.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

28 Şub 2014

Boşversene sen niye beklemeli



Boşversene sen niye beklemeli
Sıktı artık bu kent beni
Çekip gitmeliyim hiç düşünmeden
Bulmalıyım aradığım o yeri
Şiirmiş, bilgelikmiş, her neyse
Ne varsa benden kalsın geride
Kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de
Ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu
Yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde
Nerdesin ey benim her gün yeniden doğan oğlum
Sevginin çoğul oğlu
Senin ülkende yalnız bütün özlemler
Bilirim yalnız orada, içtenlik, erinç, coşku
Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
Orada uçsuz bucaksız
Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu

Öğrendim öğrenmesine, mutsuzluk da bir gelişmedir
Tanımadığım kentler, yüzler, hiç mi hiç tanımadığım
Oteller, genelevler, nar ağaçları
Dar sokaklar, eğri büğrü kaldırımlar
Satın alamadığım bir örtüye çeviren yalnızlığı
Ve bir yağmur öncesinde, belli belirsiz.
Üç beş çocuğun birbirini çağırdığı
Sopasını düşürdüğü bir dilencinin
Unutup gittiği sonra ses çıkarmadan
Anlaşılmaz mırıltılarla yokuş aşağı
Yokuş aşağı, yokuş aşağı!
İner gibi ben de
Örgüsünden başını kaldıran bir kadının
Gözlerinde
Nasıl binlerce rengin içinden sıyrılırsa dünya
Bulacağım elbette aradığım o yeri
Yıllar yılı tuttuğum aklımda
Hani salkımlar içinde bir ev vardı
Eski bir gemici feneri asılıydı kapısında
Duvarlarında uçan balıkların kurutulduğu
Yıkılmışsa ne yaparım bilmem ki
Eksilmiş gibi ağzımda bir dişim
Yerini dilimle oynaya oynaya
Dalar çıkarım elbet bambaşka sokaklara

Geçerim kurduğum hayallerin altından
Bir gökkuşağının altından geçer gibi
Budakları kalın ellerimi andıran
Asmaların yanıbaşından
Yüzümde bir garajın tutulmaz akşamıyla
O geçimsiz akşamla
Ve mutlaka kayalardan doğmuş olan
Göğün mavi yapamadığı bir şahin
Başımın üstünde tek başıma

Kırmızı dallar, göğe uzanan çitler
Yıldızları birbirinden ayıran
Bilmez olur muyum hiç, mutluluk da bir gelişmedir
Yaşarken olsun, ölümle olsun, sonu ayrılığa varan
Ey gün batımı! benden duymuş olma bu yakınmayı
Bir gül bana kendini kopardı verdi
Daha dün akşam, daha dün akşam

Yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür
Ben onu yüreğimle görmüşüm anlaşılan
Çözüldü artık o büyü, yanımda
Sıcaklığı parmaklarımı acıtan bir haziran
Üstelik çoktan buldum aradığım o yeri
Tam yedi kez doğan güneşlerin altından
Bir yitip bir yükselen sıradağların ardından

Yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam
Dişleri tenime geçse yaz rüzgârlarının
İzine pek rastlamasam
Ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye
Bunu bir daha sorsam
Ne çıkar bir daha sorsam
Sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam
Ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği
Benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
Kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam..

Söylenmemiş Bir Şeyler Kalsın



Ve bir düşman daha kazandım ben
incesu yeşimi kristaller düşürürken
bir sevda ses kilimine
sızıyordum parmakuçlarımdan, saçlarımdan fışkırıyordum
çöliçlerinden, vaha yarıklarından geçtim
sırtımda araf taşları
kurşun döktüler, tütsü yaktılar giderken
incelen ben miyim, sevdikçe öldüren ben
kıyısız serüvenimi sürüklerken
değirmen intiharlarında
ve sözcük barikatlarında tükenen
yunus ılığı gözlerim
Yehova yeniği çizgili bir mermere dönüşürken
kapattım üstüne yedi deniz kokusunu
bütün yüzleri kapattım
kubbelerde genişleyip giderim şimdi
ten sıcaklığında buharlaşır
kıvrımlarında kaybolurum aklımın.

Şiddetim
simoyası mutlu gece düşlerinize
ama siz görmeyin gene de
Celile marka nefretle süngülenen
müsellesin dördüncü köşesini
söylenmemiş birşeyler kalsın.
Lütfen,
artık anlamayın beni...

25 Şub 2014

Afedersiniz ne yapıyorsunuz orada?



yürümeyi öğrendim: o zamandan beri bırakıyorum kendimi koşmaya. uçmayı öğrendim. o zamandan beri yerimden kımıldamak için itilmeyi beklemiyorum.
şimdi hafifim, şimdi uçuyorum, şimdi altımda kendimi görüyorum, şimdi bir tanrı bende dans etmekte.

Friedrich Nietzsche

bu yüzleri, bu alışkanlıkları, bu günleri görmek istemiyorum artık. başka biri olmalı, hücrelerime sinmiiş bu rol yapma saplantısının yorgunluğunu atmalıyım. uyku huzurla değil, hayatla çöksün üstüme. deniz kenarında bir kulübe, hatta dağların sarp eteklerinde bir mağara yeter bana. ne yazık ki istemekle olmuyor. kölelik bu hayatın yasasıdır; başka bir kural da yoktur zaten, çünkü isyan etmenin de, kaçmanın da mümkün olmadığı, kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. kimileri köle doğar, kimileri sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir. özgürlüğe olan korkakça sevgimiz (ansızın özgür kalsak, bu sefer de yeni bir şey olduğu için yadırgar, hemen kaçardık özgürlükten) köleliğin üzerimizdeki ağırlıığnı açıkça gösteriyor. beni ele alalım; her şeydeki, yani kendimdeki tekdüzelikten kurtulmak uğruna bir kulübeye ya da mağaraya kaçmaya hazırım ama kendi varlığımın bir özelliği olan tekdüzeliği gittiğim her yere taşıyacağımı bile bile, o kulübeye gitmeli miyim acaba? varolduğum yerde, varolduğum için göğsüm sıkışırken ve bu hastalığın etrafımı saran şeylerden değil, ciğerlerimden kaynaklandığını bilirken, daha rahat nefes alabileceğim bir yer bulabilir miyim?

  fernando pessoa

 nesneler bir bütünken kelimelerimizin onları ifade edebileceğine güvenimiz tamdı. ama bu şeyler yavaş avaş parçalara ayrıldı, paramparça olup kaosa düştü. yine de kelimelerimiz aynı kaldı. kendilerini yeni hakikate uyduramadılar. bu yüzden gördüğümüz şey hakkında ne zaman konuşmaya çalışsak yanlış konuşuyoruz temsil etmeye çalıştığımız şeyin kendisini çarpıtıyoruz. bu her şeyi berbat ediyor.
paul auster

 'kaybettiğim şey benim için o kadar büyüktü ki ilk önceleri bunu bir türlü anlayamadım. ne de hayatımdaki neticesini ölçebildim. sade içimde simsiyah çok ağır bir şeyle dolaştım durdum. sonra bu haraplığa daha başka bir duygu, bir çeşit kurtuluş duygusu karıştı.olabilecek şeylerin en kötüsü olmuştu. artık hürdüm.

ahmet hamdi tanpınar

 tabii ki simgesel bir tepkiydi. ama zaten dünyanın bütün nefret suçları da simge temelli değil miydi? kurbanlar, katillerinin gözünde her neyi simgeliyorlarsa, o yüzden saldırıya uğramıyorlar mıydı? kişisel bir mesele değildi nefret suçu. nesnel bir şiddetti. kurbandan nefret etmek için, onu şahsen tanıyarak zaman kaybetmeye gerek yoktu. havada uçuşan genel nefretten birkaç doz koklamak yeterliydi. buna göre, simgelerin sırtında yürütülmüş, yürütülen ve yürütülecek olan bütün savaşlardan pek de farklı değildi. oysa o simgeler, herhangi bir elin tersiyle itilip arkadan çekildiğinde, geride sadece kaynak paylaşımına ilişkin bir harita kavgası kalacaktı. ne de olsa dünyanın bütün savaşları, aslında birer iç savaştı. ama demokrasi ve özgürlük ve dinler ve mezhepler ve bayraklar ve akla gelip gelebilecek bütün simgesel kavramlar gökyüzünde o kadar güzel dalgalanıyordu ki, hipnotize olup peşlerinden koşmamak mümkün değildi. sokak aralarında, siper diplerinde, gecenin karanlığı ve düzenli şiddetin olduğu her yerde, her şey simgeseldi. dökülen kan hariç. aslında o bile simgeseldi galiba… ne de olsa rengini bayraklara veriyordu… simgelere bulanmış olan dünya, altın suyuna batırılmış, boktan bir alliance’tı. bütün o simgeler üzerinden döküldüğünde nasıl bir tezgah olduğu elbet ortaya çıkacaktı. çünkü daima bir tezgah vardı..."

hakan günday

 ölüm şakaya gelmez denir,ölümün şakası yapılmasın istenir,oysa en sıkı panzehiri mizahla,kara mizahla sağlar hayat ''gülüyorum çünkü canımı acıtıyor bu'' hikayesi.

 enis batur

 ama önce yalnızlığı görecek ve kendi anlamını vereceksin ona
kalbinden önce gelecektir o
sonra da gene o takip edecektir seni.
 -aradım beyazı en üst gücüne kadar ve de siyahi
umudu gözyaşlarına kadar
umutsuzlugun en son ucuna kadar da neşeyi.

 odysseas elytis

 aşk, narsizme göz yumar. duraklıyoruz, sözcüklerin üzerinde durmamanızı rica ediyoruz, sözcüklerin sizi öfkelendirmesine izin vermeyiniz; korku içinde ve titreyerek iddiayı bir basamak yükseltiyoruz. aşk, narsizm ister.
samuel beckett

 anlaşılman gerekmez, anlattığına bak, kendine konuş, kendine yürü, kimse olma, kimseden, yabancı kal, eksik ol, kimseyi sevme, kimse seni sevmesin, zayıfla, yürü, yolda dur, başını kaldır, sanki yıllardır oradaymışsın gibi davran, aldırma, devam et, asla koşma, koşar gibi yapma, düşün, düşle, hayal et, canlandır, kurgula, oraya davet et, orada gibi söyle, adım at, ama ileti gitme, her şeyi anlatma, herkesi tanıma, herkese selam ver, herkese kızgın ol, kapıyı kapat, ışığı aç, koltuğa otur, televizyonu aç, mutfağa git, geri gel, yorgun olduğuna inan, mutsuzluğun senin ele geçirmesini sağla, teslim olma, teslim alma, suyun üzerinde durduğunu düşünme, suya karış, suya alış, suyun kendisi gibi davran, suyum deme, su de geç. geç, geç, kalabalığa karış.

......

 pek alelade hiç bir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: "acaba bunlar neden yaşıyorlar? yaşamakta ne buluyorlar? hangi mantık hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?" fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inme cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır."

Sabahattin Ali

çaresizce kabul ettiğimiz, kendi dünyamızın duvarlarına hapsettiğimiz ve ormanına girmemizin yasaklandığı hayatımızın rüyalarını okuyarak, amaçsız bir dinginlikle kabul ediyoruz yaşamayı."

"orada hiç görmediğim manzaralar vardı; hiç duymadığım müzikler çalıyor, anlamayı başaramadığım sözcükler fısıldanıyordu. aniden yükseliveriyor, yine aniden karanlığın dibine çöküveriyorlardı. bir parça ile sonraki parça arasında hiçbir ilişki yoktu. sanki bir istasyondan diğerine hızlıca yapılan bir telsiz araması gibiydi. farklı yöntemler deneyerek, sinirlerimi parmak uçlarımda daha fazla yoğunlaştırmayı denediysem de, ne kadar çabalarsam çabalayayım sonuç aynıydı. eski rüyanın bana bir şeyler anlatmaya çalıştığını anlasam bile, bunu bir öykü olarak birleştiremiyordum.

haruki murakami
 
          

Sıkılıyoruz...

22 Şub 2014

nedir 'süreklilik': hiç bitmemek mi?- öyle birşey yok: herşey, birgün, biter-

 
ilişkimizin kurulmağa ilk başladığı günlerden birinde,şöyle yazmışım:-
-"kafamı toplamalıyım --'gene'!!gene hızla yeni bir belirlenmemişliğe dalıyorum--dalmak istiyorum;daldım bile--
ama,bunun ucunda ne var--'sonuçları'na boşversem bile,bilmiyorum.."
sen,sonradan,defterimi okumuşsun ki,--benim sana verdiğim kaleminle,'silme' ve 'tutma' işaretleri ile bir bağlama işareti kullanarak ,bu metni 'redakte'etmişsin..bende,bunu farkedince,"redaksiyon'una uyuyorum diyerek,metni,senin biçimlendirdiğin haliyle,yeniden yazmışım:-
"hızla / dalıyorum--/dalmak istiyorum,/daldım /bile;/ama,dalmak istiyorum ------"
senin ile ilişkimiz konusunda bir 'karar' almam,senin alınmana yolaçmış olmalı ki,"ben sevilmek için kararlara kalmadım" diye yazmışsın,sonraki defterlerden birine --- öfken,hafiften belli oluyordu,benim sana söylediğimle ilgili olarak.
'karar'--evet,biliyorsun,temel bir yer tanıdım ona--ama şunu bilmiyorsun;seninle ilgili aldığım ilk kararda(hatırlarsın;yazmıştım bunu,farklı bir biçimde) " bundan böyle o'nun içinde olmadığı birşey yazmayacağım" demiştim.(sen o ilk biçimi öğrenince -- okuyunca -- "bende hep buldum kendimi senin yazdıklarında" demiştin.)
--işte : sevgi--sevme--bir karardır--bir kararlılıktır--

sevgi nasıl birşey,değilde,nasıl olması gereken birşey,diye düşünüyordum;daha önce de yazmıştım bir-iki şey,bu konuda:'aşk ve sevgi'-- elimizde olmadan 'içine düştüğümüz'birşey(ingilizce deyimi düşün : to fall ın love;'ilk görüşte aşk'--love at first sight...)olması çok önemli yanlar taşıyor;ama,birde,bilinçli,durup düşünüp,"ben onu seveceğim"diye bir kararın verilme durumuna bakalım('akıl birlikteliği' gibi bir budalalığı kastedmediğimi biliyorsun):-

ancak bu karar verilmişse,verilebiliyorsa;ve,karşılıklı verilince,kişiler--sen ile ben--kendilerini tam olarak 'verebilir'ler( bak türkçe,gene,ne yapıyor:'kendini vermeye karar vermek'...)öbürüne -- bu 'verme'lerin karşılıklılığı yoluyla da,biz olabilirler...
ilişki,biz dir.
"ben senin içindeyim-- sende benim içimde misin?" diye sordum;sende duraksamadan "evet" dedin.
--hani,kavga edip,ayrılıp,sonra barışıp,yeniden buluştuğumuzda,sen de,"sen'i bir daha görmemeye niyetliydim;ama,bir baktım--"her tarafımı doldurmuşsun" demiştin ya: işte,öyle içiçeydik,artık...

'mantık' ve 'uzam' açısından çelişik birşey bu;ama,ilişki 'mantığı' ve 'uzamı' açısından,geçerli...

ilişkideki (türkçe,'ilişki içinde bulunmak' deyimini de kurar)iki kişi--sen ile ben--birbir(ler)inin 'içinde'dir(ler) :hem ayrı ayrı,hem karşılıklı--ben,senin;sen benim...
ve ikimiz de,birlikte,onun içinde--sen ile ben : biz...
__sen, çınlattığın yaşam dolu kahkahalarından sonra da uzayıp giden ölümcül suskunluklarınla, bana, hep, birşey haykırıyordun -susmanla bağırıyordun- sessizliğinle feryat ediyordun, birşeyi bana; ama ben anlayamıyordum bunu -hala da, doğru dürüst anladığımı söyleyemiyorum
-zaten söylenecek birşey
de kalmadı
artık:
bağışla
beni-


__seni hep yaraladım.
o en başta farkına vardığım yaralılığın da, birşeyler öğrenmeme yaramadı, işte...
şimdi sayamayacağım kadar çok durumda sana söylediklerim, yaptıklarım (bazısını burada, bu kitap içinde dile getirmeye çalıştım -biliyorsun onları) derinden acı verdi sana, biliyorum -
(hani bir akşam vardı, sen inleye inleye, bitap düşüp-)
bunları affettirmem -senden özür dilemem- de, artık, anlamlı değil.
bunların ne kadarı benim özel -öznel- budalalığımdan kaynaklanıyor, ne kadarı da ilişki denen şu garip şeyin kendi genel -nesnel- niteliklerinden çıkıyor, bilmiyorum.
tek bildiğim başarısız olduğum-
(-zaten ustam da en başta alıntıladığım itirafında aynı şeyi söylemiyor muydu?!...-)
kuramadım onu, gereğince; sana da, yeterince ulaşamadım -bu beceriksizlik yalnızca benden mi kaynaklanıyordu onu da bilemiyorum.
muhtemelen, öyledir.
ne sen, ne de ilişkinin kendisi -
yalnızca ben sorumluyum bu başarısızlıktan..

__"en değerli hayalimdin sen,: kendini yıktın!...
elden çıkarmak istemediğin gerçekler vardı,herhalde: bir yarım-yamalak felsefecinin hayali olmak ise, istemedin. oysa, onun, yaşamında bir kez olsun gerçekleştirdiği, gerçek hale getirebildiği tek hayali olabilirdin - hatta sanıyorum , bunu istiyordun da... hayalden gerçekliğe giden yoldaki adımı atmadın - "kaçtım" dedin...
işte: kaçtığın kendindi - belki de, benim gerçekleşen hayalim olabilseydin, kendi en yoğun gerçekliğin de olabilirdin...
kim bilir, artık - geçti..."

__o uzun ayrılıştan önceki son buluşmamızda, bana, şöyle bir şey dedin:-
"senin ile hiç ilişkimiz olmadı ki..."
"senin ile ilişkimiz hiç olmadı ki..."
"senin ile ilişkimiz olmadı ki hiç..."
"hiç ilişkimiz olmadı ki senin ile.."
tam nasıl söylemiştin, anımsayamıyordum -belki, yıllar içinde, kafamda o kadar evirip çevirmiştim ki bu tümceyi, tam biçimini artık yeniden kuramıyordum (yıllar sonra, o gün bu tümceyi üzerine not ettiğim sigara paketini buldum: şöyleydi:
"bizim senin ile hiç ilişkimiz olmadı ki...")
önce hiçbir şey anlamadım; hep de düşünüp durdum; ancak da yıllar sonra, anladım:-
haklıydın
haklısın

__kararsız mısın;
korkuyor musun;
istemiyor musun?
,
diye sordum; sen de, hepsine birden, evet, dedin.
bunlar çok farklı şeyler oysa ki: -
'kararsızlık' kişinin ötekine yönelik;
'korkmak' kendine yönelik;
'isteksizlik' de ilişkiye yönelik;
yetersiz kalmasıdır.



__olanaksızlıktan yola çıkan ilişki, ne çok gerçeklik katetse de, yeniden olanaksızlığa varır, sonunda; son olanaksızlığı da, belki, ulaştığı en son gerçekliktir.
ilişki ancak yaşamakla varolur; ama, yaşandıkça da, tükenir.
b i z, artık, ayrı olabiliyor idiysek, sen ile ben arasındaki şu 'i l e', artık, yok, demekti.
 
İle / Oruç Aruoba

20 Şub 2014

Tarih Kavramı Üzerine III



XII

Davamız her geçen gün daha netleşiyor ve halk daha da akıllanıyor.

JOSEF DIETZGEN, Sosyal Demokrat Felsefe.

Sosyal demokrat kuram ve ondan daha ileri ölçüde olmak üzere, sosyal demokrat uygulama, gerçekliği temel almayan, dogmatik bir istemle ortaya çıkan bir ilerleme kavramınca belirlenmişti. Sosyal demokratların kafalarındaki biçimiyle ilerleme, önce insanlığın (yalnızca becerilerinin ve bilgilerinin değil) kendisinin ilerlemesiydi. ikinci olarak (insanlığın yetkinleşme konusundaki sınırsızlığı doğrultusunda), sonu hiç gelmeyecek bir ilerlemeydi. Üçüncü olarak da ilerleme (kendiliğinden gelişen, düz ya da sarmal bir yörüngeyi izleyen), aslında engellenemez bir hareket sayılmıştır. Bu önermelerin tümü de tartışmalıdır ve eleştiriye düşen, bütün bu önermelerin arkasına çekilmek, hepsinde ortak olan üzerinde yoğunlaşmaktır. Tarihte insan soyunun ilerlemesine ilişkin bir tasarım, insanlığın bağdaşık nitelikte ve boş bir zamandan geçerek gelişen ilerlemesi tasarımından kopuk olarak düşünülemez. Bu ilerleyiş tasarımının eleştirisi, bir bütün olarak ilerlemenin eleştirisinin temellerini oluşturmak zorundadır.

XIII

Hedef, kaynaktır.

KARL KRAUS, Worte in Versen I

Tarih, yerini bağdaşık ve boş zamanın değil, ama şimdiki zamanın oluşturduğu bir kurgulamanın nesnesidir. Örneğin Robespierre’e göre Roma. şimdi ile dolu olan ve kendisinin tarihin akışı içersinden zorla koparıp aldığı bir geçmişti. Fransız Devrimi, kendini geri dönmüş bir Roma sayıyordu. Eski Roma’yı, tıpkı modanın geçmişe karışmış bir giysiyi alıntılaması gibi alıntılıyordu.
Moda, geçmişin çalılıkları arasında dolanıp duran güncel’in kokusunu alma yeteneğine sahiptir. Başka deyişle moda, geçmişe atlayan bir kaplan gibidir. Yalnız bu atlayış, egemen sınıfların buyruğundaki bir arenada gerçekleşir. Aynı atlayış, tarihin gökkubbesi altında, Marx’ın devrim olarak anladığı diyalektik hamledir.

XIV

Tarihin akışım parçalama bilinci, eyleme geçtikleri anda devrimci sınıflara özgü olan bir bilinçtir. Büyük Fransız Devrimi, yeni bir takvim yürürlüğe koymuştu. Bu takvimin başlangıcını oluşturan gün, bir hızlı çekimin işlevini görür. Bayram günleri, yıldönümleri olarak sürekli geri dönen, aslında ise hep aynı kalan günlerdir. Demek ki takvimler, zamanı saatler gibi ölçmez.

Takvimler, yüz yıldan bu yana Avrupa’da artık sanki izi bile kalmamış olan bir tarih bilincinin anıtlarıdır. Temmuz Devrimi sırasında bile bu bilinci sergileyen bir olay olmuştu, ilk savaş" gününün akşamı gelip çattığında, Paris’in çeşitli bölgelerinde birbirinden bağımsız olarak, kulelerdeki saatlere nişan alındığı görüldü. Kehanet gücünü belki de uyağa borçlu olan bir görgü tanığı, o sıralarda şunları yazmıştı:

Qui le croirait! on dit qu’irrités contre l’heure
De nouveaux Josués, au pied de chaque tour,
Tiraient sur les cadrans pour arrêter le jour.

(Kim inanırdı! Derler ki, zamana karşı öfkeli
Yeni Yaşua’lar gelip dikildi her kulenin dibinde
Ve asıldılar akrebe yelkovana saat dursun diye.)

XV

Tarihsel maddeci, geçiş dönemi olmayan, ama içersinde zamanın durmuş olduğu bir şimdiki zaman kavramından vazgeçemez. Çünkü onun içinde bulunduğu ve kendisi için tarih kaleme aldığı şimdiki zaman’ı tanımlayan, bu kavramdır. Tarihselcilik, geçmişin “sonrasız” görüntüsünü çizerken, tarihsel maddeci salt o geçmişe ilişkin ve biriciklik niteliğini taşıyan bir deneyimi dile getirir. Tarihselciliğin umumhanesinde “bir zamanlar” adlı fahişeyle gününü gün etmeyi ise başkalarına bırakır. Sahip olduğu güçler üzerindeki egemenliğini korur: Tarihin sürekliliğini parçalayabilecek güçtedir.

XVI

Tarihselciliğin varacağı doruk, yasası gereği, evrensel tarihtir. Materyalist tarihçilik, yöntem açısından belki de en belirgin olarak böyle bir tarihten ayrılır. Birincisinin kuramsal bir donanımı yoktur. Yöntemi, toplama yöntemidir: Bağdaşık ve boş zamanı doldurabilmek için olgular yığınını kullanır.

Maddeci tarihçilik ise yapıcı bir ilkeyi temel alır. Düşünme eyleminin çerçevesinde yalnızca düşüncelerin akışı değil, ama durdurulması da vardır. Düşünme eylemi, gerilimlere doymuş bir konumda ansızın mola verdiğinde, bu konuma bir şok uygulamış olur ve bu sayede o konum, bir monad niteliğiyle belirginleşir. Tarihsel maddeci, tarihî bir konuya, o konu ancak karşısına bir monad olarak çıktığı noktada yaklaşır, Bu yapı içersinde, olayın Mesihçi bir tutumla durağan kılınmasının göstergesini saptar; başka deyişle, ezilen bir geçmiş adına sürdürülen kavga açısından devrimci bir fırsat görür. Bu fırsattan, belli bir dönemi tarihin bağdaşık akışından koparmak için yararlanır; böylece, dönemden belli bir yaşamı, bir yaşam boyunca oluşturulmuş yapıtların tümü arasından belli bir yapıtı koparıp almış olur. Yöntemin ürünü, yapıt içersinde bütün bir yaşam boyunca yaratılanların, bunlar içersinde belli bir çağın ve çağ içersinde de tarihin tüm akışının korunmasıdır. Tarihsel olarak kavrananın besleyici meyvesi, zamanı değerli, ama tadı bulunmayan bir tohum niteliğiyle içinde barındırır.

XVII

Zamanımızın bir biyologu, şöyle demektedir: “Homo sapiens’in o acınası elli bin yılı, yeryüzündeki organik yaşamın tarihiyle karşılaştırıldığında, yirmi dört saatlik bir günün sonundaki iki saniye gibidir. Uygarlaşmış insanlığın tarihi bu ölçüte vurulduğunda, ancak son saatin son saniyesinin beşte birini dolduracaktır.” Mesihçi zamanın dev bir özeti olarak tüm insanlığın tarihini kapsayan şimdiki zaman, insanlığın tarihinin evrendeki yeriyle tamamen örtüşmektedir.

Ek

A

Tarihsellik, tarihin değişik anları arasında bir neden-sonuç bağlantısı kurmakla yetinir. Ama hiçbir olgu, bir neden olduğu için zorunlu olarak tarihsel olgu niteliğini de kazanmaz. Bu niteliği, olup bitişinin ardından, belki binlerce yıl sonra ortaya çıkan koşullar ve koşullar aracılığıyla kazanır. Bunu çıkış noktası yapan tarihçi, olaylar dizisini bir tespih gibi parmaklarının arasından kaydırmaktan vazgeçer. Kendi çağının geçmişteki son derece belirli bir çağla paylaştığı konumu kavrar. Böylece, içinde Mesihçi zamanın kırıntılarının bulunduğu bir şimdiki zaman kavramını “şimdinin zamanı” niteliğiyle oluşturur.

B

Zamana bağrında neler sakladığını soran kâhinler, hiç kuşkusuz zamanı ne bağdaşık, ne de boş olarak algılamışlardır. Bunu göz önünde tutan, belki anılarda geçmiş zamanın nasıl yaşandığı konusunda bir fikir edinebilir: Geçmiş zaman da tıpkı yukarıdaki gibi yaşanmıştır. Bilindiği üzere, Yahudiler için geleceği araştırmak yasaktı. Tora ve dua ise onlara anımsama konusunda yol gösterir. Bu, Yahudiler’i geleceğin, kâhinlerden bilgi alanların da kendilerini kaptırmadıkları büyüsünden kurtarmıştır. Ama bu durum, Yahudiler için geleceği bağdaşık ve boş bir zamana dönüştürmemiştir. Çünkü bu gelecek içersinde her an, Mesih’in girebileceği küçük bir kapıdır.

Pasajlar / Walter Benjamin

16 Şub 2014

Önemli Olan Burada Kimin Yaşadığı Değil / Two Step Slumber - Dark Waltz



Önemli olan burada kimin yaşadığı değil
kimin öldüğü
ne zaman öldüğü değil
nasıl öldüğü
büyük insanların tanınmışları değil
adı sanı duyulmadan ölenleri önemli
ülkelerin tarihleri değil
insanların yaşamları önemli
masallar düşlerdir
yalanlar değil
ve insanlar değiştikçe
gerçeklerde değişir
ve gerçekler durağanlaştığında
işte o zaman insanlar ölecekler
ve
böcek, ateş
ve seller
gerçek olacaklar...

14 Şub 2014

Öteki Metinler I



1. Elime kalem veriyorlar. “Doğrudur, öyle oldu’’diyerek imzalamamı istiyorlar. Elimi çekinerek, ürkerek, çekiyorum. “yazmam yok benim.” diyorum. Gülüyorlar. Elimi eziyorlar.

2. Akbabalar konup kalkıyor sabah sisinin içinde. Tatlımsı, dayanılmaz bir koku içimde, dışımda. Parçalanmış gövdeler, yer yer hala taze gibi duran kanlar görüyorum çevremde. Sis kıpırdadıkça, uzakta bir karartı. Koruluk orada olsa gerek. Kalkmam, doğrubilmem, dizlerimin üzerinde durabilmem, satler sürüyor. Sağ yanımda bir yerler zonkluyor.

3. Koruluğun önündeyken bir şey çarpıp sarsıyor beni, düşüyorum. Başımda biri, ‘’bilemedim kardeşim,’’diyerek dövünüyor. ‘’Zaten ölmüş değil miydim?’’ demek istiyorum ama işitmiyor galiba. Üzerime kapanıyor.

4. Sisin içinden birtakım kitap resimleri, nakışları silik, renkleri soluk birtakım belirtiler çıkar gibi oluyor, bir an tanır gibiyim bu gördüklerimi, ama soluk almamla birlikte sis örtüyor her yeri yeniden. Birini tanımadığım halde hep bilir gibiyim; benim o adam. Ama ötekilerin yeri, kılığı, kılığının rengi değişip duruken, ben, o adam, sanki hep şimdiki halim. Yalnız üstüm başım yırtık, kirli, kanlı değil.

5. Bir amcam vardı, dostlarım, düşman olduklarım Bana düşman olduklarını söyledikleri, bana dostlarım olduklarını söyleyen.. Karım vardı, bir yerlerde.. Bir çocuk, bir oğul, bir oğlum da vardı galiba. Uzakta, belki pek yakında da.. Sevdiğim biri vardı.. Sanki.. Kimdi o? Nerede şimdi? Ben neredeyim? Bu yabancılar, dostlarım mıydı?

6. Güzel konuşurdu o adamlar. Hiçbirinin yanında kalamadım galiba. Yola düşerken umduğum, bir durak ötede bulacağımı sandığım, ne kadar daha güzeldi her şeyden!

7. Öldürülme’yi beklemek..

8. Odama, ilancıların şimdi çok kullandığı, istedğim zaman değiştirebileceğim, bir şehir fotoğrafları düzeneği kurdurdum. Çalışma masamdan başka bir şey bırakmadım odamda. Masa, koltuk, çöp sepeti. Bir zamanlar bu döner koltuk en büyük lüksümdü. Şimdi güzel aydınlatılmış üç büyük şehrin içinde oturup penceremden bu şehirleri gördüğümü düşlüyorum. Paris, Roma, Berlin..

9. Bir güb düğmeye basacağım. Bütün üçgen prizmalar dönecek, ama ne üç şehirden birinin içinde olacağım ne de karma şahirlerimden birinde. Prizmaların hepsi döndüğü halde, hiç bilmediğim, hiç görmediğim bir şehir çıkacak karşıma. Kimsenin de tanımadığı bir şehir olacak bu.

10. Aramaya çıkmacağım. Önce kitaplarda, sonra dünyada. Bir sabah, bir eski koşlanın, bir özelgenin, bir yanını duvarıyla sınırladığı bir sokakta bir aynacının dükkanındaki aynalara bakarken kendi kendini görüp güleceğim. Arkama bakmama gerektiğini bildiğim halde bakacağım. Bir adam gülerek, tabancasını kaldıracak, ateş edip alnımdan vuracak beni.

11. ‘’Yarın Paris’e gidiyorum. Haber vereyim dedim.’’ diye edilen telefon, ondan son işittiğim sözler oldu.

12. Mümtaz bey, bir akşam, çok eski bir geleneği sürdürdüklerini düşündüğü orta yaşlı Türkologlarla genç öğrencilerinin rakılı, taşlamalıi nazireli bir toplantıda ne kadar eğlendiklerine bakıp, uzun uzun düşünecektir.

13. Ölmekte olan biri karşısından, yapmamız gerekenleri düşünmek.. ‘Uyarı’ karşısında bitim’i düşünmek. Ölmekte olan artık başka yerdedir ama onu anlayamayız. İşini bitirmiş gibi görürüz onu. Tasarılarını bilemeyiz çoğu zaman. Sıra bize ne zaman gelecek? Bilemediğimizi için somut bir teleşa düşeriz. Ben ‘her şey elimden kaçıyor’ ile ‘yapmam gerek’ler arasında gitgide daha çok bocalamıyor muyum?

14. Bir yaşamı, hiçbir kıpırtısının yimesine gönlü razı olmadan geçirmek.. Yani her şeyi kayda geçirmek; birilerinin, günü geldiğinde -gelirse- bu kırıntıları bulup başkalarına da göstereceğini umarak.. Ya da herkesin yaşamı, her şeyin ‘yaşamı’ gibi bizimkinin de, olsa olsa, bir ‘süreklilik’ izlediği dışında başkaları için pek sınırlı bir anlam taşıyabileceğini bilerek en önemli bulduğunu ortaya koymağa, tuturmaya çalışmak. Bildiği, yapabildiğini bildiği şeyler yetinmek.

15. Başkalarında eleştirdiklerimiz, kimi zaman da, kendimizde eleştirecek kadar bilincine varmadığımız kendi özelliklerimiz değil midir?

12 Şub 2014

22 Ekim. Sabahın köründe yatakta. Sirenlerin Susuşu


Yetersiz, hatta çocuksu çarelerin bile insanı kurtarabileceğinin kanıtıdır. Sirenlerden korunmak isteyen Odysseus kulaklarını balmumuyla tıkamış, kendisini gemi direğine sıkıca zincirletmişti. Aynı şeyi, sirenlerin daha uzaktan büyüleyip kendinden geçirdiği kimseler değil ama, başkaları da ta başından yapabilirdi kuşkusuz; ama bunun bir yararı olmayacağını bütün dünya bilirdi. Sirenlerin sarkılan ne varsa her şeyi delip geçerdi ve onun büyüsüne kapılanların tutkusu zincirlerden ve direkten çok daha fazlasını kırıp parçalayabilirdi. Belki bunu Odysseus da işitmiş olabilirdi, ama o sırada bunu düşünmüyordu bile. Sadece bir avuç balmumuna ve bir zincir ağına güven duyuyordu ve bu küçük hileden duyduğu masumca sevinçle sirenlere doğru yol alıyordu.

Ama sirenlerin şimdi kendi şarkılarından çok daha korkunç bir silahlan vardı:

Suskunlukları. Gerçekte böyle bir şey hiç olmamıştı, ama yine de bir kimse sirenlerin şarkılarından kaçıp kurtulabilirdi; ama suskunluklarından asla. Dünyada hiçbir şey yok ki kendi gücüne dayanarak sirenleri alt etmenin yaşattığı duyguya, bu duygunun sonucu olan, her şeyi önüne katan büyüklenmeye karşı durabilsin.

Ama gerçekte, Odysseus yanlarına geldiğinde, güçlü şarkıcılar şarkı söylemiyordu, ya bu düşmanlarını yenmenin tek yolunun suskunluk olduğunu düşündüklerinden, ya da balmumu ve zincirlerinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen Odysseus'un yüzündeki mutluluk parıltısı onlara şarkı söylemeyi unutturduğundan. Ama Odysseus -olan biteni böyle açıklamaya çalışalım- onların suskunluğunu işitmiyordu, onların şarkı söylediklerini, ama kendisinin onları işitmekten korunduğunu düşünüyordu. Önlerinden geçerken ilkin boyunlarını döndürüşlerini, derin derin soluk alışlarını, yaşla dolu gözlerini, yan açık ağızlannı görüyor, ama bunlann çevresinde çınlayan, kendisinin işitmediği şarkılardan kaynaklandığına inanıyordu. Ancak çok geçmeden, bütün bu görüntüler Odysseus'un azimli yüzünün önünden kaybolup gitti ve tam onlara en yakın olduğu anda Odysseus çoktan unutmuştu onlan.

Ne var ki sirenler -her zamankinden çok daha güzeldiler- gerinip uzandılar, korkunç saçlarını rüzgârda uçuşmaya bıraktılar, pençelerini kayaların üstüne gerdiler. Artık kimseyi ayartıp baştan çıkarmak istemiyorlardı, bütün istedikleri Odysseus'un iri gözlerinde yansıyan ihtişamı olabildiğince uzun süre seyredebilmekti.

Sirenlerde bilinç diye bir şey olsaydı eğer, o an kendilerini yok ederlerdi. Ama bu bilincin olmayışından hayatta kaldılar; ellerinden bir tek Odysseus kurtulabildi. Sonralan buna ek olarak şöyle bir şey anlatılır. Denir ki Odysseus öylesine hilebaz ve kurnaz tilkiymiş ki, yazgı tannçası bile onun içinde gizli gerçek niyeti çözememiş.

Belki de, ki bu insan hafsalasının alabileceğinden ötedir, Odysseus aslında sirenlerin suskun olduğunu fark etmiş ve yukanda anlatılan hileyi onlara ve tannlara karşı bir tür kalkan olarak kullanmıştı.

Öğleden sonra, kuyuda boğulmuş bir saralının cenaze töreninden önce.

"Kendini bil" sözü, "Kendini gözlemle" anlamına gelmez. "Kendini gözlemle," yılanın söylediği sözdür. Anlamı: "Kendini eylemlerinin efendisi yap." Ama sen zaten öylesindir, eylemlerinin efendisisindir. Öyleyse bu söz şu anlama gelir: "Kendim yanlış anla! Kendini yok et!", ki bu söz kötülük içerir -ama ancak insan iyice eğilip de ta derinlere kulak verirse bu sözde gizli olan iyiliği de işitir: "Kendini olduğun şey yapmak için."

Mavi Oktav Defterleri / Franz Kafka

Beşinci Şarkı



Tutunamayanların destanıdır bu şarkı,
Dostum Süleyman Kargı.

530 -  Eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa
Anlatamıyorlar anlatılamayanı.
Anlatmak gerek: Düşman sarmış her yanı
Oysa, mesela Selim Işık
Anlatmadan anlaşılmaya âşık.
 
535 -  Böyle adama
(Darılma ama)
Yaklaşmaz hiçbir güzellik,
Doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
Almak için bütün sızıları içine.
 
540 -  Her zaman utanmıştır başkaları yerine.
Elim varmıyor yazmaya, inmeyelim derine.
Taş devri, Sabri devri, Nihat devri, Tunç devri
Âşık oldu -söyleyemez- utanç devri.
Hep utandı hayatı boyunca,
 
545 -  (Annesi yıkamak için soyunca)
Sınıfta birinci olduğu gün, eve geç kaldım, diye üzüldü.
Canı sıkıldı güldü, kalbi incindi güldü.
Allah’ı ya da ona engel olan gizli kuvvetleri
Hiçbir zaman kızdırmak istemedi.
 
550 -  Küçük pazarlıklar yaptığı,
Camide korkarak taptığı
Zamanlar da sürdürdü bu uzlaşımcı varlığı.
Annesinin yün fanilasına taktığı nazarlığı
Çıkaramadı yıllar boyunca. İlk defa domuz eti yerken,
 
555 -  Arkadaşlarının ısrarıyla geneleve giderken,
Hep ONUNLA (O kimdi?) bozmamaya çalıştı arayı,
İki gün oruç bile tuttu bir Ramazan ayı.
(Sapı silik ve tutuk bir tabancaydı.)
Bir gün ölürse, ona bu vatan bir mezarlık yer verecek.
 
560 -  Oturdu bir destan yazdı; kendini yerecek.
Sazını ve cesaretini aldı eline (bütün cesareti,
Daha kötü şeyler olması korkusundadır.)
Canını dişine takarak,
Yazılmış eski destanlara bakarak,
 
570 -  Sözü uzattı durdu.
İşte şöyle buyurdu:
Numanoğlu Selim derler adımız
Gürültüye geldi her feryadımız
Nedense tamamdır itikadımız
 
575 -  Dikilen her kumaş bol gelir bize
Çocukken güneşin tadın bilmedik
Büyüdük kadının adın bilmedik
Bizi anlayacak kadın bilmedik
Sevgisiz bir hayat çöl gelir bize
 
580 - Bize öğretilen her söze kandık
“Yasaktır” “Memnudur” dendi, inandık
Hep “Girilmez” levhasına aldandık
Bu tutulan, yanlış yol gelir bize
Benim cefalı yârim kafamdır
 
585 - Divanda düşünmek bütün safamdır
Mülkiyet benimçün büyük evhamdır
Senin olanları nideyim gayrı
Dostun vefalısı bütün isteğim
Kız peşinde olan dostu nideyim
 
590 -  Her an yaşamalıyım kendi gerçeğim
Kendi içimdeki indeyim gayrı
Dostlar dedi: bu can bizden değildir
Düşman kırdı, oysa buzdan değildir
Gene de herhalde bizden değildir
 
595 - Çare yok dünyadan gideyim gayrı
Bana ilham getirdin
(Hem de yaktın bitirdin)
Ey! Elesius dağlarından esen rüzgâr
Kıssamız burada biter
 
600 - Bu kadar.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

11 Şub 2014

Alabama Monroe

Günler günleri emdi, toprak toprağı, su suyu
Bir gülüş bir başka gülüşü, bir durum bir başka durumu
Kum kumu, rüzgar rüzgarı
Her şey birbirini ve her şey her şeyi emdi
Var yok'a dönüştü, yok var'a
Ama biz
Yenemedik arta kalan olmayı...

Edip Cansever

   

 bu ara çok sık döndürüyorum bu videoyu.

 Uzun zaman sonra ilk defa bir film paylaşıyorum, 
 uzun zaman sonra ilk defa bir film iliklerime işledi.

ayrıca Cansever şiirini İzinsiz Gösteri den arakladım.

10 Şub 2014

Bölümlemeler



 Ağaçlara ilişkin kimsenin bilmediği bilgiler vardır. Onlara "bekleyenler" adının verilmesi istendi gerçi. Ama nefretle karşlandı bu öneri ve "eşyanın gerçeği epik bilimin romantizmidir" denmekle yetinildi. Yalnız sözcüklerle bilen, ama bu sözcüklerin gösterdikleri eşyayı bilmeyen, gene de sözcüklerle onların göstediği eşya arasında kesinkes bir benzerlik olduğunu söyleyen, ancak bu benzerlikte hangisinin bir anda ve bir arada doğduğunu, ama ayrı tanrılardan yaratıldığını, bu tanrıların ise birbirlerini hiç görmediklerini, tanımadıklarını, buna karşın birbirlerini yadsıdıklarını ileri sürenlere karşı hiçbir zaman tür adlarını tutmadım. anlamak beni mutsuz kılıyor, anlamadığım   kitaplarla yaşayabiliyorum. Merdivenli suların camı. Masa ile iskemleyi hep bir arada düşündüm, böylece ikisi de yok oldu, geriye bağıntıların imgesi kaldı. Bağıntıların canı vardır, ürerler ve mantığı yaratırlar. Biçim dizileri özlemin ikincil putudur. Çünkü insanoğlunun sonu geldi. Bunu bağıra bağıra söyleyelim. Yıldızlar olmasaydı gökyüzü de olmazdı denkleminin yanlışlığı, iç nitelikle dış niteliğin karıştırılmasındandır. Bütün bilgilerimizin yanlış  olduğu oraya çıktı, bizi aldattılar, çünkü bölümlemeler yanlıştı. Söz gelişi "çayır" gerçekte üçe ayrılır. Bunlar, "Fırtınanın çayırı", "Öğlenin çayırı" ve "Ölümlerin çayırı" adlarını taşırlar. Fırtına ise beşe: "Yıkanmış fırtına", "Geçmişi ormana takılı fırtına", "Umutsuz fırtına" ve "Tarihini yok etmiş fırtına"dır. Çünkü dört beştir. Toprak ise yalnızca Bir'e ayrılır ve Bir iyidir. Çünkü nedensellik yasasının kaynağını oluşturur. Yağmur eklemlidir. Şimdi ölümleri bölmeye başlayalım: "Padişahların ölümü", "Delilerin ölümü", "Cücelerin ölümü", "Kızoğlankızların ölümü" ve "Doğmamışların ölümü"... Kaç etti? Altı mı? Gerçekte yedi olması gerekiyordu. İşte o yedinci ölüm unutuldu ve kılık değiştirerek bir denklem içinde matematikte boy gösterdi: p/q=ne p, ne q. Tükenmez selin meşeli ağırlığı ve kış sellerinin uçuşu, yaz göllerinin güneşi, yaz olmuş kırağ, güneş dorukları... Tümünü unuttum. Nesnelerin toplamı bir im biçimidir ki, karşılığı gösterilmez. Tümceler arasında anlam farkı yoktur, ancak kendi bulduğumuzu anlayabiliriz. Bu da bağımsızlık ve yalnızlık demektir. Bir tümcenin içindeki sözcükler sonsuza  eğin yer değiştirebilirler. Bunu denemeye değer. Tanımlama tüketti beni. Yinelemeden ise nefret etti. Bizi aldatan, günlerin, ayların, yılların yinelenmesi oldu. Oysa yinelenen hiçbir şey yoktur. Bunu biliyorum.

9 Şub 2014

Ben



Ben hep sıkıntılıyım, Yani bir adamın canı sıkılır, o ben'im. Çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. Ben silâhsız bir askerimde ondan. Törenler aske­riyim ben. Cumartesi ve Pazar as­keri. Aslında karışık bir şey, kime ne söylenebilir? Bir sıkıntıyı ısrarla büyüterek, asıl büyük sı­kıntıya ısrarla giden tümün attığı çekirdek. Pis bir köleliğe, ve. son­suz çılgınlığa varacak bir oluşu­mu sıkıntıyla bekliyen bölünmez Varlık'ın ben'i.

Ondan severim sıkıntıyı, Se­vincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni.

Ne söylenmişse ve ne söylenmemişse, ne yapılmışsa ve ne ya­pılmamışsa, ne düzeltilmişse ve ne düzeltilmemişse ondan sıkılan biri. Belki, söylenmemişin, yapıl­mamışın ve düzeltilmemişin telâşı içinde biraz. O kadar. Ve sıkıntılı. Ve sıkıntılı.

İşte böyle başlıyordu heryerde mutsuzluk. Ve mutsuzluk büyük bir umut gibi çekiyor kendine be­ni. Değişiyorum ve çoğalıyorum gibi. Tek büyük doğrunun yarım dilimi o. Kim bilebilir işe yarama­manın değinmesini? Ha!.. Cumar­tesi ve Pazar günlerinde. Yorgun, izinli ve silâhsız bir asker.

Sonra kim döneniyor ortalar­da benden başka. Şiir yazdığım söyleniyor ortalarda. Değil.

Ben, kutsal bir bahaneyim, belki de bir sığınakım kendime.

Papirüs Eylül 1966

İsrafil Borusunu Çalıyor




Dostları bilirdi: Dünyanın çivisi çıktı çıkalı İsrafil Tayfa hiç konuşmamıştı. Hani, bir ermişin suskunluğu, bir yalvacın küskünlüğü gibi gördüler durumu ilk günlerde… Dünyanın çivisi de, doğrudur, çıkmıştı ya, susmalara da değer miydi bu kadarı?

Dilinin tutulduğunu düşünmeye başladılar zamanla. Kimilerine göre, belki de büyülenmiş, sözden kalmış, dili bağlanmıştı.

Eh, herkesin, İsrafil Tayfanın bile bir düşmanı olur. Bekler seni. Bir gün enezlersin, büyü de tutmaz tutmaz o günü bulur.

Martı mısın karga mı? dediler. Martıyla karga bile balığına çöpüne dövüşür de gene birlikte uçarlar. Ses et.

Konuşmuyordu.

Koluna girip bir hekime götürmek isteyenler de oldu, yakasına yapışıp bir hocaya okutmak isteyenler de. İsrafil Tayfa, susmanın yetmediği yerlerde gözleriyle diretti. İleri giden olursa, kolunu koldan çekti, yakasını da kaptırmadı.

Sonra sonra, doğdu doğalı lâl imiş gibi davrandılar İsrafil Tayfaya. Unutuldu gitti sesini kestiği.

O sustu diye denizin bozardığını, martıların iyice sığınaksız kaldığını, karabatakların yeniden kayıplara karıştığını, zarganaların insanlara yanaşmadığını, horozbinanin isteksiz kıvrandığını, oltacı çocukların sevecen çırçır vuruşlarından umut kestiğini, zümürrüd yosununun kitle kitle ölmeye başlayıp kıyılara vurduğunu, lağım karası kumlarda nereis de bulunmaz olduğunu, ilaryanın kefalosun atıklı yalıları beğenmediğini, ağların daha da hızlı çürüdüğünü, Karadeniz akın kafilelerine yol yolak veren akıntıların yön değistirdiğini, anavasyanın katavasyanın birbirini şaşırdığını kim düşünürdü ki?

Bir denizdilinde hane tutarsa o, bir yarımada reisine kavuşurdu.
Bir koycuk mağarasında gizlenirse, martı daha çok yumurta bırakırdı onlara.
Kıyıda yatıp yıldız gözlese, suyun dalganın gelimi ağır ağır azalır, sinerdi.
Baktığı derinlik ışır da kendisini ele verirdi.
Sudan çektigi batık, iskorpitleriyle birlikte gelirdi. 
Bastığı üzüm şaraplanmak için ivinir ivinirdi. 
Çaldığı ıslık suyun yanağını ürpertirdi.


"İzniğe gitmiş…"
"Lâl Tayfa İzniğe kaçmış…"
"Deniz denizken göle yanaşmış…"
"Kerevides işi kolay tabii…"
"Ekmeğe de gelir fukara…"
"Oh, oturur Boyalıcaya Çakırcaya beyim, çatar teknesini beyim, basar sepetini göle beyim."
"Alası da iyidir oraların, alası…"
"Adam okkası çeken varımış…"
"Kütüğü boldur İzniğin, devşirir üzümünü, indirir fıçıya, lâp şarap…"
"Ona bun gelmez mi oralar?…"
"Boyuna gözeriminde kara görünmez derler, boğaz sanırmışsın, aldatır gider kendini Tayfa…"
"Döner o döner…"
"Lâl kafa! Nasıl anlaşır oralıyla?…"
"Seninle nasıl anlaştıysa…"
"Amma biz bin yıldır tanırdık onu, lâlı havası yeni…"
"Suru varmış dediler İzniğin, İstanbul gibi…"
"Göl dibinde minare görünür derler…"
"Aklı gördün mü sen Tayfa’da, bin otobüse, bir saatte Yalova…"
"Tayfa’dır o, oh, bir saatte deniz…"
"Dönmez o dönmez…”

Anlatırlar ki: Orhangazi’den öte gitmiştir. Karsak çıkağını bulmuştur gölün. Dereyi izleyerek göle varmıştır. Düşme elmayla, yaban domatlarıyla, su teresiyle doymuştur. Balık avlamamıştır.

Balık avlamamıştır.

Anlatırlar ki: Acı zeytine de kalsa, ördeğe tavşana gülüp gülüp bakmıştır. Fak kurmamıştır.

Fak kurmamıştır.

Anlatırlar ki: Mutlu yüzen karamekeleri, kamışlığı mekan tutmuş ürkek yılanları, üzünçle bakan kaplumbağalarını gölün, insan öpen gördekleri görünce, konuşmuştur.

Konuşmuştur.

O zaman, derler, vakti geldi yeniden, Karsak çıkağına gitti, akağı izleyerek Gemlik kıyısında yeniden denize erdi.


Hulki Aktunç
Bir Yer Göstericinin Hayatı

7 Şub 2014

Jamie N Commons - Lead Me Home


 Karanlıktaki tanrı, bana yolumu göster 
 Bana evimi göster


           




3 Şub 2014

Elli Unutulmaz Aşk Kitabı I



1) Kerem ile Aslı
(Yazgı olarak aşk)

Her aşk yanmakla başlar; Kerem ile Aslı’nınki yanarak tükenmekle bitiyor. Atasözlerine bile konu olan, külleri birbirine karışan bu iki âşığın destanından beri artık “Kerem derdi, Aslı derdi, dil derdi” vardır. Kerem, Ermeni keşişin güzel kızının peşinde dağları aşar. Aslı, Kerem’in küllerini toplarken saçları tutuşunca yanar. Halk edebiyatının “Leylâ ile Mecnun”u da sayılabilecek bu hikâye, hem maddî hem mistik aşkın, yeri gelince de ‘din aşkı çatışması’nın göz alıcı bir örneğidir. Kerem’i, aşkı kader olarak gördüğü için severiz. Âşık öznenin derin iç çatışması bir yana, Kerem ile Aslı’dan öğrendiğimiz değişmez bir gerçek daha var: Trajik olan aslında tek taraflı aşk değil; ‘engellenmiş’ karşılıklı aşktır.

2) Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar
(Bir İstanbul masalı olarak aşk)

Huzur, edebî niteliğiyle olduğu kadar en güzel İstanbul masalı olduğu için de âşıklar için vazgeçilmez. Mümtaz’ın Nuran’a karşı hissettiği şey, tutkulu bir aşkın ötesinde, bir dönem İstanbul’una, neredeyse ‘Boğaziçi medeniyeti’ne açılan bir penceredir. Mümtaz, ‘bir yığın imkân arasından Nuran’ı’ seçmiş ve bu hikaye Tanpınar’ın üslubuyla ölümsüzleşmiştir. Huzur, defalarca dönülmesi gereken bir başyapıt.

3) Sevgili Milena - Franz Kafka
(Kurtarıcı olarak aşk)

Kafka ile Milena’nın soylu aşkı da başka bazı büyük aşklar gibi sadece mektuplarda kaldı. “Senin” diye imzaladığı mektuplarında şöyle diyordu Kafka: “Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle ‘Senin’ kaldı yalnız.” Bu aşkta kurtarıcı Milena’dır: “Karşındakini yalnız varlığınla kurtarabilirsin, başka hiçbir şeyin yararı yoktur.” İşte aşk, bazen kurtarıcı oluyor. Edebiyat tarihinin bu en sarsıcı aşk mektuplarını, özellikle Adalet Cimcoz’un çevirisinden okumalısınız.

4) Güvercin Gerdanlığı - İbn Hazm
(Deneyim olarak aşk)

Aşkı ‘teori’ kitaplarından değil de edebiyat yapıtlarından okumak en doğrusu. Fakat İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı’nı bu yargıdan ayrı tutmak gerekiyor. “Aşk doğuştandır,” diyen İbn Hazm, yazı tarihinin en soğukkanlı ve aynı zamanda en lirik yapıtlarından birini bıraktı arkasında. Aşkı şöyle anlatıyor: “Bu öyle bir hastalıktır ki, hasta zevk alır. Bu derde kim uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise bu acıdan kurtulmayı dilemez. Aşk insana vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü püslü gösterir. Kendisine zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir. Doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştirecek kadar ileri gider.” İbn Hazm, aşkın belirtilerini şöyle sıralıyor: “İlki, sevgiliyi derinden derine seyre dalmaktır. Sevgilinin bulunduğu yere gitmekte ivedilik etmek, onun yanına oturmanın yollarını aramak, sevgiliden ayrılmayı gerektirecek her türden ciddi durumu hesaba katmamak, sevdiğinin adını kendi kendine tekrarladıkça bundan hoşlanmak… Öyle anlar olur ki, gerçekten birine içtenlikle tutulan kişi büyük bir iştahla yemeğe başlar. Ama sevgilisi hatırına gelirse o anda, artık yiyecekler boğazından ileriye geçmez.(…) Gözyaşları da aşkın belirtisidir.” Şu hadis-i şerifi alıntılamayı da ihmal etmiyor İbn Hazm: “Bir kimse âşık olsa, aşkını namusunu lekelemeden korusa ve ölse, o şehittir.”
Güvercin Gerdanlığı, ölümden güçlü olan şeyin, bize ölümü göze aldıran şey olduğunu öğretiyor. Bu kitabı okumadan, aşk bilgimiz eksik kalacaktır.

5) Genç Werther’in Acıları - Johann Wolfgang von Goethe
(Yıkım olarak aşk)

Tutkulu aşkın görkemli klasiği Genç Werther’in Acıları yazıldıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. (Werther’i okuduktan sonra intihar etmek istemeyen âşık var mı?) Bu yapıtı, sadece platonik bir aşk hikâyesine indirgemek hata olur. Yine de, ortada böylesine bir aşk varsa, sanatsal bütünlüğün ikinci planda kalması kaçınılmaz oluyor. Parmağı dikkatsizlikle Lotte’nin parmağına değdiğinde bile bundan derin anlamlar çıkaran Werther! Sonsuza dek üzgün genç âşıkların hüzünlü sembolü olarak kalacak…

6) İlâhi Aşk - İbn Arabî
(Yüksek perdeden aşk)

“…Bil ki, sevgi makamı çok şerefli bir makamdır. Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır…” alıntısıyla başlar İlâhi Aşk. Sevginin, temellerinden yanıltmalarına kadar farklı düzeylerini okuruz. “Varlık bir harftir, sen onun anlamısın” dizesinde anlatılan hâle doğru yol alırız. ‘Yükseklerde yalnız uçan kartal’ İbn Arabî’den yakıcı ve yüksek perdeden bir ilân-ı aşk…

7) Beyaz Geceler - Fyodor Dostoyevski
(Teselli olarak aşk)

İyimser aşkın el kitabı… Sonunda kavuşmak olmasa da her aşk kendince bir mutluluk değil mi? Kahramanımızın sevgili Nastenka’ya duyduğu aşkta, topu topu dört gecenin hatırası vardır. Ama bu yeterlidir işte… Dostoyevski’nin romanı bitirirken söylediği gibi, “Bir anlık mutluluk! Koca bir insan ömrü içinde bu kadarı bile yetmez mi!”

8) Hüsn-ü Aşk - Şeyh Galib
(Bir yolculuk olarak aşk)

Güzellik olmadan aşk olmaz. Şeyh Galib, Aşk’ın Hüsn’e (güzellik) yolculuğunu olağanüstü sembollerle anlatıyor. Aşk ile Hüsn’ün doğuşlarından “edeb” mektebinde dinlenmelerine, oradan da çileli aşklarına kadar bir dil ve imge ziyafeti. Bu serüvende Aşk, belâları kabul eder, yolu gam harabelerinden geçer, perişan hallere düşer ve sonunda Hüsn’ün delisi olur. Yolculuğun sonunda Aşk’ın vardığı yer Hayret’tir ve şöyle der Galib Dede: “Bundan ötesi değil nümâyân” (sonrası göze görünmüyor). Aşk Hayret’e varır, susulur. Her aşk yolculuğunun mumdan kayıklarla ateş denizlerini geçmek olduğunu bir kere daha anlarız…

9) Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali
(Dram olarak aşk)

Edebiyatta genel nitelemelerin yanlışlığına iyi bir örnek: ‘Toplumcu’ Sabahattin Ali, ‘bireysel’ tutkuyu en iyi anlatan romanlardan birini yazmıştır. Kürk Mantolu Madonna’da Raif Efendi’nin bir Alman kadına duyduğu ‘tarifsiz kederler içindeki’ aşk vardır. Romanın son cümlesini okuyunca, yeryüzündeki mutsuz aşkların hayaletlerini üstünüzde hisseder, ağlamak istersiniz. Raif Efendi’nin Maria’ya seslenişi nasıl da ürperticidir: “Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?” Böyledir büyük yapıtlar, hep kaybedişlerden geriye kalanlardır.

10) Anna Karenina - Lev Tolstoy
(Bedel olarak aşk)

Anna’nın aşkı hangisidir? “Köleleştirici aşk” mı, “adayıcı aşk” mı? Yoksa Anna Karenina, aşkta engel ne kadar büyükse aşkın da o kadar büyük olduğunun apaçık bir kanıtı olarak mı okunmalı? Ne denirse densin, bu büyük klasikte, aşka ilişkin bütün çağrışımlar bir aradadır: Özgürlük, tekdüzeliği kırmak, ikilemler ve sonunda ölüm… Aşkın iki kişilik olmadığı kesindir. Tolstoy’un açıkça gösterdiği şey, Adorno’nun söylediğidir biraz da: “Aşk da toplumsal olarak dolayımlanır.” Anna, aşkının bedelini ödemiştir. Şunu unutmamak gerek: Tutkunun peşinden gitmek, ancak bedeli ölüm olunca, kitlelerin gözünde temize çıkabiliyor.

11) Sekizinci Mektup (Mektûbat) - Bediüzzaman Said Nursi
(Şefkat ve aşk)

Soğukkanlı bir aşk-şefkat karşılaştırması. Bediüzzaman, Sekizinci Mektup’ta şefkatin aşktan ne kertede üstün olduğunu Kur’ân’la temellendiriyor. Hazret-i Yakup’un Hazret-i Yusuf’a karşı duyduğu şeyin aşk değil şefkat; Züleyhâ’nın hissettiklerinin ise aşk olduğunu hatırlatarak bir derecelendirme yapıyor: Kur’ân’a göre Hz. Yakup’un hissiyatı Züleyhâ’nınkinden ne kadar yüksekse, şefkat de aşktan o kadar üstündür. Sekizinci Mektup’u okuduktan sonra bu değişmez gerçeğin iç rahatlığını mı yaşamalı, yoksa burukluğunu mu duymalı?

12) Aylak Adam - Yusuf Atılgan
(İhtimal olarak aşk)

‘Aşk romanı’ deyince akla sadece somut bir aşk hikâyesinin anlatıldığı bir metin geliyorsa, Aylak Adam, aşk romanı değildir. Ama ilk cümleleri okuduğumuzda ürpeririz: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” C.’nin peşinden gittiği şey, bir aşktan öte, aşksız olmayan bir dünyadır. Bunun kendince yollarını bile bulur. Ama olmaz. Romanın sonunda dendiği gibi; “Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” Aylak Adam, aşkın -ya da aşksızlığın- yürek burkan hikâyesidir. Peki, aylaklık ile aşk arasında sırlı bir bağ var mıdır? Evet, vardır!

13) Kızıl ile Kara - Stendhal
(Tükeniş olarak aşk)

Büyük bir aşk romanı, aslında tam da aşk romanı olmayan yapıttır; tıpkı “Kızıl ile Kara” gibi. Genç Julien Sorel’in ruhundaki çalkantılarla dönemin Fransa’sındaki çalkantıları bir arada okuruz. Stendhal’ın Don Juan’dan bol bol alıntı yaptığı romanına koyduğu epigraf çarpıcıdır: “Gerçek, şu acı gerçek.” Satırlar boyunca Julien’e bazen acır, bazen kızarız. Büyük aşkların sadece hayatta birer kazadan ibaret olduğunu kabul etmediği için severiz de onu. Ancak Madam de Renal’a karşı beslenecek tek duygu, saygıdır. Aşk, iki sevgiliyi de tüketir. Hilmi Yavuz’un bir dizesiydi: “julien ne söyledi madam renal’a”. İşte bu dizenin arkasında çok şey yatıyor.

14) Venedik’te Ölüm - Thomas Mann
(Bir ölüm türü olarak aşk)

Yan yana gelmesi tehlikeli, fakat kaçınılmaz üç sözcük: Aşk, sanat, ölüm… Thomas Mann, aşkın yazgısını bu sözcükler üzerinden kurcalıyor. Ünlü yazar Aschenbach’ın olağanüstü güzel Tadzio’ya duyduğu derin aşk, sanatçının çıkmazı ve hüzünlü bir ölüm… “Motus animi cotinuus”u (ruhun daimi hareketi) daha iyi anlamak için bir yol açıcı kitap…

15) Dîvân-ı Kebîr - Mevlâna Celâleddin Rûmî
(Âb-ı hayat olarak aşk)

“Ben ol da bil aşkı” demişti Mevlânâ. Nerededir aşk? Bir magma gibi taşıp durduğu Divân-ı Kebîr’dedir: “Âşık dediğin de benim gibi olmalı! Öyle mest, öyle kendinden geçmiş olmalı ki, ne halkla uzlaşmalı, ne de kendisine bir hayrı dokunmalı! / Aşk âb-ı hayattır; seni ölümden kurtarır! Kendisini tamamıyla aşka veren kişi ne mutlu kişidir!”

16) Aşk-ı Memnû - Halid Ziya Uşaklıgil
(Yasak aşk)

Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnû’su, tam da yasak olan bir kıvılcımla yaktığı için belki de, Türk edebiyatının en trajik aşk romanı olma vasfını hâlâ koruyor. Romanın trajik öğesi, trajik sonuna da sebep olan, iç içe geçmiş diğer aşklarla çevrili “yasak olan aşk”tır, yani Bihter’in Behlül’e “yeni, imkânsız ve tehlikeli” olana aşkıdır. Edebiyat tarihi, yasak aşkları hep aynı sona mahkum etti: Nasıl ne Bovary, ne Anna kurtulamadıysa nihayet yasak aşkın pençesinde yanmaktan, Türk edebiyatında kadının keşfedildiği ilk eser sayılabilecek Aşk-ı Memnû’nun Bihter’i de bu trajik sondan kurtulamayacaktır. Ve nasıl tam da bu sebepten Anna Karenina Rus edebiyatının, Madame Bovary Fransız edebiyatının mihenk taşı olmayı sürdürüyorsa, Aşk-ı Memnû da Türk edebiyatı için ateşin bulunduğu nokta olacaktır. Aşkın şöyle tanımlandığı bir roman: “Kalplerimizde bazı illetler vardır ki, vücudun tamamıyla ensicesine hulûl ettikten sonra keşfolunamayan hâfî emrâza mahsus bir nüfuz hıyanetiyle kendisini göstermeden, tahriplerini haber vermeden, derûnî bir yangın dumansızlığıyla yanar, yanar; bu bir ateştir ki mahiyetini bilmeyiz; vücudundan haber almayız; o yavaş yavaş vazifesinden emin, devam eder; nihayet bir gün birdenbire, bir hiç, bir dakikalık bir vukuf bize gösterir ki kalbimizde bir yangın var. Nedir? Nereden tevellüt etmiştir? Bu yangın nasıl bir serseri rüzgârın kanatlarıyla düşerek orasını tutuşturmuştur? Bilemeyiz.”

17) Divan - Yunus Emre
(Kılavuz olarak aşk)

Yunus Emre’den bu yana biliyoruz: “devletli nesnedir aşk” ama aynı zamanda “firkatli nesnedir”. Aşk gelicek cümle eksikler biter, böyle söyler Yunus. Ona göre, “Aşksız âdem dünyada belli bilin ki yoktur.” Mecazî aşktan gerçek aşka geçişte bir kılavuz dur. Âşık olmayan kişiyi taşa benzeten Yunus Emre’nin en çok da şu dizesi: “Bizim sevdiğimiz Hak’tır bu halka göz ü kaş gelir”. Tek dize bütün bir aşk yolculuğunu anlatmıyor mu?

18) Eylül - Mehmed Rauf
(Masumiyet olarak aşk)

Eylül'le anılan bir aşkın gideceği yer tükenişten başka neresidir? Suad ile Necib'in, birbirine ancak alıkonulmuş bir eldiven tekiyle ifşa edebildikleri ‘yasak aşk'ları, masumiyetini belki de ruhların müellifi, kalplerin merhemi musikiye borçluydu. ‘İnsafsız rüzgâr’, ‘muannid yağmur’ yalnız o güzel yazın ertesindeki ayın değil, onların ruhundaki çöküşün de adıydı. O aşk ki belki bir yangında kavrulursa tamama ererdi. İkisi aynı ateşte yandılar, zaten bir kere yanmışlardı!

19) Vadideki Zambak - Honore dé Balzac
(Sığınak olarak aşk)

Bir aşk kitapları listesine pekâla Balzac’ın mektupları da alınabilirdi. Ama roman sanatının yüz aklarından Vadideki Zambak’ta adı geçen Félix de Vandenesse, Balzac’tan; Henriette de Mortsauf da Balzac’ın hayatında önemli yeri olan Madame de Berny’den başkası değildir zaten. Romanda anlatılan, yine ikilemler içindeki bir kadınla, bütün yıkımları başını onun dizine koyarak gidermek isteyen âşığın hikayesidir. Bir de Balzac, romanın başında evrensel bir ders verir: “Bizi sevdiğinden çok kendisini sevdiğimiz kadının üstünlüğü, sağduyu kurallarını bize her zaman unutturmasıdır.” Türkçede Cemal Süreya çevirisi olduğunu da düşününce, Vadideki Zambak’ı okumak şart oluyor.

20) Mantık Al-Tayr - Feridüddin-i Attar
(Bülbül hastalığı olarak aşk)

Feridüddin-i Attar, otuz kuşun yolculuğunu anlatırken, geride, Allah ve Peygamber aşkına dair, yüzyıllardır tazeliğinden bir şey yitirmeyen metinler bırakmıştır. Mantık Al-Tayr’ın sarsıcı sözcükleri, ‘bülbül hastalığı’ olarak tanımlar aşkı. Sır, hüthütün öteki kuşlara verdiği cevaplarda saklıdır. Hüthütün dudu kuşuna verdiği cevapta örneğin: “Can, sevgiliye verilmek içindir.. ancak bunun için işine yarar. Can verirsin de bir an olsun sevgiliye kavuşursun. Âb-ı hayat istiyorsun, fakat canını da seviyorsun.. yürü be… Canını ne yapacaksın? Ver sevgiliye!”

21) Ağrıdağı Efsanesi - Yaşar Kemal
(Ağıt olarak aşk)

“Her yıl Ağrıdağı’nda bahar gözünü açtığında, çiçeklerle, keskin kokular, renklerle, bakır rengi toprakla birlikte Ağrıdağı’nın güzel, kederli kara gözlü, iri yapılı, çok uzun, ince parmaklı çobanları da kavallarını alıp Küp gölüne gelirler. Kırmızı kayalıkların dibine, bakır toprağın, bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına fırdolayı otururlar. Daha gün doğmadan Ağrıdağı’ nın harman olmuş yalp yalp yanan yıldızları altında kavallarını bellerinden çıkarıp Ağrıdağı’nın öfkesini çalmağa başlarlar. (… Bu arada, tam gün kavuşurken gölün üstünde kar gibi ak küçücük bir kuş dönmeğe başlar. Gölün üstünde bütün hızıyla uçan kuş göle şimşek gibi çakılırcasına iner, bir kanadını suyun mavisine daldırır kalkar. Böylece üç kere daldırır, sonra da uçup gider, gözden ırar, yiter. Ak kuştan sonra çobanlar da sessiz, birer ikişer oradan ayrılır, karanlığa karışır çekilir giderler.” Sonra… Yaşar Kemal, Gülbahar ile Ahmed’in büyük destanını anlatmaya başlar.

22) Malina - Ingeborg Bachmann
(Dünyaya karşı duruş olarak aşk)

Malina, kuşkusuz bir ‘aşk kitabı’ değildir ama belki de aşk kitaplarının en yakıcısıdır. “Parola, Ivan.” der Malina, “Ve hep, hep Ivan.” Böyle bir aşkın var olduğu dünya, kötü bir dünya olamaz, dersiniz. Ama kötüdür dünya (“Biz, birbirimize götüren yolları bunca zahmetsiz bulabilirken, kentteki kıyım sürüp gidiyor;”. Malina’da altı çizilecek o kadar cümle var ki… Geriye bir iç yanması ve çok sigara dumanı kalır. Kitabın yazarı, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” sorusuna, “Hayır,” yanıtını vermiştir zira, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.”

23) Şiirler - Karacaoğlan
(Teklifsiz aşk)

Cemal Süreya yazmıştı: Yâr kavramı en somut ve süzme biçimde Karacaoğlan ile şiirimize girmiştir. Halk şiirinde Erzurumlu Emrah da, başka şairler de var ama Karacaoğlan, aşkın ve Türkçenin bir yakasında yüzyıllardır parlıyor. Kimi zaman “Benim çok ömrümü az eylemesin” diyecek kadar umutsuz, kimi zaman “Herkesi sevdiğine verse Yaradan” dizesindeki kadar naif bir âşık. Galiba Karacaoğlan’ın umutla umutsuzluk arasında salınan aşkını en iyi şu dizeler anlatıyor: “Yaylanın karından beyazdır döşün / Uzanıp üstüne ölesim geldi”.

24) Jurnal 2 - Cemil Meriç
(Dehâ ve aşk)

İnsanın dörtte üçünün âşık olduğunda ortaya çıktığını söylemişti Cemil Meriç. Jurnal’inde yer alan Lamia Hanım’a mektuplarda da kırgınlıkları ve coşkularıyla, çıplak bir Cemil Meriç vardır. “Kendini rahat hissetmen beni kudurtuyor.” der, bencildir; “Hiçbir kıta kâşifi benim tattığım hazzın bir zerresini tatmamıştır.” der, esriktir! Türkçenin belki de en sert, en dolu ve en sıcak aşk mektupları… Kimi zaman ‘mezar taşı gibi bir sükut’la, kimi zaman da alevden iki ırmağın birbirine karıştığını bilmenin yakıcılığıyla beslenen bir tutku. “Aşk, dehadan çok daha nadir.” diyen Cemil Meriç’ e şu cümleyi kurdurmuştur aşk: “Aşkın verebileceği en büyük saadet sevilen kadının ilk defa elini sıkmak. Musikinin verdiği haz gibi bir şey.”

25) Kalbin Zümrüt Tepeleri - M. Fethullah Gülen
(Sahih aşk)

“Aşk; şiddetli sevgi, iptilâ, düşkünlük, kemâl, cemâl ve müşâkeleden dolayı duyulan aşırı muhabbet ki, böylesine, daha ziyade mecâzî aşk denir.. bir de, cemâli kemâl noktasında, kemâli cemâl kutbunda o Ezel ve Ebed Sultanı’na karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki, ona da hakikî aşk denir.” Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki yolculuğun duraklarından biri aşk; o noktaya ulaşan birinin atacağı bir adım ya kalmıştır ya kalmamıştır. Aşk, Zümrüt Tepeler’deki öteki konularla bütünlüklü bir bakış içinde değerlendirildiği zaman, gerçek yerine de oturmuş oluyor. Aşka ilişkin olanın, sadece ‘Aşk’ başlıklı yazı değil, Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki bütün bir seyir olduğunu unutmamak gerekir. Fethullah Gülen’in akıllarda mıh gibi kalan bir cümlesi, işin özüdür aslında: “Dünya, aşkın katilidir.”

Elli Unutulmaz Aşk Kitabı II



26) Swann’ın Aşkı - Marcel Proust
(Kayıp zamanın izinde aşk)

“Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır.” Belki Proust’un bütün külliyatı ama ille de Swann’ın Aşkı. “Mutlu olan kişi âşık değil demektir,” diyen Proust bu cümlesiyle meşrebini de belli eder ve o benzersiz üslubuyla olağanüstü bir yapıt kurar. Sosyete çevrelerine girip çıkarak kendini var etmeye çalışan Swann’ın güzel Odette’e duyduğu aşkın hikâyesi temelde basittir ama yazarın doyumsuz tasvirleriyle sıra dışı bir hal alır. Proust, Gide’e yazdığı bir mektupta ironiyi de elden bırakmaz: “Eğer Swann beni tanısaydı ve benden biraz yararlanabilseydi, Odette’in ona geri dönmesini sağlayabilirdim.” Roman kişileriyle yazarın aşka bakışlarındaki farklılıkları çok da önemsememek gerekiyor. Zaten Proust evreninde, aşka en sağlıklı yaklaşım yine bir roman kişisinden, Madam Leroi’dandır: “Aşk mı? Sık sık yaparım ama hiç sözünü etmem.”

27) Neşideler Neşidesi
(Coşkunluk olarak aşk)

Aşkın tehlikeli sularında: “Çünkü sevgi ölüm gibi güçlüdür / Kıskançlık ölüler diyarı gibi serttir; / Onun alevleri, ateşin alevleri, / Yakıp bitiren alev. / Sevgiyi büyük sular söndüremez; / Ve ırmaklar onu bastıramaz.”

28) Muhteşem Gatsby - Scott Fitzgerald
(Adanış olarak aşk)

Bir başka ‘ömürlük’ aşk hikayesi… 20. yüzyılın ilk yarısında, yapay değerlerin biçimlendirdiği Birleşik Amerika’da geçen roman, ‘Amerikan düşü’ ve ‘yükselme’ gibi temaların ardında, derinden derine bir aşk hikâyesiyle içimizi ısıtır. Gatsby ölür; sonunda onu ne kadar sevmiş olduğunuzun ayırdına varırız -tıpkı Daisy gibi! Romandan bir de unutulmaz cümle, Can Yücel çevirisiyle: “Hani öyle gelir ya insana; o yaz işte, hayat yeniden başlıyor sandımdı.”

29) Serin Mavi - Behçet Necatigil
(Evcil aşk)

“Ayşe, Huriye, Selma (yaş sırasına göre küçükten büyüğe) !” diye başlar bir mektuba Necatigil. Eşi Huriye Hanım’a, yaşça iki kızının arasında yer vermesi, nazik bir jest değil sadece; mektupların bütünü okunduğunda Necatigil yalınlığı iyice belirir. Serin Mavi, kuşkusuz, Türk edebiyatında bir ‘aile’ye yazılmış en incelikli aşk mektuplarını içeriyor. Necatigil evreninin tüm sözcükleri; ev, aile, gündelik sıkıntılar sımsıcak kılıyor bu mektupları. Ve Serin Mavi boyunca hep o iki dize çınlıyor: “Seni nasıl alabilirim benim tarafa / Uzaksın”.

30) Çağımızın Bir Kahramanı - Lermontov
(Yanılsama olarak aşk)

Bütün kadınları kendine âşık etmekten hoşlanan ama hiçbirini sevmeyen Peçorin’in öyküsü bir ütopya gibi mi görünüyor? Belki öyledir ama “Çağımızın Bir Kahramanı”, sadece basit bir “kaçan kovalanır” öyküsü değil; derinlikli bir portredir. Peçorin adlı ‘kahraman’ cevaplar vermez; sorular sordurur. Sevilmeden sevmek paradoksunu bu kez tersinden okuruz. Peçorin, kimseyi sevemez ve mutsuzdur. Onun, “Kayadan kayaya atlayan suyun şırıltısını duyunca unutamayacağı tek kadın yoktur.” Bu unutulmaz yapıtı okurken insan, Peçorin’in yazgısının ölümcül, kara bir talih mi yoksa çok az kişiye rastlayacak bir şans mı olduğuna bir türlü karar veremiyor.

31) Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri - Nâzım Hikmet
(Umut olarak aşk)

30 Eylül 1945… “Seni düşünmek güzel şey / ümitli şey / dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey / Fakat artık ümit yetmiyor bana, / ben artık şarkı dinlemek değil / şarkı söylemek istiyorum”.

32) Mem û Zin - Ehmede Xani
(İmkânsız aşk)

Ehmede Xani’den eşsiz bir imkânsız aşk masalı… Mem’in Dicle nehrine unutulmaz seslenişiyle: “Benim gönlümün içinden de geç bir kez / Gözlerimin pınarına bak bir kez.” Bu destanda iki âşık vardır da, bir de, aşklarının ortasında biten diken, kötü adam Beko vardır. Beko’ların biri gider, bir başkası gelir… Ve bu dünyada kavuşmak yoktur.

33) İlk Aşk - Turgenyev
(Hatıra olarak aşk)

Bu güzel ve küçük roman, biraz da adından dolayı listeye girmeyi hak ediyor. Kahramanımızın Zinadia’ya duyduğu hızlı ve tutkulu aşkın sıra dışı öyküsü. Hikâyede her ilk aşk deneyiminin izleri var gibidir. Bir yerde şöyle der kahraman: “Artık sıradan bir delikanlı sayılmazdım; çünkü âşıktım.” Kısa serüvenlerin sonunda Zinadia ölür; buruklukla şaşkınlık arası bir duygu eşliğinde kitabı kapatırız. İlk aşktır; incitir, özletir, anısı silinmez.

34) Monna Rosa - Sezai Karakoç
(Hıçkırık olarak aşk)

“Esmer delikanlı, hatıra ve kan / Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları / Sızıyor bir kapı aralığından / Lambalar yanıyor, hafif ve sarı.” Sezai Karakoç’un çok aşkta çok hatıra bırakan anıtsal şiiri. Kendi hikâyesiyle zaman içinde bir efsaneye dönüşen Monna Rosa, her aşk hikâyesiyle yıllardır yeni sayfalara, yeni defterlere yazılıyor. Bir anlamda, “mutlu aşk yoktur”un en güzel Türkçe söylenişi… “Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa: / Henüz dinlemedin benden türküler. / Benim aşkım uymaz öyle her saza, / En güzel şarkıyı bir kurşun söyler… / Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa./ / Yağmurlardan sonra büyürmüş başak, / Meyvalar sabırla olgunlaşırmış. / Bir gün gözlerimin tâ içine bak: / Anlarsın ölüler niçin yaşarmış”.

35) Kolera Günlerinde Aşk - Gabriel Garcia Marquez
(Ömür boyu aşk)

50 yıl süren bir tutku, aşk mıdır yoksa aşka çok benzeyen bir bağlılık mı? Büyülü gerçekçiliğin ustası Marquez, Kolera Günleri’nde Aşk’ta tam da üslubuna yakışır bir konuyu, yarım yüzyıl süren bir aşkı anlatıyor. Florentino Ariza’nın Fermina Daza’ya olan yenilmez, gözüpek aşkının hikâyesi, aşk yüzünden delirenlerin eksik olmadığı bir coğrafyanın acımtırak kokularını taşıyor. Sonunda ne mi öğreniyoruz? Sadece aşksız değil, aşka rağmen de mutlu olunabileceğini…

36) Elsa’ya Şiirler - Louis Aragon
(Poetika olarak aşk)

Aragon öleli 25, Elsa öleli 37 yıl oluyor. Genç kuşaklar ikisini de, siyasi mücadelelerinden, romanlarından değil, şiirlerden ve büyük aşklarından tanıyor bugün. Aragon, kendine “Elsa’nın Mecnunu” sıfatını yakıştırmıştı. Unutulmaz şiirlerini Elsa için yazdı. Edebiyat tarihinin en şanslı kadınlarından Elsa da, hep var olmayı istediği tarihte romanlarıyla değil, daha çok konu olduğu şiirlerle anıldı. Şanslıyız ki, Orhan Veli’den İlhan Berk’e kadar iyi çevirmenler bu şiirleri Türkçeye ‘kazandırdı’. En sarsıcısı, Elsa’nın Gözleri şiirinden: “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de / Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm / Orda bütün ümitsizleri bekleyen ölüm / Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde”.

37) Alemdağ’da Var Bir Yılan - Sait Faik
(İyimserlik olarak aşk)

Türkçenin kuyruklu yıldızı Sait Faik’in kuşkusuz en iyi kitabı. “Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?” diye sorar bir öyküsünde. Onu okurken, hep bir iyimserlik vardır ama yitik bir şeyler olduğu düşüncesi de peşimizi bırakmaz. Kitapla aynı adı taşıyan öykünün şu cümlesi, bir kez okunduğunda unutulmayanlardandır: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”

38) Doktor Jivago - Boris Pasternak
(Tutku olarak aşk)

Aşk ve devrim yan yana gelince ortaya unutulmaz hikâyeler çıkıyor. Doktor Jivago, bunların en iyilerindendir; hem dönemini enfes betimlediği hem de hastalıklı bir aşkı ustaca anlattığı için. Yuri Jivago edebiyat tarihindeki ‘büyük âşıklar’ listesindeki yerini çoktan aldı zaten, ama okursanız, Lara’nın nasıl ustaca çizilmiş bir karakter olduğuna da dikkat edin. Romandan uyarlanmış, izlenmeye değer bir filmin olduğunu da hatırlatalım…

39) Gizemli Şiirler - Hilmi Yavuz
(Bakış olarak aşk)

Aşkla ‘bakmak’ arasındaki gizemli ilişki nedir? Belki Yakın Aşklar şiirindeki: “yakın aşklar! sizi ve gizi / bir kıyıyla öteki / gibi bağlayan nedir?” Belki Eylül şiirindeki: “eylül! daha çocukluğumdan / beri size bakardım ben / bir yazın azalmakta olan / sözcüklerinden nasıl da / ansızın dökülürdünüz / bahçelerle ve kül / dolardı içim… eylül!” Ama en çok da şu şiirdeki: “size bakmanın tarihi! siz / bir gonca kadar kendiliğinden / yazılmış olmalısınız / derin, korkunç ve ergen / kalbim, sevdalara sığmayan kalbim / bir dağı içeriyor geçerken / siz o dağa sanki kış / ve sanki bıldır yağan karsınız / umarsız sözcüklere bulanmış”…

40) Fransız Teğmenin Kadını - John Fowles
(Bekleyiş olarak aşk)

1969 tarihli roman, yüzeydeki esrarlı aşk hikâyesinin altında felsefî ve toplumsal sorgulamalarla çağdaş bir klasik olarak adlandırılmayı hak ediyor. Her aşk hikayesi, içinde kendi döneminin eleştirisini barındırır ama Fransız Teğmenin Kadını’ndaki kadar ustaca iğnelemelere kolay rastlanmıyor. Bir kadının iç dünyasına nasıl bu kadar soğukkanlılıkla yaklaşılabilir? Bu, John Fowles’un ustalığıdır. Yüzyıl öncesinin İngiltere’sinde bir erkeğin toplumun kurbanı oluşu, bugüne de çok şey söylüyor. Romanın başkişisi Sarah, tıpkı Madam Bovary ya da Lady Chatterley gibi, asla unutulmayacak.

41) Aramızdaki Şey - Tomris Uyar
(‘Aramızdaki şey’ olarak aşk)

Tomris Uyar’dan aşkın ‘aramızdaki şey’ durumuna nokta atışı! Uyar’ın başka öyküleri, başka kitapları da var elbette, ama edebiyatımızda aşka çok benzeyen bu ‘şey’i daha iyi anlatan bir öykü yok. Şöyle der anlatıcı, Venedik’te Ölüm filmi seyredilirken: “Onu yakalamak için nedense filmden sana kaydı gözüm. Ellerine, uzun, biçimli parmaklarına, nerdeyse saydam tırnaklarına. İncecik bedenine. Bu dünyayla baş edemeyecek kadar kırılgan olduğunu o an kavradım. Artık filmdeki Tadzio’yu seyredebilirdim… İçimin yandığını belli etmemek için bile-isteye soğuk bir şaka yaptım: ‘Yazarın ve romanın baş kişisinin adları T harfi ile başlıyor diye mi çağrıldım yoksa buraya?’” Tomris Uyar’ın ustalıkla anlattığı ‘şey’i yaşarsak bir gün, o soruyu sorarız: “Sen o şeyi çözebilmiş miydin?”

42) Soneler - William Shakespeare
(Nimet olarak aşk)

Romeo ve Juliet ya da Othello ile değil de Soneler ile okumalısınız Shakespeare’den aşkı. Entrikalarla, hesap-kitapla kuşatılmış aşkları değil, lirizmle, yalınlıkla beslenen aşkları okumanın tadına böyle varabilirsiniz. Sevgilisine, “Seni bir yaz gününe benzetsem mi” diye seslenen şairdeki aşk çığlığını duyarsınız. Ve kuşkusuz, bulunmaz bir nimettir aşk: “For thy sweet love rememb’red such wealth brings, / That then I scorn to change my state with kings”.

43) Yirmi Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz Şarkı - Pablo Neruda
(Umutsuz bir şarkı olarak aşk)

20 unutulmaz aşk şiiri… “Seviyorum susmanı, yokluk gibidir çünkü. / Öyle uzak, acılı, ölüp gitmiş gibi sen. / Yeter o zaman bir söz, bir gülümseyiş bile. / Sevinirim, başka şey yok öyle sevindiren.” Neruda’nın aşk sarkacı da inip çıkar, “sonsuz unutuş kırar” insanı. Son söz ümitsizce söylenir: “Ve ellerimde yalnız gölgenin ürperişi. / Âh, uzağa her şeyden. Âh, uzağa her şeyden. / Ey kimsesiz, yollara düşme saati şimdi!”

44) Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde - Abdülhak Şinasi Hisar
(Damıtılmış aşk)

Divan şiiri tepeden tırnağa aşktır. Bu geleneğin en güzel aşk dizelerini okumak içinse benzersiz yapıt var: Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde” adlı seçkisi. Hisar’ın seçkin beğenisinden süzülmüş, neredeyse bir aşk el kitabı. Ne unutulmaz dizeler vardır bu minik seçkide: “Biz âleme bir yâr içün âh itmeğe geldik” (Yenişehirli Avni) ya da “Gel, gel ki cümle savm-ü salâtın kazâsı var / Sensiz geçen zamân-ı hayâtın kazâsı yok” (Nesimî) gibi. Aşkın her türlüsüne birer bölüm ayrılan kitapta, tüm dizelerin şairleri Bâki Efendi’nin tavrındadır: “Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız / Hükm-i kazâya zerre kadar yok inadımız”. Aşkı bir de, Nedim’den ‘son divan şairi’ Yahya Kemal’e kadar, eski şairlerden okumak iyi oluyor. (Divan şiiri denince; Necati Bey’in, bu seçkide yer almayan bir dizesi vardır ki, ciltlerce kitaba değer. Söylemeden geçmemiş olalım: “Ki hüsn sende garib oldu aşk bende garib”

45) Belâ Çiçeği - Attilâ İlhan
(İkilem olarak aşk)

Böyle bir listeye Attilâ İlhan’dan kitap seçmek pek kolay değil. Bu kitap ‘Böyle Bir Sevmek’ olabileceği gibi, pekâla ‘Ayrılık Sevdaya Dahil’ de olabilirdi. Ama Bela Çiçeği’ni seçtik -aşkın o mâlum paradoksunu anlatan ‘Aysel Git Başımdan’ şiiri için: “aysel git başımdan ben sana göre değilim / ölümüm birden olacak seziyorum / hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim / aysel git başımdan istemiyorum / benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün / dağıtır gecelerim sarışınlığını / uykularımı uyusan nasıl korkarsın / hiçbir dakikamı yaşayamazsın / aysel git başımdan ben sana göre değilim / benim için kirletme aydınlığını” diye başlayan şiirin sonu yakıcıdır: “aysel git başımdan ben sana göre değilim / ölümüm birden olacak seziyorum / hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim / aysel git başımdan seni seviyorum”.

46) Günlerin Köpüğü - Boris Vian
(Gerçeküstü bir durum olarak aşk)

Tutkulu bir caz dinleyicisi olan Colin, bir gün Chloé (Yunancada ‘taze yeşillik’ anlamındadır bu sözcük) ile tanışınca ona şöyle der: “Sizi Duke Ellington mı düzenledi?” Bu naif soru, çağdaş aşk masallarının en güzellerinden olan Günlerin Köpüğü’nde anlatılanın nasıl bir şey olduğu hakkında iyi bir ipucu veriyor. Aslolan iki şey vardır Vian için: Aşk ve New Orleans’ın müziği. Plak, düşsel roman boyunca zihnimizde döner. Mutlu sonla bitmesini delicesine istediğimiz hikâye mutsuzlukla biter. Ama belki de, Colette’in dediği gibi, sonu acı bitse bile her aşk ayrı bir mutluluktur. Ve umulur ki bir gün Boris Vian’ın dediği olur: Sonunda kitleler haksız, bireyler haklı çıkar.

47) Sevda Sözleri - Cemal Süreya
(Aşk olarak aşk)

“Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti” dizesiyle anlatılabilir Cemal Süreya’nın aşkı: İronik, masum, bazen çaresiz. Sadece adından dolayı değil, Sevda Sözleri, aşkın türlü hallerini şiirin ustalığıyla kesiştirdiği için ayrıcalıklı bir yeri hak ediyor. Gündelik hayatın tam ortasında, Sevda Sözleri’nden iki dize masanıza düşebilir örneğin: “İki çay söylemiştik orda, biri açık / Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Şu dizeler, “Kardeşim olan gözlerini unutmadım” ya da “Aşktın sen gidişinden bildim seni” nasıl unutulur? Ancak bir tanesi var ki, manifestodur: “Yalnız aşkı vardır aşkı olanın”.

48) Düş Kırgınları - Mehmet Eroğlu
(Vazgeçiş olarak aşk)

Ne yazık ki göğsümüzün sol tarafında kalb denilen bir et parçası taşırız ve gün gelir, şu derin ikilemden kaçamayız: Aşk mı, sevgi mi? Çağdaş edebiyatımızda bu sorunu en yüreklice tartışan, Düş Kırgınları’nın başkişisi Kuzey Erkil’dir. Sevgi esnek ve dayanıklıyken, aşk kırılgan mı gerçekten? Yoksa bu da mı bir yanılsama? Kuzey Erkil’in Şafak’a duyduğu iç burkucu aşk kadar, tartıştığı ikilemlerle de okuyanın unutamayacağı bir roman Düş Kırgınları. Aşkın niçin mutluluktan daha büyük, daha görkemli bir şey olduğunu kavramayı kolaylaştırıyor. Aşkın olduğu yerde erdemlerin bir hiç olduğunu anlamayı da… Acı son kaçınılmazsa Kuzey’in dediği geçerlidir: “Sevmek bazen de bırakmaktır.”

49) Şiirler - Rabindranath Tagore
(Kutsayıcı aşk)

“Yüreğim övünçle taşıyor sanki, şarkı söylememi buyurunca sen; yüzüne bakıyorum, yaşlar doluyor gözlerime. / Yaşamımda aykırı, yırtıcı ne varsa eriyip haklı bir düzene çevriliyor; denizin üstünden uçan mutlu bir kuş gibi kanat açıyor tapınışım. / Şarkı söylememden hoşlanıyorsun, biliyorum. Biliyorum, yapayalnız bir şarkıcı gibi çıkıyorum önüne. / Erişmeyi aklımdan bile geçirmediğim ayaklarına şarkımın kanat uçlarıyla dokunuyorum. / Şarkı söylemenin sarhoşluğuyla unutuyorum kendimi, efendim olan sana dostum diyorum.” “Kendi ayak izlerini bulacaksın benim şarkılarımda” Alabildiğine mistik, alabildiğine lirik…

50) Leyla ile Mecnun - Fuzûli
(Destan olarak aşk)

Aşkın sonsözü: Leylâ ile Mecnun. Aşkın ‘saf’ hali, edebiyat tarihinde hiçbir zaman, Fuzûlî’nin 1535 tarihli mesnevîsinde olduğu gibi anlatılamadı. Artık her âşık Mecnun’la kıyaslanır, her sevilen biraz Leylâ’dır. “Ya Rab bana cism ü cân gerekmez / Canânsız cihân gerekmez” diyenlerin aşkıdır bu. Mecâzî aşkı yudumlamak vardır, onu aşmak vardır, vefâ ile dünyayı yok saymak vardır bu hikayede. Mecnun, Leylâ’nın kabrini kucaklayıp öldükten sonra, iki âşık, aşk yoluna girip temiz kaldıkları için, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için (oysa ne zordur bu!) cennette buluşurlar. Söz biter.

2 Şub 2014

Trilce

        

             Bir yer var bu dünyada
              kendimle bildiğim, tam da orası,
                 hiç ulaşamayacağımız.
      Bir anlığına ayak
bassak da oraya
hiç olmamışızdır aslında orada.
      Bir yerdir, görünür
her darlığında bu hayatın,
yürür de yürür tek sıra.
      Daha yakındır bana ve
çift sarılı yumurtama, bense hep çok
uzağında sanmıştım onu yazgıların.
      Şimdi gidebilirsin yürüyerek
ya da bütünlük hissiyle eyersiz,
pullar hiç ulaşmaz çünkü oraya.
      Çay rengi ufuk da öleyazmakta
orayı sömürgeleştirmeye
yüce Heryeri için.
      Ama bu dünyada kendimle
bildiğim yer, tam da orası,
zıtlıklarla yürür adım adım.
      –Kapat aralanmış kapıyı
o aynanın en derinindeki. – Bunu mu?
–Hayır, onun kız kardeşini.
      –Kapanmaz. Varmak olanaksız
artık mandalların tutmaz
olduğu o yere.
      Böyle bir yer var kendimle bildiğim. 

(Paris, 1923)

Sevmek Gerçekten Olanaklı mı?



Sevmek, gerçekten olanaklı mı?

Aşk, yanılsamaların en şehevisidir, çocuğum. Şimdi iyi kulak ver bana: Sevmek, sahiplenmekten başka bir anlam taşımaz.

Peki, seven biri, bu sevgisinin sonucunda neyi sahiplenecektir? Bir bedeni mi? Ona gerçekten sahip olması için onun oluşum ögelerini kendisinin kılması, onu yemesi, kendi bedenine dönüştürmesi gerekmiyor mu?… Bu olanaksız eylem gerçekleştirilse bile, bu ne kadar sürebilir ki? Baksana, bedenlerimiz hep aynı kalmıyor, başkalaşıma uğruyor. Üstelik, gel bakalım bedenimizin mülkiyeti bize mi ait (yalnızca duyularına sahibiz bedenimizin)? Hem, karşımızdakinin bedenine bu yolla sahip olduğumuzu farz etsek bile, o artık bizim kendi bedenimizleşeceğinden, yani başkasının olması artık son bulacağından, aşk için gerekli bir koşul olan öteki varlık ortadan kaybolacak, böylece aşk da yitip gidecektir.

Ya ruha sahip olmaktan söz edebilir miyiz?
Sessizce dinle beni: Bu da olanaklı değil, kendi ruhumuz dediğimiz şey bile bizim değilken, başkasının ruhuna nasıl sahip olabiliriz?

Neyi sahiplenebiliriz, nedir sahip olduğumuz? Sevmeye yol açan etken ne? Güzellik mi? İyi de, severek, sevmekle sahip olabiliyor muyuz ona? Aşk konusunda nedir bizi gerçekten yönlendiren? Doğrusu ne beden, ne ruh, ne de güzellik. Güzel bir bedeni sahiplenmek, güzelliği de sahiplenmeyi değil; birtakım hücreleri, yağı, eti sahiplenmeyi içerir. Birini öptüğümüzde, bu öpüş onun ağzının güzelliğine değil, yalnızca ve yalnızca o narin dudakların nemli etine ulaşabilir, değebilir. Hatta cinsel birleşme bile, bir bedenin öbürüne gerçekten nüfuzunu sağlamak şöyle dursun, bir ilgilenimden, bir sürtünmeden, yakın bir ilişkiden öteye geçemez…

 Nedir sahip olduğumuz, neyi sahiplenebiliriz?

Duygularımıza, hiç değilse onlara sahip olmaktan da mı söz edemeyiz? Aşk, birbirimizi, kendi kendimizi, bari duygularımızda sahiplenmek için bir yol olamaz mı? Şöyle de düşünebiliriz: Aşk, birbirimizi apaçık düşlememizin bir yolu, bu durumda da, böylesi bir varoluş düşü değil mi en azından? Bir duygu silindiğinde anısı her zaman bizimle kalır ve bu bakımdan bir sahiplenişten söz edebiliriz hiç değilse…

Gel, bu yanılsamadan da vazgeçelim. Duyumlarımız da bizim mülkiyetimiz değil işte. Yoo, hemen aksi bir şey söylemeye kalkışma! Dahası, bellek geçmişe ilişkin bir duyumdur. Ve yanılsamadır bütün duygular.

Dinle beni, dinle. Şu, pencereden nehrin öbür yakasındaki düzlüğe ya da günbatımına bakıp durmayı da kes artık. Belirsiz mesafeleri boylu boyunca kesen tren düdüğüne kulak vermeyi de bırak ve sessizlik içinde beni dinle.

(Yan yatmış bir semaver, üzerimize vuruyor günün son ışıkları, yüzüyor narin narin içinde saatler, gül yaprakları.)
 

* Fernando Pessoa, The Book of Disquiet, tr.Alfred Mac Adam, Exact Change, Boston, 1998, s.191.