.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

31 Oca 2014

Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor.




  Saatine baktı, on ikiye geliyordu. Kocakarı camın ötesinde, yerindeydi. "Kadının aklından geçenleri biliyorum. İlgilendirmiyor beni, sevmiyorum." Başını çevirince Sami'nin gözlerini gördü, sonra ötekileri. Bir-iki yıl sonra bunlar gidecekler, burada başkaları olacak. Bir başka mavi gözlü çocuk onun resmini yapacak. Değişmeyen Sadık, o, bir de karşı evin kocakarısı kalacaklar; bu hep sokağa bakan kadın. Birden içini bir yere, bir şeye geç kaldığı duygusu kapladı. Yirmi sekiz yaşındaydı, tedirgindi. Kalktı, paltosunu astığı köşeye yürüdü. Ardından Sami de geldi.

— Nereye abi?
— Hiç. Gidiyorum.
— Öğle yemeğine bize gitsek? Annem...
— Olmaz. Birisi bekleyecek beni. (Yalan söylüyor.)

Orada bilmediği insanlar vardır. "— Rica ederim, çıkarmayın ayakkaplarınızı."Çıkarmazsınız ama  çıkarmadınız diye kızdıklarını sanırsınız. Hele hatır sormanın yapmacığı... Paltosunu giydi.

— Eyvallah! dedi. Çıktı. Merdivenlerden hızla indi. Sokağa varınca baktı geç kaldığı bir şey yok. Her şey her zamanki gibiydi: Motor gürültüsü; kalkık yakalı, hızlı yürüyen, kayıtsız insanlar. Akaretler durağına yürüdü. Tramvaya binerken kaval kemiği basamağa çarptı. Canı yandı ama aldırmadı. Kalın enseli bir adamın arkasındaki boş yere oturdu. Sami'yi düşündü. "Çıkarılmadık ayakkaplara, şuraya buyurunlara, hatır sormalara rağmen gitseydim acaba kimleri görecektim?"

(Gitseydi B.'yi tanıyacaktı. Bu fırsat kaçtı. İkinci fırsatın bunca çabuk çıkacağını kim diyebilirdi? O da oldu. Dolmabahçe durağında iki yandan gelen iki tramvay yan yana durdular. Başını sola çevirseydi onu görecekti; B.'nin yüzü ondan yanaydı. Ama onun aklı fikri önündeki adamın kulağının ardındaki kirdeydi. Bu kirin biçimi onu müthiş ilgilendiriyordu. Sonunda Matisse'in bir desenine benzetti. İçi rahatladı.)

Karaköy'de de indi. Yemek yedi. Lokantadan çıkınca gökyüzüne baktı: Bulutlu. Yağmur mu, kar mı bir şeyler yağdı yağacak. Oysa yürüyerek sinemaya gitmek istiyordu. Yürüdü de. Yüksekkaldırım'ı tırmanıp Tünel'e varınca köşelerinden birinde kitapçı, ötekinde bakkal dükkânı olan sokağı gördü. Döner dönmez çevresindeki gürültüyü yitirir gibi oldu. Eskiden haftada üç-dört gün yolu burada biterdi. Durup sağ ilerisindeki yapılardan birinin büyük pencereli üst katına baktı. Perdeler açıktı.

"Orada!" Sonra kafasındaki alışverişten utandı. Geri dönüp sokaktan ayrılırken paltosunun yakasını kaldırdı; ellerini ceplerine sokup kalabalığa karıştı. Sinemaya girdiğinde üstü başı az ıslaktı. Önce yüz numaraya girdi, çıktı.

Bir sigara içti. Salon pek kalabalık değildi. Paltosunu çıkarıp ortalarda bir koltuğa oturdu. Gelenlerin çoğu kadın. Bir de belki iki saatlik aylaklar, okul kaçakları... "Şunların arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye olmasın? Tok karın iyimserliği mi yoksa?" Başlama saati yaklaştıkça boş yerler doluyor. Bir kadın yanındaki koltuğa doğru geldi. Kadının yüzünde sanki koyu vişne bir ağızla Romalı heykel burnundan başka bir şey yoktu. Koyu vişne kıpırdadı:

— Sahibi var mı efendim?

Orada duran paltosunu kucağına aldı. Kadın oturdu. Çantasının üstünde uzun tırnaklı uzun parmakları vardı. Az sonra ışıklar sönünce kadın koltuğun ötesine doğru toplandı. Bu çabuk kaçış onu yanındakinin bir yerine gerçekten değmiş gibi üzdü. İçinde kıpkızıl bir öfke kabardı.

"Hay lanet olası. İnsem mi beynine?" Kendini güç tuttu. Bu öfke bir kırgınlık, bir başkalarına küsme duygusuyla karışıktı. Seveceğini sandığı insanlar bunlar mıydı? Perdede dünya haberleri gösteriliyor. Bu "karı" nın yanında kalırsa bir şey göremeyecek. Kalktı. Sıradan çıkarken birinin ayağına bastı. Adam hiç seslenmedi. "— Çüş!" falan deseydi bir yanını kırardı. Gitti ilerde boş bir yere oturdu. Arkasında, alaca karanlıkta belli belirsiz kıpırdayan insan suratlarına meydan okurcasına baktı. Ama onu kimse görmedi. İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu: "Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık.

Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar." Saatine baktı: Dört buçuğa beş vardı. "Eve gidip okusam." Durağa yürüdü.

"Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar..." Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. "Ne adamlar be. Güldüysem güldüm, size ne?" Duramadı orda, yürüdü. Eve gitmeyecek. İçindeki 'sinemadan çıkmış kişi'yi öldürdüler. Sağ kalan sıkıntılı, kızgın. Hep ölçülü biçimli mi davranmak gerek? Kim demiş? Başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhanede içecek. Yolun çivisiz yerinden karşıya geçti. Kayıp giden otomobiller duraksadılar. Bir şoför sövdü. O duymadı. Birahaneye girince ışıkları yaktılar. Bu önüne üç ayaklı yüksek iskemleler sıralanmış temiz çinko tezgâhlı, küçük yere ilk giren oydu. Arkada bir tek masa vardı. Duvardan yana, tezgâhın önüne oturdu. Karşısındaki raflarda boy boy şişeler sıralı. Adam, el alışkanlığı, kuru çinkoyu kurulayarak yaklaştı.

— Ne istersiniz?

Aylak Adam / Yusuf Atılgan

29 Oca 2014

Yaralı olduğunu sanan birisinin hüznüne gazel


Şehir birden başladı, sol tarafta hendekler
işportacılar, dükkancılar ve akşamüstüne gidip gelenler
ve onun hüznü vardı

Şehirler olsun varsındı ve manavlar kapansındı.
evler ince bir buğuya, bir cinselliğe kapansındı

ve onun hüznü vardı

Aksaçlı ortodokslarla dövüşken çocuklar.
aşk romanları ve trafolar ve “Sen ne güzelsin”ler
kendilerini bitmez sansındı

Nalbantlar resamlarla ve bütün tarlalar çarşıda.
hele yılgınlıklar bir sabah temizliğinde
ve bir coşkudan artan sarı bir şeyler vardı

Bir yitik gibi yüceden, bir anı gibi bir sancıdan
ve onun hüznü vardı

“Her şey atılıyordu. Bitmiş sigaralar. otobüs biletleri. kullanılmış pamuklar muayyen zamanlarda. tarifeler. yaz gümrükleri. gazocağı iğneleri. kötü çıkmış resimler. bir yatma. bir evin oniki yıllık badanası. bir tarih kitabı. kazanılmış bir savaş ve sonucu. bir anlamsızlık. ölü bir çocuk ve pabucu. kibritler. sinemalar. Ve.”

onun hüznü vardı

Ah ellerim, ah beni hatırlayan herkes
Bir kötü romanda beşinci kişi gibiyim falan
ve beni tanımayan herkes

Ben aranan bir şeyim bir parça analjezik.
sesim dükkânsızlığın sesidir bir parça aralık
tahta kepenkli tahta kepenksiz bir parça aralık
Sokaklarda.
Havralarda.
Yataklarda.
Dünyada.

ve onun hüznü bir haydudun hüznüdür
biraz da kendinin yaptığı

Littera Amor


I

(bindokuzyüzseksenyılındaonüçtemmuzcumagünühalikarnassosda inmiştir)

Biliyor musun bu akşamüstlerinde ne zaman sizi düşünsem, usuma Lokman’ın Zübdet-ü Tevarih’de I. Mahmut’a (o ünlü mühür kazıcı padişahımıza) karanfil tutan cariye gelip vurur. Eşyanın duru tadında, uzun boylu, uzun yüzlüdür. Yininin korkunç beyazlığı, kapalı, donuk güzelliği, insana cinayetler, kıyımlar, kötücül kutup çiçeklerini düşündürür. Çılgın sevinin ta kendisiyken, öylesine durgun, ezik, solgundur. Sanki bu dünyada değilmiş, bu dünyada hiç olmamıştır.

Ben işte ne zaman sizi düşünsem, bu minyatürü açar bakarım. Onda birden sizi görürüm. Başım döner, bir yerlerde bir şeyler duyarım. O zaman gelir yininin karasevdalı yalımına bırakırım kendimi. Birden aşağılarda bir şey silinir, bana uzak ülkeler, bana denizler, yabanıl meyveler, otlar, kokular bağışlayan o duru, suskun beyazlığınızla kalırım. Hem yalnız ben değil, dünya da, dünyada nice şey de yeryüzünde olduğunu unutur, bu yerküreye yeni gelmiş sanır kendini. Böylece her şey sizin yalın, arı beyazlığınıza bürünür kalır. O zaman işte bana sedir ağaçları, bana eski ceviz sandıklar, lavanta çiçekleri, bin yıllık ağaçlar gibi kokarsınız. Bakamam size. Bakamam çünkü birden her şey aşka dönüşmüştür. Göğül yüzünüz esrir, yeniden belirdiğinde, yeniden umarsız beyazlığınızlayımdır. Durur zaman. Ama ben o duran zamanın içinde, hep onun içindeymişim gibi (bilemiyeceğiniz) kadar mutluyumdur.

II

Ama ben asıl, gençliğim, kocamışlığımın o sarı okul defterlerine yapıştırdığım, beni intiharlara götürecek denli duruk, dalgın, o denli de deli, çılgın, eski çağların o ölümsüz ustalarının çıplak resimlerinde bulurum seni. Büyük kentlerin o ıssız dörtyol ağızlarına birbaşlarına dolaşmaya çıkmışlar, sonra da birdenbire donup kalmışlar, yontulara dönüşmüşlerdir. Hepsi büyük gözlü, masalsı yüzlüdürler. Nesnelerin o sessiz dünyasında (işlevleri sessizlik, yalnızlık yaratmak olan nesnelerin), sanki soluk almıyorlardır. Orta-çağın -güzelim Orta-çağın-kalelerine kapatılmış, sessiz sakin o uzun boylu şövalyelerini bekliyorlardır. Gölgelerin acımasız, buyrukçu baskısı altında, ordan oraya gidip gelirler. Gizemli güzellikleri öylesine çarpıcı, öylesine kendileridir ki, insan bir an onların bir resimde olduklarını unutuverir. Ben de işte binde bir oralardan geçen, eski gezgin ozanlardan öğrenmişimdir o kağıt beyazlığındaki soğuk, kışkırtıcı güzelliklerini (hem bilmem senin benim gibi bu dünyalarda dolaştığın olmuş mudur? Kendini, yalnızlığın kösnül elinde onlar gibi duvardan duvara vurduğun? O her şeyin durur gibi olduğu, etin çığlıklarla bir başına kaldığı, baştanbaşa da yalnız istek olduğu ... )!


Ben senin o duru, ölümcül beyazlığını da, işte böyle bir dünyadan, dünyamıza düşmüş görürüm.

III

(eybenimsevilmişyıkılmışyinim)

Ama beni daha da çılgına döndüren, beni elden ayaktan eden, dünyaları başıma yıkan, o korkunç kar beyazlığınızın da ötesinde, amansız bir baskı, bir barbar yasası ağırlığına dönen, o umarsız yininizin koyduğu dokunulmazlıktır asıl! Belki de benim büyük karabasanım, kıyımım odur. Ölümlere en çok orda gidip geliyorumdur. Ben en çok bunu ne zaman düşünsem, o korkunç çıplaklığınız, ölümcül dokunulmazlığınızla bir an kendimi bir han odasında (han odalarını bilir misiniz? Sevdanın biraz yanığı, kimselerin aşktan, aşkın onmazlığından sağ çıkmadığı han odalarını?) sizinle birbaşıma bulurum. İşte o zaman birden bana dünyaları zindan edenin ne olduğunu anlarım.

Ben ki hiçbir şeyi dokunmadan duyamam anlayamam. Sözcüklere (sözcüklerin yarattığı kansere) bunun için (değil mi ki dokunamıyorumdur) güvenmem. Bunun için de ben, bu yeryüzünde yalnız senin vücudunun koyduğu dokunulmazlığı, bir onu, tek uzaklık diye bilirim. Ben ki bu dünyada herkesler gibi gittim geldim, yüzüm çok güneşler gördü; sesleri, kokuları, bunu, bunsuzluğu, yenilgiyi, utkuyu tanıdım. Elim yerküreye dokundu. Ama yalnız o sizin koyduğunuz korkunç dokunulmazlık sürdü durdu bende. Bir ona yenik düştü. Bir onda yıkıldı, parçalandı, unufak oldu.

Bu yüzden değil midir ki ben ne zaman sizinle olsam, her sefer, yanınızdan küllerle çıktım. Orda sayrılı, varla yok arası kaldım.

IV

Bazen, neden bilmem, seni durup dururken yıkıntılar, ölü denizler, ölü kentler arasında kurduğum olur.

(hem değil mi ki ben bunları sana bir Orta-çağ kentinden yazıyorum; hem yine değil mi ki şimdi bu eski kentin güzelim, küçük, dar sokaklarını, avuç içi kadar alanlarını, dolambaçlı taşlık yollarını, sarnıçları, çıkmaz sokaklarını (ne çok çıkmaz sokak var), eski mendireği, gizli limanı, sonra da Saint-Petrum kalesini, surları, böyle nice nice yıkıntıyı dolaşırken seni düşünüyorum. Öyleyse buna niçin şaşmalıyım?)

Ama ben yine de sizin bana böyle yıkıntılar, ölü kentler, ölü tarih içinden çıkıp gelmenizi anlamıyorum. Ben ki bu dünyaya yeni kuruluyormuş, yeni görüyormuşum gibi bakmışımdır hep. Böylece de, bu dünyada olmak (ki ben orda bir ilk çağlı gibi bulsam da kendimi) bana yetmiştir. Neyse

işte. Seni her zaman usumun yangınlarından kurtarıp kursam, sen bana hep böyle insanlığın haline benzeyen (hem iyi ki öyle, bir insan başka türlü nasıl güzel olabilir?) yıkıntılar içinden gelip vuruyorsun. Belki de bu benim sana hüzünler yaratmak istememdendir. Böylece de insana en yakışan şeyi bulduğumu sanmam, onunla gönenmemdir. Ya da (bu belki çok şaşırtıcıdır ama) birden çok eski çağlara uzanıp, Nefertiti'yi (bilmem niçin Nefertiti?) düşünüp, sana tarihte bir yer aramak istememden geliyordur bu. Kim bilir? Yoksa başka niçin seni böyle yıkıntılar, ölü kentler, ölü tarih içinde kurayım?


 V

Sunu

Böyle sizi resimlerden, ölü kentlerden bu 1980 kışının akşamüstlerine - indirdiğim zaman, neden bilmem, sizi, sizin o buğdaylar, uzun güzel otlar, ırmaklar tadındaki durgun, gizil beyazlığınızı anlatamayacağımı anlarım. Çocukluğumun karne notları gibi o hüzünlü güzelliğinizi siz sanki bu dünya yüzüne hiç çıkarmamışsınız gibi gelir bana. Bunun için de sizi hiçbir şeyle karşılaştıramam. Yine sizin korkunç beyazlığınıza olan o onmaz tutkumun nerden geldiğini bilemem. Belki bu benim yalnız, fukara büyümemdendir. Belki de benim gibi kara kuru bir çocuğun, umarsız İlhan Berk’in, kafasında beyazı (o dokunulmaz olan beyazı) olağanüstü büyütmesindendir. Ama ben onu nasıl büyütmezdim? Benim gençliğimi de (yatağını, kapalı, dökülen bir kadınla paylaştığım gençliğim!) zincirlere vuran hep o değil miydi? Yine belki de bu öylesine karanlık olan kimliğimi, 1918 yılının bir sabahı, hiçbir anlamı da olmasa, herkes gibi bir yerlere yazıp altını çizmememden, onu hiç anımsamamamdan, sonra da bu karanlık, acımasız, anlamsız dünyayı yok saymamdandır. Kim bilir? Bugün Orta-çağ yapıları gibi dökülen beni, sizin yirmi üç yaşınız böyle buldu işte!


Şimdi ne zamandır kapandığım koca bir dağın eteğinde, küçük bir dip odadan bunları size yazarken, benim yıllarca büyüttüğüm hep sizin o onmaz beyazlığınız olduğunu anlıyorum. Bunu bilemiyeceğiniz kadar da böyle bilmenizi isterdim.

26 Oca 2014

Ölüm Hastalığı




Kadını tanımıyor olmalıydınız, onu aynı anda birçok yerde bulmuş olmalıydınız, bir otelde, bir sokakta, bir trende, bir barda, bir kitapta, bir filmde, kendinizde, sizde, sende, geceleri konacağı yeri, içini dolduran hıçkırıkları boşaltacağı yeri arayan kalkmış cinsel organının rasgeleliğinde.
Ona para vermiş olabilirsiniz.

Günler boyunca her gece gelmeniz gerekecek, demişsinizdir.
Size uzun zaman bakmış ve sonra, o halde pahalı olduğunu söylemiştir.
Sonra sorar: Ne istiyorsunuz?

Denemek istediğinizi, bir denemek, tanımaya çalışmak, ona, o bedene, o göğüslere, o kokuya, güzelliğe, şu bedenin temsil ettiği dünyaya çocuk getirme tehlikesine, ne kuvvetli ne de kaslı engebeleri olan o tüysüz biçime, o yüze, o çıplak tene, şu tenle içinde barındırdığı yaşamın çakışmasına alışmak istediğinizi söylersiniz.
Denemek, belki günlerce denemek istediğinizi söylersiniz ona.
Belki haftalarca.
 Belki de tüm yaşamınız boyunca.

Neyi denemek? diye sorar.
Sevmeyi, dersiniz.
Peki başka neyi? diye sorar.
O dingin cinsel organın üzerinde, o bilmediğiniz yerde, uyumayı, dersiniz.
Denemek istediğinizi, o yerde, dünyanın o noktasında ağlamak istediğinizi söylersiniz.
Gülümser, beni de ister miydiniz? diye sorar.
Evet, dersiniz. Hâlâ bilmiyorum, oraya da girmek isterdim. Hem de alışık olduğum şiddette. Onun daha da fazla direndiğini, boşluktan da çok direnen bir kadife olduğunu söylüyorlar.

Bir fikri olmadığını, bilemeyeceğini söyler.

Ateşler



aramızda aşktan daha büyük bir şey var: suçortaklığı.

yalnızlık... onların inandığı gibi inanmıyorum, onların yaşadığı gibi yaşamıyorum, onların sevdiği gibi sevmiyorum... onların öldüğü gibi öleceğim.

alkol ayıltıyor. birkaç yudum konyaktan sonra, artık seni düşünmüyorum.

anne olur: vicdan azabı doğurur gibi doğurur çocuklarını.

ne kadar değişsem de talihim değişmiyor. her şekil bir çemberin içine yerleştirilebilir.

çocuk bir rehinedir. hayat bizi elinde tutar.
aynı şey bir köpek, bir panter veya ağustosböceği için de geçerli. leda şöyle demiş: bir kuğu aldığımdan beri intihar etmekte özgür değilim artık.

artık kendini feda etmemek, hâlâ kendini feda etmektir. fedakarlığını feda etmektir.

iğrenç bir umut var hâlâ içimde. kendime rağmen, içgüdününsürekliliğinin tökezlemelerine bel bağlıyorum; bu da, yüreğin yordamında, dalgınlıkla isimleri, kapıları şaşırmakla eşdeğer. dehşet içinde sana, camille'in ihanetine uğramanı, claude'un yanında başarısız olmanı, seni hippolytos'tan uzaklaştıracak bir rezalet olmasını diliyorum. herhangi bir ayak sürçmesi seni vücudumun üzerine düşürebilir.

aşk bir cezadır. yalnız kalmayı beceremediğimiz için cezalandırılıyoruz.

delinin suçu, kendini tercih etmesidir. bu tercihi; öldürenlerde tiksinti verici, sevenlerde ise dehşet verici buluyorum. sevilen varlık, bu cimrilerin gözünde parmaklarıyla sıkıca kavradıkları bir altın paradan farksız. bir tanrı yalnızca, bir şey... seni bir nesne haline getirmeyi kabul etmiyorum, bu sevilen nesne olsa bile...

hiçbir şeyden korkmamak mı? senden korkuyorum.

mutlu olmak ne tatsız olurdu!

insan, hayatındaki her büyük olay karşısında bakirdir. acımla nasıl başa çıkacağımı bilmemekten korkuyorum.

"yaktığımdan daha büyük ateşlerde yandım... yorgun bir hayvanım, alevden bir kırbaç böğrüme iniyor. şairlerin metaforlarının asıl anlamını buldum. her gece kendi kanımın yangınında uyanıyorum.


 Akhilleus ya da Yalan

Uçakta, senin yanındayken, tehlikeden korkmuyorum artık. İnsan tek başına ölür ancak.
Asla yenilmeyeceğim. Yene yene yenik düşeceğim ancak. Bozulan her oyun, sonunda mezarım olacak aşka beni kapattığından, hayatım bir zaferler zindanında sona erecek. Yalnızca bozgun anahtarları bulur, kapıları açar. Ölüm, kaçağa yetişmek için harekete geçmeli, onda hayatın keskin zıddını tanımamızı sağlayan o hareketsizliği kaybetmelidir. Ölüm bize, uçarken vurulmuş kuğunun, kim bilir hangi karanlık Hikmet tarafından saçlarından yakalanmış Akhilleus'un sonunu sunar. Pompei'deki evinin girişinde dumandan boğulmuş kadın için olduğu gibi, ölüm, öteki dünyada, kaçışın koridorlarını uzatır sadece. Benim ölümüm taştan olacak. Mukadderat'ın iskelelerine, açılabilen köprülerine, tuzaklarına, yeraltındaki bütün yollarına aşinayım. Orada kaybolamam. Ölümün, beni öldürmek için, suçortaklığıma ihtiyacı olacak.

Kurşuna dizilenlerin yığıldıklarını, diz üstü çöktüklerini fark ettin mi? İplere rağmen gevşediklerinden, olan olduktan sonra bayılıyormuşçasına bükülürler. Benim gibi yaparlar. Ölümlerine tapınırlar.

Mutsuz aşk yoktur: sahip olmadığımıza sahibizdir yalnız. Mutlu aşk yoktur: sahip olduğumuza sahip değilizdir artık.

Korkacak bir şey kalmadı. Dibe vurdum. Senin kalbinden daha aşağıya düşemem.

25 Oca 2014

En attendant godot


godot;
kimisine göre tanrı,
kimisine göre aşk,
kimisine göre sevgi,
kimisine göre para,
kimisine göre iş,
kimisine göre aş,
kimisine göre mevki,
kimisine göre makam,
kimisine göre maneviyat,
kimisine göre de maddiyattır.

aslında godot dediğin senin bu hayatta beklediğindir ve o beklediğin şey sırf sen beklediğin için ya da bazen kendiliğinden gelmez.

evet godot gelmez.

ama insanlar onu beklemekten vazgeçmez. hem de neden, niçin, nasıl beklediğinin hiç önemi olmadığı halde.

sadece beklerler. godot gelmez çünkü zaten godot gelmeyenin adıdır aslında.


24 Oca 2014

Gözleriniz çok ses çıkarıyor, albayım.



Gerçek mutluluğun yalnızca erdemin göğsünde bulunduğuna, gökyüzünde kendine çok daha göz kamaştırıcı ödüller kazandırılacağı için erdemin acı çekmesi gerektiğine inanabilir misiniz?

Marquis de SADE,  Erdemle Kırbaçlanan Kadın

İnsanlar, tanrılarını ekmek yer gibi ağızlarına alabiliyorlar. İstedikleri zaman onu adlandırıp çağırabiliyorlar ve açıklayabiliyorlar. Adını çiğneyip bedenini yutuyorlar. Ondan sonra da hala Tanrıdan daha yüce bir şey tanımadıklarını söyleyebiliyorlar.

Elias CANETTI,  İnsanın Taşrası

Çocukların çocuk olma hakları her geçen gün daha fazla reddediliyor.. Dünya zengin çocuklara para muamelesi yapıyor, paranın davrandığı gibi davranmayı öğrensinler diye.. Dünya yoksul çocuklara çöp muamelesi yapıyor, çöpe dönüşsünler diye.. Orta sınıftakileri, ne zengin ne de yoksul olanları televizyona bağlıyor; vakit henüz erkenken tutsak hayatını kader olarak bellesinler diye.. Çocuk olmayı başaran çocuklar çok şanslı, çok büyülüler..

Eduardo GALEANO,  Tepetaklak


Bir şeyler kırılıyordu, bir şeyler kırıldı.. Kendini -nasıl demeli? -dayanıklı hissetmiyorsun artık: Sana bugüne kadar güç veren -öyle sanıyordun, öyle sanıyorsun-, yüreğini ısıtan şey, varoluş duygun, neredeyse önemli olduğun duygusu, dünyaya bağlanma, dünyada kalma duygusu eksikliğini hissettirmeye başlıyor..

Georges PEREC,  Uyuyan Adam

Her şey, ölülerin başını beklemekten iyidir, diye düşünmüştü. Sonra da köyüne dönmüş ve yaşlı annesiyle kucaklaşmıştı. "Ne yaptın oğlum bunca yıl?" diye sormuştu kadın. O da "Hiç" demişti "Durdum öyle."
"Peki, şimdi ne yapacaksın?"
"Yoruldum durmaktan, bir şeyler yapacağız işte."
"İyi de ne?"
"Daha yeni geldim be ana, pişman etme adamı!"
Yasin hiç bir şey yapmayacak ve durmaya devam edecekti. Ölene kadar. Sonra da yok olup gidecekti. Hiç gelmemiş gibi. Dünya üzerindeki insanlardan farklı olarak. Çünkü bütün insanlar bir şeyler yapmış, yapıyor ve yapacaktı. Hatta öldükten sonra bile. Bazıları cennete gidecek, bazıları doğaya karışacak, bazıları da yeniden doğacaktı. Kimse Yasin kadar yok olup gitmeyi göze alamıyordu. Kimse, bir iz bırakmadan kaybolmaya cesaret edemiyordu. Dünyadan gelip geçtiklerine birilerinin tanıklık etmesi şarttı. Varlıklarını süslemek için Yasin hariç, herkesin, içine gömüldüğü bir piramidi vardı. Ama Yasin fazla ölü görmüştü. Hayatı boyunca bir savaş alanında yaşamış gibi. Dünya üzerinde hayatta kalan en son insan kadar ölü görmüştü. Belki de bu yüzden yok olup gitmekten korkmuyordu. Var olmaktan yeterince korktuğu için.

Hakan GÜNDAY,  Az


Her geçen gün biraz daha yükselip yayılarak, o küçük tohumu anımsayıp kendi belleğimi büyütüyorum aslında. Yağmuru, çavlanı, kayaları unutmadan kendi geçmişimi okuduğumda her şeyin kendi tasarımım olduğuna inanarak anlıyorum seni. Ben, beni bulacağın yere gelmiştim. En üzgün, en aç en umutlu olduğun anı kollamıştım, doğru. Her ne kadar bir rastlantı gibi görünse de senin avuntunu saklıyordum içimde. Buluşabilmemiz için. İşte bu yüzden ne zaman gelip dallarımdan birine tünesen, aramızdaki o kanlı yolculuğun hatırına koruyorum seni. Yutkunduğun o kokuyu, benim eşsiz kokumu anımsamadığın için, gün geçtikçe serpilip yayılarak, her mevsim yeşil yeşil katlanarak, bedenimden eğrilerek uzanan gölgeye bakarak, kızıyorum sana. Güzel gözlüm...İçinden geçtiğim soylu Ardıç Kuşu. Kök salmış olsam da şimdi, dalımı titreten güçlü rüzgârlara aldanarak, gidebilmenin buruk umuduyla seviyorum seni.

Sema KAYGUSUZ,  Doyma Noktası


Azizim bu ne fedakarlık!.. Ben bir insanda bu kadar iyilik bulunabileceğine inanayım mı? Belki başka zaman inanırdım... Fakat bugün... Bugün inanmak mümkün mü? Bir insan bir insana kötülükten başka ne yapabilir? Kimi kandırıyoruz? Bana öyle riyakar gözlerle bakmayın! Masum tavırlar beni deli ediyor. Ben de sizin gibi masum suratlar almasını bilirdim... Ama bu suratın arkasında ne saklı olduğunu da biliyorum. İnsan dedikleri mahlukun bütün çirkef taraflarını artık gördüm. Burun buruna nefesini koklayarak gördüm. Hiçbir evliya benim karşımda maskesini muhafaza edemez.

Sabahattin Ali,  İçimizdeki Şeytan 

Sanki dünya da bizim gibi büyümüş ve sihrini kaybetmiş. Çünkü oradan, çok uzaklardan, bambaşka bir yerden kendimize baktık ve sonsuzluğun içinde yalnızca bir toz tanesi olduğumuzu anladık. Sonsuz evrenin içinde bir toz tanesi... Anlayabildik mi gerçekten?

Kürşat BAŞAR,  Başucumda Müzik


Ben de hepinizden farklı bir solucandım kim bilir? Şimdi yarısı ezilmiş yerde yattığı için belli olmuyor. Diğer yarısını yerden kaldırmak için çırpınan Günseli'yi bile acıklı gözlerle izleyemiyor. Gözleri ezilen yarısında kaldı da ondan. Anlayışı da o yarıda kaldı, bütün ümitleri de yaşama isteği de, mühendislik diploması da, iyi durum kağıdı da, çiçek aşısı kağıdı da, altı tane vesikalık resmi de, İsa sevgisi de, bilmem nesi de, yaratma hırsı da, bir türlü atamadığı değersiz evrakı da, Günseli'yi okşamak isteyen elleri, ona dokunmak isteyen derisi de hep ezilen yarısında kaldı. Bu yarısında sadece ölüm acılığı kaldı. Bu nedenle şimdiye kadar söylemek istediklerimizi kısaca özetlemek gerekirse, mezar taşına şöyle yazılması uygun düşer(yazı kabartma olmasın,uzaktan dikkat çeker)Şarkısı yarıda kaldı, aklı da karıda kaldı. Sebep olanların gözü kör olsun.

Oğuz Atay,  Tutunamayanlar


Profesyonel bir sanatçı olma paradoksu. Aslında anlatacak bir şeyimiz yokken tüm hayatımızı kendimizi en iyi şekilde ifade etmeye çalışarak geçirmemiz. Yaratıcığın bir etki-tepki sistemi olmasını istiyoruz. Sonuçlar. Pazarlanabilir bir ürün. Adanmışlık ve disiplinin, tanınmak ve ödüllendirilmeye denk olmasını istiyoruz. Sanat akademisinin tek düzeliğine kendimizi kaptırıp güzel sanatlar master'ı için lisans programına çalışıyor, çalışıyor, çalışıyoruz. Harika yeteneklerimize rağmen ortaya koyacak hiçbir eserimiz yok.

Chuck Palahniuk,  Günce (Diary) 

 Karanlık ve amaçsız yaşam insanı Ötenazi Enstitüsü'ne çekiyor ve intihar herkesi ilgilendiren bir konu haline gelmiş. Nitekim abartmadan denilebilir ki, kimse doğal ölümle ölmüyor. Demek ki ne bilim, ne türlü inançlar ve ne felsefi varsayımlar insanoğlunun ruhsal acısını azaltabilmiş. 

Kim dedi sana ben insanlık için resim yapıyorum diye? Tut ki insanlık yok oldu ve çalışmalarım kara, yağmura, doğanın kör kuvvetlerine teslim oldu; yine de canı cehenneme! Ben hala kendi çalışmalarımdan keyif alıyorum ve bu da yetiyor bana.

Sadık HİDAYET,  Alacakaranlık(Sâyerûşen)


Sonsuz bir döngü içinde hareket ediyorsun. Ne başlangıç var ne son var. Bu döngüde diğer ruhlardan ne "daha iyisin" ne "daha kötüsün"
Tüm döngü kutsal. Sadece neredeysen oradasın.
İnsanların yeryüzünde yarattıkları zorluklardan biri, çoğunun bazı şeylerin "daha iyi" olduğu fikrine sahip olması. Müslüman olmak "daha iyi", Yahudi olmak "daha iyi", Mormon olmak "daha iyi", Hıristiyan olmak, erkek olmak, kadın olmak, muhafazakar olmak, liberal olmak, Fransız olmak, İtalyan olmak, siyah olmak, Asyalı olmak, beyaz olmak, bilmem ne grubunun üyesi olmak "daha iyi"... Liste uzar gider.
Bazılarınızın diğerlerinden daha iyi olduğuna inanıyorsunuz. Bu gerçek değil.

Neale Donald WALSCH,  Tanrı ile Sohbet - Ölümden Sonra

Tümünüz, sen yatağında uzanmış, uzak iklimlerin ve gelecek günlerin şiirlerini düzen ozanım; sen varlıkla yokluğun arasında mekik dokuyan diyalektiksiz konuşamayan filozofum; sen beni doğurduğuna pişman olmadığını söyleyen anam; sen, Kendinden kaçma, kendinden kaçamazsın, bunu gördün
işte diyen
kör sevgilim.
izin verin de çıldırayım

Ferit EDGÜ,  O / Hakkâri'de Bir Mevsim














22 Oca 2014

İnsan kendini anlatınca hiç samimi olmuyor.



Bir isim bulabilirdin ellerine, bir başka isim. Kimsenin tanımadığı ve sevmediğin kadınların kokusunun sinmediği bir isim. Böylece çağırabilirdi anılar seni tozlu raflarda çöreklenmiş bir kitabın ön sözünde. Ön sözü asla okumayan adamlardan değildin sen. Ve sana doğru gelmezdi hiçbir rüzgâr. Anlamlarını bilmediğin kelimelerle yepyeni cümleler kuruyordun. Anlamsız şeylerin bir araya gelip anlamlı olduklarını yap-boz yapa yapa öğrenen bir çocuğun acemiliğiydi saçlarında ki. Sigara kokmanın marifet olduğu zamanlarda tanıdım seni.
Sen sigara kokarken.
Bir isim bulabilirdin gözlerine, bir başka isim. Göz bebeğinin gecenin bir yarısı ağlamalarına uyanmadığın zamanlardan kalma, kalın sözlüklerden bulunmuş anlamsız bir isim. Anlamını bilmek ve söylemek zorunda olmadığın isimlere hayrandın sen. Biliyordum. Çünkü ismimi bir kavanoza tıkıştırırken yakalamıştım seni. Kirpikleri düşen adamları sevmenin marifet olduğu zamanlarda tanıdım seni.
Kirpiklerin düşerken.
Bir isim bulabilirdin burnuna, bir başka isim. Kokunun yatağıma sinmediği ve perdeyi açıp güneşi yatağımıza çağırmadığım zamanlardan kalma. Sevmediğin insanları tanıyorum ve her gece karşı kaldırımda bekliyorlar. Beni. Bizi. Ya da beklediğimiz ufak bir kızın yere düşürdüğü şekerle birlikte ölüyor. Ölmenin marifet olduğu zamanlarda tanıdım seni.
Ölürken.
Bir isim bulabilirdin saçlarına, bir başka isim. Özlemlerin saç diplerinden sarkmadığı zamanlara inat. Kırılmış tabaklardan yemek yerken görmüştüm seni. Ve kırık kalpleri daha çok kırmanın nedenini bilmiyor sokak kedileri. Onlar anlamazlar çünkü. Bende anlamam. Ama bir sebebi olmalı gizlice çöpe attığın artıkların. Kahve içmenin ve aşk kusmanın marifet olduğu zamanlarda tanıdım seni.
İçerken.
Bir isim bulabilirdin kendine, bir başka isim. Teninde kalan tırnak izlerini yeni aşklarla örtmeni gerektirmeyecek bir isim. Seni yeniden sevmenin imkansız olduğu zamanlardan kalma bir nefretle, bir başka isim. Yepyeni bir ismin olursa, seni seveceğimi bilerek. Ve sen sevmeden ellerimden arta kalanları. Saçlarında dalgalanan denizi umursamadan. Olmayan adamları sevmenin marifet olduğu zamanlarda tanıdım seni.
Olmadığında.
Kadınların hep ağladığı zamanlarda tanıdın beni.
Ağlamanın anlamsız olduğu geceler görmedin
Hep bir anlamı vardı çünkü ölen kirpiklerin
Ve bir aşk daha düşmeliydi gözlerinden.
Sen hep düşerken tanıdın beni.
Düştüğünde yoktum.
Ve hiç olmamıştım.
Hiç olmadın.
Hiç.

Buse Beşiroğlu 

Sigur Rós - Valtari


Sigur Rós - Valtari from Sigur Rós Valtari Mystery Films on Vimeo.


19 Oca 2014

Tanı II



10.

Ahlaklılığın Anlamı ile Nedenselliğin Anlamı Arasındaki Karşı Hareket. — Nedenselliğin anlamı arttığı ölçüde ahlaklılığın alanının kapsamı daralır: Çünkü insan gerekli etkileri kavrayıp, bütün rastlantılardan, ve buna ilişkin sonra olacaklardan ayırarak (post hoc) düşünmeyi öğrenince, şimdiye değin törelerin temeli olarak kabul edilen birçok fantastik nedenselliği tahrip eder — gerçek dünya fantastik dünyadan çok daha küçüktür — ve her defasında dünyadan bir parça korkaklıkla zorlama ve yine her seferinde bir parça da törenin otoritesine duyulan saygı kaybolur: Ahlaklılık büyük ölçüde kaybetti. Buna karşın onu artırmak isteyen kimse, başarıların kontrol edilebilmesi için korumayı bilmek zorundadır.

11.

Halk Ahlakı ile Halk Hekimliği. — Bir cemaatte geçerli olan ahlak üzerinde herkes kesintisiz olarak çalışır: Çoğu insan iddia edilen neden sonuç ilişkisi, suç ile ceza ilişkisiyle ilgili olarak örnek üzerine örnek verip, bunu uygun nedenlere bağlamış olarak onaylayıp inancını kuvvetlendirir: Kimileri eylemler ve sonuçlar üzerine yeni gözlemlerde bulunarak bunlardan sonuçlar ve yasalar çıkarır: Çok az sayıda kişi arada sırada itiraz ederek bu noktalarında inancı zayıflatır. — Ama hepsi faaliyetlerinin bütünüyle kaba ve bilimsellikten uzak tarzıyla birbirine benzer; ister örnekler, göz lemler ya da itirazlar olsun, ister bir yasanın kanıtı, güçlendirilmesi, ifadesi, çürütülmesi olsun, — bütün halk hekimliğinin malzemesinde ve biçiminde olduğu gibi değersiz malzeme ve değersiz biçimdir. Halk hekimliği ve halk ahlakı bir bütündür ve hala hep yapılmakta olduğu gibi artık öyle ayrı ayrı değerlendirilmeleri yanlış olur: Her ikisi de en tehlikeli sözde bilimdir.

12.

İlave Olarak Sonuç. — Eskiden bir eylemin başarısının bir sonuç olduğuna değil, bir ilave olduğuna inanılırdı... yani tanrının yaptığı bir ilave. Bundan daha büyük bir şaşkınlık düşünülebilir mi? İnsan eylem ve başarı için özellikle çok değişik yollarla ve uygulamalarla çaba sarf etmek zorundaydı!

13.

İnsan Irkının Yeni Eğitimine Doğru. — Siz yardımsever ve iyi niyetli insanlar, bütün dünyayı istila etmiş olan ceza kavramının uzaklaştırılmasına yardım edin! Ondan daha kötü bir yabani ot yok. Sadece eylem tarzlarımızın sonuçlarına aşılanmadı... ve neden ve etkiyi, neden ve ceza olarak anlamak ne kadar da dehşet verici ve mantığa ters bir durum! — Ama daha ileri gidildi ve olayın tamamen saf rastlantısal karakteri, kavramının bu alçakça yorumlama sanatıyla, masumiyetinden edildi. Evet, delilik o denli ileri götürüldü ki, yaşamın bizzat kendisi ceza olarak duyumsanır oldu. — Durum, insan ırkının eğitimini bugüne kadar sanki gardiyanlar ile cellatlar yönetmiş gibi görünüyor!

14.

Ahlaklılık Tarihinde Çılgınlığın Anlamı. — Eğer insanoğlunun kurduğu cemaatler, bizim zaman hesabımızla binlerce yıl ötesinden ve bütünüyle bugüne değin “töresel ahlaklılığın” ağır baskısına rağmen yaşadılarsa (biz küçük bir istisnalar dünyasında ve aynı zamanda kötülük bölgesinde yaşıyoruz)... eğer diyorum, buna rağmen yeni ve genel çizgiden sapan düşünceler, değer yargıları ve tepiler tekrar tekrar patlak vermişse, bu, dehşet verici bir rehberliğin yönetiminde olmuştur: Hemen hemen her yerde yeni düşüncelere yol açan, saygı duyulan bir geleneğin ya da batıl inancın büyüsünü bozan bir çılgınlık var. Bunun neden bir çılgınlık olması gerektiğini kavrıyor musunuz? Sesinde ve jestlerinde havanın ve denizin şeytani mizacındaki gibi öyle korkunç ve ne yapmak istediği kestirilemeyen bir şey; ve bundan ötürü benzer korkuya ve gözleme değer oluşunu kavrıyor musunuz? Açık seçik olarak tümüyle istemdışılığın belirtisini taşıyan, tanrısallığın maskesinin ve ağız borusunun çılgınlığını karakterize eden saralının kasılması ve köpükleri gibi görünen bir şey olduğunu kavrıyor musunuz? Yeni bir düşünce sahibine artık vicdan azabı değil, onun kendisine karşı hürmet ve dehşet veren ve onu düşüncesinin peygamberi ve şehidi olmaya zorlayan bir şey olduğunu kavrıyor musunuz? — Bugün bize hala durmadan, dehaya bir tuz tanesi yerine bir kuruntu otu tanesi eşlik eder, diye öğretilirken, eski insanlar daha çok nerede çılgınlık varsa, orada bir deha tanesi ve bilgelik olduğunu düşünürlerdi... insanların kendi kendilerine “tanrısal” bir şey diye fısıldadıkları gibi. Ya da daha çok: Yeterince yüksek sesle ifade edilirdi. Platon, bütün eski insanlığıyla: “Malların en büyükleri çılgınlık sayesinde Yunanistan’a geldi”, demişti. Bir adım daha atalım: Dayanılmaz bir şekil de herhangi bir ahlaklılığın boyunduruğunu kırıp yeni yasalar koymak isteyen üstün insanlara, eğer gerçekten çılgın değillerdiyse, kendilerini çılgın yapmaktan, ya da çılgınmış gibi göstermekten başka çare kalmıyordu... yani sadece dini ve siyasi yönetmelik alanında değil, bütün alanlardaki yenilikçiler için geçerlidir: — Hatta şiir veznini yenileştiren kimsenin de kendine çılgınlık onayı alması gerekiyordu. (Çok hoşgörülü zamanlara kadar şairlerin elinde bundan belli bir çılgınlık geleneği kaldı: Örneğin Solon, Atinalıları Salamin’i tekrar fethetmeleri için kışkırttığı zaman bu geleneğe gönderme yaptı.) — “İnsan çılgın değilse ve öyle görünmeye cesaret edemiyorsa, kendini nasıl çılgın yapar?” Eski uygarlığın hemen hemen bütün önemli insanları bu korkunç düşünceyle meşgul oldular. Suçsuzluk, hatta böyle bir düşüncenin ve planın kutsallığı duygusunun yanın da hile ve diyetetik işaretlerin gizli öğretisi de bu zemin üzerinde kök salıp serpilmeye devam etti;

Kızılderililerde büyücü, Ortaçağ Hıristiyanlarındaaziz, Grönlandlılarda Angekok, Brezilyalılarda Paye olmak için hazırlanan reçeteler temelde birbirinden farklı değildir: anlamsız şekilde oruç tutmak, cinsel ilişkiden hep uzak durmak, çöle gitmek veya bir dağa veya bir sütuna tırmanmak veya “bir gölü gören kocamış bir söğüdün üzerine oturmak” ve kendinden geçme veya zihinsel karışıklığı beraberinde getirecek hiçbir şey düşünmemek. Bütün çağların en üretken insanlarının belki de içinde kıvranmış olduğu en acı ve en gereksiz ruhsal ıstıraplar vahşiliğine göz atmaya kim cesaret edebilir! Yalnız ve şaşkın olanların iniltisini dinlersek: “Ah, siz ilahi varlıklar, bana çılgınlık verin artık! Çılgınlık verin ki sonunda kendime inanabileyim! Hezeyanlar ve çırpınmalar, ani aydınlıklar ve karanlıklar verin, korkutun beni hiçbir faninin hissetmediği şekilde ateş ve buzla, gümbürtü ve etrafta dolaşan şekillerle, ağlatın ve inletin beni, bir hayvan gibi, süründürün yerlerde: Yeter ki ben inançlı biri olayım! Şüphe yiyip bitiriyor içimi. Yasayı öldürdüm, yasa beni, bir cesedin canlı birini korkuttuğu gibi korkutuyor: Eğer ben, yasanın daha fazlası değilsem, o zaman dünyanın en alçak insanıyım. İçimde olan yeni ruh, eğer sizden gelmiyorsa, nereden geliyor? Size ait olduğumu ispatlayın bana; bunu sadece çılgınlık ispatlıyor bana.” Bu tutku amacına en iyi şekilde ve çabucak ulaştı: Hıristiyanlığın azizlere ve çöl münzevilerine en zengin bir şekilde verimli olduğunu ispatladığı ve kendisini bu sayede ispatladığını sandığı zamanda, Kudüs’te büyük tımarhaneler vardı; bunlar en son tuz tanelerini bu uğurda teslim etmiş olan başarısız azizler için yapılmıştı.

15.

En Eski Teselli Araçları. — Birinci Basamak: İnsan her keyifsizlik ve talihsizlik durumunda bundan dolayı başkasına acı çektirecek bir şey bulur... bunu yaparken mevcut gücünün bilincine varır ve bu onu teselli eder. İkinci basamak: İnsan her rahatsızlık ve talihsizlikte bir ceza, yani suçun kefaretini ve kendini gerçek veya var sayılan bir haksızlığın kötü tılsımından kurtaracak bir çare görür. Eğer talihsizlik menfaati getirdiğini görürse, o zaman başkasının talihsizliğinden dolayı acı çekmesine gerek duymaz... bu tarzda tatmin olmaktan vazgeçer; çünkü şimdi bir başkasına sahiptir.

Tarih Kavramı Üzerine II



VII

Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız “olağanüstü hal”in gerçekte kural olduğunu öğretir. Yapmamız gereken, bu duruma uygun düşecek bir tarih kavramına ulaşmaktır. O zaman gerçek anlamda olağanüstü hal’in oluşturulması, gözümüzde bir görev niteliğiyle belirecektir; böylece de faşizme karşı yürütülen kavgadaki konumumuz, daha iyi bir konum olacaktır. Faşizmin bir şansı da, faşizme karşı olanların onu ilerleme adına tarihsel bir kural saymalarıdır.

Yaşadıklarımızın yirminci yüzyılda “hâlâ” olabilmesi karşısında duyulan şaşkınlık, felsefe anlamında bir şaşkınlık değildir. Bu şaşkınlık, kendisine kaynaklık eden tarih anlayışının savunulamayacağı bilinmediği sürece, hiçbir bilme sürecinin başlangıcını oluşturamaz.

VIII

Uçmaya hazırdır kanatlarım dönmek isterdim elbet geriye çünkü o zaman canlı olarak bile kalsaydım azalırdı şansım yine de.

GERHARD SCHOLEM,

 Angelus’tan Selam Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.

IX

Manastır kurallarınca, rahipler üzerinde derin düşüncelere dalsınlar diye saptadıkları konuların görevi, rahipleri dünyadan ve dünyada olup bitenlerden uzaklaştırmaktı. Burada izlediğimiz düşünce biçimi de benzer bir amaçtan kaynaklanmıştır. Faşizmin karşıtlarının, umut bağladıkları politikacıların yere serildikleri ve yenilgilerini, kendi davalarına ihanet ederek, daha da pekiştirdikleri bir anda bu düşünce biçiminin amacı, politika dünyasını bu hainlerin ağzından kurtarmaktır. Gözlerimizin çıkış noktası, bu politikacıların ilerlemeye olan körü körüne inançlarının, kendi “kitle temellerine” duydukları güvenin ve son olarak da kendilerini tam bir köle tutumuyla, denetlenmesi olanaksız bir aygıtın dişlilerine dönüştürmelerinin, aynı şeyin üç ayrı yönünü oluşturduğudur. Bu gözlem, sözü edilen politikacıların savunmayı sürdürdükleri düşünceyle her türlü ortaklıktan kaçınan bir tarih anlayışının, bizim alışılmış düşünce biçimimize ne denli pahalıya patlayacağı konusunda bir fikir vermeye çalışmaktadır.

X

Başlangıçtan bu yana sosyal demokraside var olan konformizm, sosyal demokrasinin yalnız siyasi taktiklerine değil, ama ekonomik düşüncelerine de bulaşmıştır. Bu konformizm, daha sonraki çöküşün nedenlerinden biridir. Hiçbir şey Alman işçi sınıfını, kendisinin de akıntıyla birlikte yüzdüğü düşüncesi kadar yozlaştırmamıştır. Bu sınıf, teknik gelişmeyi birlikte yüzdüğü akıntının bir çavlanı saydı. Buradan, teknik ilerlemeye götürdüğü söylenen fabrika çalışmasının siyasal bir edim olduğu yanılsamasına uzanan yol, artık yalnızca bir adımlıktı. Eski Protestan çalışma ahlâkı, Alman işçi sınıfı saflarında, laik bir görünüm içersinde dirilişini kutlamaktaydı. Gotha Programı, bu kargaşanın izlerini taşımaya başlamıştır bile. Bu program, emeği “tüm zenginliğin ve kültürün kaynağı” diye tanımlar. Kötü bir şeyler sezen Marx, buna verdiği yanıtta, çalışma gücünden başkaca mülkü bulunmayan insanoğlunun “zorunlu olarak, kendilerini mülk sahibi konumuna getirmiş... öteki insanların kölesi olacağını” söylemiştir. Ama kargaşa, bundan etkilenmeksizin yaygınlaşmayı sürdürdü ve kısa süre sonra Josef Dietzgen, şunu ilan etti: “Emek, yeniçağın Mesihinin adıdır... Zenginlik... emeğin geliştirilmesidir ve bu zenginlik, şimdiye kadar hiçbir kurtarıcının başaramadığını başarabilir.” Emeğin ne olduğuna ilişkin bu ilkel- Marksist kavram, çalışanların, bu çalışmanın ürününü denetleyemedikleri sürece, ondan nasıl yararlanabilecekleri sorusu üzerinde fazla durmaz. Bu kavram toplumsal gerilemeleri değil, yalnızca doğaya egemen olma yolunda atılan adımları gerçek diye benimsemek ister. Sonradan faşizmin çatısı altında ortaya çıkacak olan teknokrat çizgiler, bu kavram içersinde belirginleşmiştir.

Bu çizgilerden biri de, 1848 Devrimi’nden önceki sosyalist ütopyaların doğa kavramıyla gelecek için hiç de iyi şeyler vaat etmeyen bir farklılık sergileyen doğa kavramıdır. Yeni anlayışa göre emek, doğanın sömürülmesi amacına yöneliktir; bu durum naif bir tatmin duygusuyla, emekçi sınıfın sömürülmesiyle karşılaştırılır. Fourier gibi biriyle alay edilmesine malzeme sağlamış fantaziler, bu pozitivist anlayışla karşılaştırıldığında şaşırtıcı biçimde sağlıklı gözükmektedir. Fourier’ye göre iyi bir yapıya kavuşturulmuş toplumsal emeğin sonucunda dünyamızın gecesi, dört ay tarafından aydınlatılacak, kutuplardaki buzlar geri çekilecek, denizin suyu artık tuzlu bir tat taşımayacak ve vahşi hayvanlar insanların hizmetine gireceklerdi. Bütün bunlar, doğayı sömürmek şöyle dursun, olası yaratılar niteliğiyle o doğanın kucağında uyuklayanları uyandırabilecek bir emeği sergilemektedir. Yozlaşmış bir emek kavramının çerçevesine, onun tamamlayıcısı olarak, Dietzgen’in deyişiyle “bedavadan var olan” doğa da girer.

XI

Tarihi gereksiniyoruz, ama bilginin bahçesinde aylak aylak gezinen bir şımarığınkinden farklı bir
biçimde.

NIETZSCHE,

 Tarihin Yaşam için Yararı ve Zararı Üzerine.

Tarihsel bilginin öznesi, kavga eden, ezilen sınıfın kendisidir. Marx’ta bu sınıf, özgürlük hareketini kuşaklar boyunca ezilmiş olanlar adına tamamlayan, öz alan, köleleştirilmiş son sınıf olarak ortaya çıkar. “Spartaküs Hareketi”yle kısa süre için bir kez daha gerçeklik kazanacak olan bu bilinç, sosyal demokrasiye eskiden beri itici gelmiştir. Sosyal demokrasi otuz yıllık bir süre içersinde, bir önceki yüzyılı yerinden oynatmış olan bir adı, bir Blanqui’nin adını neredeyse tümüyle silmeyi başardı. İşçi sınıfına gelecek kuşakların kurtarıcısı rolünü yükleyerek, kendini öne çıkarmayı yeğledi. Böylece bu sınıfın en büyük güç kaynağını kurutmuş oldu. İşçi sınıfı bu okulda hem nefreti, hem de özveri istencini unuttu. Çünkü bunların ikisi de özgürlüğüne kavuşmuş torunlar idealiyle değil, ama köleleştirilmiş ataların imgesiyle beslenir.

Pasajlar / Walter Benjamin

17 Oca 2014

Sanki tüm hayatım boyunca yanlış melodiyle dans etmiş gibiyim



Düşlemeyi bıraktım.. Bağırmayı da.. Ağlamayı da bıraktım.. Sigarayı bırakamadım….. Okumayı bıraktım.. Düşünmeyi bırakamadım ..

Uyumayı unuttum, yıkanmayı, kedilerimi sevmeyi, yemek yemeyi de.. Zaten mutfak leş gibi, izmaritlerle dolu tabaklar, saçlarımı kazıttım..Kimseyle konuşacak bir şeyim kalmadı.. bekliyorum…

Oğuz ATAY

"biz bilmiyorduk.
bilmiyorduk yürekte kılıçla gezmenin olası olduğunu.
dahası bunun istenir bir şey olduğunu.
kadınla erkeğin ayrı dilleri olduğunu.
üstlerine kılıf geçirilmiş boğucu eşyalarla dolu bir odanın aşk olduğunu
...
bunun dışında kalan her şeyin anarşi olduğunu."

Lale MÜLDÜR


düşünce insanın içine düşünce, yolun yarısı tamam. yani varılır bir yere, önceki noktada değilsindir artık ve dönemezsin.


Zaman zaman patlayan, bizi yaralayan ve içimizi dağlayan, bizden iniltiler, gözyaşları ve beddualar koparan sayfalar okuyorsak, bilin ki bunlar sırtı duvara dayalı, tek savunması sözcükler olan biri tarafından yazılmıştır; sözcükler dünyanın yalancı ve ezici ağırlığından, yüreksizlerin kişilik mucizesini çökertmek için yarattığı işkence aletleri ve çarklardan her zaman daha güçlüdür.

 .......

Her sabah uyandığımda hayata karışmak için özel bir çaba sarfediyorum.
Yüzüme taktığım maske mi gerçek, yoksa altında saklı olan ve benim “ben” demekten çekinmediğim varlık mı? Her şey sahte, gerçekten nasıl güldüğümü bile hatırlamıyorum. Yüzüm, gülüşüm, bakışlarım önceden tasarlanmış, dış dünyadan korunmak için bir kabuk gibi kullanıyorum onları. Sesime bile dayanmam mümkün değil ...

İngmar BERGMAN - Persona


 İnsana kendi yaşamı bile büyük geliyor kimi zaman; ne yapsa, kimi sevse, kimlerce sevilse, hangi işlerle uğraşsa ve nerelerde gezip dolaşsa, bir türlü dolduramıyor. Her şeye karşın, ele geçirilemeyen derin boşluklar kalıyor önümüzde arkamızda.

Hasan Ali TOPTAŞ


Yahu, iç sigaranı.
Benim kadar çok içmek de iyi değil tabii.Ama başka keyif maddesi kalmadı hayatımda.
İçki de içemiyorum artık.
Belki bir yere kadar az içebilirim, ama öyle yapacağıma, hiç içmem daha iyi.Her şeyim öyledir.İçkiyi içtim mi çok içerdim.
Sevgim de öyledir.

Tomris UYAR


 Böylelikle geçiyor yıllar sonsuzluğa uzanan kabuslarla, bir ceset yürüyor mezarlığa.

Metin KAÇAN


 Çiçeğini geri isteyen bir toprak keseğiyim ben.
Yontulup biçim verilmiş bir göğüs var mı dünyada, seninkinden ışıltılı? Sormak ölmektir.

René Char


 içini yakan düşüncelerden bitap bir hale gelince, bu mutlak hiçliğin kucağına atlıyordu.

Sabahattin ALİ


aklımı kaçırdığıma dair bir dedikodu yayıyorlar.
doğru değil bu,
aklımı kaçırmadım,
aklımdan kurtuldum…

Ronald SUKENİCK

 Bir kum tanesiyim ama çölün derdini taşıyorum
Sevgilim, gücümü ölçme benim.


 

Ama artık gitmek geliyor içimden. Bir sabah masmavi bir bulutun peşinden, dönüşü olmayan yerlere.

 /Ataol Behramoğlu

16 Oca 2014

The Waves



Bir ağaç mı aramalıyım? Bu birbirinin aynı odaları, kitaplıkları, Catullus okuduğum geniş sarı sayfayı, ormanlar, kırlar içerisinde bırakmalı mıyım? Kayın ağaçları altında yürümeli ve ya da ağaçların sevgililer gibi suda buluştuğu ırmak kıyılarında dolaşmalı mıyım? Fakat doğa bitkilerle çok kaplı, çok yavan. Yalnızca böyle genişlikleri, yükseklikleri, suyu, yaprakları var. Ateş ışığını, gözden ırak olmayı, bir tek kişinin kollarını, bacaklarını istemeye başlıyorum.

“İstemeye başlıyorum.” dedi Louis, “gece olmasını. Burada elim Mr. Wickham’ın kapısının damarlı meşe ağacından aynalığı üzerinde dururken Richelicu’nün bir arkadaşı ya da krala enfiye kutusu uzatan Dük Saint Simon olduğunu düşünüyorum. Bu benim ayrıcalığım. Şakalarım “söndürülemez bir ateş gibi yayılıyor saraya.” Düşesler öylesine beğeniyorlar ki küpelerinden zümrütler koparıyorlar -ama bu roketler en iyi karanlıkta, geceleri benim yatak odamda yükseliyor. Ben şimdi sömürge aksanıyla konuşan, elini Mr.Wickham’ın damarlı meşe ağacından kapısına vurmak üzere kaldıran çocuğum yalnızca.  Gün, gülünç olma korkusuyla örtbas edilmiş alçaklıklar ve zaferlerle doluydu. Okulun en bilgilisiyim. Ama, karanlık bastırınca bu kıskanılmaya değmez bedeni bir yana bırakıyorum -kocaman burnumu, ince dudaklarımı, sömürgeli aksanımı- boşluğa yerleştiriyorum. Ondan sonra ben, Virgillius’un yoldaşıyım, Planton’un. Sonra ben, Fransa’nın büyük hanedanlarından birisinin son mirasçısıyım. Ama ben, aynı zamanda bu rüzgârlı, ay ışığı ile aydınlanmış yerleri, bu gece yarısı dolaşmalarını bırakabilmek için kendisini zorlayacak olanım, damarlı meşe kapılarla yüz yüze gelecek olanım. Hayatımda elde edeceğim şey -inşallah uzun sürmez- böylesine iğrenç biçimde önümde açık seçik duran bu iki karşıtlık arasında devsi karışım olacak. Acılarımdan yapacağım bunu. Kapıyı çalacağım. İçeri gireceğim.

Niteliksiz Adam II.




Bu doğrultuda olmak üzere, bilmek, yabancı bir şeyi kendine mal etmekten başka bir şey değildir, insan, o şeyi bir hayvan gibi öldürür, parçalar ve sindirir. İnanç, artık değiştirilmesi mümkün olmayan, donmuş ilişkidir. Araştırma, sabitleme ile eş anlamlıdır. Karakter, kendini değiştirme tembelliğidir. Bir insanı tanımak, ondan artık nerdeyse hiç etkilenmemektir. Anlayış, bir tür bakıştır. Hakikat, nesnel ve gayri ihtiyari düşünmeye yönelik başarılı girişimdir.

Ulrich, bu tutumu çok iyi tanıyordu. Bu noktada belki de ruhçuluğa karşı bir teşekkür borcunu yerine getirmek gerekiyordu; çünkü ruhçuluk, ölmüş kadın aşçıların öbür dünyadan verdikleri raporları hatırlatır ve komik bir şekilde, Tanrıyı olmasa bile en azından ruhları, karanlıkta insanın boğazından soğuk bir yemekmişçesine kaşıklamaya yönelik kaba metafizik ihtiyacı doyurmak peşindeydi. Eski zamanlarda Tanrı ya da onun yoldaşlarıyla kişisel bir temas kurmaya yönelik olan ve söylendiğine göre bir tür esrikliği andıran bu ihtiyaç, zarif ve kısmen de hayranlık verici şekillenmesine rağmen yine de yeryüzündeki kaba tutum ile, son derece alışılmadık nitelikte ve belirlenebilmesi olanaksız bir sezgi durumunun yaşantılarının birbirine karışmasını temsil ediyordu. Metafizik olan, bu durumun içine yerleştirilmiş fiziksellikti, dünyevi isteklerin bir yansımasıydı, çünkü insan ona baktığında, yaşanılan zamanın ürünü olan tasarımların insanda görebileceği beklentisini çok canlı bir biçimde uyandırdıkları ne ise, onu görüyordu. Ama öte yandan özellikle zekanın tasarımları, zamanla değişir ve inandırılıcığını kaybeder; bugün birisi kalkıp Tanrının kendisiyle konuştuğunu, onu şakacı bir tavırla saçlarından yakalayıp kendi katına çektiği veya nasıl olduğu tam anlaşılamayan, fakat çok tatlı bir şekilde onun göğsüne süzülüverdiğini anlatmak isteyecek olsa, içinde yaşantılarını dile getirdiği bu tasarımlara hiç kimse inanmazdı ve inanmayanların başına da doğal olarak Tanrının resmi hizmetkarları gelirdi; çünkü aklı temel alan bir çağın çocukları olarak bunlar, histerik yandaşlarınca gerçek yüzlerinin sergilenmesi ihtimali karşısında çok insani denilebilecek bir korku duyarlar. Bunun sonucunda insanın gerek ortaçağda gerekse antikçağ putperestliğinde örnekleri çok ve açıkça mevcut bulunan yaşantıları hayal ürünü ve hastalık belirtileri saymak zorunluluğuyla karşılaşması, ya da bunların şimdiye kadar içine dahil edildikleri mistik bağlantıdan farklı bir şey içerdiği ihtimalini hesaba katmasıdır; bu noktada, salt bir yaşantı çekirdeğinin varlığı söz konusudur; bu çekirdeğin katı deneyim ilkelerine göre de inandırıcı olması gerekecektir; böyle bir durumda da söz konusu çekirdek, bundan üst dünyaya ait ilişkilerimiz konusunda ne gibi sonuçlar çıkarilabileceği şeklinde ikinci soruya gelinmezden çok önce, doğal olarak çok önemli bir mesele niteliği kazanacaktır. Ve teolojik aklın düzenine yerleştirilmiş olan inanç, her alanda bugün egemen olan aklın kuşkularını ve çelişkileriyle amansız bir savaş vermek durumunda kalırken, göründüğü kadarıyla mistik kavrayışın çıplak, geleneksel bütün kavramsal inanç kabuklarından soyulmuş, eski dini tasarımlardan çözülmüş, belki de artık sadece dinsel diye adlandırılması neredeyse imkansız temel yaşantısı gerçekten de çok yaygınlaşmıştır ve bu yaşantı, gündüz vakti yolunu kaybetmiş olan bir gece kuşu gibi zamanımızda bir hayaletin kanat çırpışlarıyla dolanıp durmaktadır.

12 Oca 2014

Tom Day / Never Give Up

 

sevin onu çok güzel o.

Aşk İçin İstediğimiz Başka Hayvanlar




Yalnızım. Bir tek ben yalnızım. Ah.

Ev 60m2. sıcaklık gölgede 35. nem oranı %90. İstanbul.

"a"larla "e"ler arasında, tığ sabrıyla, muşambalar arasında, bütün doğularla bütün batılar arasında, kendi doğularını kemiren doğularla, güneyle kuzey, buzla buhar, kararla kararsızlık, yerlerle yersizlik, aşksa aşksızlık, halkla halksızlık, haklılarla, hakka tapanlarla, tapanlarla tapmayı reddedenlerle, reddin sığlıklarıyla olmanın uçurumları arasında, sıkıntıyla sıkıntıyla, it gibi voltalıyorum sıkıntıyla, karış karış evi fırdönerek, her dönüşte koltuk, kitaplar, fotoğraflar, köpekler, ihanetler, pencere, yatak, hayaletler, türk'iye, pencere, içimdeki tarifsiz sıkıntıyla, üzüntüyle, modası geçmiş duygularla, uzam diye bir şey bırakmamış o meret klostrofobiyle, sokağa çıksam aklımı, kalbimi piranhalar gibi gündelik rutin bir iştahla didikleyen türkislamsentezi efendiler, serok apo ve anıtkabirde bir türlü yatamayıp heykelleriyle askerleriyle üstüme üstüme binlerce ata ve hangi düşmana sıkılı sol yumruklar kol kola halayda ben bu çemberi cart diye yırtıp nasip olursa, it gibi voltalıyorum, bir günde kilometrelerce metris voltalaması şampiyonu ben bu evde de bostan beygiri tavında, ah!

İt gibi voltalıyor, it gibi uluyorum. Savulun yallah! İç sıkıntım

ha taştı ha taşacak dışıma–

Zaman geçmiyor, birikiyor insanın etrafında.

Ve ben ki, sık sık yerçekiminden kurtulup dünyadan kayan cinslerdenim, bu pis pis dünyanın 10 kat hızında volta voltalamazsam n'olayım!

Ah.

Yazmayı engelliyor da bu döngü, yazmak için bütün nedenlerimi de ufalayıp erteliyor da, hem bitirmeden elinde tutmak, zamanı da istediğim kadar geride tutma olanağı sağlıyor da, yazılarla ben yıllardır bu sapmış olanakla..

Her şey boş, diyor bir Ermeni şarkısı. Her şeyin içinin dolu olduğu bir zaman varmış. Ah. Hem benim aklım, bilincim öyle depolanmış beynimde durmuyor, onları orda düzenlemek, bir sisteme sokmak sonra da size sunmak kim ben kim!

"ne iş yapıyorsunuz?"

"ne yazıyorsunuz?"

voltalıyorum, voltalıyorum kelimeler içimdeki öfkeyle yan yana tırısa kalkacaklar az kaldı tırısa kalkıp kırılacaklar az kaldı… Ana Dil'imi kopartacağım az kaldı, piç piç heceler ağzımdan çitalar gibi fırlayacaklar da bir böğürtü dili konuşturacağım az kaldı

Ah.

11 Oca 2014

Dördüncü Şarkı



Baharın son günleri; kömürlükler arasında
Çamaşır ipleriyle kesilen
Üç ağaçlı bahçemizin yanındaki papatyalı arsaya bitişik
400 -Sert kaldırımlı ve yokuşu dik
Yolda, ayakkabılarımın burnunu
Çarpmamaya çalışarak sekiyorum. (Becermek
mümkün değil bunu.)
Bir satıcı eşeğinin küfeleriyle sığmadığı dar
Boğazı aşıyorum
405- Ve servi ağaçlarıyla kasvet
Ve daha birtakım ağır duygular veren
Küçük meydana ulaşıyorum.
Burada duvarları yıkık
Bir mezarlık ve içinde bir türbe,
410- (Yıllar sonra gördüğüm Karacaahmet Mezarlık
Bankasının -tövbe de-
Yanında “bir küçük hesap sahibi” sayılırdı.)
Türbenin parmaklıklarına düğümlenmiş çaputları.
Sudan çıkarılmış bir ölünün parmaklarına takılı
Yosunlar gibi görürdüm. Ve duvarın önündeki kara çalı,
415 -Bana ölümün taştanlığını anlatan bir hocaydı
kara sakallı.
Çarpık mezar taşları arasında,
Ölülerin beslediği çimenlerin ortasında
Türbedeki taş tabutlar kadar
Kayıtsızca uzanmış çocuklar.
420- (Korkuları yaşları kadar)
Oysa,
Saffet Ağabeylerdeki ortanca hizmetçi Gülsüm Abla,
Anlatırken ne biçimde gidilir cehenneme
Ve bakarken namaz kılan anneme
425- Bir eksiklik duyardım ölümün icaplarına dair
İçimde. Şair
Ve mimar Cemil Uluer, buruşuk derisi ve dişsiz ağzıyla
Gülsüm Abla da her akşam vaazıyla
430- Korkuturdu beni. Hayattayken sağ elle burun silmenin
Ve öldükten sonra kıyamette,
(Cehennemde veya cennette)
Her kılında bir mızıka bulunan Deccal’ın eşeğini
bilmenin
Günah olduğunu öğrenmiştim.
435- Zavallı Selim, zavallı Selim:
Kendi kendimi yerdim
Ne yapmalı, ne yapmalı, diye
Oysa küçük hizmetçileri Hediye.
Boş verip bütün bu cezalara,
440- Hazreti Yusuf’un kuyuda çektiği ezalara,
Adem’in buğday ağacından memnu meyveyi
Yemesine -yoksa elma ağacı mıydı?-
Kıyamet günü yanlışlıkla çevirince başını
Mızıkalı eşeğin sesine, nasıl yanılacağına, kaşını
445- Fazla almanın da ayrıca günah olduğuna,
Sağ elle temizlenen bütün pisliklerin cehennemde
Boğazına dolduğuna
Yüzünü çok yıkayan kadının
Bu nedenle alnının yazısını okuyan kadının
Başına gelenlere
450- Aldırmazdı. Şu karşıki apartmandaki Helen’lere
Kaçarak dudaklarını boyardı.
Benimse çok daha ciddi niyetlerim vardı.
Türbenin hemen yanında, gene dar bir sokakta,
Kerpiç bir evde, fakir arkadaşım Sabri’yle, sıcakta,
455- Ter ve yıkanmış kilim kokan odasında konuşuyoruz.
Pencereden giren güneş sefaleti keskinleştiriyor.
Temmuz
Ayının bitkinliği ve ölüm korkusu
Kelimeleri ağırlaştırırken, terimi silmiyorum
Dinsel bir korkuyla. Daha, “Eüzü mineşşeytanı
racim”i bilmiyorum
460- Başlamak için duaya. Sabri bir din adamının yavaş
Hareketlerini taklit ediyor. Bende saygılı bir telaş,
Namaz surelerini ezberlemekle geçiriyoruz
Bizi ölüme yaklaştıran zamanı. Yıl bin dokuz yüz
kırk dokuz.
Ankara’nın bütün küçük kubbeli camilerini
465- Ve kararmış kiremitli mescitlerini dolaştık.
“İnna ateyna
Kelkevser, fesalli lirabbike... hüvel ebter.”
Körpe dizlerde derman biter
Yatsı namazında, yanlış mırıldanılan kelimeler sırasında
Palabıyıklı, sakallı ve yırtık çoraplı cemaat arasında
470- Dini bütün iki Türk çocuğu kilimler üstünde yatar
kalkar
Sürekli (kendine amansız.) İlahiler, dualar...
Allahın peşinde
Yirmi bin fersah. Temmuz güneşinde, ağustos güneşinde,
Kirli şadırvanların çamurlu taşlarına
475- Uzatırlar ayaklarını yalnız başlarına.
Tozlu ayakları çamurlaştıran sular,
Avuç içinden bileklere, dirseklere kayar.
Hangi elimle yıkayacaktım hangi kulağımı?
Ne tarafa dönecektim? “Selamlasana sağını!”
480- Pabuçları çalarlar mı dersin Sabri?
Duydun mu gazetedeki haberi
Pabuç hırsızlarına dair?
“Haydi Selim, herkesle birlikte çevir
Sola başını.” Neden Sabri bu ilahiyi öğretmedi bana?
485- Hiç olmazsa biraz dudaklarını oynatsana!
Şol cennetin ırmakları, akar Allah deyu deyu.
Öğle namazında güneş, yakar Allah deyu deyu.
Geç katıldı bu kervana, Allahım yakındır sana,
Bir o yana bir bu yana, bakar Allah deyu deyu.
490- Burası Allah yapısı, açılsın cennet kapısı,
Bu imtihansa hepisi çakar Allah deyu deyu.
Bu kervanda herkes yaya, rastlanmaz beye, ağaya,
İnsan aklını duaya, takar Allah deyu deyu.
Dualar bağlı toprağa, düşünce saplı batağa,
495- Gene camiden sokağa, çıkar Allah deyu deyu.
Selim Işık yaz dindarı, yetti ona bu kadarı
Cemaat kışın ne yapar, bilmez artık orasını
Hacı Bayram Camii’nin çevresindeki küçük
evlerden birinde.
Yeni bir rüzgâr esti (olumsuzluk rüzgârı). Yokluk
Tanrısının emrinde.
500- Yeni bir savaşa katıldı bütün kavgaların yedek
neferi Selim.
(Ben neyim, ne değilim?)
Herkes mutlu ve sorumsuz
Herkes olumlu, ben olumsuz.
Yaşıtlarım, artık uzun pantalon giymenin
bağımsızlığını yaşarken
505- Okulun paydos ziliyle hemen sokağa taşarken
Yıkıcı fikirleriyle aklımın ince örgüsünü karıştıran
Otuz üç yaşında benimle söz yarıştıran
Nihat Ağabeyin yanında işim neydi?
Gene böyle yıldızlı ve ılık bir geceydi
510- Kardeşim Süleyman; “Hiç, ama hiçbir şey yapmadık,”
derken.
Karşımda, bardak bardak koyu çay ve paket paket
ucuz sigara içerken
Çırpınıyordum: Dumlupınar, Sakarya
İstanbul’un fethi, Kosova
Birden başını kaldırıp gülümseyiverdi
515- Kara bıyıklarının arasında ışıldayan beyaz dişleri
Bütün inançlarımı eritti.
Anlıyorsun, bilinç, inanç bugünün sözcükleri
O, şuur ve tahripten bahsederdi.
Bunca Türk büyüğünün -bir kitaba göre elli kadardı-
520- Kazandığı bütün savaşları kaybettim orada,
(Ahşap evin beyaz perdeli odasında)
Ne Mohaç, ne Mercidabık, ne yeni, ne sabık
Zaferlerimiz dayanmadı. Yalnız kromda ve güreşte
birinciydik artık.
Eski kahramanlıklardan başka

525- İleri sürecek neyimiz kalmıştı dokuz yüz kırk dokuzda.
Selim Işık yenilmişti, bitmişti.
Neyse tam o sırada, Marşal Amca yetişti.


Tutunamayanlar / Oğuz Atay

4 Oca 2014

Aşkın cep defteri



Aşk, bin defa.

Kimine hiç, kimine bin defa.

Farklı yaşların ceplerinde unutulmuş, kâğıda dökülen ya da kâğıttan dökülmüş hatıralarıyla, aşk bin defa.

Aşk demek, belki bu sefer olur, demek.

Aşk kendini tekrarlayarak kanıtlar. En çok da sahibine.

Kalbinden emin olmak iyidir. Sahibini sağlamlaştırır.

Aşk öğretir, aynı hataları yinelememen için, ama yine aşk yüzünden yinelersin.

Aşkın insana öğreteceği pek çok şey ve pek az şey vardır. Aşk da hayatın diğer öğretmenleri gibi büyük ölçüde öğrencisine bağlıdır.

Kırk altı yaşında yazmaya başlıyorum bu metni ve yıllar sonra yeniden âşığım, sevgilim yirmi bir yaşında ve aramızda duran zaman hem çok var, hem hiç yok, bir gidip bir gelerek katediyoruz aramızda yaratılmış yeni zamanı.

Bu yaşımda acıyla öğrendiğim bir gerçek. (Neden şuncacık bir gerçeği bile öğrenebilmek için, bunca yıl bekler insan? Yalın kural: Hayat her şeyi bir kerede öğretmiyor.)

Çok iyi bir âşığım ben. Harika bir âşığım. Tutku, ateş, incelik doluyum. Ama ne yazık ki iyi bir eş değilim. Âşık olmak başka bir şey, eş olmak başka... İlişki dediğin de eşle yaşanıyor. İlişkideki hızımın, kurgularımın, beklentilerimin karşı tarafa ne yaptığının hesabını her seferinde iyi yapabildiğimi söyleyemeyeceğim. Bir arkadaşımın dediği gibi, karşı taraftan kendi hızımı bekliyorum.

Yalnızca bana değil, benim aşkıma da âşık oluyorlar. Onlara nasıl âşık olduğuma.
   Kaç kez böyle oldu bu. Artık biliyorum.

Öncesiz çiçekler birdenbire açılıveren aramızda
   Yine mi, daha mı, hâlâ mı aşk
   Ümit var mı hâlâ aşktan, hayattan
   Kime ne, sana ne, bana ne, bana ne
   Yalnızca aşk olsun istiyor insan.


Adalet




Geryon ağabeyinden erken yaşta öğrendi adaleti.
Okula birlikte giderlerdi. Geryon'un ağabeyi yaşça da boyca da büyüktü ondan
önden yürürdü
bazen bir koşudur tutturur bazen yerden taş almak için diz çökerdi.
Taşlar ağabeyimi mutlu ediyor,
diye düşünürdü Geryon ve peşi sıra giderken taşları incelerdi.
Ne çok çeşidi vardı taşların,
uslusu tekinsizi, yatardı yan yana kızıl toprakta.
Durup hayal etmeye kalktın mı her birinin hayatını!
Şimdi de mutlu bir insan kolundan fırlayıp havada uçuyorlardı
ne kader. Geryon hızlandı.
Okul bahçesine geldi. Ayaklarına ve adımlarına bakıyordu dikkatle.
Çocuklar etrafına doluştu
çimlerin dayanılmaz kızıl taarruzu ve çimlerin kokusu çepçevre
çekiyordu onu
akıntılı bir deniz gibi. Gözlerinin kafatasından yukarı kalktığını hissediyordu
küçük bağlantıları üzerinde.
Kapıya varması lazımdı. Ağabeyini kaybetmemesi.
Bu ikisi.
Okul uzun tuğla bir binaydı kuzey-güney ekseninde. Güney: Ana Kapı
bütün oğlanlarla kızların girdiği.
Kuzey: Anaokulu, arkadaki ormana bakan büyük yuvarlak pencereleri
ve etrafını kuşatan yüksek kızılcık çalıları.
Ana Kapıyla Anaokulu arasında bir koridor uzanırdı. Geryon için
on yüz bin kilometreydi
devlerin açtığı gökgürültüsü tünelleri ve içerideki florasan gökyüzüyle.
Okulun ilk gününde el ele
annesiyle birlikte geçmişti yabancı topraklardan Geryon. Sonra ağabeyi
üstlenmişti bu görevi günbegün.
Ama eylül ekime kavuşurken Geryon'un ağabeyi huzursuzlanmaya başlamıştı.
Oldum olası aptaldı Geryon
ama son zamanlarda bakışları insana kendini bir tuhaf hissettiriyordu.
Bir kere daha götür bu sefer öğreneceğim
diyordu Geryon. Gözleri korkunç birer çukur. Aptal, dedi Geryon'un ağabeyi
ve bıraktı onu.
Geryon'un şüphesi yoktu o aptalın doğru olduğuna. Ama adalet yerini
buldu mu dünya silinir.
Küçük kırmızı gölgesi üzerinde durup şimdi ne yapmalı diye düşündü.
Ana Kapı önündeydi. Belki –
gözlerini iyice kısarak Geryon zihnindeki ateşler arasından
haritaya doğru ilerledi.
Okul koridorunun haritası yerinde derin ışıltılı bir boşluk vardı.
Geryon öfkeden deliye döndü.
Boşluk alev alıp dibine kadar yandı. Geryon koştu.
Ondan sonra Geryon okula yalnız gitti.
Ana Kapıya yaklaşmadı bile. Adalet saftır. Uzun yan duvarın
etrafını dolanırdı,
Yedinci Sınıfların, Dördüncü Sınıfların, İkinci Sınıfların ve Erkekler tuvaletinin
pencereleri önünden kuzeye gider
ve Anaokulunun önündeki çalılar arasına yerleşirdi. Orada dururdu
kıpırdamadan
içeriden birisi onu fark edip de yolu gösterene kadar.
Hiç işaret etmezdi.
Cama vurmazdı. Beklerdi. Küçük, kırmızı, dimdik beklerdi,
yeni okul çantasını sıkı sıkı tutarak
tek elinde ve öteki eliyle cebindeki uğur parasına dokunarak,
kışın ilk karları
kirpikleri üzerine süzülüp etrafındaki dalları kaplar ve dünyanın
bütün izlerini sustururken.

Kırmızının Otobiyografisi /  Anne Carson