1) Kerem ile Aslı
(Yazgı olarak aşk)
Her aşk yanmakla başlar; Kerem ile Aslı’nınki yanarak tükenmekle
bitiyor. Atasözlerine bile konu olan, külleri birbirine karışan bu iki
âşığın destanından beri artık “Kerem derdi, Aslı derdi, dil derdi”
vardır. Kerem, Ermeni keşişin güzel kızının peşinde dağları aşar. Aslı,
Kerem’in küllerini toplarken saçları tutuşunca yanar. Halk edebiyatının
“Leylâ ile Mecnun”u da sayılabilecek bu hikâye, hem maddî hem mistik
aşkın, yeri gelince de ‘din aşkı çatışması’nın göz alıcı bir örneğidir.
Kerem’i, aşkı kader olarak gördüğü için severiz. Âşık öznenin derin iç
çatışması bir yana, Kerem ile Aslı’dan öğrendiğimiz değişmez bir gerçek
daha var: Trajik olan aslında tek taraflı aşk değil; ‘engellenmiş’
karşılıklı aşktır.
2) Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar
(Bir İstanbul masalı olarak aşk)
Huzur, edebî niteliğiyle olduğu kadar en güzel İstanbul masalı olduğu
için de âşıklar için vazgeçilmez. Mümtaz’ın Nuran’a karşı hissettiği
şey, tutkulu bir aşkın ötesinde, bir dönem İstanbul’una, neredeyse
‘Boğaziçi medeniyeti’ne açılan bir penceredir. Mümtaz, ‘bir yığın imkân
arasından Nuran’ı’ seçmiş ve bu hikaye Tanpınar’ın üslubuyla
ölümsüzleşmiştir. Huzur, defalarca dönülmesi gereken bir başyapıt.
3) Sevgili Milena - Franz Kafka
(Kurtarıcı olarak aşk)
Kafka ile Milena’nın soylu aşkı da başka bazı büyük aşklar gibi sadece
mektuplarda kaldı. “Senin” diye imzaladığı mektuplarında şöyle diyordu
Kafka: “Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle ‘Senin’ kaldı yalnız.” Bu aşkta
kurtarıcı Milena’dır: “Karşındakini yalnız varlığınla kurtarabilirsin,
başka hiçbir şeyin yararı yoktur.” İşte aşk, bazen kurtarıcı oluyor.
Edebiyat tarihinin bu en sarsıcı aşk mektuplarını, özellikle Adalet
Cimcoz’un çevirisinden okumalısınız.
4) Güvercin Gerdanlığı - İbn Hazm
(Deneyim olarak aşk)
Aşkı ‘teori’ kitaplarından değil de edebiyat yapıtlarından okumak en
doğrusu. Fakat İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı’nı bu yargıdan ayrı
tutmak gerekiyor. “Aşk doğuştandır,” diyen İbn Hazm, yazı tarihinin en
soğukkanlı ve aynı zamanda en lirik yapıtlarından birini bıraktı
arkasında. Aşkı şöyle anlatıyor: “Bu öyle bir hastalıktır ki, hasta zevk
alır. Bu derde kim uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise bu
acıdan kurtulmayı dilemez. Aşk insana vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü
püslü gösterir. Kendisine zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir.
Doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştirecek kadar ileri
gider.” İbn Hazm, aşkın belirtilerini şöyle sıralıyor: “İlki, sevgiliyi
derinden derine seyre dalmaktır. Sevgilinin bulunduğu yere gitmekte
ivedilik etmek, onun yanına oturmanın yollarını aramak, sevgiliden
ayrılmayı gerektirecek her türden ciddi durumu hesaba katmamak,
sevdiğinin adını kendi kendine tekrarladıkça bundan hoşlanmak… Öyle
anlar olur ki, gerçekten birine içtenlikle tutulan kişi büyük bir
iştahla yemeğe başlar. Ama sevgilisi hatırına gelirse o anda, artık
yiyecekler boğazından ileriye geçmez.(…) Gözyaşları da aşkın
belirtisidir.” Şu hadis-i şerifi alıntılamayı da ihmal etmiyor İbn Hazm:
“Bir kimse âşık olsa, aşkını namusunu lekelemeden korusa ve ölse, o
şehittir.”
Güvercin Gerdanlığı, ölümden güçlü olan şeyin, bize ölümü göze aldıran
şey olduğunu öğretiyor. Bu kitabı okumadan, aşk bilgimiz eksik
kalacaktır.
5) Genç Werther’in Acıları - Johann Wolfgang von Goethe
(Yıkım olarak aşk)
Tutkulu aşkın görkemli klasiği Genç Werther’in Acıları yazıldıktan sonra
hiçbir şey eskisi gibi olmadı. (Werther’i okuduktan sonra intihar etmek
istemeyen âşık var mı?) Bu yapıtı, sadece platonik bir aşk hikâyesine
indirgemek hata olur. Yine de, ortada böylesine bir aşk varsa, sanatsal
bütünlüğün ikinci planda kalması kaçınılmaz oluyor. Parmağı
dikkatsizlikle Lotte’nin parmağına değdiğinde bile bundan derin anlamlar
çıkaran Werther! Sonsuza dek üzgün genç âşıkların hüzünlü sembolü
olarak kalacak…
6) İlâhi Aşk - İbn Arabî
(Yüksek perdeden aşk)
“…Bil ki, sevgi makamı çok şerefli bir makamdır. Gene bil ki, sevgi
varoluşun aslıdır…” alıntısıyla başlar İlâhi Aşk. Sevginin,
temellerinden yanıltmalarına kadar farklı düzeylerini okuruz. “Varlık
bir harftir, sen onun anlamısın” dizesinde anlatılan hâle doğru yol
alırız. ‘Yükseklerde yalnız uçan kartal’ İbn Arabî’den yakıcı ve yüksek
perdeden bir ilân-ı aşk…
7) Beyaz Geceler - Fyodor Dostoyevski
(Teselli olarak aşk)
İyimser aşkın el kitabı… Sonunda kavuşmak olmasa da her aşk kendince bir
mutluluk değil mi? Kahramanımızın sevgili Nastenka’ya duyduğu aşkta,
topu topu dört gecenin hatırası vardır. Ama bu yeterlidir işte…
Dostoyevski’nin romanı bitirirken söylediği gibi, “Bir anlık mutluluk!
Koca bir insan ömrü içinde bu kadarı bile yetmez mi!”
8) Hüsn-ü Aşk - Şeyh Galib
(Bir yolculuk olarak aşk)
Güzellik olmadan aşk olmaz. Şeyh Galib, Aşk’ın Hüsn’e (güzellik)
yolculuğunu olağanüstü sembollerle anlatıyor. Aşk ile Hüsn’ün
doğuşlarından “edeb” mektebinde dinlenmelerine, oradan da çileli
aşklarına kadar bir dil ve imge ziyafeti. Bu serüvende Aşk, belâları
kabul eder, yolu gam harabelerinden geçer, perişan hallere düşer ve
sonunda Hüsn’ün delisi olur. Yolculuğun sonunda Aşk’ın vardığı yer
Hayret’tir ve şöyle der Galib Dede: “Bundan ötesi değil nümâyân”
(sonrası göze görünmüyor). Aşk Hayret’e varır, susulur. Her aşk
yolculuğunun mumdan kayıklarla ateş denizlerini geçmek olduğunu bir kere
daha anlarız…
9) Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali
(Dram olarak aşk)
Edebiyatta genel nitelemelerin yanlışlığına iyi bir örnek: ‘Toplumcu’
Sabahattin Ali, ‘bireysel’ tutkuyu en iyi anlatan romanlardan birini
yazmıştır. Kürk Mantolu Madonna’da Raif Efendi’nin bir Alman kadına
duyduğu ‘tarifsiz kederler içindeki’ aşk vardır. Romanın son cümlesini
okuyunca, yeryüzündeki mutsuz aşkların hayaletlerini üstünüzde hisseder,
ağlamak istersiniz. Raif Efendi’nin Maria’ya seslenişi nasıl da
ürperticidir: “Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana
yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda
değilsin?” Böyledir büyük yapıtlar, hep kaybedişlerden geriye
kalanlardır.
10) Anna Karenina - Lev Tolstoy
(Bedel olarak aşk)
Anna’nın aşkı hangisidir? “Köleleştirici aşk” mı, “adayıcı aşk” mı?
Yoksa Anna Karenina, aşkta engel ne kadar büyükse aşkın da o kadar büyük
olduğunun apaçık bir kanıtı olarak mı okunmalı? Ne denirse densin, bu
büyük klasikte, aşka ilişkin bütün çağrışımlar bir aradadır: Özgürlük,
tekdüzeliği kırmak, ikilemler ve sonunda ölüm… Aşkın iki kişilik
olmadığı kesindir. Tolstoy’un açıkça gösterdiği şey, Adorno’nun
söylediğidir biraz da: “Aşk da toplumsal olarak dolayımlanır.” Anna,
aşkının bedelini ödemiştir. Şunu unutmamak gerek: Tutkunun peşinden
gitmek, ancak bedeli ölüm olunca, kitlelerin gözünde temize çıkabiliyor.
11) Sekizinci Mektup (Mektûbat) - Bediüzzaman Said Nursi
(Şefkat ve aşk)
Soğukkanlı bir aşk-şefkat karşılaştırması. Bediüzzaman, Sekizinci
Mektup’ta şefkatin aşktan ne kertede üstün olduğunu Kur’ân’la
temellendiriyor. Hazret-i Yakup’un Hazret-i Yusuf’a karşı duyduğu şeyin
aşk değil şefkat; Züleyhâ’nın hissettiklerinin ise aşk olduğunu
hatırlatarak bir derecelendirme yapıyor: Kur’ân’a göre Hz. Yakup’un
hissiyatı Züleyhâ’nınkinden ne kadar yüksekse, şefkat de aşktan o kadar
üstündür. Sekizinci Mektup’u okuduktan sonra bu değişmez gerçeğin iç
rahatlığını mı yaşamalı, yoksa burukluğunu mu duymalı?
12) Aylak Adam - Yusuf Atılgan
(İhtimal olarak aşk)
‘Aşk romanı’ deyince akla sadece somut bir aşk hikâyesinin anlatıldığı
bir metin geliyorsa, Aylak Adam, aşk romanı değildir. Ama ilk cümleleri
okuduğumuzda ürpeririz: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da
olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” C.’nin peşinden
gittiği şey, bir aşktan öte, aşksız olmayan bir dünyadır. Bunun kendince
yollarını bile bulur. Ama olmaz. Romanın sonunda dendiği gibi; “Bundan
sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” Aylak
Adam, aşkın -ya da aşksızlığın- yürek burkan hikâyesidir. Peki, aylaklık
ile aşk arasında sırlı bir bağ var mıdır? Evet, vardır!
13) Kızıl ile Kara - Stendhal
(Tükeniş olarak aşk)
Büyük bir aşk romanı, aslında tam da aşk romanı olmayan yapıttır; tıpkı
“Kızıl ile Kara” gibi. Genç Julien Sorel’in ruhundaki çalkantılarla
dönemin Fransa’sındaki çalkantıları bir arada okuruz. Stendhal’ın Don
Juan’dan bol bol alıntı yaptığı romanına koyduğu epigraf çarpıcıdır:
“Gerçek, şu acı gerçek.” Satırlar boyunca Julien’e bazen acır, bazen
kızarız. Büyük aşkların sadece hayatta birer kazadan ibaret olduğunu
kabul etmediği için severiz de onu. Ancak Madam de Renal’a karşı
beslenecek tek duygu, saygıdır. Aşk, iki sevgiliyi de tüketir. Hilmi
Yavuz’un bir dizesiydi: “julien ne söyledi madam renal’a”. İşte bu
dizenin arkasında çok şey yatıyor.
14) Venedik’te Ölüm - Thomas Mann
(Bir ölüm türü olarak aşk)
Yan yana gelmesi tehlikeli, fakat kaçınılmaz üç sözcük: Aşk, sanat,
ölüm… Thomas Mann, aşkın yazgısını bu sözcükler üzerinden kurcalıyor.
Ünlü yazar Aschenbach’ın olağanüstü güzel Tadzio’ya duyduğu derin aşk,
sanatçının çıkmazı ve hüzünlü bir ölüm… “Motus animi cotinuus”u (ruhun
daimi hareketi) daha iyi anlamak için bir yol açıcı kitap…
15) Dîvân-ı Kebîr - Mevlâna Celâleddin Rûmî
(Âb-ı hayat olarak aşk)
“Ben ol da bil aşkı” demişti Mevlânâ. Nerededir aşk? Bir magma gibi
taşıp durduğu Divân-ı Kebîr’dedir: “Âşık dediğin de benim gibi olmalı!
Öyle mest, öyle kendinden geçmiş olmalı ki, ne halkla uzlaşmalı, ne de
kendisine bir hayrı dokunmalı! / Aşk âb-ı hayattır; seni ölümden
kurtarır! Kendisini tamamıyla aşka veren kişi ne mutlu kişidir!”
16) Aşk-ı Memnû - Halid Ziya Uşaklıgil
(Yasak aşk)
Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnû’su, tam da yasak olan bir kıvılcımla yaktığı
için belki de, Türk edebiyatının en trajik aşk romanı olma vasfını hâlâ
koruyor. Romanın trajik öğesi, trajik sonuna da sebep olan, iç içe
geçmiş diğer aşklarla çevrili “yasak olan aşk”tır, yani Bihter’in
Behlül’e “yeni, imkânsız ve tehlikeli” olana aşkıdır. Edebiyat tarihi,
yasak aşkları hep aynı sona mahkum etti: Nasıl ne Bovary, ne Anna
kurtulamadıysa nihayet yasak aşkın pençesinde yanmaktan, Türk
edebiyatında kadının keşfedildiği ilk eser sayılabilecek Aşk-ı Memnû’nun
Bihter’i de bu trajik sondan kurtulamayacaktır. Ve nasıl tam da bu
sebepten Anna Karenina Rus edebiyatının, Madame Bovary Fransız
edebiyatının mihenk taşı olmayı sürdürüyorsa, Aşk-ı Memnû da Türk
edebiyatı için ateşin bulunduğu nokta olacaktır. Aşkın şöyle
tanımlandığı bir roman: “Kalplerimizde bazı illetler vardır ki, vücudun
tamamıyla ensicesine hulûl ettikten sonra keşfolunamayan hâfî emrâza
mahsus bir nüfuz hıyanetiyle kendisini göstermeden, tahriplerini haber
vermeden, derûnî bir yangın dumansızlığıyla yanar, yanar; bu bir ateştir
ki mahiyetini bilmeyiz; vücudundan haber almayız; o yavaş yavaş
vazifesinden emin, devam eder; nihayet bir gün birdenbire, bir hiç, bir
dakikalık bir vukuf bize gösterir ki kalbimizde bir yangın var. Nedir?
Nereden tevellüt etmiştir? Bu yangın nasıl bir serseri rüzgârın
kanatlarıyla düşerek orasını tutuşturmuştur? Bilemeyiz.”
17) Divan - Yunus Emre
(Kılavuz olarak aşk)
Yunus Emre’den bu yana biliyoruz: “devletli nesnedir aşk” ama aynı
zamanda “firkatli nesnedir”. Aşk gelicek cümle eksikler biter, böyle
söyler Yunus. Ona göre, “Aşksız âdem dünyada belli bilin ki yoktur.”
Mecazî aşktan gerçek aşka geçişte bir kılavuz dur. Âşık olmayan kişiyi
taşa benzeten Yunus Emre’nin en çok da şu dizesi: “Bizim sevdiğimiz
Hak’tır bu halka göz ü kaş gelir”. Tek dize bütün bir aşk yolculuğunu
anlatmıyor mu?
18) Eylül - Mehmed Rauf
(Masumiyet olarak aşk)
Eylül'le anılan bir aşkın gideceği yer tükenişten başka neresidir? Suad
ile Necib'in, birbirine ancak alıkonulmuş bir eldiven tekiyle ifşa
edebildikleri ‘yasak aşk'ları, masumiyetini belki de ruhların müellifi,
kalplerin merhemi musikiye borçluydu. ‘İnsafsız rüzgâr’, ‘muannid
yağmur’ yalnız o güzel yazın ertesindeki ayın değil, onların ruhundaki
çöküşün de adıydı. O aşk ki belki bir yangında kavrulursa tamama ererdi.
İkisi aynı ateşte yandılar, zaten bir kere yanmışlardı!
19) Vadideki Zambak - Honore dé Balzac
(Sığınak olarak aşk)
Bir aşk kitapları listesine pekâla Balzac’ın mektupları da alınabilirdi.
Ama roman sanatının yüz aklarından Vadideki Zambak’ta adı geçen Félix
de Vandenesse, Balzac’tan; Henriette de Mortsauf da Balzac’ın hayatında
önemli yeri olan Madame de Berny’den başkası değildir zaten. Romanda
anlatılan, yine ikilemler içindeki bir kadınla, bütün yıkımları başını
onun dizine koyarak gidermek isteyen âşığın hikayesidir. Bir de Balzac,
romanın başında evrensel bir ders verir: “Bizi sevdiğinden çok kendisini
sevdiğimiz kadının üstünlüğü, sağduyu kurallarını bize her zaman
unutturmasıdır.” Türkçede Cemal Süreya çevirisi olduğunu da düşününce,
Vadideki Zambak’ı okumak şart oluyor.
20) Mantık Al-Tayr - Feridüddin-i Attar
(Bülbül hastalığı olarak aşk)
Feridüddin-i Attar, otuz kuşun yolculuğunu anlatırken, geride, Allah ve
Peygamber aşkına dair, yüzyıllardır tazeliğinden bir şey yitirmeyen
metinler bırakmıştır. Mantık Al-Tayr’ın sarsıcı sözcükleri, ‘bülbül
hastalığı’ olarak tanımlar aşkı. Sır, hüthütün öteki kuşlara verdiği
cevaplarda saklıdır. Hüthütün dudu kuşuna verdiği cevapta örneğin: “Can,
sevgiliye verilmek içindir.. ancak bunun için işine yarar. Can verirsin
de bir an olsun sevgiliye kavuşursun. Âb-ı hayat istiyorsun, fakat
canını da seviyorsun.. yürü be… Canını ne yapacaksın? Ver sevgiliye!”
21) Ağrıdağı Efsanesi - Yaşar Kemal
(Ağıt olarak aşk)
“Her yıl Ağrıdağı’nda bahar gözünü açtığında, çiçeklerle, keskin
kokular, renklerle, bakır rengi toprakla birlikte Ağrıdağı’nın güzel,
kederli kara gözlü, iri yapılı, çok uzun, ince parmaklı çobanları da
kavallarını alıp Küp gölüne gelirler. Kırmızı kayalıkların dibine, bakır
toprağın, bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına
fırdolayı otururlar. Daha gün doğmadan Ağrıdağı’ nın harman olmuş yalp
yalp yanan yıldızları altında kavallarını bellerinden çıkarıp
Ağrıdağı’nın öfkesini çalmağa başlarlar. (… Bu arada, tam gün kavuşurken
gölün üstünde kar gibi ak küçücük bir kuş dönmeğe başlar. Gölün üstünde
bütün hızıyla uçan kuş göle şimşek gibi çakılırcasına iner, bir
kanadını suyun mavisine daldırır kalkar. Böylece üç kere daldırır, sonra
da uçup gider, gözden ırar, yiter. Ak kuştan sonra çobanlar da sessiz,
birer ikişer oradan ayrılır, karanlığa karışır çekilir giderler.” Sonra…
Yaşar Kemal, Gülbahar ile Ahmed’in büyük destanını anlatmaya başlar.
22) Malina - Ingeborg Bachmann
(Dünyaya karşı duruş olarak aşk)
Malina, kuşkusuz bir ‘aşk kitabı’ değildir ama belki de aşk kitaplarının
en yakıcısıdır. “Parola, Ivan.” der Malina, “Ve hep, hep Ivan.” Böyle
bir aşkın var olduğu dünya, kötü bir dünya olamaz, dersiniz. Ama kötüdür
dünya (“Biz, birbirimize götüren yolları bunca zahmetsiz bulabilirken,
kentteki kıyım sürüp gidiyor;”. Malina’da altı çizilecek o kadar cümle
var ki… Geriye bir iç yanması ve çok sigara dumanı kalır. Kitabın
yazarı, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” sorusuna, “Hayır,”
yanıtını vermiştir zira, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.”
23) Şiirler - Karacaoğlan
(Teklifsiz aşk)
Cemal Süreya yazmıştı: Yâr kavramı en somut ve süzme biçimde Karacaoğlan
ile şiirimize girmiştir. Halk şiirinde Erzurumlu Emrah da, başka
şairler de var ama Karacaoğlan, aşkın ve Türkçenin bir yakasında
yüzyıllardır parlıyor. Kimi zaman “Benim çok ömrümü az eylemesin”
diyecek kadar umutsuz, kimi zaman “Herkesi sevdiğine verse Yaradan”
dizesindeki kadar naif bir âşık. Galiba Karacaoğlan’ın umutla umutsuzluk
arasında salınan aşkını en iyi şu dizeler anlatıyor: “Yaylanın karından
beyazdır döşün / Uzanıp üstüne ölesim geldi”.
24) Jurnal 2 - Cemil Meriç
(Dehâ ve aşk)
İnsanın dörtte üçünün âşık olduğunda ortaya çıktığını söylemişti Cemil
Meriç. Jurnal’inde yer alan Lamia Hanım’a mektuplarda da kırgınlıkları
ve coşkularıyla, çıplak bir Cemil Meriç vardır. “Kendini rahat hissetmen
beni kudurtuyor.” der, bencildir; “Hiçbir kıta kâşifi benim tattığım
hazzın bir zerresini tatmamıştır.” der, esriktir! Türkçenin belki de en
sert, en dolu ve en sıcak aşk mektupları… Kimi zaman ‘mezar taşı gibi
bir sükut’la, kimi zaman da alevden iki ırmağın birbirine karıştığını
bilmenin yakıcılığıyla beslenen bir tutku. “Aşk, dehadan çok daha
nadir.” diyen Cemil Meriç’ e şu cümleyi kurdurmuştur aşk: “Aşkın
verebileceği en büyük saadet sevilen kadının ilk defa elini sıkmak.
Musikinin verdiği haz gibi bir şey.”
25) Kalbin Zümrüt Tepeleri - M. Fethullah Gülen
(Sahih aşk)
“Aşk; şiddetli sevgi, iptilâ, düşkünlük, kemâl, cemâl ve müşâkeleden
dolayı duyulan aşırı muhabbet ki, böylesine, daha ziyade mecâzî aşk
denir.. bir de, cemâli kemâl noktasında, kemâli cemâl kutbunda o Ezel ve
Ebed Sultanı’na karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki, ona da
hakikî aşk denir.” Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki yolculuğun
duraklarından biri aşk; o noktaya ulaşan birinin atacağı bir adım ya
kalmıştır ya kalmamıştır. Aşk, Zümrüt Tepeler’deki öteki konularla
bütünlüklü bir bakış içinde değerlendirildiği zaman, gerçek yerine de
oturmuş oluyor. Aşka ilişkin olanın, sadece ‘Aşk’ başlıklı yazı değil,
Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki bütün bir seyir olduğunu unutmamak gerekir.
Fethullah Gülen’in akıllarda mıh gibi kalan bir cümlesi, işin özüdür
aslında: “Dünya, aşkın katilidir.”