ne? Hangi renk, hangi anı, hangi düş? Çocuk, arayışın tam da bu en fırtınalı anında dikilip durdu ressamın yanı başında. Yağmur mu yağacaktı ne? Serince bir rüzgâr esti birden. Ürpererek uyandı ressam düşüncelerinden. Çocuğa baktı. Dokunsan kırılacak değerli bir taşı anımsatan yeşil gözlerinde çocuğun, bir sorgulayışı okudu. Bir arayışı... Korku... Tuvale ilk çizgilerini, ilk çağrışım izlerini atarkenki gibi titredi elleri... Ne kadar güzeldi gözleri! Ne kadar incinmemiş ve kırılgan! Minicik ayakları, çıplak... Gülümseyerek, aslında korkuyla, gülümseyişinden bile korkarak baktı çocuğa:
- Beğendiysen içlerinden birini verebilirim sana... dedi. Sesindeki bu bir şeylerden kaçıyor havası ve doğalsızlık onu bile şaşırttı. “Demek bunca yitirmişim hayatı!” diye düşündü. Sessizlik... Çocuk cevap vermedi, hep o aynı bakışla sustu.
- İstersen senin bir portreni de yapabilirim küçük kız, ha, ister misin? Niye sustun, niye bakıyorsun bana öyle?
- Bir çocuk parkı... dedi çocuk. Ürperdi ressam.
- Bir çocuk parkı gördünüz mü buralarda? Bir çocuk parkı çizebildiniz mi?
Sessizliğe gömüldü ressam. Neydi bu soruyu cevapsız bırakan, neydi eksik olan? Bir renk, bir imge... Anılarından sıyrılmak istedi aniden. Yaşam mıydı bunca düşsüzleştiren insanları? Bir an sıyrılmak istedi tüm geçmişinden. Bir Pazar sabahı, annesinin önünde ilk adımlarını –beceriksizce de olsa ilk adımlarını- atan bir çocuk gibi yepyeni beklentiler ve düşlerle başlanabilir miydi hayata? Yeniden? Bir fırçanın kirini suya daldırıp atar gibi... Bugüne kadar özlenilen, beklenen ama gelmeyen, tuvali yarım bırakan o tek imge, tek renk neydi? Bir çocuk parkını çizebilmek... Ve bu çocuk parkının içinde çıplak ayaklarının acımasına aldırmadan uçurtma uçururken bembeyaz kelebeklerin hayalini kuran bir kız çocuğu... Öbür elinde kıpkırmızı bir elma şekeri...
Aranılan neydi aslında? Tek bir renk hayata; tek bir renk, hep eksik. -Masmavi bir düş.- Özlenen neydi yalnızlıkta, bir fırça darbesinde, bir tuvalin üzerinde? Ta tanrılar zamanının ölümsüzlüğünde unutulmuş, o zamandan beri sonsuz bir sancıyla taşınan, beklenen, özlenen... Özlem... Evren kurulalıberi gizlenmiş bir renk. Tek bir renk, hep eksik... Sessizlik... Sustu ressam, konuşamadı. Zihni binlerce düşünce ve çağrışımla yorgun düştü. Kıstı yeşil gözlerini çocuk. Savurarak saçlarını güçsüz rüzgârda, sessizce uzaklaştı. Sustu ressam. Kaldıramadı başını, seslenemedi çocuğun ardından. Tek bir renk, hayata. Tek bir sözcük... Bulamadı. Rüzgârın tenini sıyırışıyla ürperdi. Bir soluk Eylül akşamüstünde özlem ve çelişkiler... Yağmur mu yağacaktı ne?...
Bir tek sözcük neydi aslında? Anlatmaya, yaşamaya... Sessizlik, düş ve özlem... Hep bir eksik... Gözlemine devam ediyordu adam. Suskun kalan bir balıkçı ve ressamın ardından ona doğru koşuyordu minik, çıplak ayaklı kız çocuğu. Arayış dolu bir sokak çocuğu. Uçurtmaların yitirildiği bir kentte... Bir an, ah, nasıl bir bakıştı o ? Korkmuş muydu adam? Kaçırmış mıydı bakışlarını? Hemen toparlanıp kaçabilir miydi o sahneden? Bir sorunun, balıkçı ve ressamın yüzünden okuduğu ve onları suskun bırakan bir sorgulayışın merakı, tutkusu ve bilinmezliği ile, bilinmeyenin gizi, gizemi, büyüsü ve bu büyünün düşselliği ile bekledi adam. Ona doğru koşmaktaydı çocuk. Soluksuz kalmış gibiydi yüzü. Yaklaştı çocuk soluk soluğa. Boncuk boncuk ter birikmişti alnına. Paçavraya dönmüş, bütün olanaksızlıklar –belki de düşsüzlükler- ile kirlenmiş, eskiden beyaz olduğu izlenimini uyandıran bir elbise vardı üzerinde. Çocuk da adamın taranmamış saçları, birkaç günlük sakalı ve özensiz giyiminden doğan perişan görüntüsüne takıldı. Hiç kaçırmadan gözlerini birbirlerinden ve konuşmadan hiç, öylece beklediler bir an. Yanaştı çocuk. Adamın oturduğu banka, hemen yanıbaşına oturdu. Daha ayakları yere yetişmiyordu bile. Minicik, çıplak ayakları... Bir süre martıları, vapur düdüklerini, rüzgârın ve dalgaların sesini, koşuşturan –ama hep o aynı telaş, bir yere geç kalmışçasına, artık zaman yokmuşçasına acele ile koşuşturan- insanların adımlarını, çığırtkan satıcıları, kısacası kahkahası ve hıçkırığı ile İstanbul’u dinlediler. Belki de her şeyden arınmış bir sessizliği duyumsadılar birlikte. Gök mü gürledi az önce? Yağmur mu yağacaktı ne?
- Üşümüşsündür küçük kız, al şu montu sırtına bakalım... dedi adam. Bu beklenmedik yakınlık karşısında ürktü kız, ne yapacağını bilemedi ama reddetmedi bu teklifi. Montun tüm bedenini saracak büyüklükte oluşunu garipsemiş olsa bile, sıcak bir güven verdi bu ona. Sevgi ihtiyacını bir montun sıcaklığında giderir gibi sarındı iyice monta. Adamın hiçbir şey söylemeden uzattığı simidi, yine hiçbir şey söylemeden, ama yemyeşil gözlerinde minnet ifadesi ile aldı. Yemyeşil gözleri sımsıcak. Ve, ah, nasıl bir bakıştı o? Asırlar önce toprağın altına gömülmüş bir düş sanki. Bir özlem... Kaybedilmiş, unutulmuş, ama hep eksik, hep eksikliği taşınmış, susulmuş bir düş. Rüzgârın tenine değişiyle ürperdi adam:
- Niye koşuyordun durmadan küçüğüm? Neyi arıyordun?... diye sordu. Cevabın bir sızıyı iyiden iyiye sancı yapacağını, acıtacağını biliyor muydu? Daha cevabı beklemeden tekrar sordu:
- Sahi adın ne senin küçüğüm? Bir adın var mı?
- Elif!... dedi sokak çocuğu. Donuklaşmıştı gözleri. Annesiyle babasını hiç tanımamıştı. İsmini kimin koyduğunu, neden “Elif” koyduğunu bilmiyordu. Tek bildiği herkesin onu “Elif” diye çağırdığıydı. Annesi ile babası ne zaman, nasıl yitmişlerdi? Düşleri? Halasının iki göz barakasında yaşarlarken nasıl, ne zaman, neden takılmıştı bu soru aklına? Nereden? Bir şey eksik... Bir düş...
- Bir çocuk parkı... dedi ümitsizce. Bir çocuk parkı gördünüz mü buralarda?
Vurgun yemiş gibi soluksuz kaldı adam bir anda. Suskunlaştı. Derin bir iç çekiş... Sessizlik... Bir çocuk parkının arayışındaki çocuk gibi ümitsizleşti birden. Hiçbir şey söyleyemedi. Ne söyleyebilirdi ki? Bir çocuk parkı, düşlerde özlenip de el uzatılamayanı mı simgelerdi yoksa? Ulaşılamayanı, tuvaldeki renksiz bölgeyi, suya atılan oltadaki bekleyişi, yitirilen bir düşü... Bir çocuk parkının arayışında herkese sancı veren neydi? Sessizlik... Hep bir eksik... Acı dolu bir sessizliği bozmak için, buğulu gözlerini ve dokunsan hıçkırıklarla yitirilenleri taşıracak yüreğini saklamaya çalışarak, sordu adam:
- Kimsen yok mu senin küçüğüm?
Yaşamsızlıklarla dolu düşsüz yüreği bir kalkıp indi. Derin bir iç çekiş...
- Bir çocuk parkım yok benim... diye cevap verdi çocuk.
Rüzgâr dokundu yüzüne, ürperdi adam. Gökyüzüne kaldırdı başını. Kurşunî yaşamsızlığa martıların çığlıkları eşlik ediyordu. Düşündü... Tek bir sözcük. Bulamadı. Hep bir eksik... Derin bir iç çekiş... Yağmur yağacaktı.
Uyandı düşünden adam, düşsüz kaldığı düşünden, aslında düşsüzlüğünden. Terlemişti. Bir çocuk parkını arayan yeşil gözlü, minik, çıplak ayaklı kız çocuğu gibiydi sanki, soluk soluğa ve terlemişti. Hızla inip kalkıyordu yüreği. Ürperdi birden. İyice sarındı yorganına. Dizlerini içine çekti ve o anda bir sancıyı duyumsadı. Midesinden yüreğine doğru yürüyen, düşüncesini ve düşünü de esir alan, acıtan bir sancı. Bir boşluğun acıması belki de. Bir karanlığın... Ürperdi yine ve sımsıkı sarındı yorganına, kimsesizliğine. Sigarasına uzandı. Kibritini çaktı ve kibrit alev aldı. Bir süre alevi izledi donuk gözleriyle. Kibrit tükenmeden ve alev elini yakmadan az önce, sessizlikle ve aynı donuk bakışla sigarasını yaktı. Söndürdü kibriti. Kül tablasını aradı gözleri. İşte orada, pencerenin hemen önündeydi. Uzandı ve aldı. Derin bir nefes çekti sigarasından. –Balıkçının sigarasından çektiği nefes de bu muydu, böyle miydi?- Bir an, küçücük bir umut, bir başkaldırı gibi sigaranın ucundaki ışık. Sonra hemen soluklaşıyor, yitiyor. Ve dumanında beklenip de gelmeyenlerin, özlemlerin, kayıp düşlerin, belki de çocuk parklarının –kayıp çocuk parklarının- izi. Bir nefes daha alamadı sigarasından adam. Dumanın, sakladıklarıyla birlikte yitip gitmesini izledi. Söndürdü sigarasını. Derin bir iç çekiş... Sessizlik, düş ve özlem... Tek bir sözcük... Hep eksik... Çocuk parksız bir çocuğunki gibiydi yüreği. Kendi çelişkisini kendi içinde taşıyan bir çocuk gibi. Yaşanmamış, yarım kalmış bir şeyler hep, hep bir eksik. Henüz aydınlanmamıştı hava. Az sonra, gün ağardığında yavaşça, insanlar yine aynı telaşla, bir yere yetişme düşüncesiyle yalnız, sanki artık zaman yokmuşçasına ve yine düşsüz, yine aldırmadan birbirlerine, yine çocuk parksız devam edeceklerdi yaşamalarına, yaşam olduğunu sandıkları o sürece. Gözlerini kaldırdı adam –yatağın yanıbaşındaki bu pencereden, güzel görünürdü şehir- ve hüzünle baktı şehrine, özleminin anılarını barındıran limana. Özlem neydi aslında? Bir kent, bir sözcük, bekleyiş... Özlem, kaçılamayan bir kentti belki de. Gitmenin aslında ölmek olduğu biline biline terkedilen, sonra, onlarca savruluştan sonra, daha eksik, yarım, düşsüz, ama yine de sığınma, barınma umuduyla, yenik de olsa geri dönülen bir kent... Özlem, bir kentti belki de. Peki, özlemi kaçılamayan kentlerin sessizliğinde saklı adamların yaşamı nasıldı? Tek bir sözcük... Yaşam olduğu sanılan bir zaman aralığında unutulmuş, yaşamamış, yaşanmamış, yaşlanmış bir sözcük. Bir düş... Bir çocuk parkı belki de... Özlem neydi? Özlem bir çelişkiydi bağrımızın ortasında, acıtan. Özlem; bekleyiş, hüzün demekti. Özlem bir sözcüktü, bir denizkızıydı, bir renkti. Bir düş, bir çocuk parkıydı özlem.
Şehrine tekrar göz gezdirdi adam. Balıkçılar son onarımlarını yapıp ağlarının, güne hazırlanıyorlardı. Yeni bir bekleyişe, ama eksik olan bir tek sözcüğün farkında olmadan. Çığırtkan satıcılar da tezgahlarında yerlerini almışlardı. İşte ilk seferini yapıyordu Paşabahçe, Eminönü’nden Kadıköy’e. Martılar vapurun peşi sıra... Bir tek martı hep en yüksekte uçup durdu. Haykırdı durmadan. Kimse kaldırıp başını bir kez olsun dinlemedi. Kurşunî bir düşsüzlük kaplamıştı kentin üstünü. Bir martı, tek başına haykırdı durmadan. Tek bir sözcük...
Bir tek sözcük neydi aslında? Anlatmaya tek bir sözcük... Sessizlik, düş ve özlem... Hep bir eksik. Bir kız çocuğu koşuyordu sahil boyunca. Beyazı kirlenmiş bir elbise içinde, minicik ayakları çırılçıplak bir sokak çocuğu. Çocuk parksız devam ediyordu herkes yaşamasına, yaşam olduğunu sandıkları o sürece. Bir martı, tek başına haykırıyordu durmadan. Tek bir sözcük... Başını göğe kaldırdı adam, martıyı dinledi... Yağmur yağıyordu.
Susanılıp da susulan bir özlemdi hayat. Yaşar gibi yaptığımızı anlayamadığımız... İnsanlar kimsesizliklerinin farkına varmadan yürümeye devam ediyorlardı...
Varlık Dergisi – Eylül 2001