1. Gün
İsmet Paşa ne demişti Lozan’daki çiçekçi kıza,
Dünyada ne varsa, iste onu demişti.
Doğru
mu, bilmiyorum; ama İsmet Paşa, Lozan’da bir çiçekçi kızla ilgilenmiş.
Çok inandığım biri söyledi geçende. Kızın hâlâ yaşıyor olduğunu da
söyledi. Doğru olsun, olmasın, burada söz konusu olan artık benim
gerçeğimdir. Yukarıdaki iki dizeyi de bunun için kurdum. Bir şiirin ilk
iki dizesi olacaktı. Geliştiremedim. Ama, sanırım, bugün yerini buldu.
Söze o iki dizeyle başladım.
Yine sanırım, bu yazı biçimi bana
uyacak. Uyarsa yaşadığım sürece akıp gitsin. Adını sonra koymalıyım.
Neye dönüşecek, belli değil. Biliyorum, sürekli yazmak bir serüven,
yazmaksa bir tören. Günce değil. Tarihler belirsiz. “1.gün”, “2.gün”…
ayırma çizgileri olarak da kabul edilebilir. Yine de günce. Çünkü her
gün yazacağım. “3.gün”den sonra “6.gün”e geçmişsem, demek ki aradaki iki
günü de yazmışım, ama yayımlamayı uygun görmemişim. Onlar yayımlandığı
gün ben hayatta olmamalıyım.
2. Gün
Ece
Ayhan’ın 2,3 yıllık Bodrum serüveni bitti. Dün Tevfik Akdağ’la, önceden
kararlaştırdığımız gibi onun Kızıltoprak’ta kaldığı eve gittik. Sonra
Edip Cansever geldi, daha sonra İlhan Berk. Dük dö Cebeci geldi, çörek
getirdi. Beyaz dergisinden iki genç arkadaş da oradaydı. İlhan, Edip,
Ece, Tevfik, ben, hepimiz birbirimizi yaklaşık otuz yıldır tanırız. Ama,
baktık, gerçekten beşimiz ilk kez bir araya geliyoruz. Bunun önemli bir
olay olduğuna karar verildi: Çay, bira, rakı içildi. Siyasadan,
şairlerden ve her şeyden söz edildi. Ece Ayhan’ın kitabı Almancaya
çevrilmiş.
İstanbul’a yerleşecek yine. Bir yayınevinde ya da reklam kurumunda çalışacak. “Bizans’ına kavuştun” diyorum. Hafifçe gülümsüyor.
Ben
iki biliyordum, beş ameliyat geçirmiş. Boynunu gösteriyor. Bir damara
bir aletle mi ne, ek yapmışlar. Adını da söylüyor: “Yedeği de var,
isterseniz göstereyim.”
Ece, Siyasal’a girdiği yıl (1953 – 1954)
ben sondaydım. Bir iki yıl önce Milliyet Sanat’ta birinci sınıfta
kaldığını yazmıştım. Bir süre sonra bunun böyle olmadığını belirten bir
mektup almıştım ondan. Dün de söyledi. Burs alabilmek için o yıl çok
çalışmış ve derece tutturarak geçmiş.
3. Gün
Toprağın Habil’i kabul ettiği
Şüphesiz yüzünün yumuşaklığından.
Seyrani
5. Gün
İmriülkays
889 yılında Ankara’da ölmüş. Bunu öğrenmek kolay anlatılamaz bir duygu
uyandırdı bende. Ankara’yı daha mı çok sevmeye başladım? İmriülkays’ı
daha mı yakın görür adam oldum kendime? Beklenmedik bir haber, bin
yıllık da olsa, kimi zaman kişiyi coşku içine atabiliyor. Ankara iyi
bildiğim, çok sevdiğim bir kent. İmriülkays’ın bildiğim şiiri ise ikiyi,
üçü geçmez? Adının bendeki ağırlığı sandığımdan da fazlaymış Ölümünün
trajik biçimi de etkiledi herhal. Belki de, Ankara ve İmriülkays’ı yan
yana görmek etkiledi. Ancak başka benzerleri de ortaya çıkınca görünür
kılınacak bir duygu. Hitit Güneşi’nde Yedi Askı şairinin rengi de var
artık.
6. Gün
Nicedir Hüsnü Aşk delisiyim.
Abdülbaki Gölpınarlı’nın yazı çevirisinin de yardımıyla bu kitabın metni
üzerinde dört yıldır mutlucana dolanıp duruyorum. Sanırım, Abdülbaki
Gölpınarlı Divan Edebiyatı Beyanındadır’ı yazmaya otururken biraz da
Şeyh Galip’ten cesaret aldı; onun Hüsnü Aşk’taki divan şiiri
eleştirisini çıkış noktası olarak gördü.
Şeyh Galip bir Divan
şairi midir? Değil. Divan’a bağlıdır, onun içinde yetişmiştir. Ama Divan
şiiri Şeyh Galip’le en azından bir ters akıntı kazanır. Mazmunlar yiter
onun şiirinde, bir bakıma, kişiselleşerek basmakalıp çerçevelerinden
kurtulur; orda burada bugünkü imgeler baş gösterir.
Şeyh Galip 42
yaşında ölmüş. Bu kısa hayatında çok özgün bir şiirsel çıkış yapmış:
“Kıyamet cilvesi” bir çıkış. Ayrıca değil, şiirinin içinde bir poetikası
var: Türkçeci; namaz dualarını bile, herkesin kendi diline göre
okuyabilmesi görüşüne katılıyor. Didaktik şiire iyice karşı. Bunun için
de en çok Nabi’yi eleştiriyor. Nef’i’nin yalnız adını anıyor. “Yeni söz”
yolları açma çabasını, İran şairleri dışında, yalnız Fuzuli’de buluyor.
Ona göre bozmak da, yapmak gibi doğal karşılanabilmeli.
Şeyh
Galip’in çok süslü olduğunu ileri sürenler olabilir. O süse bir daha
baksınlar. Çıldıran bir süs! Süs çıldırdı mı, süs değildir artık. Belki
de bundan, betimleme lirizme çok çabuk dönüşür onda.
Orhan Veli
eski şiirimizin serüvenini de gerçekten çok iyi incelemiş. Yahya Kemal’i
değerlendirdiği bir yazısında, Şeyh Galip’le onun arasındaki yüz yılı
(Tanzimat, Servetifünun, Fecr-i Ati, Milli Edebiyat) şiirsel planda bir
“boşluk” olarak gördüğünü anımsamıyorum.
Behçet Necatigil “son büyük Divan şairi” diyor onun için. İlk modern şairimiz neden olmasın?
“Bir taze edaya kailiz biz.”
9. Gün
Dağlarca,
pencerenin önündeki masada bir başına oturuyordu. Çantasını yanındaki
sandalyenin boynuna asmış. Sırtında bej bir ceket. Son günlerde giyimine
ayrı bir özen gösteriyor. Saçlarının, özellikle de kaşlarının ağarması
yüzüne ayrı bir anlam, bir yumuşama getirdi. Gözlerinin bu kadar mavi
olduğunu, bakışlarının bu kadar ışıltılı olduğunu yeni ayrımsıyorum.
Kar, gölü ışıldattı. Bütün bunlara karşın, sözleri eskisinden çok daha
iğneli.
Ama neşeli bugün.
“Bütün şehitler toplumcudur”
dizesine dayanan bir şiir üzerinde çalışıyormuş. Yazdığı bölümü birkaç
kez okudu. “Bu şiir” dedi, “benim için çok önemli. Bütün şehitler
toplumcu olunca, gericilerin elinden her şeyi almış oluyorum. Çünkü
onlar yalnız şehitlere bel bağlamaktalar.
Bir gün şöyle demişti: “Evet, toplum kendi yönetim biçimini kendi kurar. Ama hangi toplum? Bugünde dünkü.”
Dikkat
ettim, Dağlarca içki içerken kontrolünü hiç yitirmediği gibi, belli bir
dozdan sonra sanki ikinci bir kontrol daha kazanıyor.
11. Gün
Ben laubali giderim.
Eşrefoğlu
12. Gün
Bir yerde okumuştum: “İnsan, yererken aptal, överken zekidir.”
Yapıcı
eleştirilerden yana söylenmiş bir söz bu. Abartılmış da olsa bir gerçek
payı taşıyor. Sözgelimi Saint-Beuve övdüklerinin çok büyük bir
bölüğünde haklı, yerdiklerinin çok büyük bir bölüğünde haksız çıkmıştır.
Ama
bir de büyük sanatçıların birbirlerini en acımasız biçimde yermeleri
var. Michel Ragon’un Günümüzün Resmi adlı yapıtında bunun çok örneğini
gördüm.
Velázquez, sık sık Raffaello’nun yapıtından “hiç”
hoşlanmadığını söylermiş. Şu yargı Greco’nun: “Michelangelo saygın bir
kişi, ama, ne yazık, resimden yana hiç nasibi yok.”
Baudelaire,
Delacroix’nın “yalnız kendi yaptığı resmi bildiğini”, bu bakımdan onun
sanat üzerine düşüncelerini izlemenin kişiyi çok yanlış yıllara
götüreceğini söylemiş. Delacroix bunun acısını sonunda çıkarmış.
Delacroix ayrıca sürekli olarak Ingres’i aşağılayıp durmuş.
Manet,
“söyle şu Renoir resim yapmayı bıraksın” diye Monet’yi haberci
yollamaya kalkmış; Cézanne’ın yapıtı için de, önüne gelene, “şu iğrenç
resimleri nasıl sevebilirsiniz?” diyerek çatarmış.
Cézanne’ın da, gördüğü ilk Van Gogh imzalı tablo karşısında yargısı: “Akıl hastaları sergisinden mi?”
13. Gün
Ansiklopedide,
Baudelaire maddesinin çevirisi elime geçti. Çevirmen, Les Fleurs du
Mal’e “Kötülük Çiçekleri” demiş. Gerçekten kitap son yıllarda Türkçede
daha çok o adla anılmaya başladı. Önceki yıllarda “Şer Çiçekleri” diye
çevrilmişti. Meydan Larousse’ta, “Elem Çiçekleri”. Ben de yıllar önce
“Ağu Çiçekleri” diyordum.
“Elem Çiçekleri”, Les Fleurs du Mal’in
içeriğinden çok uzak. Öbürlerinin de o içeriği tam karşılamadığı
kanısındayım. Yapıt bütünüyle ele alınınca, “mal” sözcüğünde yara, suç,
tuhaflık, şeytansılık, aşağılanmışlık anlamları bir araya geliyor.
Bunlara büyük ölçüde “spleen” sözcüğünün anlamını da eklemek gerekir. En
iyisi, diyorum, Öz Türkçe bir ad aramak. Sonradan yaratılmış bir
sözcük.
14. Gün
Halklarını anlatmak isteyenler
Başka halkları anlattılar;
Kendilerini anlatanlar
Yalnızca kendilerini anlattılar
15. Gün
Celal
Sılay ile Dağlarca arasında başlangıçta ortak noktalar vardı. Bunlar
Necip Fazıl etkilerine bağlanabilir. Ancak etkiler Celal Sılay’da daha
derin ve daha doğru nitelikteydi. Dağlarca, doğa içinde, hatta doğanın
bir parçası gibi devindiğinden, Necip Fazıl’ı kısa süre içinde dışladı,
hatta yadsıdı. Celal Sılay kent içinde deviniyordu. Necip Fazıl’ı bu
yüzden uzun bir süre daha şiirinde taşıdı. Sonunda somut düşünceyle
kurtuldu ondan. Ama Dağlarca, Orhan Veli’nin, dışında ve “karşı olmadan”
karşısında yerini alırken, Celal Sılay “dışında gibi”, ama arkasında
yürüdü. Dergi çıkardığı yıllar Celal Sılay’ın şiirde uzun bunalım
yıllarıdır. “Cemile’nin Elleri” gibi güzel şiirlerine karşın kuramadığı
biçimi “Dön Döne Döne” de yakaladı. Sonunda kendine benzeyen şiiri
bulmuştu. Ne yazık ki ölüm de oralarda bir yerdeydi.
1 Ekim 1984
17. Gün
Madam
Krizantem’i okumadım. Çok eskilerde, ortaokul yıllarında, Türkçe
çevirisini bir kız arkadaşımın elinde gördüğümü anımsıyorum. Kapağında
Uzakdoğulu bir kadın çiçekler arasında duruyordu. Daha doğrusu kadının
yüzü İngiliz falan gibi de, saç biçimi ve giysisi Uzakdoğulu. Ordan
olacak, krizantemi hep bir Japon çiçeği olarak bilmişimdir. Bir süre
sonra krizantemin, kasımpatı olduğunu öğrenmem bunu değiştirmedi.
Krizantem hem o kitap kapağının, hem de kitabını elinde gördüğüm kızın
ortak anısı olarak kaldı. Kızla aramızda söylenmemiş sözler vardı.
Hiç
söylenmeden kaldı o sözler. Meğer kasımpatı da bir Akdeniz bitkisiymiş;
başka yerlerde pek yetişmezmiş. Böylece krizantemin söylence yanı
bitti. Krizantemle kasımpatı üst üste geldi, çakıştı. O resimdeki kadını
görsem tanımam artık. Kızla da bir gün Uzakdoğu’da rastlaşma
“olasılığı” sıfıra indi. Zaten onu da bugün görsem, tanıyamam ya!
Krizantemin eski şiirsel yükü biraz azaldı. Buna karşılık kasımpatı biraz öne geldi.
O kız mutlaka İstanbul’dadır.
Sırada kamburunu çıkararak otururdu. Uzun süre, öyle oturan kızlar bana güzel gelmiştir.
Bütün bunlar bugün oldu; bugün öğrendim krizantemin Akdeniz bitkisi olduğunu.
Bunalım temaları, krizantemler.
Kasımpatılar, güzünç altları.
18. Gün
Divan
şiirinin de lanetleri var. Tanzimatçıların adamakıllı rezil ederek
gördükleri bu şairler için onların yorumu bugün de geçerli. Büyük Divan
İmparatorluğu’nun Mehmet Reşat’ları, Vahdettin’leridir onlar.
Oysa, sözgelimi senli benli havasıyla İzzet Molla az bir usta mıdır? Mehmet Akif, Vasıf’tan az şey mi öğrenmiş?
Lanetlilerin
en ilginci, kuşkusuz, Sümbülzade Vehbi. Çağdaşlarınca bile “şehvani bir
iblis” olarak anılan bu sanatçı, Divan şiirinin tıkanan yolları
arasında bir anti-şiir geçit arar. Çok seyrek olarak bulur da (bana bu
kadarı yetiyor). Cinsel konulara “avam”ca yaklaşması edebiyat
tarihçilerinin edep duygularını örselemiş, diyorum.
Vehbi’nin
yaşadığı çağda artık Divan şairi olunamazdı. Tıkanan şiir beğenisizlik
yaratır. Bu yargı, tıkanma noktasından sonra ortaya çıkıp, o şiiri
sürdürmeye çalışanlar için her zaman doğrudur. Beğenisiz bir Baki olmak
düştü Sümbülzade’ye de.
Nedir beğeni? Güzel olanı şıp diye
buluvermeyi sağlayan görgü bütünü. Evrenseldir beğeni. Bir sanat dalının
yalnız bir kolundan tat alanlar, öbürlerini hiçleyenler, belki o alanda
uzmanlaşabilirler, ama beğeniye ulaşamazlar. Ali Nihat Tarlan, tattığı
şarabın yalnız eskiliğini anlayan bir “çeşnici”dir. Buna karşılık İsmail
Habib Sevük’te, her şeye karşın bir beğeni oluşmuştu.
Ahmet Haşim
çok güzel şiirler yazdı; öyleyken, yazılarından anlaşılıyor, tam bir
beğeniye ulaşmış değil. Yahya Kemal’de ise beğeni doruk noktasında.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı tam anlayamadım. Yalnız kendi şiirinin beğenisi
mi var onda? Şöyle diyebilirim! Bencillik beğeniyi aşıyor.
Beğeni
deyince günümüz sanatçı ve yazarları arasında hemen aklıma gelen birkaç
adı sıralayabilirim: Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Vedat Günyol,
Oktay Akbal, Fethi Naci, Mehmet H. Doğan, Memet Fuat, Muzaffer Erdost,
İlhan Berk, Ahmet Arif, Arif Damar, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece
Ayhan, Ferit Edgü, Demir Özlü, Can Yücel, Doğan Hızlan, Tomris Uyar,
Enis Batur… Liste uzayabilir.
Ama bunların bir bölüğü açık konuşmaz.
19. Gün
Oktay
Rifat’ı bir ara en çok etkilen şair Jules Supervielle olmuş. En
azından, Oktay Rifat çok sevmiş o şairi. Ama hiçbir yazısında sözünü
ettiğini anımsamıyorum.
22. Gün
Azimkâr
Sokak – 13, Aksaray: 1957’de, Kemal Özer’in adresi böyleydi. Aradan
yirmi yedi yıl geçtiği halde aklımda kalmış, o yıllarda belleğim çok
sağlamdı. Bugün çok kişiye göre yine sağlamdır ama, eski durum yok
artık. Adresleri, telefon numaraları bir yere yazma gereği duymazdım.
Belki de tanıdığım kişilerin, bildiğim adreslerin, telefon numaralarının
o günlerde daha az oluşundandı bu. Ne olursa olsun, bellek zamanla
zayıflayınca, yükünü çekememeye başlayınca, bu kez kişi bir şeyi not
edinme alışkanlığı ediniyor. Notlar başlayınca da, bellek ayrıca bir
körelme sürecine giriyor.
“Belleğim ey incelikli kadırga”.
Kemal
Özer’in Düşün dergisinin Ekim 1984 tarihli sayısındaki şiirinde bir
sıcaklık buldum. Öyle çok özgün bir şiir diyemem. Ama, nasıl anlatmalı,
bir dolaysızlık var. Kemal Özer’de bir tazelemenin ilk saklısı gibi
geldi bana. Gerisini bekleten hiçbir şiir yabana atılamaz. İsmail
Uyaroğlu’na da okudum. O da aynı kanıda olduğunu söyledi. Kemal, sanki,
kişisel bir yol ayrımında, şiirinin iki ayrı evresini bir kavşağa
getiriyor. Şattülarap tadı var bu şiirde.
Kemal Özer, kendisi de
bilmez belki, son yıllarda “Soğuk Şiir”in (Poésie froide) Türkiye’deki
temsilcisi gibiydi. Soğuk diyorsam, sıcağın karşıtı soğuk değil
buradaki. Soğuk şiir, 1973’te, dört Marksçı şairin (Jean-Christophe
Bailly, Serge Sautreau, Yves Buni, André Velter) kurduğu bir akım:
Gerçeği çırılçıplak, soğuk bir katılıkla ele alır, her türlü retorikten
kaçar ve güncel siyasal konular içinde devinir.
Kemal Özer’in
güncel’i ve siyasal’ı birleştirmek isteyen şiiri de bu planda göründü.
Yine de, onda doğrudan siyasal konu değil, siyasal katsayısı artabilecek
hayat görünümleri öndeydi…
Hey Kemal, hey! İşte şimdi başladın “yaşamı savunmaya”, daha doğrusu yaşamla altüst olmaya!
22. Gün
İsmail
Gümüş’ün Boşnak Türküsü’nü Sabahattin Ali Öykü Yarışması dolayısıyla üç
dört yıl önce okumuştum. Bu kez de kitaplaşmışını daha az olmayan bir
tatla yeniden okudum.
Vecihi Timuroğlu’nun Minnacık Kadın’ını da
öyle. Vecihi’ye Kötümser Enver’le haber salmıştım, bize gelin diye.
Hiçbir haber çıkmadı. Şu var: Vecihi entelektüel olduğu için yerel dile o
kadar yaslanmamalı.
23. Gün
“Söz Yitimi”ni bitirdim. “Dilekçe”yi de kurtardım sayılır. Birincisi Tanım’a. İkincisi Düşün’e.
Bende felaketler ve şiirler çift gelir. Ne yazık ki, aşklar da hep öyle oldu.
Nasıl olmuş da Simürg sözcüğünü bugüne dek şiirime sokmamışım. Büyük bir eksiklik bu. Hatta, rezalet! Simürg.
İzmir’de yayımlanan Yamaç bayağı hareketli bir yayın organı olmuş.
26. Gün
Blucini
düşündüm. Blucin en doğal ve en dolaysız bir iletişim aracı. Temel bir
gereksinimi karşıladığı için de sağlıklı. Demokratik.
Günümüzde Esperanto’yu en çok o temsil eder.
Sonra müzik gelir. Dans.
Dut ve ipek eskidendi.
Dünya
dilleri yavaş [Osmanlıca, Rusçada İngilizce spor terimleri,
Dictionnaire des Mots Nouveaux (Yeni Sözcükler Sözlüğü), Yaşar Kemal
Sözlüğü, Franglais, boyuna dolup boşalan argo’lar, çizgi roman,
karikatür].
Çin köpeğiyle İskoç köpeği aynı dilde mi havlar? Öyle havlamıyorsa, biz insanlar için ne aşağılayıcı bir sonuç!
Her tiyatro oyuncusu iki yıl pandomim stajından geçmeli.
Kıravat başka şeye dönüşmeli. Ne gereği var ceket yakalarının.
Şapka zaten öldü.
“İstanbul lirası”. “Para yılanı”.
Stella Artois, en eskisi Belçika biralarının.
27. Gün
Bir ressam kendine “naif ressamım” der mi?
28. Gün
Anthony
Simmons’un TV’de “İyimserler” adıyla gösterilen filminde Peter
Sellers’in yarattığı kişi, bana rahmetli Vedat Üretürk’ü anımsattı.
Vedat o kişinin başlangıçta tersi gibiydi, sonra düzü ve suskunu
olmuştu. Suskun mu, ne suskunu? Konuşmaktan tat alırdı.
Yeni
tanıştığımız yıllarda (1957), Kumkapı’ya gitme tutkusu vardı Vedat’ta.
Kime, nerede rastlarsa, alır oraya götürürdü. İçkievine değil, çayevine.
Çay
bardağını avucunda gizler gibi sımsıkı tutar, yudumlarken elini
kaldırmaz, başını bardağa götürürdü. Orda saatlerce oturmuşsunuzdur.
Yüzünüze pek baktığı da olmamıştır. Öyle denizi seyrettiği de yoktur.
Bütün bu birliktelik içinde iki ya da üç laf etmiştir: Edip’i görüyor
musun? Senin o maliyeci arkadaşın hâlâ Ankara’da mı? Fransızcada uzun
cümleden korkmam; benim derdim kısa cümlelerle…
Onun yanında,
böyle saatlerce hiç konuşmaksızın, göz göze bile gelmeksizin oturmaktan
canım sıkılmazdı. Aynı masada, ayrı şeyler düşünür, bu arada sonsuz çay
içerdik. Bizi bir arada tutan şeyin ne olduğunu bugün de çözümlemiş
değilim.
Son yıllarda Vedat’a bir hareketlilik gelmişti. Peter
Sellers’in düzü burada başlar. Fıstıkağacı’na, Vedat’a yemeğe gitmişiz;
Vedat bizi eve geceyarısı kayınbiraderinin kamyonuyla gönderiyor.
Kayınbiraderine güvenmediği için kamyona kendisi de biniyor (yer
olmadığından, arkasına). Vedat küçücük aylığıyla üvey kızına bale dersi
aldırıyor. Vedat, Galata Kulesi’nin hemen duldasında “pis” bir meyhane
bulmuş. Vedat, İlhami Bekir’e sert çıkıyor (Afrika Aslanı İlhami Bekir
ki, “Değişmez Başkan”). Vedat yetmiş yaşında gösteriyor. Vedat, “Halis
Özgü” yayınevinde forması 750 liradan çeviri yapıyor, ona göre “iyi
para” bu.
Muhasebesinde çalıştığı Teknik Üniversite’deki
profesörlerin bilimsel kitaplarını beş on kuruş karşılığında yazı
makinesinden geçirirdi. Sanırım, bunların metin bölümlerinde Türkçe
yönünden oynama hakkı da tanınmıştı kendisine. Bu işte biraz fazla mı
ileri giderdi?
Çevirmendi. Ama yayınevlerinin çoğu kitap
ısmarlamazdı ona. Asıl sorunu buradaydı. Şöyle bir çare bulmuştu:
Çevrilecek bir kitabın adı edilmeye başladı mı, hemen onu yarısına kadar
çevirir, koltuğunun altına alır, Cağaloğlu’nda dolaşmaya başlar.
Önceden bütününü çevirdiği kitaplar da vardı. Asıl özlemi eksiksiz bir
Villon çevirisi atmaktı ortaya.
Çeviride olağandışı uçlara
giderdi. “Madame”a bayan dendiğine göre, “mademoiselle” bayancık
sözcüğüyle karşılanmalıydı. Bir ara özel adları da Türkçeleştirme yoluna
saptı. “Monsieur Pierre” yerine, “Bay Kaya” demek gibi. Böylece, elbet,
“Mademoiselle Marquerite” de, “Bayancık Papatya” oluyordu. Sonradan
vazgeçtiği bu yöntem onda öyle bir tutkuya dönüşmüştü ki, kendisini
uyarmaya cesaret edemezdik. Kırılırdı.
Kanser götürdü Vedat’ı. Son günlerde yüzü ölü yüzüydü.
29. Gün
Güzel
şiir? Bir yeri güzelse, o şiir güzeldir. Ama geri kalan bölümleri de
ortalama düzeyi tutturmalı. Zaten öyle olur. O bir kıymık güzelliği
yakalayabilen kimse, daha alt düzeye istese de inemez. Bu konuda
rastlantı olamaz. Ama aynı şiirde.
Güzel kadın? Güzel kadın biraz
başka benim için. Her şeyi güzel olacak, öyleyken bu güzellik ufak bir
noktada aksayacak (burnunun çok küçük ya da çok büyük olması gibi). Yani
bir kıymık çirkinlik taşıyacak.
15 Ekim 1984
35.Gün
Bağırdım kan gibi aktı sesim.
Özdemir
Asaf’ın bu dizesini çok sevmiştim. O sıralar Haydarpaşa Lisesi’ndeydim.
Şiir, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunda yayımlanmıştı. Aylarca oyalandım
onunla. Daha sonra, 1950’de, Siyasal’a götürdüm. Yeni arkadaşlara
sevdirmeye çalıştım. Bir o dizeyi, bir de yine Özdemir Asaf’ın Kaynak’ta
yayımladığı “Eskimo Şiiri” çevirilerini.
Özdemir Asaf’la,
1955’te, belki de biraz daha sonra, İstanbul’da tanıştık. Dünya Kaçtı
Gözüme’nin kapak baskısı için uğraşıyordu; Cağaloğlu’ndaki ufak (ama
lüks) “Sanat” Basımevi’nde. Boyuna o dizeyi söylüyordum ona. Benimle
yakından ilgilendi. O dize… çoktan dışına çıkmıştı o dizenin. “Boş ver
onu.” Belli etmiyordu, önemsemez gibiydi de, ama yeni bir kuşağın
belirmesinden iyice rahatsız olduğu her halinden belliydi. Kibarlığı
bunu sadece tedirginlik düzeyinde tutmaya çalışıyordu.
Dünya Kaçtı
Gözüme, onun mistisizmden “kabalistik” bir dünyaya doğru hızla yer
değiştirmeye çalışmasının bir ürünü: Acemi ve beklenmedik bir
dışadönüklük, utangaç bir adamın birdenbire çadır tiyatrosunda en
güldürücü rolleri üstlenme çabası.
Daha sonraki kitaplarında bu çizgide rahatlamasını bildi.
Bence özgün olamadı, ayrık’lığın tatlarını yaşadı.
Kimsenin
okuru, Özdemir’inki kadar türdeş değildir, diyorum. Bütün okurları
birbirine benzer; şiir sevmezler, yalnız onun şiirinden tat alırlar;
sofra beğenisini görselleştirmişlerdir; kış turizminin bağnaz
müşterileridirler.
Özdemir’in lirizmi terk ettikten sonraki şiirlerinden lirizmi süzmek isterler. Onun şiirini okurunun yüzüyle çözmeli.
Bir
Ziya Osman, bugün bir çeşmedir, oralarda bir yerde yaz kış akar durur.
Yarın da akacaktır. Yanı başında şadırvanı bile vardır.
Özdemir Asaf’ın şiiri, usta bir tiyatro oyuncusunun, ölümünden sonra da aklımızdan silinmeyen rolü gibi.
Yetenek tersyüz edilemez öyle her zaman.
36. Gün
Hep
anılar çıkıyor karşıma. On yıllık, otuz yıllık, kırk yıllık anılar. Bu
da, bu sayfaları salt bir “anılar defteri”ne dönüştürebilir. Tersini
yapıp “güncel”e sarılmak var. O zaman da bir eleştiri günlüğü ya da
bölük pörçük bir kronik çıkacak ortaya. İkisinden de kurtulamayacağıma
göre, en iyisi, ikisinden de korkmamak. İş nereye varırsa varsın.
37. Gün
“Tarihin sorgu yargıcı”: Zola.
38. Gün
Edip
Cansever için değerli taşlar üstüne ayrıntılı kaynak arıyorum. Ancak şu
âna kadar pek bir şey bulabilmiş değilim. Değerli taşların nitelikleri,
önemli taşların öyküleri (herhal en çok burası gerekli ona…) Walt
Disney’in çocuk ansiklopedisi (Bilgi Dünyasına Yolculuk) dışında hiçbir
kaynak yok. Oradaki de Edip’in işine yaramaz. Yine de öğütledim
kendisine.
Sanırım, değerli taşların öykülerini çıkış noktası olarak alan bir uzun şiir yazmak istiyor. Yakışır.
Edip’in
Kapalıçarşı’daki antikacı dükkânını düşünüyorum. Sandal Bedesteni’nde.
Ortağı Jak alt katta çalışır, Edip de penceresiz, hayır, tersine
davlumbaz izlenimi uyandıran bir pencereden ibaret üst katta şiirle
becelleşirdi. Masası her dilden plastik sanatlara ilişkin kitaplarla
dolu olurdu.
Ama çok küsüşmüşüz. Çocuk küsüşü hepsi de. O çeşit
küsü, sevgiyi besler. Bizimkini besledi. Gerçekte öyle fazla bir
arkadaşlığımız da olmadı. Oysa bu tür küsmeler daha çok büyük
yakınlıklarda görülür. Hiç değilse, çok sık bir arada bulunan kişilerde.
Şiir yaratıyordu bu yakınlığı.
En
uzun küsme dönemimizin başlangıcı 1968’e rastlar. Bir kadın yüzünden
miydi? Görünürde öyle ya, aslında çok kızıyorduk birbirimize o sıralar.
Bir kadını bana karşı korumuştu, bunda da fazla ileri gitmişti.
Şiirdi.
Öcümü aldım. “Edip Cansever”, diyordum; “şiirini açıklamak için adını böyle okumak gerekli ve yeterlidir.”
Edip’le
Turgut, İlhan’la Edip, Ece’yle İlhan’ın kendi aralarındaki içli dışlı
arkadaşlığa ben hemen hemen hiç giremedim. O tür arkadaşlığım Muzaffer
Buyrukçu’yla, Tevfik Akdağ’la, Ülkü Tamer’le ve Ankara’yla (Muzaffer
Erdost, Ahmet Arif, Vecihi Timuroğlu) oldu. Bir de Arif Damar.
En büyük yakınlığı Buyrukçu’yla kurmuşuz. “Mahalle arkadaşlığı” gibi bir şey onunla ilişkimiz. Her şey girer içine.
Şimdilerde
(on yıldan beri) daha çok seviyorum Edip’i. En beğendiğim yanı dedikodu
yapmayışıdır. Bir de, elbet, hepimizden fazla şiir tutkunu oluşu.
40. Gün
Son
yıllarda hayran olduğum ve tanımış olmakla kendime bir öğünç payı
çıkardığım iki üç kişi varsa, bunların başında İsa Öztürk gelir.
“Yeniden tanımakla” demeliydim; çünkü İsa Öztürk’ü 1966’dan beri
tanırım. Papirüs’ü çıkardığım yıllarda yazıhanelerimiz bitişikti. Zaman
zaman görüşürdük de. Köy Enstitüsü çıkışlıydı; uzun öğretmenlik yılları
arasında hukuk fakültesini de bitirmişti; avukatlık yapıyordu.
Sonra
ben dergiyi kapattım ve İstanbul’a gittim. O günlerden, İsa Öztürk’ün,
çok okuyan biri olduğu, özellikle de düşünce yapıtlarıyla ilgilendiği
aklımda kalmış.
İsa Öztürk’ü yeniden ve asıl tanıyışım son iki yıl
içinde oldu. Meydan Larousse’un onun yönetiminde ikinci ek cildinin
hazırlanışı sırasında. Bir yılı aşkın bir süre birlikte çalıştık. Çok
şey öğrendim ondan. Avukatlığı yıllar önce bırakmış. Kendini bütünüyle
ansiklopedi çalışmalarına vermiş.
Yirminci yıla yakın bir
ansiklopedi deneyi İsa Öztürk’te büyük ve kolay rastlanmaz bir oluşum
(yaratmış.) Her şeyi biliyor, ama yığmabilgiyi aşmış, binlerce alan
arasında bir bireşime, bir denge noktasına ulaşmış. Öyle ki, o bilgiler,
o ayrıntılar da havada kalmamış, bu birleşimin canlı ve üretken
parçaları haline gelmiş. Çok çalışma, İsa Öztürk’e büyük yetenekler
kazandırmış. Ölü dilleri bile biliyor, bilmediği dilleri bile.
Öğle
tatillerinde Ahmet Köksal’la konuşurduk. Ahmet “hezarfen” derdi onun
için. “Hayır,” derdim, “hezarfenlikten başka ve çok yukarda bir şey bu,
filozofluk mu desek…” Koca Günyol Usta, başka bir ansiklopedide, bir
güçlükle karşılaştığımız zaman şöyle derdi: “İsa Bey’e soralım, o
bilir.”
Bütün bunlara gerçek bir ağırbaşlılığı, hafif bir
narsisizmi dışlamaya gerek duymayan bir alçakgönüllülüğü, gizlenmesinden
hoşlanılan, yine tam gizlenemeyen bir içtenliği eklemeliyim. Çağdaş
bilimci, derviş, öğretmen, güneş enerjisi teknisyeni, ödünsüz aydın,
eleştirmen, gülümseyen düşünce: Bütün bu kavramlar onun portresinde
uygun bir biçimde yan yana gelmesi gereken renklerdir.
Türkiye aydınının doruğu, Köy Enstitüleri’nin zaferidir İsa Öztürk.
Düşünüyorum,
ülkemizde İsa Öztürk diye bir adam yaşadığına göre, mutlaka onun gibi
birkaç kişi daha vardır. Çünkü tek bir çiçek, tek bir ağaç olamaz
dünyada. Bu da güzel bir güven duygusu uyandırıyor içimde.
Neye karşı? Her şeye.
42. Gün
Dünkü
kaynaşmaların, bugün uygulanan politikaların toplumsal sonuçlarından
biri de, ülkemizde yurttaşlık duygusunun azalması olmuştur. Bunu aydın
ya da kozmopolit çevreler için değil, büyük kitle için söylüyorum.
En büyük sorumluluk enflasyonun mu acaba?
43. Gün
Nobel
edebiyat ödülü, Çek şairi Jaroslav Seifert’e verilmiş. Bu ad bana bir
şey söylemiyor. Papirüs’ün 1968’de yayımlanmış “Çekoslovakya’da
Entellektüel Hayat” adlı özel sayısını karıştırdım. J. Seifert’in adı
iki üç yerde geçiyor. Ama şiirlerinden örnek bulamamışız. Kısaca, hiç
tanımıyoruz onu. J. Seifert’in resmi ideolojiye yeterince uyarlanamadığı
için gözden düştüğü, “Prag Baharı” günlerinde yeniden öne geldiği
anlaşılıyor. Bence, Nobel jürisi de, onun şiirinde “Prag Baharı”nı
ödüllendirmiş. Çok geç değil mi?
Nobel biraz da ülkelere mi veriliyor?
Ödülün
açıklanmasından birkaç gün önce, Le Monde’da George Steiner’ın ilginç
bir yazısı yayımlanmıştı: “Nobel Edebiyat Ödülünün Bir Anlamı Var mı?”
Steiner’e
göre, “hangi ülke?” konusunda her türlü varsayım söz konusu olabilir.
Sözgelimi, Sartre’ın ödülü geri çevirmesinden beri Fransa sürekli olarak
cezalandırılmıştır. İsveç Akademisi’nin seçmeleri hep kaprisli
olmuştur; dahası, akademi, bu seçmelerinde eleştirel zekâyı aşağılayıp
durmuştur. V. Woolf varken, Pearl Buck’ın taçlandırılması, B. Brecht
karşısında Paul Heyse’ye yönelinmesi başka türlü açıklanamaz. Nobel
alanlar arasında çok büyük yazarlar ve şairler de var elbet (Yeats, T.
S. Eliot, Pasternak, Faulkner, Hemingway, Beckett), ama bu, akademinin
genel tavrını örtmeye yetmez.
Steiner ödüllendirilmemiş büyük
asları sayıyor: J. Joyce, Proust, Kafka, Thomas Hardy, Joseph Conrad,
Henry James, Malraux, Musil, D. H. Lawrence, Ezra Pound, Rilke, Válery,
Wallace Stevens, Kazancakis, Auden…
Yine Steiner’dan: Nobel ödülü
özellikle son yıllarda kötülere, kalıklara yönelmiş görünüyor, ayrıca
seçmelerde bir giderme politikası izlenmekte; Solohov’un
ödüllendirilmesi, Pasternak için bir bakıma özür dileme anlamı da
taşıyordu. Hiçbir dadacıya, hiçbir gerçeküstücüye, hiçbir büyük
dışavurumcuya ödül verilmedi. Nobel jüri üyeleri arasında tek
eleştirmen, kendini kabul ettirmiş tek “otorite” yok. Buna karşılık,
çetrefil bir seçme bürokrasisi söz konusu. Denebilir ki, yalnız
İngilizce çevrilmiş kitapların şansı var. Az bilinen bir dildeki
(Japonca, Sırpça) kitaplar devreye seyrek olarak girer ve üçüncü elden
değerlendirilir.
Steiner yazısını şöyle bağlıyor: “Kara liste mi var?”
Ülkemizde
Nobel ödülü adayı olabilmek için ayrıca birkaç koşulun yan yana gelmesi
gerek: Sıra sorunu, yazarın uluslararası üne kavuşmuş bulunması,
Batı’da bir “tezgâh”ı olması vb. Bugün için yalnız Yaşar Kemal şanslı.
Biliyorum, eski kuşaktan Nobel düşü gören birkaç şairimiz var. Böylesine
büyük bir uluslararası ödülün şiire verilmesinin doğru olacağını da
düşünüyorum (Türkiye’de yalnız şiirin büyük bir geleneği var;
şairlerimiz dünyanın her yerindeki şairlerle boy ölçüşebilir). Ancak
andığım koşullara uygun hiçbir şair olmadığı gibi, Yaşar Kemal’den başka
yazarlar da öyle.
44. Gün
Balkanlar’a
baktım, içerde bizimkilerden kimse yok. Kapısının önünde bir süre gidip
geldim; biri gelirse, içeri gireceğim, yoksa, eve döneceğim.
Sabih Şendil’e rastlamayayım mı? Elinde Necdet Evliyagil’in dergisi. Bir zafer sevinciyle (neden bana öyle geldi) uzattı.
Bir mizah keyfiyle okudum. Çağdaş Türk şiirini “rezilizm” olarak nitelendiriyor. En çok da bana takmış. Küfür ve jurnal iç içe.
Bir yerde de eşcinsellikten söz etmiş.
Ajantürk apartmanında oturan ermiş “kuşcinsel” mi yoksa?
45. Gün
Kimsenin ölümü Çinli şair Li Po’nunki kadar güzel olamaz.
Li Po sandaldaydı, yeterince içmişti. Hava açıktı. Günaçığı değil de, ayaçığı bir gece.
Li Po, ayın sudaki görüntüsünü bütünüyle kucaklamak istedi. Bunun için suya sarktı.
Kollarını gepgeniş açarak daha da sarktı.
46. Gün
“Afrika’yı anlattığım yapıtlarımda lâl rengi bir şeyler olsun istiyorum.”
G. Flaubert, 1 Kasım 1984
47. Gün
Ayşekadın (337 11 60): 80.000+200.000.
Altıyol, Tırnakçı Han, 5/2. Sahibinden.
Sahrayıcedid (338 78 54): 70.000, sobalı
Çiftehavuzlar (335 12 20): 70.000.
Hürriyet’ten
çıkardığım kiralık ev ilanları bunlar. Bugün bağlantı kurulması gerek.
Mutlaka hepsinin 4-6 aylık peşinatı da vardır. Ömrümde iki kez küçük bir
daire alma olanağım oldu. İkisini de kullanamadım.
Birincisi,
Avrupa’dan döndüğüm zamana rastlar; orda biriktirdiğim parayla bir
Chevrolet getirmiştim. Bir arabayla bir daire değişimi yapılabiliyordu.
Kullanamadım. Arabayı gümrükten çıkaracak param da yoktu. Bir yakınımın
aracılığıyla bir müşteri çıktı. Gümrük vergisini o ödedi. Gelen parayla
Papirüs’ü çıkardım.
İkinci olanağım (olanak denirse), emeklilik
ikramiyesi. Alacağım dairenin ancak dörtte birini karşılıyordu. Geri
kalan dörtte üçü borçlanmayı göze alamadım. O paraya hiç dokunmadım.
Bankada duruyor. Enflasyona karşın, yine de iyi: Peşin kira, depozit vb.
ödeyeceğiz ya!
Emlak komisyoncuları ilginç bir yol bulmuşlar:
Kiracı gibi gidip evin durumunu, fiyatını, öbür koşullarını
öğreniyorlar, kira, diyelim 60.000 lira; 65.000 lira olarak ilan
ediyorlar. Yıllık kiradan aldıkları yüzde 10 komisyon onlara yetiyor.
Mal sahibi de kendi isteğinden daha fazla kira ödeyen yeni müşteriden
memnun.
Komisyoncuya başvurmak bana soyulmak gibi geliyor. Depozit
denen şeyinse bir çeşit haydutluk olduğu kanısındayım. Cahit Kayra’ya
göre ise komisyoncuya başvurmak şart.
Feneryolu’nda bir kadın evini gezdirdi. Yağlıboya ve badana, eve girmeden yaptırılacak. Ve onun yolladığı adam yapacak bu işi.
Sahrayıcedid’de
ufak bir daire. Adam ve eşi Levent’ten geldiler. Bizimle birlikte üç
dört kişiye daha, aynı saatte randevu vermişler. Adam komisyoncu mudur,
mal sahibi midir, onu da bilmiyoruz. Bu da bir sınav. Sonunda şöyle dedi
adam: “Yarın şu saatte hepiniz telefon edin. Gözümüz kimi tutmuşsa, evi
ona vereceğiz.” Sanırım, gözü biraz beni tutmuştu. Ordan onurum
kırılmış gibi çıktım. Aramadım.
48. Gün
Aramadım.
Bu arada bizim üstat (Cahit Kayra), hem de “sahibinden” olmak üzere bir
ev bulmaz mı? Sadiye Hanım’ı da böylece tanıdık.
Birlikte gittik
gösterilen adrese. Sadiye Hanım, kapıyı araladı. Ufarak bir kadın.
Ağabeyi Yargıtay üyesiymiş. İyi. Koşulları şunlar. İyi. Depozit, peşin
kira, cam cilanın eve girmeden yenilenmesi. Bunlar da iyi. Fiyat,
yetmiş. Ne yapalım, o da fena değil. Daha evi görmeden, tuttum diyorum.
Ne
var ki Sadiye Hanım fazlaca kefil meraklısı. Üstadı gösterdim: “Kefilim
eski enerji bakanıdır.” Sadiye Hanım hiç umulmadık bir çıkış yaptı:
- Bakan istemem!
- Müfettiş?
- Müfettiş de olmaz.
- Peki?
- Memur kefil bulun. En az üç tane. Memur, yani banka müdür yardımcısı gibi, muhasebeci gibi.
Bu
konuda da anlaştık. Ertesi gün Sadiye Hanım evi gezdirdi bana. Bayağı
güzel yer. Bu arada kefiller için ek açıklama da yaptı. “Banka müdür
yardımcısı gibi” adamların ev ve iş adreslerini, telefon numaralarını,
kaç lira aylık aldıklarını, işlerinde kaç yıllık olduklarını öğrenip
kendisine sunacağım.
Sadiye Hanım’ın belirsiz memur kavramını
“banka müdür yardımcısı gibi” deyimine de bitiştirerek altı kefil buldum
(çünkü ayrılırken başka bir müşteri daha bulduğunu, seçim işini
kefillerin belirleyeceğini, bunun için de ne kadar fazla kefil
gösterirsem benim adıma iyi olacağını da eklemişti): Ankara Vali Muavini
Ali Hasan Özer, İş Bankası Dış Münasebetler Müdürü Erol Sancar, Petrol
Ofis Gemi İnşaat Müdürü Uğur Ünal… Bakanlığı uygun görülmeyen Cahit
Kayra’yı da bu kez Yat Finansman Müessesesi’nin bir ilgilisi olarak
gösterdim.
Birsen’le birlikte sevinçle Sadiye Hanım’a koştuk.
Sadiye Hanım listeyi aldı ve bizi damga pulu, kira sözleşmesi kâğıdı
almaya gönderdi. Bunları getirdiğimizde, listeyi geri uzattı: İş Bankası
Müdürü Erol Sancar 25 yıllıkmış, yakında emekli olabilirmiş, bu yüzden
sağlam kefil sayılmazmış. “Bunu tamamlayın,” dedi. “Ayrıca kefillerin
sicilleri de gerek bana”.
Sadiye Hanım’ın evi hâlâ boş.
49. Gün
“Şiir hemen her zaman çözümlemedir, resim ve heykel de hemen her zaman da bireşim.”
G. Lessing
50. Gün
Balkanlar: Dağlarca, Arif Damar, Feyyaz Kayacan.
Dağlarca,
beğeni üzerine yazıklarımı sevmemiş. Şöyle dedi: “Hem benim iyi şiir
yazdığımı söylüyorsun, hem de beğenim olmadığını. Olur mu? Beğeni
olmadan iyi şiir yazılabilir mi? Dahası var, bir sürü ad saymışsın,
içlerinde kötü şairler de yer almış. Adam hem kötü şiir yazacak, hem de
başkalarınınkine yüksek bir beğeniyle eğilecek. Olur mu? Ne biçim alet
ki, o kişi başkasının yapıtlarına onunla bakıyor, kendisininkine değil.
Evet, bencilim ben, ama beğenimden önce bencilim.”