Dört
yüzyıl boyunca sayısız Avrupalıya nasip olmuş iyimserliğin sonucu bu; Kader
Tarih’e geri dönüyor ve birden bire nereye doğru yol aldığımızı, başımıza
gelenin nedenini soruyoruz kendimize, giderek daha insani bir yaşama eşlik
edecek sınırsız bir ilerlemeye babalarımızın duyduğu boş güven demek ki uçup
gitti: Çemberin içinde dönüp duruyoruz, kendi eserlerimizi bile tahayyül
edemiyoruz. Demek ki eserlerimiz bizi aştı geçti, insanın dönüştürdüğü dünya
bir kez daha insan zekâsından kaçıyor, hiç olmadığı kadar ölümün gölgesinde
inşa ediyoruz binalarımızı, ölüme bizim şatafatımız miras kalacak, çıplak olma
vakti yaklaşıyor, geleneklerimiz giysiler gibi birbiri ardına üzerimizden
düşerek bizi çıplak bırakacaklar, ancak o zaman yargılanacağız, dışımız çıplak
içimiz boş, ayaklarımızın altında uçurum, başlarımızın üzerinde kaos.
İnsanlar hem özgürdür hem bağlı, arzu ettiklerinden daha
özgür, fark ettiklerinden daha bağlıdırlar, çünkü faniler kitlesi
uyurgezerlerden ibarettir ve onların uykudan uyanması asla düzenin çıkarma
değildir, yönetilemez olurlar çünkü o zaman. Düzen insanların dostu değildir,
onları keyfince yönetmekle yetinir, ender olarak uygarlaştırmaya, daha da ender
olarak insanileştirmeye çalışır. Düzen şaşmaz olmadığından, onun hatalarını
günün birinde telafi edecek olan şey savaştır, ve düzen bu hataları iyice
arındığı için savaşa gidiyoruz; savaş ile istikbal birbirinden ayrılmaz
gibiler. Tek kesinlik şudur: Ölüm, tek kelimeyle, her şeyin anlamıdır, insan
ölüm karşısında sıradan bir şeydir yalnızca, halklar da aynı; Tarih bir
tutkudur, azaptır, kurbanları sürüyledir, içinde yaşadığımız dünya cehennemdir,
hiçliğin ılımlılaştırdığı bir cehennem. Bu cehennemde, kendini tanımayı
reddeden insan kendini feda etmeyi tercih eder, o çok kalabalık hayvan türleri
gibi, çekirge sürüleri, fare orduları gibi feda etmeyi tercih eder, içinde
yaşadığı dünyayı yeniden düşünmektense yok olmanın daha yüce olduğunu,
sayılamayacak kadar çoklukla yok olmanın yüceliğini hayal eder.
Gençliğimiz kendini mahkûm edilmiş hissediyor, bu nedenle
üniversiteler kaynıyor, gençlik haklı, biz haksızız, ona yeni bir savaş
hazırlıyoruz. Düzen ve savaş birbirine bağlı, ahlakımız bunun gayet iyi
farkında, büyük ahlakçıların öğretisine bakmak yeter: Tek kesinlik bu, müebbet
barış durumunu hayal bile edemiyoruz, düzen buna katlanamaz. Gençliğimiz düzen
ile savaşın uyuştuğu bu ilişkiyi kavradı, bizim değerlerimiz ile kendi
bahtsızlıkları arasındaki bağlantıyı anladı, bu artık karşı konulmaz bir keşif.
Ama asıl paradoks, gençliğimizin haklıyken haksız olması, çünkü tekbiçimliliğin
tehdidi altındaki bu evrende halklar birbirlerinin çağdaşı değil; gençliğin
kendini feda etmeye hazır olduğu yeterince ulus var hâlâ. Gençlerimiz bu
dünyada barış ilan etmenin dünyanın sizi dinlemesine yeteceğini mi sanıyorlar?
Biz Cehennemdeyiz ve lanetli olmaktan, sürekli acı çekmekten başka tercihimiz
yok, bir de bu azaptan sorumlu şeytanlar var.
Yüzyıl ölümün yüzyılı, ölüm bizzat bize dönük, her bir
insanın kırk kez öldürülmesine yetecek kadar imkâna sahibiz, silahlarımızla ne
yapacağımızı şimdiden bilemiyoruz, binalar artık bize yetmiyor, dağları oymaya
başladık bile, ölüm araçlarımız toprağın derinliklerine yığılıyor. Bizim
ökümenimiz sanki askeri cephanelik, on milyonlarca insan savaş için çalışıyor,
ahlak ile çıkarın ittifak yaptığı bu çözüm yolunu bozmayı artık hayal bile
etmiyoruz, gençliğimiz paradoksun bedelini yarın ödeyecek, o bunu hissedip
isyan ediyor, bizse ona mucize vaat edemiyoruz, yavan söylevler çekmeye bile
cesaret edemiyoruz, çoktan mahkûm edildiğini ve devrimlerle nasibinin
değişmeyeceğinin farkındayız. Çok geç artık, Tarih durmuyor, bizi sürüklüyor,
eğik düzlemlerinden [ya da tasarılarının eğiliminden] herhangi bir yavaşlama
bekleyemeyiz, gezegen çapında felakete doğru gidiyoruz ve evren, düzenden kaçmak
için bu felaketi arzulayan, giderek de daha çok arzulayacak insanlarla dolu;
giderek saçmalaşan bir düzen çünkü bu ve ancak tutarlılığın, dolayısıyla
insanın insanlığının zararına varlığını sürdürebiliyor.
Ölüm için yaşıyor, ölüm için seviyoruz, ölüm için doğurup
çalışıyoruz, işlerimiz ve günlerimiz artık ölümün gölgesinde birbirini izliyor,
uyduğumuz disiplin, koruduğumuz değerler ve yaptığımız projeler, hepsi tek bir
sona karşılık veriyor: Ölüm. Ölüm bizi olgunlaşınca toplayacak, biz ölüm için olgunlaşıyoruz
ve küle dönmüş bu ökümen üzerinde olsa olsa bir avuç olacak torunlarımız bizim
taptığımız her şeyi yakarak bize lanet okumaya devam edecekler. Biz yapmacık
figürler kisvesi altındaki ölüme tapıyoruz ama onun ölüm olduğunu bilmiyoruz,
bizim savaşlarımız övdüğümüz şeye kurban verme savaşı, ölümün şerefine
kendimizi feda ediyoruz, bizim ahlakımız bir ölüm okulu, değer verdiğimiz
erdemler ise ölümün erdemleri yalnızca. Bunun dışına çıkamayız, dünyanın
düzenini değiştiremeyiz, bizi parçalayıp dağıtan şeye dayanmaya, bizi ezen şeyi
sırtımızda taşımaya mahkûmuz, bize kalan tek şey, -kendimiz de ölmeden önce ve
sonuncu ölüler biz olmadan- ya yok olup gitmek ya da öldürmek; yüksek sesle
söylüyorum, üçüncü bir yol imkânsızdır.
İçimizde taşıdığımız cehennem, şehirlerimizin cehennemine
karşılık geliyor, şehirlerimiz zihniyetlerimizin ölçüsü, ölüm istenci yaşama
coşkusuna öncülük ediyor ve hangisinin bize esin kaynağı olduğunu ayırt
edemiyoruz, tekrarlanıp duran işlere koşturuyor ve doruklara yükselmekle
övünüyoruz, ölçüsüzlüğün elinde esiriz ve düşünüp taşınmadan sürekli binalar
inşa ediyoruz. Dünya bir süre sonra yalnızca bir şantiye olacak. Burada,
beyazkarıncalar gibi, milyarlarca kör, uğultunun ve leş kokusunun içinde
otomatlar gibi didinip duracaktır soluksuz kalana dek. Günün birinde, deli gibi
uyanıp, bıkıp usanmadan birbirlerini boğazlamaya koyulacaklar. İçine
gömüldüğümüz bu evrende delilik, yabancılaşmış insanın, cinli insanın,
imkânlarının gerisinde kalmış ve eserlerinin kölesi olmuş insanın
kendiliğindenliğinin alacağı biçimdir. Delilik artık elli katlı konutlarımızın
altında kuluçkaya yatıyor. Deliliğin kökünü kazıma yönündeki aciliyetimize
rağmen, yeni tanrı odur, ona bir tür ibadette bulunsak bile yatıştıramayız onu:
Ölümümüzdür o; hiç durmadan her şeyi talep eder.
Asıl tanrılarımızın kimler olduğu öğrenilmek isteniyorsa,
bizi asla ilkelerimize göre değil eserlerimize göre değerlendirmek gerekir. O
zaman cevap vermek zor olmaz ve söylemekten ve hatta düşünmekten kaçındığımız
şey söylenebilir: -Onlar deliliğe ve ölüme tapıyorlardı-. Aslında, başka hiçbir
şeye taptığımız yok, ama buna her zaman ikna olamayız, çünkü delilik ve ölüm,
vahyedilmiş dinlerin nihai tamamlanışıdır ve çünkü bu dinler en başta da
Hıristiyan imanı delilik ile ölümü fiilen kapsamaktadır. Biz deliliği ve ölümü
sunakların üzerine yerleştirdik, hem çılgınlığı hem de Yüce Tanrı’nın can
çekiştiğini söylüyorsak artık ne kalır geriye sorarım size? Paradoksun bedelini
ödemek kalır ve bunun ödeneceğini öngörüyorum, vaktiyle oynadığımız fikirler
şimdi insanlarla oynamaya başlıyor ve insanlar ölçüsüzce tüketecekler
kendilerini. Hiçbir şeyden kaçamayacağız ve hiçbir şey bize artık lütufta
bulunmayacak, sürdürdüğümüz düzen asla iyileşmeyecek, delilik ve ölüm bu
düzenin temelleri olarak kalıyor, düzen onlara bağlı ve sağlıklı bir şekilde
değişemeyeceğinden, biz istemesek de destekleyen şey öldürecek düzeni.
Fikirler insanlardan daha canlı olduğundan, fikirlerle yaşar
insanlar ve onlar için ölürler gıklarını çıkarmadan. Oysa, tüm fikirlerimiz
katildir, hiçbir fikir nesnelliğin, ölçünün ve tutarlılığın yasasına uymaz, ve
bizler, bu fikirleri sürdüren bizler, otomatlar gibi yürürüz ölüme. Önce
gençlerimiz ölecek, onlar kendilerinin ritüel kurban olduklarını biliyorlar,
onlar evreni anlamdan yoksun diye yargılıyorlar, onları onaylamazlık edemeyiz,
giderek daha fazla kötü niyetli oluyoruz ve cevap verirken tökezliyoruz. Artık
ne diyebiliriz ki onlara? Diyalog imkânsız, çünkü onlar haklılar ve onlar da
delilerle, sersemlerle ve yalancılarla aynı yazgının içine kapatılmışlar. Yeni
Vahiy bize ne kadar gerekli gelirse gelsin, öncelikle skandalin patlak vermesi
gerek, canice fikirlerimizin kötücüllüklerini ortaya sererek çılgınlıklarını
tüketmeleri gerek, biz felaketi es geçecek değiliz, felaket düzenin içinde ve
biz de onun suç ortaklarıyız, felaketi reforma tercih ediyoruz, dünyayı yeniden
düşünmektense kendimizi feda etmeyi tercih ediyoruz; bu dünyayı ancak
harabelerin ortasında yeniden düşüneceğiz.
Yok olup gidecek olan için bir ölüm ezgisidir benim
söylediğim ve beş para etmez naiplerimiz karşısında, kafalarına ayin başlığı
geçirmiş düzenbazlarımız karşısında ve çoğu olgunluğa bile erişmemiş
bilginlerimiz karşısında, ben, bir münzevi, meçhul biri, kendi kuşağımın
kâhini, yakılmak yerine sessizliğe canlı canlı kapanmış ben, yarın insanların
koro halinde terennüm edecekleri bu silinmez sözleri ben söylüyorum. Tek
tesellim, bir dahaki sefere bu naiplerin, düzenbaz ve bilginlerin de bizimle
birlikte ölecekleri, bu melunların felaketten kaçıp sığınabilecekleri bir
yeraltı olmayacak, okyanusta onları kabul edebilecek ada kalmayacak, onları
yutacak çöl de kalmayacak; onları, hâzinelerini ve ailelerini. Karanlıkların
içine hep birlikte geri dönüşsüzce yuvarlanacağız ve gölgeler kuyusu kabul
edecek bizi; bizi ve saçma tanrılarımızı, bizi ve cani değerlerimizi, bizi ve
gülünç türlerimizi. Ancak o zaman, yalnızca o zaman adalet yerini bulacak ve
bizi hiçbir gerekçeyle taklit edilmemesi gereken bir model olarak
anımsayacaklar, biz yükselen kuşaklar için uyarı olacağız ve gelip
metropollerimizin çirkin kalıntılarını -düzenin yarattığı bu kaos evlatlarını!-
seyredecekler.