Buluşmaya,
vaktinden önce ve ilk gelen Nadja, ama aynı Nadja değil. Oldukça güzel
giyinmiş, siyahlarla, kırmızılarla; geniş kenarlı bir şapkası var, çıkarıyor
onu ve yulaf sarısı saçlarını gözler önüne seriyor, dünkü inanılmaz
karmakarışıklıktan vazgeçmişler sanki saçları, ipek çorapları var, ayakkabıları
çok güzel. Bütün bunlara rağmen konuşma daha bir zorlanıyor, Nadja konuşurken
bazı tereddütler içinde. Bu, getirdiğim kitapları eline alıncaya kadar sürüyor (Yitik
Adımlar, Gerçeküstücü Manifesto): "Yitik Adımlar mı? Yitik Adım
diye bir şey yok ki." Kitabı büyük bir merakla karıştırıyor. Kitapta
alıntı yapılan Jarry'nin bir şiiri dikkatini çekiyor:
Çalılıklar
içinde, Venüs tepesinde menhirlerin ...
İki kez
oldukça hızlı okuyup sonra daha bir yakından incelediği bu şiir, tiksindirmek
şöyle dursun, basbayağı duygulandırmışa benziyor onu. İkinci dörtlüğün sonunda
gözleri yaşarıyor, bir orman görüntüsüyle doluyor. Ormanın yakınından geçen
şairi görüyor, deyim yerindeyse uzaktan izleyebiliyor onu... "Yok hayır,
yakınından geçmiyor ormanın, çevresinde dolanıp duruyor. Ormana girecek gücü
yok, girmiyor da." Şairi kaybediyor sonra ve şiire dönüyor, okurken
kaldığı yerin biraz üzerinde, kendisini en çok şaşırtan sözcükler üzerinde
duruyor, her bir sözcüğe, sözcüğün gerektirdiği gibi, onu kavradığına dair
işaret veriyor, doğru biçimde özümlüyor, benimsiyor.
Çeliklerinden
sıyır at samur ile kakımı.
"Çeliklerinden
mi? Samur ... ve kakım. Evet anlıyorum: Bıçak gibi kesici inler, buz gibi
ırmaklar: Çeliklerinden yani." Biraz daha aşağıda:
Yerken,
C'havann mayıs böceklerinin gürültüsünü,
(korkuyla
kitabı kapatarak:) "Oh! Ölüm bu!"
Kitapların
kapakları arasında renk ilişkisi, şaşırtıyor, çekiyor onu. Bu renk bana
"gidiyor" Nadja'ya göre. Özellikle yapmış olduğum besbelli (biraz da
olsa). Daha sonra hayatta tanıştığı iki erkek arkadaşından söz ediyor:
Birisiyle Paris'e yeni geldiğinde tanışmış ve genelde "Büyük dost"
diye niteliyor onu, zaten böyle de hitap edermiş ona, o ise kim olduğunu
bilmesini istememiş hiç, ona hala büyük bir hayranlık duyuyormuş, yetmiş beşine
merdiven dayamış, uzun süre sömürgelerde kalmış bir adammış bu; yola çıkarken,
Senegal’a geri döndüğünü söylemiş ona; öbürü ise bir Amerikalıymış, çok farklı
duyguların esin kaynağı olmuş kendisi için: "Üstelik, bir de beni, ölmüş
kızının anısını yaşatmak için, Lena diye çağırıyordu. Ne kadar sevecen, ne
kadar dokunaklı değil mi? Ama gün oluyor, beni böyle rüyadaymışçasına
çağırmasına katlanamıyordum: Lena, Lena... O zaman, ellerimi gözlerinin önünden
geçiriyordum defalarca, işte böyle, gözlerinin içine sokarak derdim ki: Hayır,
Lena değil, Nadja." Çıkıyoruz. Şöyle bir şey daha söylüyor: "Evinizi
gözümün önüne getiriyorum. Karınızı. Tabii ki esmer. Ufak tefek. Güzel. Şuna da
bak sen, dizinin dibinde bir de köpeği var. Belki bir de kedisi (bu doğru), ama
o uzakta bir yerlerde başka bir şey görebildiğim yok şimdilik." Eve
dönmeye kalkıyorum, Nadja takside benimle birlikte geliyor. Bir süre sessiz
duruyoruz, sonra birden sen diye hitap etmeye başlıyor: "Bir oyun: Bir şey
söyle. Gözlerini kapat ve bir şey söyle . Ne olursa olsun, bir sayı, bir insan
ismi. Aynen böyle (gözlerini kapatıyor): İki, iki ne? İki kadın. Nasıl bu
kadınlar? Karalar içinde. Neredeler? Bir parkta... Peki ne yapıyorlar? Çok
kolay canım, niçin oynamak istemiyorsun? Bense, yalnız olduğum zaman kendi
kendimle böyle konuşurum işte, türlü türlü hikayeler anlatırım kendi kendime.
Üstelik bomboş saçma sapan hikayeler de değil: Hatta denebilir ki, tamamı
tamamına bu biçimde yaşıyorum ben."* Kapıda ayrılıyorum ondan: "Peki
şimdi ben? ..Nereye gitsem ki? Ağır ağır, Lafayette sokağına, Poissonniére
varoşuna kadar inmek, işe, az önce bulunduğumuz yere geri dönmekle başlamaktan
kolay ne var."
* Burada gerçeküstücü yönelişin,
idealin son kertesine, onun o güçlü sınır kavramı düşüncesine dokunulmuyor
muydu?
¨
Nadja /Andre
Breton