Mısra 12: Kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu
İnsan yapısındaki çelişkiler, onun ne ölüme ne de sonsuzluğa bir türlü dayanamadığını gösteriyor. Sonsuzluk da ölüm kadar ürkütücü bir gerçektir. Sonsuzluk, yalnız Allahın dayanabileceği bir güçlüktür. Yeri gelmişken, sonsuzluğa mahkûm edilen Uçan Hollandalı’nın sözünü etmeden geçemeyeceğim.
Selim, küçükken, önceleri bu adamı Hollanda Hava Yolları sanıyormuş. Sonraları, Saffet Korkmaz’ın (Bak: mısra 315) etkisiyle müzik -elbette klasik müzik- kültürünü ilerletince, bu sefer de Yarasa Opereti ile karıştırmaya başlamış adamı. (Bak: Die Flaedermaus und Der Fliegende Hollander)
Allah’tan o sıralarda James Mason ve Ava Gardner’in başrollerini paylaştıkları “Pandora” filmini görmüş de aydınlanmış. Hem gemi hem de kaptanının adı Uçan Hollandalı olduğu için, filmin başında durum biraz karışık. Pandora, biliyorsunuz, kutuyu merakından açtı da ümit dışında bütün kuşları uçurdu: işte o kadın. Yalnız, bu filmde oldukça aklı başında görünüyor. Uçan Hollandalı’yı -gemiyi değil kaptanı- bu ebedi lanetten kurtarmak istiyor. Eski zamanlarda geçtiğinden olacak, film oldukça karanlık. James Mason,her zamanki gibi, alt dişlerini, ta diş etlerine kadar göstererek karaya çıkıyor. Derdi büyük: bir türlü ölemiyor. Bugün kü electronic remote control’a benzeyen bir sistemle kendi kendine idare edilen gemisinde, sonsuzluğa -ya da dinî sonsuzluk olan kıyamete- kadar dolaşmaya mahkûm. Ancak, kendisini, onunla ölmeye razı olacak kadar seven bir kadın bulursa ölebilecek. Pandora, insanlığın başına getirdiği felaketi tamir etmek için olacak, bu fedakârlığı yapıyor.
Tabii bu arada James Mason’a âşık oluyor. (Kadınlar bu adamda ne bulurlar anlamam.)
Sonunda, Hollywood filmlerinde pek rastlanmayan bir şey oluyor: ikisi de ölüyor. Konuyu bu duruma getirdikten sonra, oğlanla kızı öldürmeden işin içinden çıkabilecek bir senarist de göremiyorum doğrusu. Ölüm sahnesi akşam cereyan ediyor. Sabah, ağlarını çeken balıkçılar, Uçan Hollandalı ile Pandora’nın cesetlerini -balıklarla birlikte- buluyorlar. Böylece Uçan Hollandalı -adam- isteğine kavuşuyor.
Gemiye ne olduğu hakkında bir bilgi verilmiyor.
Galiba, filmin başlarında, Hollanda sarayları, eski kıyafetlerle James Mason’un Tanrıya nasıl karşı geldiği ve karısının nasıl korktuğu gösteriliyor ama asıl film Uçan Hollandalı, Ava Gardner’le tanıştıktan sonra başlıyor.
Sanıyorum, Selim, film başladıktan sonra girmiş salona; hatta bir iki kişi de, oturun, göremiyoruz, demişler. O telaşla, filmin başlarını pek iyi anlayamamış. Kısacası, insan, bu tarihî olayla da bir kere daha anlıyor ki bazen sonsuzluk bile Amerikan filmleri kadar sıkıcı bir şey.
Mısra 13: Dokuz yüz otuz altı.
Bilindiği gibi, Türk takviminde başlangıç tarihleri farklı iki ana sistem vardır. Bunlardan birincisi, İsa’nın doğumunu esas alan ve Selim’in doğduğu sırada 1936 yaşına basan bir takvim sistemidir. İkincisiyse bundan tam bin yıl sonra başlayan ve Cumhuriyetin ilanı sırasında, Osman Vekayi Efendi (o yıl yetmiş altı yaşındaydı) tarafından, yerinde bir düşünceye dayanarak, “Türk Terakki Takvimi” adı verilen sistemdir. Her iki takvim de Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlükte olduğu için, nüfus kâğıtlarına, bazen birinci bazen de ikinci sisteme göre tarih düşürülmüş olması, tarihi bile şaşırtacak karışıklıklar doğurmaktadır. Selim’in babası, hemen her babanın yaptığı gibi, oğlunu kütüğe, doğumundan yedi yıl sonra kaydettirdiği için, yukarıda bahsedilen ikilik bir yana, bir de nüfus memurunun yanında doğum tarihini tam olarak hatırlayamaması (günler, aylar, hatta yıllar ne kadar birbirine benziyordu) Selim’in başlangıcını daha da karışık bir duruma sokuyor.
Mısra 14 ve sonrası: Doğumu önemlidir...
İsa’dan tam 1936 yıl sonra dünyaya gelen Selim’in doğumu yalnız kendisi için mi önemlidir? O tarihte orta yaşlı bir adam olan Numan Beyin “erkek evlat” istemesi, bunak dedenin bir torun özlemi içinde olması -henüz oğlunu torunundan ayıracak kadar aklı başındaydı- ufak tefek annesinin bu ağır yükü dokuz aydan beri karnında taşımasının sabırsızlığı ve tutunanların yeni bir av bekleme heyecanı da bu doğumun önemini artırıyordu.
Annesi, yapılan hesaplara göre, karnında Selim’i, taşıma süresinden biraz fazla tutmuş. Selim’in sonradan bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan sabırsızlığında bu beklenmedik olayın da payı olmalı. Müzeyyen Hanımın karnındaki şişkinliğin çok sivri bir biçim aldığını gören komşu kadınlar, “Muhakkak kız olacak,” sözleriyle Numan Beyi ümitsizliğe sevketmişler. Bu kocaman şişkinlik, bir de kız olsaydı, Numan Bey ve kısa boylu erkekler için büyük bir ümitsizlik kaynağı haline gelecekti. Söylentilere göre, Selim; doğduğu zaman beş kilo sekiz yüz gram geliyormuş. Bir taşra kasabasında, ebe eliyle doğan bir çocuğun ağırlığının gramına kadar tespit edilmiş olduğuna inanamıyorum. Zaten Selim de, bu miktarı ona kimin söylediğini ve bu sayının nereden aklında kaldığını bilmiyor. Tartı işleminin, bir kasaba götürülerek yapılmış olabileceğini ileri sürüyor. Ben pek ihtimal vermiyorum. Kasaba götürmüşlerse, herhalde çıplak olarak sokağa çıkarmamışlardır. Bu durumda da, ya kundağıyla tartmışlardır ki, o zaman verilen sayının net değil brüt olduğunu kabul etmek gerekiyor; ya da Selim’i kasapta soymuş olabilirler. Temizliğiyle bilinen Müzeyyen Hanımın buna razı olması ve açıkta çengellere asılı etlerin çevresinde sineklerin uçuştuğu bir kasap dükkânında, soğuk bir sonbahar günü Selim’in çıplak bırakılıp pis teraziye konulması, bana uzak bir ihtimal olarak görünüyor.
Başparmağını emmesinin de yalnız Freud açısından yorumlanmasını eksik buluyorum. Selim bile, bu hareketinde beslenme içgüdüsünün önemli bir payı olduğunu düşünerek, bu stanzanın ilk taslağında, şu mısralara yer vermiş: Başparmağını emdi, evde koptu kıyamet Ona göre oburluk, Freud’a göre şehvet
Bu mısralarda da görüleceği gibi, Freud ile tam uzlaşamıyordu. Daha çok Jung’a yakınlık duyuyordu. “Beni rahatsız eden ve adlandıramadığım duygularımın, yalnız libidoya bağlanmasına gönlüm razı olmuyor,” derdi.
Mısra 21: İlk resminde beyazdı...
Selim’in ilk resmi pek iyi çıkmamış. Elden düşme bir fotoğraf makinesiyle resim çekmeye merak saran babasının acemiliğine kurban olmuş.
Tutunamayanlar / Oğuz Atay