.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

29 Ara 2012

Kendimi neden bu şehirde öldürdüm?

 


bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. işte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm. bomba olur patlarım; kulesinden, köprüsünden aşağı atlarım. elimde bir bıçak her yerime saplarım. tavandaki bütün ipler kendimi asmam için sallanır. arabalar önlerine atlamam için yol alır. denizinde, lağımında, çöpünde kimliksiz cesedim. kimsesizler mezarlığında daracık çukurlara sığar dev cesaretim.

geceleri ben ağır, çok ağır bir taşın altında uyurum.
gündüzleri hafif, çok hafif bir yaprağın ucunda yaşarım.
gece beni taş ezer.
gündüz rüzgar devirir.
kanadıkça kanarım.
hayallerimi o yüzden kanla yazarım.


size bir sır vereyim.
hep aynı kadın ölecek.
hep aynı kadın doğuracak.
hep aynı kadın kaçacak.
her şey birdir.
her şey birdir.
her şey birdir.
o kadın... o aynı kadın... külliyen delidir.


Deli Kadın Öyküleri / Mine Söğüt

7 Ara 2012

Malvina Meinier - Covered In Silence




Sıkıntılı bir günümdü o yeşiller,
maviler ve siyahlar!
Kimsenin elimi öpmesini istemiyordum.

İntihar için kolay bir yol düşündüm
Beyaz bir intihar olacaktı bu
Kimseyi üzmeyecekti(birtakım
kolay sevenler hariç)
Hatta ben bile üzülmeyecektim
(bunun yolunu henüz bulamasam da)
Sıkıntılı bir günümdü o kadınlar
erkekler ve çocuklar!

Acılar!
Benim çocukluğum sadece bir sene
sürmüştü

psikanalize göre
kardeşim hemen arkamdan doğduğu için

(Acılar)Hiç bitmeyen;
Kadınların sesi mutfaklarının pencerelerin-
den dışarı doğru

Sıkıntılı bir günümdü o
yeşiller,maviler
ve siyahlar ve intihar!
Merakla yaklaşacağım bir şey
kalmamıştı hiçbir renkte.....

-Lale Müldür


Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti.



Geçen gün hastaneden çıktım.
Ya öyle işte, hastaneden...
Hastane köşelerine düştüm artık.
Bağlantı kopuyor. Bir bakıyorum, bir hafta geçmiş, tek satır yok
kafada. Üstüm başım yırtrlmış, kaşım gözüm morarmış, alakasız bir
yerlerde kendime gelmişim.
Yaptıklarımı anlatıyorlar da, nasıl olur yahu?
Benim gibi efendi bir adam...
Biliyor musun, diş kalmadı ağzımda...
Sonunda bir taksiye atmışlar, doğru Bakırköy'e.
Ne kadar kaldım orada? Bir bilsem...
Karar verdim. Önce sizi getireceğim buraya, sonra ver elini Diyarbakır...
Bir kısmımız dağdakilere katılr, orayı çekip çevirir, bir
kısmımız yine bir mahalleye yerleşip faaliyete girişir.
Sana nasıl geliyor söylediklerim?
Yahu ben şimdi neresinden başlayayım yazmaya?
Ağlayayım mı, güleyim mi, iyice kafayı mı üşüteyim?
Şimdi şu karşımda tavla oynayanlar Yüksel Abi'yle Salih mi?
Esmer'in öldüğüne nasıl inanayım, sana ne diyeyim, ne yapayım,
başın sağ olsun, başımız sağ olsun mu diyeyim?
Şu gözümden akan yaşlar...
Senin gelememene mi yanayım?
Ben nasıl böyle kaybetmişim kendimi?
Ben sana ne zamandır mektup yazmadım?
Mahalleden ayrıldığımdan beri mi?
Ne kadar oldu ben ayrılalı?
Bu deftere bakıyorum da, bunlar gönderilmiş mektuplara benzemiyor
ki. Bu günlük, ben günlük mü yazmışım?
Af çıktı yani, öyle mi?
Ya sen niye gelmiyorsun?
Şimdi benim elim hyağlm tutmuyor biliyor musun? Burada olsan
ne iyi olurdu.
Seni nasıl getireceğiz bııraya, ne yapayım seni getirmek için?
Artık Esmer'i getiremeyeceğiz demek ki.
Öldü mü gerçekten?
Bu Yüksel'le Salih hafiften kafayı üşütmüş.
Onlann sözüne inanayım mı?
Senden duymadan inanmam.
Çok aradık seni diyorlar.
Ulan neyimi aradınız? Buradaydım işte.
Ama haklılar herhalde. Kendimi kaybetmişim ben.

Tol / Murat Uyurkulak

Senden başka hiç kimse senin kurtarıcın olamaz!

Siz, beni horgören büyük adamlar! Nerden beslendi politikanız, Dünyayı yönettiğiniz sürece? Hançer yaralarından ve cinayetlerden!
Charles de Coster, Ulenspiegel



Sana «Küçük Adam», «Sıradan İnsan» diyorlar; yeni bir çağ, «Sıradan İnsan Çağı» başladı diyorlar. Bunu söyleyen sen değilsin Küçük Adam. Onlar söylüyor bunu, büyük ulusların Başbakanları, koltuklanmış işçi liderleri, kentsoylu ailelerin tövbekar evlâtları, devlet adamları söylüyor, filozoflar söylüyor sana bunu. Geleceğini eline veriyor, geçmişinden hiç sual etmiyorlar. Korkunç bir geçmişin mirasçısısın sen Küçük Adam. Mirasın, avucunun içinde alev alev yanan bir elmastır. Bunu sana söyleyen, benim; beni dinle.

Her doktor, her ayakkabıcı, teknisyen ya da eğitimci, işini doğru dürüst yapmak ve yaşamım kazanmak için, eksikliklerini bilmek zorundadır. Birkaç onyıldır, şu yeryüzünde yönetici rolü oynamaya başlamış bulunuyorsun.

İnsanlığın geleceği, senin düşüncelerine ve senin yapacağın şeylere bağlıdır. Ama öğretmenlerin ve efendilerin, aslında nasıl düşündüğünü ve gerçekte ne olduğunu söylemiyorlar sana; seni kendi geleceğine egemen olma yetisi verebilecek yönde eleştiren ve bu eleştiriyi dile getirme yürekliliğini gösteren tek kişi yok. Yalnız bir anlamda «özgürlüğe sahip »sin sen: kendi yaşamım yönetmeyi öğrenmeme, kendini bu yönde eğitmeme ve kendini eleştirmeme özgürlüğüne sahipsin.

Şöyle bir yakınmayı hiç duymadım senin ağzından: «Gelecekte kendimin ve dünyamın efendisi olmak yolunda yürütüyorsunuz beni, peki ama, insamn nasıl kendi kendisinin efendisi olacağım anlatmıyorsunuz hiç, düşünce ve davramşlanmdaki yanlışları bana söylemiyorsunuz.»

Yönetimi elinde tutan kişilerin, «Küçük Adamı» yönetmelerine izin veriyorsun. Ama sen, hiç sesini çıkarmıyorsun. Yönetimi elinde tutan güçlülere, ya da kötüniyetli güçsüz adamlara seni temsil etme yetkisini veriyorsun. Her seferinde aldatıldığım anlıyorsun, ancak bunu anladığında, iş işten geçmiş oluyor.

Seni çok iyi anlıyorum. Çünkü seni binlerce kez çıplak gördüm; hem ruhsal, hem bedensel çıplaklığın içinde, maskesiz, etiketsiz, elinde bir partinin üyelik kartı bile olmaksızın bir «tanınmıştık» kılıfına bürünmemiş halinle gördüm seni. Yeni doğmuş bir bebek gibi, anadan doğma çıplak, don gömlekle kalmış bir mareşal kadar çıplak halini gördüm. Benim karşımda hiç yakınmadın, ağlamadın, özlemlerini hiç dile getirmedin, sevgini ve acılarım bir kez olsun açmadın bana. Seni iyi tanıyorum ve anlıyorum. Sana nasıl olduğunu anlatacağım Küçük Adam, çünkü büyük bir geleceğin olduğuna içtenlikle inanıyorum. Gelecek, senindir, buna hiç kuşku yoktur.

Öyleyse gel, her şeyden önce kendine bak bir. Gerçekte olduğu gibi gör kendini. Führer'lerinin sana utanmadan söylediği şu sözlere aldırma:  Sen, «küçük, sıradan bir insan"sın. Bu sözcüklerin çifte anlamını kavrıyorsun, değil mi: «küçük» ve «sıradan». Kaçma. Kendine bakma yürekliliğini göster! «Bana bunları söylemeye ne hakkın var?»

Kuşkulu ve kavrayışlı bakışlarında bu soruyu okuyorum. Saygısız ağzından bu sözcüklerin döküldüğünü duyuyorum, Küçük Adam. Kendine bakmaktan korkuyorsun, eleştiriden korkuyorsun Küçük Adam; sana vereceklerini vaat ettikleri yetkiden korktuğun gibi korkuyorsun. Bu yetkiyi nasıl kullanacağını bilemezsin. Başka bir biçimde yaşayabileceğini düşünmeye cesaret edemiyorsun: Koyun gibi güdülmek yerine özgür yaşamak, taktikler uygulamak yerine açık davranmak, bir hırsız gibi gecenin karanlığında sevmek yerine açık açık sevebilmek düşüncelerine yer vermiyorsun kafanda. Kendini küçümsüyorsun, Küçük Adam. «Ben kim oluyorum da kendi görüşüm olacakmış, kendi yaşamımı kendim saptayacak ve dünyanın benim olduğunu açıklayacakmışım,» diyorsun. Haklısın; sen kim oluyorsun da kendi yaşamın üzerinde hak sahibi olmak isteyeceksin? Kim olduğunu şimdi söyleyeceğim sana:

Gerçekten büyük olan insandan seni ayıran tek bir nokta var Büyük adam da bir zamanlar çok küçük bir adamdı; ama bir tek önemli yetenek geliştirdi: Düşünce ve davranışlarında küçük olduğu noktaları görmeyi öğrendi. Kendisi için çok değerli olan bazı şeyleri yitirmeyi göze alarak kendi küçüklüğünün ve önemsizliğinin taşıdığı tehlikeyi giderek daha iyi sezmeyi öğrendi. Demek ki, büyük adam, ne zaman ve hangi alanda küçük adam olduğunu bilir. Küçük Adam, küçük olduğunu bilmez ve bunu bilmekten korkar. Kendi küçüklüğünü ve yetersizliğini, başkalarının gücü ve büyüklüğünün kendisinde uyandırdığı güç ve büyüklük görüntüleriyle örter, Büyük generalleriyle övünmektedir, ama kendisiyle övünmez. Kendisinde varolan düşünceye değil, kendi aklına gelmeyen düşünceye hayrandır. En az anladığı şeylere en çok inanır ve kolayca anladığı fikirlerin doğru olduğunu kabul etmez. Sana kendi içimdeki Küçük Adamı anlatmakla işe başlayacağım:

Tam tamına yirmi beş yıl boyunca, senin bu dünyada mutlu olmayı hakettiğini savundum; kendine ait olan şeye sahip çıkma yetisinden yoksun olmakla suçladım seni; sonra Paris ve Viyana barikatlarındaki kanlı çarpışmalarda, Amerika'daki köleliğin kaldırılması savaşında ya da Rus Devrimi'nde elde ettiklerine sahip çıkmamakla suçladım. Paris'teki savaşının sonu Petain ve Laval'e, Viyana Savaşı'nın sonu Hitler'e, Rusya'daki savaşının sonuysa Sta-lin'e vardı; Amerika'daki savaşının sonu da Ku-Klux-Klan yönetimine varabilirdi. Özgürlüğü, kendin ve başkaları adına korumak, ona bekçilik etmektense kazanmak gerektiğini ve de bunu sağlamanın yolunu pekâlâ bilirdin sen. Ben, bu gerçeği epeydir biliyordum. Ancak, her seferinde çalışıp didinip bir bataklıktan çıkmayı başardıktan sonra hemen bir başka bataklığa saplanmanın nedenini anlayamıyordum. Sonra yavaş yavaş ve el yordamıyla, seni köle yapan şeyin ne olduğunu buldum: SEN KENDİ KENDİNİ KÖLELİĞE MAHKUM EDİYORSUN. Köleliğinin tek sorumlusu, yalnız ve yalnız sensin başka hiç kimse, ama hiç kimse değil. Tek sorumlu sensin.

Dinle Küçük Adam / Wilhelm Reich.


2 Ara 2012

Teğel




Karşıyaka karanlık, erken geldi ayrılık...
Ankara ağıdı


Kurşun kafaya girince beyin fişkırmıyor, yok öyle bir şey, sadece küçük bir delik açılıyor, o delikten bir çeşit ağdalı kan akıyor, hemen de ölmüyorsun, hatta birkaç kelime çıkıyor ağzından, "siktir be" mesela, "vay anasını" ya da, "tonbalığrna bayılınm" misali, "sana da girdi mi lan bana giren" gibi veya, en azrndan açık havada hep öyle oluyor, kaç terörist gördüm, kaç asker, kafasına kurşunu yiyen, hep öyle oluyor, bir küçük nokta, delikçik, neşeli bir delik, kasvetli bir akıntı, üstelik, nerede filmlerdeki o afili patlama, "pıt" diye bir ses, öyle küt, güdük, salak bir ses sadece, dedim ya, beyin falan hak getire, filmciler mi götünden uyduruyor, yoksa beyin mi yok insanda, anlaşılır şey değil o filmleri var ya, topunu makara makara...

Lakin kapalı mekanda öyle olmuyor muymuş ne, srkıveriyorlar kurşunu Onüç'e, tam beyin banyosu, yani, acayip bir şey, beynin kokusu yok, kanın var, pas kokusu gibi kanınki, lakin beyin kokmuyor, iyi biliyorum, ona bulanıyorum zira, horttadanak ölüyor Onüç, dili dışanya firlıyor, öyle komik, yığılıyor yere çuval misali... Parmağımla dokunup badimin cesedine, başlıyorum saydırmaya: Bana yamuk ha, ulan kardeş dedik bağnmıza nakşettik lan, yapılır mı bu bana lan...

Duruyorum sonra, soruyorum: Annem nerede? Elinde fidye ücretiyle, yüzünde evlat hasretiyle annem neden çıkmıyor ortaya? Nereye sakladınızlan annemi? Anne falan yok, kimsenin annesi yok, anneler uçmuş, göçmüş, bitmiş.

Duruyorum, sonra devam ediyorum sorlnaya: Peki beni, yani seni niye öldürüyorlar lan Onüç, ha? Hadi beni, yani seni öldürüyorlar, beni, yani seni neden öldürmüyorlar? Ulan beni de inandırmıştın lan o boktan kelime oyununa. Fidye nerede lan, midye nerede... Fidye midye yoksa, ne var o zaman, ne oluyor lan?

Bir sürü deliği vardı, elbet birinden girilecekti. Lakin o kadar kolay Çeğildi. "İnsan"ın manasını unutan, böyte yan basardı işte. Delikler pislik doluydu. Arkasından zorladık, saplanıp kaldık kokusu dayanılmaz bir bataklığa, güç bela kurtulduk. Önünden denedik, neredeyse ı[ık sarı sıvılarda boğulacaktık. Burnundan girdik ve öyle bir ağdaya bulandık ki, kendinizi zor attık dışan. Geriye bir tek kulak kalmıştı, tedbiri elden bırakmadık bu kez, önce iyice tetkik ettik, buradaki pislikler azdı, yolu tıkamıyordu, öyle pul pul duruyorlardı ötede beride. Büyük A'ya sığınıp dehledik kendimizi içeriye. Kalbinin tam orta yerinde, zarafetle pıtlayan ruhunu giyinecektik ki, bu kez de asilerden yırtamadık.

İnsanrn ruhuna erişeceksen, deliğinden değil yarasından gireceksin.

Yeryuvar' da biz ilk bunu öğrendik. Açıklık bir alanda açıyorum gözlerimi, yanrmda ölü Onüç, hertarafimda onüç,ün beyni, kuşsuz kervansız bir yer, ama postacısı var.Mucizevi bir mektup gibi çıkıveriyor karşıma küçük onüç.

Hadi kalk, diyor, gidiyoruz,
Diyorum, nereden çıktın sen ve neden böyle parlıyorsun manyak gibi?
Kanştırma orasını, diyor, anlatrım, kalk hadi,
Ama, diyorum, bari gömelim şu sahtekar badimi,
Gömmesek olmaz mı, diye soruyor, geç kalıyoruz,
olmaz,diyorum,olmaz,çürüsün mü buralarda adaşın?
Çürümesin adaşım, diyor,
Gömüyoruz utıytıtonüç'ü, küçüğün çantasındaki mektuplaıı da yanına.
Öte tarafa giderken oyalansın maksat,

bütün Netamiye'de yanağı yaralı iki postacı vardı",ilk buıduğumuz postacı kocaman bir ailenin mensubuydu, büyük büyük annesi bile hayattaydı, aradığımızln o olmadığını görür görmez anladık...

Dğeriyetimdi,bizimkiydi,yani vücudumuzdu,kebaplar yiyip dondurmalar yalayacak küçüğümüzdü", Yanağına ıslak bir öpücük kondurduk ve doğruca ruhuna seyahat ettik...

Mezarın üzerine koyuyorum irice bir taş,elim yüzüm tozlu topraklı beyin, sonıyoium küçük onüç,e, beyin nasıl bir fiskiyedir ki, açıklıklarda fişkırmaz, fişkınr dar mekinlarda, Dar mekanda savaş olmaz,diyor, savaşta da beyne ihtiyaç olmaz.

İçini çekip kederle gülüyor Sonra,ufku gösterip,hakikat orada, diyor, yolu da sen biliyorsun.

Diyorum ki, firariyim ben, hakikat de yollar da bana bela.
Sen seçildin, diyor, kaçak değilsin artık, uğradın ilüi affa.
Diyorum ki, allameyi cihan olsan affetmez ordu.
Orduyu unut, dİyoç unut savaşı da.
Siktir lan, diyorum, sen unut sıkıysa...

Hakiki aday olsa, ağzı bu kadar bozuk olmazdı.. . Zatenadaylar böyle çirkin de olmazdı...
Ah o muhterem kardeşi ne güzeldi... Ah onu kucaklayıp kurcalamak her cefaya değerdi...
Herhalde öyle güzel olduğu için Büyük Atez almıştı onu yanına...
İdare edecektik kalanla... Zira Yeryuvar bizim için bir muammaydı...
Yer, yukarıdan göründüğü gibi değildi, tam olarak yuvarlak bile sayılmazdı...
Halimize bakmadan hakikate talibiz, ııma ne yol biliyoruz ne iz...
Hadi bakalım yoktan var ettiğimiz Numune, söyle şimdi, nereye gideceğiz...
Değil mi ki biz yutturduk dlemlere seni aday diye, artık yol da senin söz de...

Har / Murat Uyurkulak

Sokaklarda Ağzı Açık Yürümeyin




Yüz kırk yıllık İstanbul gazetecilik tarihinin en eğlenceli sayfalarını yazan gizli, açık şehir mektupçularının yüzbinlerce sayfalık mirasından, gelişigüzel bir öğütler, dikkatler, inciler, şikâyetler seçmesi sunuyorum:


"Fransız omnibuslardan ilham bizim dolmuş at arabaları, yolların bozukluğundan dolayı Beyazıt-Edirnekapı arasında keklik gibi taştan taşa sekiyorlar." (1894)

"Her yağmurdan sonra şehrin bütün meydanlarını sular basmasından bıktık usandık. Bu işi kim halledecekse halletsin artık." (1946)

"Dükkân kiralarının ve vergilerin artması ve şehrimize bitip tükenmez göçler sonucu, jiletçi, simitçi, midye dolmacı, kâğıt mendilci, terlikçi, çatal-bıçakçı, tuhafiyeci, oyuncakçı, sucu, gazozcudan sonra artık muhallebiciler, kokoreççiler, tatlıcılar, dönerciler de vapurları doldurdu." (1949)

"Şehri güzelleştirmek için at arabacılarının tek çeşit elbise giyeceği söylenmişti, bu fikir yerine getirilseydi ne şık olurdu." (1897)

"Örfi idarenin başarılarından biri de artık dolmuşların yalnızca kendilerine gösterilen duraklarda durmalarıdır. Neydi o eski anarşi." (1971)

"Şerbetçilerin ne tür boya ve meyve ile yaptıkları belediyece bilinmeyen şerbeti artık satamamaları iyi bir karardır." (1927)

"Sokaklarda güzel bir kadın gördüğünüzde, ona öldürecekmiş gibi nefretle veya aşırı istekle bakmayın, gözgöze gelirseniz, tatlılıkla bir gülümseyin ve gözlerinizi kaçırıp geçin." (1974)

"Paris'in meşhur Matın gazetesinde şehirde yürüme usûlleri hakkında çıkan yazıdan ilhamla, biz de İstanbul'da sokaklarda doğru dürüst yürümesini bilmeyenlere kendi meselemizi hatırlatalım: Sokaklarda ağzı açık yürümeyin." (1924)

"Askeri yönetimin taksilere taktırdığı yeni taksimetreleri umarız bu sefer hem şoförler, hem yolcular açtırır da, yirmi yıl önceki son taksimetreler zamanında olduğu gibi 'ne verirsen ağbi' aklıyla çıkan pazarlıklar, kavgalar, karakolluk olmalar artık şehrimizde yaşanmaz." (1983)

"Leblebiciler ve macuncuların çocuklara para ile değil bir parça kurşun karşılığında leblebi, macun vermesi yalnız çocukları hırsızlığa teşvik etmiyor, İstanbul'daki bütün çeşmelerin taşlarının çalınmasına, muslukların koparılmasına, türbe ve camilerin kulübelerini kaplayan kurşunların parça parça edilmesine yol açıyor." (1929)

"Aygaz, patates ve domates kamyonlarının hoparlörleri ve çirkin satıcı sesleri şehri cehenneme çevirdi." (1992)

"Köpekleri kaldıralım diye bir hamle ettik. O hızla bir-iki gün daha gidilmiş olsaydı, hepsi Hayırsızada'ya tıkılsaydı, bütün köpek çeteleri dağıtılsaydı belki bu hayvanlar bu şehirden tamamıyla kalkardı... Şimdi yine sokaklarda hırr...dan geçilmiyor." (1911)

"Beygir hamalları yine insafı elden bırakıp beygirlere tahammüllerinden ağır şeyler yükletiyorlar ve şehrin ortasında zavallı hayvanları dövüyorlar." (1875)

"Fakirin ekmek teknesi diye at arabalarının şehrimizin en müstesna köşelerine girmelerine hâlâ göz yummak İstanbul'u hiç hak etmediği manzaralara mahkûm etmektir." (1956)

"Vapurdan veya herhangi bir vasıtadan ilk çıkmak merakının bizde ne kadar ilerlemiş olduğunu bilince, vapur daha Haydarpaşa'ya yanaşmadan atlayanları, ne kadar 'ilk çıkan eşek' diye de bağırsak durdurmaya imkân yoktur." (1910)

"Bazı gazetelerin tirajlarını artırmak için Tayyare Bileti'ne (piyango) okuyucularını katması çekiliş gününde gazete idarehanelerinin önünde yakışıksız kuyruklar ve kalabalıklar yapmaktadır." (1928)

"Haliç, Haliç olmaktan çıktı da fabrikalarla atölyelerin, mezbahanın pis bir havuzu haline geldi: Gemi leşleri, fabrika asitleri, atölye katranları ve lağımlarla Haliç'i mahvettik." (1968)

"Çarşı ve mahalle bekçilerinin geceleri nöbetle sokaklarda gezmek yerine kahvehanelerde pineklediklerine, pek çok mahallede bekçi sopası işitilmediğine dair şehir mektupçunuza şikâyetler geliyor." (1879)

"Fransızların meşhur yazarı Victor Hugo Paris'te ekseriya atlı otobüslerin üst katına biner, şehri bir baştan bir başa dolaşır, hemşehrilerinin hallerini seyredermiş. Dün biz de aynı şeyi yaptık ve İstanbullu hemşehrilerimizin pek çoğunun sokaklarda çok dikkatsiz ve birbirleriyle çarpışa çarpışa yürüdüğünü, ellerindeki biletleri, dondurma külahlarını, mısır koçanlarını yerlere attıklarını, yayaların yolda, arabaların kaldırımda ilerlediğini ve fıkaralıktan değil ama tembellik ve cehaletten bütün şehrin çok kötü kıyafetler giydiğini tespit ettik." (1952)

"Sokaklarda, meydanlarda aklımıza estiği, içimizden geldiği gibi değil, Batı'da olduğu gibi trafik kurallarına riayet ederek yürümek bizi bu sokak kargaşasından kurtaracak. Ama bu trafik kurallarını bu şehirde bilen kaç kişi var derseniz, o ayrı mesele..." (1949)

"Köprünün (Karaköy) iki tarafındaki büyük saatler, şehrin bütün umumi saatleri gibi, zenberekleri tesadüfe göre hareket ederek, nicelerine, henüz iskelede bağlı vapuru çoktan hareket etmiş, başkalarına da, çoktan hareket etmiş vapuru hâlâ bekliyor zannı vererek İstanbullulara ümitle işkence etmektedir." (1929)

"Yağmur mevsimi geldi, şemsiyeler maşallah açıldı, ama açık şemsiyenin kenarıyla birbirimizin gözünü oymadan, lunaparklardaki çarpışan arabalar gibi öteki şemsiyelilerle çarpışmadan ve şemsiye görüş açımızı kapadığı için t kaldırımlarda serseri mayın gibi onun bunun üzerine üzerine varmadan yürümesini biliyor muyuz acaba?" (1953)

"Seks filmlerinden, kalabalıktan, otobüslerin, arabaların egzozundan, ne yazık ki artık Beyoğlu'na çıkılamaz oldu." (1981)

"İstanbul'un bir yerinde bulaşıcı bir hastalık meydana çıktı mı, belediyelerimiz genellikle pis, murdar sokaklarımızın birkaçının ötesine berisine kireç serper; halbuki pislik öbek öbek ortalarda..." (1910)

"Cümleye malum olduğu üzere belediye köpeklerle merkepleri, polis de dilencilerle serserileri İstanbul'dan bütünüyle kaldıracaklardı. Ama bu olmadığı gibi bir de şimdi yalancı şahitler güruhu boy göstermiştir." (1914)

"Dün kar yağdı diye ne tramvaya önden binmek, ne büyüklere saygı... Zaten kimsenin bilmediği şehir adabının unutulduğunu esef ederek hep görüyoruz." (1927)

"Bu yaz artık her akşam, İstanbul'un her köşesinden deliler gibi atılan şenlik fişeklerinin maliyetini sorup öğrenince, keyif ve gösteriş için israf edilen bütün bu paranın on milyonluk şehrimizin fakir çocuklarının eğitimine harcanmasının, o düğünlerde eğlenen hemşehrilerimizi bile daha mutlu edeceğim düşündüm. Haksız mıyım?" (1997)

"Bütün zevk ve kalp sahibi frenk sanatkârlarının öğürürcesine iğrendiği 'tatlısu' binaları, bilhassa son devirde tıpkı güve güzel bir kumaşı yer gibi İstanbul manzarasını dişleye dişleye kemiriyor. Bu gidişle bütün İstanbul Yüksekkaldırım ve Beyoğlu gibi iğrenç bir bina kümesi olacak ve bunun sebebini yalnız yangınlar, artık fakir olmamız, güçsüzlük değil, biraz da yeniye olan merakımızda aramalı." (1922)


İstanbul - Hatıralar ve Şehir / Orhan Pamuk

19 Kas 2012

Tüller Ve Siyah



önü denizle başlayan rüzgarlı bir kasabadaydık.

sanki yıllardır oradaydık. her şey düzelecekti.

orada doğmaya çabalayarak öldük.



meleğim nehir kanatlarını uzaklıklarda yıka şimdi.



soğuktu, ısınamıyorduk. bu kadar yakınken. aramızda

yalnızca o hava boşluklarının dolaştığı odalardaydık.

biriken bütün rüzgarlar işte orada, o deniz kasabasında

o çok köpekli, çok rüzgarlı yerde patladı. ikimizi aynı

gökyüzüne baktıran, neydi o, ışık söndü. sustum.

sustum. sustum. sustum.

bütün aşkların sonunda yaptığım gibi,

konuşmak hiçbir şeyi, hiçbir şeye ulaştırmıyordu.

biliyordum.



rüzgarlar.. pansiyon.. teras

blue cult.

akşam yürüyüşleri. akşamın batısına

meleğimin kanatlarını da oraya götürerek.

metropollerin asi özlemi sonra

ah benim kaçak sevgilim: istanbul

fincanlarda yol görünmedi bana yaz boyunca.



terin ter, gövdenin diğer gövdeyle buluştuğu yer.

kaç sevişme hatırlıyorsun o günlerden. güç. zor.

yitik hafızam: öksüz çocuğum benim

kendini unutma olur mu?



sustum. sustum. sustum. başkalarının ilgili yollarına

adım atan ayaklarına susarak baktım. yanımdayken kalktın.

gövdeni gövdemin karşısına, sana ilgili gövdelerin

yanına bıraktın. sustum. seni yabancı olduğun gövdelerin arasından çekip çıkaramıyordum.

bunu yapmayacak kadar büyümüştüm. kendini yormanı

sessizce izleyecek kadar büyümüştüm.



meğer dalından düşecek kadar büyümüşüm.



yaprağın ağaçsız kalışını

ağacın çıplaklığını

rüzgarın şiddetini ve rüzgarın

onların her ikisine de ne yaptığını gördüm.



meğer dalından düşecek kadar büyümüşüm.

Kader Denizi


gökyüzü en fazla nefesini taşıdı
öyle maviydi ki,
öyle mavi
öyle mavi,

kıyıda olmayı bekleyen lekeler
varlık savaşında ilerlerken
biz olduk
omurgamız taşın hakikatine
erişti
ve başladı dalganın sessizliği
çıt yok
çıt yok
ve derinlerde taşıdığımız
yol var
ses yok
ve çok derine taşıdığımız
insanlık var

7 Kas 2012

Birtürlügerçeklerigöremediğiiçinbaşkalarınınsevgisinemuhtaçgiller




Herkes ne istediğini daha iyi bilsin: ne istediğini bilmemek yüzünden bir daha bana kimse başvurmasın. Evde yokum.


Kendilerinden ümidi kestikleri için, hiç olmazsa beni yaşatmaya çalışmak gibi, “Dur canım üzülme, ben seni hayal edemeyeceğin derinliklere ve yüksekliklere taşırım,” gibi bir incelik göstermesinler bir daha. Beni bu kadar düşündükleri için eksik olmasınlar. Fakat boş yere zahmet etmesinler. Boş yere değerli hayatlarını benim gibi bir solucan için harcamasınlar. Boş yere, psikobilmemne yönlerimi araştırmak için deneme tahtası yapmasınlar beni. Ne dediniz? Gene de seviyorlar mıymış beni? İşte beni bu incelikler öldürüyor. Batılı amcaların bulduğu bu incelikler! Yalnız kendimi sevdiğim halde, bunu başkalarına sevgi şeklinde belirtmek suretiyle kendimi aldatmak ve aynı zamanda bir bakıma onların daha gerçek sayılması gereken aşklarını, bu aldatıcı aşkımın yanında önemsiz görmekle, bir kere daha kişiliğime duyduğum aşkı ve vazgeçemediğim benliğimi ortaya koymakla kendinisevengillerin birtürlügerçeklerigöremediğiiçinbaşkalarınınsevgisinemuhtaçgiller - familyasına mı giriyormuşum? İngilizler bile bu kadar inceliği bir arada düşünemez, bir yerde şaşırır. Ömür boyu aylık sinir, yalnız Ruhsalgerçekler Bankası verir. Ben de hepinizden farklı bir soluncandım, kim bilir? Şimdi yarısı ezilmiş, yerde yattığı için belli olmuyor. Diğer yarısını yerden kaldırmak için çırpınan Günseli’yi bile acıklı gözlerle seyredemiyor.


Gözleri, ezilen yarısında kaldı da ondan. Anlayışı da o yarıda kaldı; bütün ümitleri, yaşama isteği de, mühendislik diploması da, iyi durum kâğıdı da, çiçek aşısı kâğıdı da, altı tane vesikalık resmi de, İsa’ya sevgisi de, bilmem nesi de, yaratma hırsı da, bir türlü atamadığı değersiz evrakı da, Günseli’yi okşamak isteyen elleri, ona dokunmak isteyen derisi de hep ezilen yarısında kaldı. Bu yarısında sadece ölüm acılığı kaldı. Bu nedenle, şimdiye kadar söylediklerimizi kısaca özetlemek gerekirse, mezar taşına şöyle yazılması uygun düşer (yazı kabartma olmasın: uzaktan dikkati çeker): Şarkısı yarıda kaldı, aklı da karıda kaldı. Sebep olanların gözü kör olsun.


Sebep olanların gözü kör oldu. Dünyayı bir karanlık kapladı. Fırıncılar kimseye ekmek vermedi. Şeker karaborsaya düştü. Matbaalar, ekmek karnesi basmaya başladı gizlice. Selim, kafasında on yüz bin, hayatında sadece bir aşk yaşadı. Onun da dumanı doğru çıkmadı. Baca çarpık yapıldığı için, ortalığı bir kurum kapladı. Göz gözü görmez oldu. Dost, düşmandan ayrılmaz oldu. Herkes birbirine girdi. Ölüm sıkıyönetim ilan etti: kimse burnunu pencereden çıkaramadı. Çıkaranların burnu kırıldı. Düşünenlerin aklı tutuklandı. Düşünmeyenlerin korkudan akılları başlarından gitti. Kimse kabul etmediği gerekçesiyle geri döndüler. Akıl artık başka bir akıl oldu.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay


5 Ekim





Buluşmaya, vaktinden önce ve ilk gelen Nadja, ama aynı Nadja değil. Oldukça güzel giyinmiş, siyahlarla, kırmızılarla; geniş kenarlı bir şapkası var, çıkarıyor onu ve yulaf sarısı saçlarını gözler önüne seriyor, dünkü inanılmaz karmakarışıklıktan vazgeçmişler sanki saçları, ipek çorapları var, ayakkabıları çok güzel. Bütün bunlara rağmen konuşma daha bir zorlanıyor, Nadja konuşurken bazı tereddütler içinde. Bu, getirdiğim kitapları eline alıncaya kadar sürüyor (Yitik Adımlar, Gerçeküstücü Manifesto): "Yitik Adımlar mı? Yitik Adım diye bir şey yok ki." Kitabı büyük bir merakla karıştırıyor. Kitapta alıntı yapılan Jarry'nin bir şiiri dikkatini çekiyor:

Çalılıklar içinde, Venüs tepesinde menhirlerin ...

İki kez oldukça hızlı okuyup sonra daha bir yakından incelediği bu şiir, tiksindirmek şöyle dursun, basbayağı duygulandırmışa benziyor onu. İkinci dörtlüğün sonunda gözleri yaşarıyor, bir orman görüntüsüyle doluyor. Ormanın yakınından geçen şairi görüyor, deyim yerindeyse uzaktan izleyebiliyor onu... "Yok hayır, yakınından geçmiyor ormanın, çevresinde dolanıp duruyor. Ormana girecek gücü yok, girmiyor da." Şairi kaybediyor sonra ve şiire dönüyor, okurken kaldığı yerin biraz üzerinde, kendisini en çok şaşırtan sözcükler üzerinde duruyor, her bir sözcüğe, sözcüğün gerektirdiği gibi, onu kavradığına dair işaret veriyor, doğru biçimde özümlüyor, benimsiyor.

Çeliklerinden sıyır at samur ile kakımı.

"Çeliklerinden mi? Samur ... ve kakım. Evet anlıyorum: Bıçak gibi kesici inler, buz gibi ırmaklar: Çeliklerinden yani." Biraz daha aşağıda:

Yerken, C'havann mayıs böceklerinin gürültüsünü,

(korkuyla kitabı kapatarak:) "Oh! Ölüm bu!"

Kitapların kapakları arasında renk ilişkisi, şaşırtıyor, çekiyor onu. Bu renk bana "gidiyor" Nadja'ya göre. Özellikle yapmış olduğum besbelli (biraz da olsa). Daha sonra hayatta tanıştığı iki erkek arkadaşından söz ediyor: Birisiyle Paris'e yeni geldiğinde tanışmış ve genelde "Büyük dost" diye niteliyor onu, zaten böyle de hitap edermiş ona, o ise kim olduğunu bilmesini istememiş hiç, ona hala büyük bir hayranlık duyuyormuş, yetmiş beşine merdiven dayamış, uzun süre sömürgelerde kalmış bir adammış bu; yola çıkarken, Senegal’a geri döndüğünü söylemiş ona; öbürü ise bir Amerikalıymış, çok farklı duyguların esin kaynağı olmuş kendisi için: "Üstelik, bir de beni, ölmüş kızının anısını yaşatmak için, Lena diye çağırıyordu. Ne kadar sevecen, ne kadar dokunaklı değil mi? Ama gün oluyor, beni böyle rüyadaymışçasına çağırmasına katlanamıyordum: Lena, Lena... O zaman, ellerimi gözlerinin önünden geçiriyordum defalarca, işte böyle, gözlerinin içine sokarak derdim ki: Hayır, Lena değil, Nadja." Çıkıyoruz. Şöyle bir şey daha söylüyor: "Evinizi gözümün önüne getiriyorum. Karınızı. Tabii ki esmer. Ufak tefek. Güzel. Şuna da bak sen, dizinin dibinde bir de köpeği var. Belki bir de kedisi (bu doğru), ama o uzakta bir yerlerde başka bir şey görebildiğim yok şimdilik." Eve dönmeye kalkıyorum, Nadja takside benimle birlikte geliyor. Bir süre sessiz duruyoruz, sonra birden sen diye hitap etmeye başlıyor: "Bir oyun: Bir şey söyle. Gözlerini kapat ve bir şey söyle . Ne olursa olsun, bir sayı, bir insan ismi. Aynen böyle (gözlerini kapatıyor): İki, iki ne? İki kadın. Nasıl bu kadınlar? Karalar içinde. Neredeler? Bir parkta... Peki ne yapıyorlar? Çok kolay canım, niçin oynamak istemiyorsun? Bense, yalnız olduğum zaman kendi kendimle böyle konuşurum işte, türlü türlü hikayeler anlatırım kendi kendime. Üstelik bomboş saçma sapan hikayeler de değil: Hatta denebilir ki, tamamı tamamına bu biçimde yaşıyorum ben."* Kapıda ayrılıyorum ondan: "Peki şimdi ben? ..Nereye gitsem ki? Ağır ağır, Lafayette sokağına, Poissonniére varoşuna kadar inmek, işe, az önce bulunduğumuz yere geri dönmekle başlamaktan kolay ne var."

* Burada gerçeküstücü yönelişin, idealin son kertesine, onun o güçlü sınır kavramı düşüncesine dokunulmuyor muydu?
¨

Nadja /Andre Breton


5 Kas 2012

Tüm bir hayatı silebilecek, son bir amneziyi bekliyorum




Kimseler

Anımsamazken bedeni

Ki gerçekte

Uykuyla

Aynı kumaştan dokunmuştur o.


Sebastiao Uchoa Leite


Önce saçlarını gördüm, saçlarını taradım. Saçlarından sonrasını hatırlamıyorum.

Serserilik lisansı olan bir kadından konu açıyorum; avukatı gelene kadar aşk hakkında konuşmayacağını söyleyen!

Rahat sevişebilmek için göğüslerini kestirmiş bir kadından, rakı içen, tesbih çeken, kaşmir üstünde sevişen, dudaklarını ruj yerine vişne ile boyayan, love story'leri sevmeyen bir kadından!

Sarı bir playmouth'u var haftabaşları postane önüne çektiği,

bagajda delik deşik turuncu iç çamaşırları

en adisinden bir şişe tütün kolonyası,

yol haritaları ve eski sevgiliden kalma yükseklik korkusu !

küçük İskender - Azra





Ben seninle uzun bir araf yaşadım

Ölümlere gittim geldim diyor.

Sığmam dünya yüzünde bir yere artık.

Nereden geçsem benim değil, kalamam bir yerde.

O demiyor, ben diyorum. Demiyorum, yağmur diyor.

Sana sarılmış kalmış ilk günüm ben. Böyle demişim o gün, bugün öyle diyor.



Birhan Keskin - Ba





şimdi rakı bassam yarama

yarın penceremde hiç kullanılmamış

bir akdeniz bulur muyum?

hangi dinin mabedine saklansam kurtarır beni

tırnak uçlarımla onların kükürdünü solumaktan?

ve nasıl bir cinayet işlesem de

makul nedeni karşısında şaşırıp kalsa tanrı

yorgunum.



Jan Ender Can



sesi titreyen kader, kırık dökük gülümseyerek soruyor:

"ne içersiniz hayati bey? çay, kahve? arzu ederseniz yemek hazırlayayım?"

"kahve diyorum, "zahmet olmazsa..."

ölümlü dünya şen şakrak dönüyor.

oysa insan hayatı tek ömre sığmaz.

ve hiçbir şey güzel bitmez.



murat menteş



"gömülürdüm aşağılara doğru,

akşama doğru, gölgeye doğru:

tek gerçekle kavrulmuş

ve susuz

-hatırlar mısın, söyle, ey yanan yürek,

nasıl susuzluk çekerdin? -

sürüldüm diye ben

bütün gerçeklerden!"



friedrich nietzsche


"istersen konuşalım. fakat konuşmaktan ne çıkar ki! kim bilir şimdiye kadar kaç merkep yüküyle kitap okudun. fakat bunlardan ne anladın? hiç, değil mi? insanlar neyi bilirler? zevk ve bencilliklerinin arzuladığı sanatsal bir takım şeyleri... fakat hak ve hakikat hususunda ne bilirler? hiç! akıl yoluyla hakkı bulmak mümkündür. fakat bilmek, anlamak mümkün mü? ne konulaşım? harfleri bir araya gerirerek hikmet bilinebilir mi?"

filibeli ahmed hilmi



çok ender konuşuyor yaralarım ve asla yalan söylemiyorlar.

aslı erdoğan



yalnızlık kurşun geçirmez. dostluk, aşk, aile geçirmez. hiçbir şey geçirmez. dışarıdan sokmadığı gibi içeriden de çıkartmaz. cerahat yapar. antibiyotiğini de kendinde besler. yeter ki nerede olduğu bulunsun... ruhun nerede olduğunu düşünürüm bazen. vücudumun neresinde? sonra karar veririm. ruhum, bedenimin bittiği yere kadar...

Hakan Günday



Tanrı kötülüğü durdurmak istiyor ama

yapamıyorsa, limiti vardır!

Yapabiliyor ama istemiyorsa, bencildir!

Hem yapabiliyor hem istemiyorsa,

neden Tanrı oluyor?

İyi insanlara neden kötü şeyler oluyor?

Franklyn



Canım. Seni görmek istiyordum kısacası. İnsan görmekle bile bazı şeylerin ağırlığına dayanabilir, avunabilir, hayal kurmağa devam edebilir. Sen anlamazsın tabii. Anlamak için, insanın bazı eksik yönleri olmalı.

Oğuz Atay


"Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kağıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot'u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada."

Oğuz Atay - Tutunamayanlar.


Bazan bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazan da hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret falan değil… İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile… Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi doyurduğumu hissediyorum. Kafamda hiçbir şeyle değişilmesi mümkün olmayan muazzam hayaller, bana her şeylerden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini kovalıyor… Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birini arıyorum. Bütün bu beynimden geçen şeyleri teker teker uzun uzun anlatacak birini. O zaman ne kadar hazin bir hal aldığımı tasavvur edemezsiniz. Kış günü sokağa atılmış üç günlük bir kedi yavrusu gibi kendimi zavallı hissediyorum. Odamdaki duvarlar birdenbire büyüyüveriyor. Pencerelerin dışındaki şehir ve hayat bir anda, insanı içinde boğacak kadar kudretli ve geniş oluyor… Zannediyorum ki, tasavvuru bile baş döndüren bir süratle hiç durmadan koşup giden bu hayat ve bir avuç toprağın bile doğru dürüst esrarına varamadığımız bu karmaşık dünya beni bir buğday tanesi, bir karınca gibi ezip geçiverecek… Böyle acz içindeyken odamda her şey bana küçüklüğümü ve zavallılığımı haykırıyor. Sokağa fırlıyorum. Bir tek çehre görsem de yanında yürüsem, hiç ses çıkarmadan yürüsem diyorum. Halbuki ara sıra karşılaştığım ahbapları görmemezliğe geliyorum. Hiçbiri bana bu anda yardıma çağrılacak kadar yakın görünmüyor.

Bilmem beni anlıyor musunuz?

Sabahattin Ali

“Bütün pencerelerde bekleyen benim,
Ve
O çalmayan bütün telefonlarda,
Aylardır konuşan da.
Kabul.
Bir kez yolda karşılaşalım,
Onunla da avunacağım.
Adımı sesince duymaktan vazgeçtim,
Sesini duysam, susacağım.
Yel esiyor ama
değirmen dönmüyor.
Kuraklık bu,
-adın ekmeğe dönüşmüyor.”


Turgut Uyar.

“Bazen ona bişeyler yazarsın. Yazar silersin. Yazar silersin. O hiçbirini okumamış olur; ama sen hepsini söylemiş olursun.”

Murathan Mungan.



Hala anlayamadınız değil mi ? Önemli olan haklı ya da haksız olmak değil! Kavganın kazananı yoktur. Ya kaybedersiniz ya da daha çok kaybedersiniz. Önemli olan kalp kırmamak. Önemli olan yargılamadan, karşılıksız sevebilmek ve iyilik yapabilmek. Haklı bile olunsa özür dileyecek kadar asil olmak, bilge olmaktir. Egonuzu kontrol edemediğiniz sürece, o sizi kontrol etmeye devam edecek. Böyle olduğu sürece tüm dünya sizin bile olsa asla mutlu olamazsınız..

Albert Einstein

31 Eki 2012

Kurdele




-Ana, dedim, bana acık para ver!

  O ünlü çıkınından birkaç bozukluk bıraktı avcuma. O parayla, akşama dek Raziye'ye bir hediye aradım, koca  kentin içinde. Boncuk mu alayım? dedim, Taşlı yüzük mü alayım? dedim, Saçını bağlasın diye kurdele mi  alayım? dedim. Sonunda kurdelede karar kılarak, iki metre iyisinden kurdele aldım.

  Aptal adam, sanki bu kurdelenin kime verileceğini bilmiyormuş gibi, kurdeleyi tortop edip avcuma bıraktı.  Dükkandan çıkar çıkmaz kağıt aramaya başladım yerlerde, birkaç sokak dolaştım, Raziye'ye paket yapılmaya  uygun temiz bir kağıt bulamadım. Sonradan aklıma geldi, evde sararım diye. Cebimde kurdeleyle akşama dek  gezdim durdum. Kanal Köprüde suya girerken, sanki cebimde bir hazine saklıyormuşum gibi, pantolonu bir  çocuğa teslim ettim.

-Lan iyi bak, içinde çok para var ha, dedim.

  Zavallı çocuk, eline bir deynek alıp, sınır nöbetçisi gibi gözlerini ayırmadı bizim pantolondan. İkindiüzeri eve  geldim. Anam evde yoktu, Raziye de yoktu. Taşın altından anahtarı alıp, asma kilidi açtım, teldolaptan tencereyi  çıkarıp kabak kavurması ile karnımı bir güzel doyurdum. Sonra, babamın satamayıp eve getirdiği ezik üzümlerle  kendime şerbet yaptım... O sırada Raziye'nin sesini duydum:

  -Kiş kiş, diyordu. Pencereye koştum, iki arsız civcivi pencerelerinin önünden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bir  yığın çocuk vardı kapılarının önünde, kapkara, donsuz, sümüklü çocuklar... Sırtlarını duvara vermişler, gölgeden  yararlanmaya çalışıyorlardı. Raziye beni gördü, gülümsedi, ben de gülümsedim. Çocuklara kızdı:

-Hadi gidin lan, sizin eviniz yok mu?

  Bir iki ufaklık, sümüklerini çeke çeke uzaklaştılar ama, iki üç tanesi hala oradaydılar. Düşündüm, bu hediyeyi o  çocukların yanında veremezdim. Oda kapılarına yaklaştım.

-Nerdeydin, bugün hiç görmedim seni, dedi.

-Dolaştım.

-İş mi aradın?

-Yoo!

Fısıldadım:

-Sana hediye aradım. Kurdele aldım, saçlarına.

-Versene!

-Evde!

-Al gel!

  Koştum, minicik paketi aldım, götürdüm. Çocuğun biri iyice yanımıza yaklaştı, paketin içinden ne çıkacak diye  bakıyordu. Raziye,

  -Lan bi dene eklersem sana, gözünde çakmağı çakdırrım ha, dedi. Gitsene evine! Çocuk, uzaklaştı. Raziye içeri  girdi, kurdeleyi aynanın önünde saçlarına bağladı. Bana,

-Gel bak, nasıl oldu, dedi.

Girmeye korktuğum için giremedim.

-Gelsene!

-Baban gelir?

-Gel gel!

Girdim.

-Sen bağla, dedi. Güzel olmadı benimki. Titremeye başladım.

-Ben hiç bilmem ki bağlamasını.

-Bağla, nasıl olursa olsun!

  Arkasına geçtim, kurdeleyi saçlarının altından dolaştırıp, tepede bir düğüm yaptım. Belki her yandan yarımşar  metreden fazla kurdele sarktı.

-Nasıl oldu? diye sordum.

-İyi oldu amma, şu yanlarını birazcık keselim!

Makasla kendisi kesti.

-Şimdi daha iyi, dedi, keçi gibi olmuştu. Yakıştı mı?

-Çok, dedim.

-Nerden geldi aklına?

-Hiç, dururken geldi.

-Hiç olur mu?

Sustum. Durdu:

-Yoksa beni seviyon mu?

-Sen seviyorsan?

Ellerimi tuttu;

-He, ben seni seviyorum, dedi.

-Ben de seni, dedim.

  Film sahneleri geldi gözümün önüne. Şimdi böyle sahnelerde öpüşmek gerekti. Ama nasıl öpüşecektik,  bilmiyorum. İlkin yanağından mı öpecektim, boynundan mı, yoksa dudaklarından mı? Galiba, o da öpmemi  bekliyor olmalıydı ki, dimdik karşımda duruyor, gözlerimin içine bakarak ilk hareketin benden gelmesini  bekliyordu. Baktı gördü ki bende iş yok, kollarını boynuma dolayarak, aynı filmlerdeki gibi dudağını dudağıma  yapıştırdı.

Ellerim saçlarına gitti.

-Sen en çok galiba benim sarı saçlarımı seviyorsun, dedi.

-He, dedim, tel gibi...

-Okşa, isdediğin gibi

  O günden sonra her gün bir araya geldik, onların odasında, bizim odada. Birbirimize neler anlatmadık ki...  Evlenecektik, bir odacık daha konduracaktık avlunun bir yanına, kol kola girip sinemalara gidecektik.  Bekleyecekti, sonuna dek bekleyecekti beni, okumamı, kocaman adam olmamı bekleyecekti. Ah o günlerim!...

Kaygısız günlerim!... Günün gün edildiği günlerim!..

Zıkkımın Kökü / Muzaffer İzgü

24 Eki 2012

Suffocate For Fuck Sake

 

biri ellerimdeki kahve kokusunun sadece mutsuz olduğumda duyulduğunu bilecek kadar tanısa yeterdi. herhangi biri.

14 Mayıs 1905



Zamanın hareketsiz durduğu bir yer vardır. Yağmur damlaları havada hareketsiz durur. Saatlerin sarkacı tam ortada kalmıstır. Sessiz havlamalarla köpeklerin basları havadadır. Yayalar tozlu kaldırımlarda donmus, bacakları sanki iplerle bağlanmıs gibidir. Meyve kokuları boslukta asılıdır.

Bir gezgin buraya gelirken, yaklastıkça yavaslar. Kalp atısları seyreklesir, nefes alısı hafifler, vücut ısısı düser, düsünceleri azalır, böyle böyle ölüm noktasına ulasır ve durur. İste burası zamanın merkezidir. Zaman buradan dısarıya doğru genisleyen halkalar halinde hareket eder. Merkezde hareketsizdir, halkaların çapı büyüdükçe hız da artar.

Kim zamanın merkezine doğru kutsal yolculuğa çıkar? Çocuklarıyla ana babalar ve sevgililer. Ve böylece zamanın hareketsiz kaldığı noktada, ana babaların çocuklarını oksadığı görülür, hiç bozulmayacak bir kucaklayısla. Sarı saçlı mavi gözlü güzel kız çocuğu su anki gülümsemesini hiç yitirmeyecek, yanaklarındaki pembelik hiç bozulmayacak, hiç beli bükülmeyecek, yorulmayacak hiç incinmeyecek, anne babasının ona öğrettiklerini hiç unutmayacak, onların bilmediği bir sey düsünmeyecek, onları sevmediğini hiç söylemeyecek, odasını hiç fırtına gibi terk etmeyecek, su anda olduğu gibi hep onlarla elele olacak.

Zamanın durduğu yerde sevgililerin binaların gölgelerinde, birbirlerine hiç ayrümamacasına sarılarak öpüstükleri görülüyor. Sevgili, elini simdi olduğu yerden hiç çekmeyecek, anılarla yüklü kolyeyi hiç geri vermeyecek, sevgilisinden uzaklara gitmeyecek, kendini hiç tehlikeye atmayacak, sevgisini göstermekte yetersiz kalmayacak, kıskançlık yapmayacak, bir baskasına âsık olmayacak, zamanla bu anın tutkusunu hiç yitirmeyecek.

Bu heykeller çok zayıf kırmızı bir ısıkla aydınlanıyor çünkü zamanın merkezinde ısık da azalmıs neredeyse hiçe inmis; titreyisi genis kanyonlardaki yankılara, yoğunluğu ates böceklerinin ölgün ısığına indirgenmis. Zamanın tam merkezinde olmayanlar, hareket ediyor ama buzdağları gibi. Saçı düzeltmek bir yıl alıyor, bir öpüs bin yıl, Bir gülümseme sırasında dıs dünyada mevsimler geçiyor. Bir çocuk kucağa alındığında köprüler kuruluyor. Hosçakal denirken, kentler yıkılıp unutuluyor.

Buradan dıs dünyaya dönenler oluyor. Çocuklar hızla büyüyorlar anne babalarının yüzyıllarca süren, kendilerine bir saniye gibi gelen kucaklamalarını unutuyorlar. Çocuklar yetiskin oluyor, anne babalarından evlerinden ayrılıyor, kendi baslarına yasamayı öğreniyor acı çekiyor yaslanıyorlar. Çocuklar kendilerini sonsuza dek tutmak isteyen anne babalarına, burus burus derilerine ve güçsüzlesen seslerine lanet okuyorlar. Simdi onlar kendi çocuklarını zamanın merkezinde dondurmak istiyorlar.

Geri dönen âsıklar arkadaslarının çoktan öldüğünü görüyorlar. Bu kadar zaman sonra yasamlar geçip gitmis. Hatırlamadıkları bir dünyadalar. Dönen âsıklar yine binaların gölgelerinde birbirlerine sarılıyorlar ama sarılmaları artık bos ve yalnız görülüyor. Kısa zamanda yüzyıllar boyu süren, kendilerine saniyeler gibi gelen verdikleri sözleri unutuyorlar. Yabancıların arasında bile kıskançlık gösteriyor, birbirlerine kin dolu sözler söylüyorlar, tutkularını yitiriyor, birbirlerinden uzaklasıyor, yaslanıyor ve tanımadıkları bir dünyada yapayalnız kalıyorlar.

Bazıları zamanın merkezine hiç gitmemenin daha iyi olduğunu söylüyor. Hayat bir hüzün gemisi ama yasamak asil bir is ve zaman olmadan hayat da olmaz diyorlar. Baskaları buna karsı çıkıyor. Onlar sonsuz bir doyumu tercih ediyorlar, bu sonsuzluk bir kutuya tutturulmus bir kelebek gibi sabit olsa da.

Alan Lightman / Einstein'in Düsleri

22 Eki 2012

Pazar Ressamı



son iki Pazar resim yaptım;
fazla değil, haklısınız,
ama bu turnuvada büyük hayaller yıkılır;
tarih elbisesini çıkarır ve bir orospuya döner,
ve sabah uyanıp
kanatlarını gölgeler misali çırpan kartallar gördüm;
çöp kutumun alevlerinde
Montaigne ve Phidias'la karşılaştım,
sokaklarda kafalarını kemirgenlerle sallayan
barbarlara rastladım;
yaramaz çocuklar gördüm mavi küvetlerde
eksik bitki gövdeleri gördüm çiçekler kadar güzel
ve içki-almaz son meteliğine kızgın
bar-sineğini gördüm;
don gecelerinde, mezarında öksürdüğünü duydum
Domenico Theotocopulos'un;
ve boyu bir ev sahibesinden uzun olmayan,
saçları kızıl boyalı Tanrı bana saati sordu;
aynamda aşıkların gri otlarını gördüm
bir manyağın alkışıyla sigaramı yakarken;
Cadillac'lar karafatmalar gibi dolaştı duvarlarımda,
süs balıkları dolaştı çanağımda, elle eğitilmiş kaplanlar;
evet, birkaç Pazardır resim yapıyorumgri
değirmen, yeni asi; berbat aslında;
tiner ve klora batırmalıyım yumruğumu,
Andernach'a ve elmalara ve aside,
ama o zaman size şunu söylemeliyim ki burada
gözleme hamuru karan ve şarkı söyleyen bir kadın var,
ve boya, planıma şeker gibi yapışıyor.

Charles Bukowski / Suda yan ateşte boğul

21 Eki 2012

Aşksızlık dansa yenik düşmektir


Soyundum ve görüntünü gardırobun kapısından silmeye çalıştım.ikimizin tanıştığı koltuğa oturdum.sesini silmeyi beceremedim.en iyisi aşktı;..onu bulduğum yere beni götürebilecek bir ayna aradım.güvercinlerimi anlattığım yazıyı sana göndermek istedim;sana dokunmak istedim,ince uzun küpelerim sırtına değsin istedim.açık,gergin ve güçlü bir şey bu.aşksızlık dansa yenik düşmektir.giyindim,hava çok sıcak.
Fotoğrafını duvara asıp,sözcüklerin yok etme,var olma savaşı verdiği sayfaları yırtıp atıyorum.kendine söyleyemediklerini dudaklarının kenarı anlatır bana.korkularını,korktuklarını.herşeyi,her şeyi unuturum.sadece bir fotoğraf için evime diğer gecelerden daha erken dönerim.daha erken uyanırım,en az senin kadar…neyim?gözlüklerine patlayan ışık,onu unuttuğum bir gece,yaktığım koltukta bana rastladı.sevgilimi pencereden aşağı attım.babamı menekşe saksımın içine gömdüm.perdeleri sıkıca kapattım.artık uyanık kalabilirim.
Şarkı dinleyip kitap okuyorum.arkadaşlarım nerede kaldı.müzik dinleyip kitap okuyorum bu sefer.uykuya geçmeden bir saat önce.yani çok sonra.sıcak,çıplak ve isteksiz kalıyorum.soğuğu seviyorum,kibritçi kızı.ama sıcak ülkeleri merak ediyorum.orası bilemeyeceğim tek yer,beni de yanına alır mısın?Yolculuk uzun sürmez hiçbir zaman.seni çok uzun düşünüyorum.sahnede dans ediyoruz.pis ve güzelim.tenimdeki kadını keşfediyorsun.hemen oyuna hazır bir piç olduğunu anlatıyorsun.aceleci,aşık ve çocuksun.

Dur.Gitme.Sana bir şey verecektim..!

Tarabya sırtlarına gümüşten yağmur akıyor.beni böyle görme diye,yüzümü kapatıyorum.midem bulanıyor,bir de yazıyorum;imkansız;gidemezsin.çoraplarımı veririm sana,angora kaşkolümü..,’bak bunları çok severim’;cam bileziklerimi..al onları benden,özlediğini anımsa.izin ver yanına oturayım,hiç konuşmam.
Tarabya sırtlarına tıpkı bugünkü gibi her gün gümüşten yağmur yağdı,işte bunu hiçbiriniz görmediniz.
Dostlarımı affetmedim.seni..duyuyor musun?sen gidemeyeceksin ve ben de seni orada,öyle bırakamam.izin ver sırtına sarılayım,çok konuştuğumu söyleme..saçlarımın sıcaklığı sana üşüdüğünü fark ettirmesin.yüzüme kapatacak kapılar veririm sana,çantamın içinde yığınlarca var.n’olur,dur..dur,gitme,sana bir şey verecektim oysaki..

17 Eki 2012

Lağımlaranası ya da Beyoğlu


Geride bıraktığım ilk bölüme şöyle bir bakıyorum. Geniş tutulması tasarlanan bir çalışmanın çeşitli boyutlarda, çeşitli düzeylerde, gelişigüzel çiziktirilmiş bir taslağı. Birtakım ip uçları var (ipuçları değil): Anamgillerin öznel, duygusal bir "tarihi"; yaşantılarım içerisinden seçilip Beyoğlu ile ilişkili gördüğüm ölçüde biribirine bağlanabilecek anılar; sokakların, evlerin, kişilerin ördüğü öznel bir İstanbul parçası; daha az belirgin, daha çok sezilir nitelikte, "Beyoğlu'nun –benim gördüğüm yıllarda– geçirdiği değişiklikler" türünden bir öykü... Bu iplerin her biri, yalnız birkaçı, biri, çekilir, çeşitli geliştirmelere gidilebilir; aynalar, ışık, koku gibi öğeler daha çok ya da daha az kullanılabilir. Her durumda bir "Beyoğlu" metnine varılacaktır ya, ana başlığın, "Lağımlaranası" sözcüğünün sezdirdiği temel düşüncenin gereğini yerine getirmek üzere bir ana dokunun, önceki bölümü de içine alabilecek bir ana dokunun gerçekleştirilmesi gerektiğine göre, bunun yolu nedir? Bundan sonra bunu yapıp yapamayacağımızı anlamak gerek.


1.

Bir söylencedir Beyoğlu.

Nasıl ki Venedik (de) bir ağıttır.

Beyoğlu'nu bir ağıt gibi düşünmemeli ama.

Hiç düşünmemeli.

Beyoğlu, onu yaşamış olanlar için (de) bir söylencedir. Bir geçmişliği, bir düşkünlüğü, bir yalnızlığı ırlayan bir söylence.

Venedik

binlerce kez yazılmış, övülmüş güzellikleri, kıyıcılığı

tantanası, pasağı, yüceliği, kurnazlığı

yaldızı, mavisi, yeşili, kırmızısı

küfü, bozluğu, kurşun rengi, çürümüş sulardaki

çürüyen temelleriyle

altın parıltısı, havalandırılmamış sokaklarının

dışkı kokusunu bile aratan günleriyle

batarken

en gür sesiyle bir ağıttır, kalkmaz, tükenmez bir ölünün başında; ölümün kendi ağzından yükselen.

Beyoğlu'nda Venedikli mezarları (da) vardır, Venedik ağzı konuşanlar da. Hâlâ.


Karşı karşıya gelmeyecek şeyleri mi karşılaştırmağa kalkıyorum?

Emekli iki devlet/başkent sözü etmek, olsa olsa bir nükte olur. Beyoğlu emekli devlet/başkentlerden birinin bir üyesi ancak (kolların, bacakların üye adını taşıması türünden...)

Geçmişlik niteliklerinde bir ortaklık mı var? Belki.

Türkler Rıhtımı – Balyoz Konağı... (Balyoz konağının yeri birkaç kez değişmiş olsa da) Beyoğlu'nu Venedik'e yaklaştıran bir şey olsa gerek kafamda.

Beyoğlu'nun geçmişliğinden söz ederken dikkatli olmalı.

Geçip giden yaşamlar var. Doğanlar, evlenenler, ölenler; ölüm sıraları daha sonra, daha daha sonra gelenler. Beyoğlu durmadan yenilenir, yeni yeni yaşamlara açar kendini. Beyoğlu'nun belli bir dönemini yaşayıp sevmiş olanlar vardır. Beyoğlu'nun yenilenişi bu yaşamlardan kısa, çok daha kısa dönemler içerisinde gerçekleştiği için, her kuşak Beyoğlu'nun öldüğünü, geçtiğini, geçmişe karıştığını, haklı olarak, söyleyebilmiştir. Biraz –ama çok az– abartılacak olsa şöyle denebilir sanırım: Herkes çocukluğunda bir Beyoğlu tanımış, ortayaşına doğru o Beyoğlu'nun yıkılıp göçtüğünü görmüş, ortayaşıyla biraz ötesinde yeni bir Beyoğlu tanımak zorunda kalmıştır.

Değişen ne? Sokak adları dedim ama o, pek arada bir depreşen bir sıtma. Yapılar? Bir bakıma öyle. Ne yazık ki Beyoğlu'nun tarihini okumamıza olanak verecek bir kitap hanidir parçalanıyor; orasından burasından sayfalar üçer beşer koparılıp (yerleri boş kalamayacağına göre... Tanrı korusun! O santimi para eden topraklar boş bırakılır mıymış?) başarılı (yerini bulmuş, yerine oturmuş, yakışmış ya da bulmamış, oturmamış, yakışmamış –kimin umurunda? yeter ki para getirsin– yıktırılıp yeniden yaptırılacak) başarısız yeni yapraklar yerleştiriliyor. Ama yeni yapı, eskisinin uzamına yerleştiği, olsa olsa boyutları –o para getiren boyutları– değiştirmekle kaldığı için, ayrıca, kaç kez yazılageldiği üzere gözler, genellikle, ilk on-onbeş metrelik yükseklikten ötesine pek bakmamağa alışık olduğu için, bir süre sonra bu çeşit değişmeler de unutulur. Dükkânların türü değişir: Örneğin büyük pastaneler dönemi, büyük küçük muhallebiciler dönemi, süslü, kokusundan durulmaz lahmacuncu-pideciler dönemi diye ayırımlar yapılabilir bu alanda; tuhafiyeciler, kumaşçılar, çantacı, ayakkabıcı, züccaciye, gümüş, mücevherat satıcıları, kuyumcular, antikacılar biraz köşe kapmaca oynamış, hazırcılar ısmarlamacıları yeyivermiştir. Sinemalar sayıca pek değişmemişse de ad değiştirmekte, kimi zaman da –anlaşılmaz bir bekinişle– yer değiştirmektedir. Gösterdikleri filim türleri de biraz o yana biraz bu yana oynamıştır elbet. Sinemaların en çok değişen yanı, seyircileri olsa gerek.

Galiba en çok değişen (yangınlarda kül olanları, çöküp yıkılıverenleri, yüzünü genceltir ya da orasını burasını gerdirir gibi eski yapılara yapılan yeni yüzleri, yeni alnaçları hiç de unutmadan söylüyorum bunu) Beyoğlu'nun, en büyük caddesinden en küçük sokağına dek her boyuttaki boşluğunu dolduran insanları.

İnsanlar, bir öncekilerin yerini aldıkça, kültürleri de bir öncekilerin üzerine gelip binmiş; tezgâhtarların tutucu, geleneği sürdürücü görülebileceği bir dünyada, müşteriler değişmiş, evlerin yapısını değiştiremeyen kiracı ev içi görünümü kadar sokakları da değiştirmiştir. Örneğin Beyoğlu'nda yürümenin biçimi değişmiştir. Beyoğlu'nda yürüyenlerin görünümü inanılmaz ölçüde çeşitlenmiştir.

İnsanlar katında tek değişmeyen, belki de değişik, çok değişik yöntemlerle, zaaflardan yararlanıp yolunu bulanlar makulesi olsa gerek.


Venedik, belki de görkemi yüzyıllardır yerinde durduğu için, bir ağıttır. Görkemin geçiciliğini, büyüklüğün büyük de bir akağı bulunması gerektiğini unutmamış (öğrenmiş) küçücük Beyoğlu, İstanbul'un (iki yakasının da denebilir ya) en azından bir yakasının ana lağımı niteliğiyle durmaz, akar, yabanıl, bezeli, yoksul, (parasını harcayıp yaşadığına inanan, gerçekte belki de yaşamını haydan gelip huya giden bir para gibi har vurup harman savuran insanlarla dolu) bir dünya. Dipdiri.


2.

Bir de çeşmeler yok oldu.


İnayet Hanımın zamanında kaç çeşme sayılırdı Taksim'den Tünel'e? Kurumamış, aynası hiç pas tutmamış, oymaları henüz diri?

Suyun akışına (susayanların sapı mermere saplı bir halkaya –ya da musluğa– zincirle bağlı bir tasla su içtiği çeşmelerin, muslukları çalınmağa başlamamış, adları hayır sahiplerini diri tutan çeşmelerin akıp giden suyuna bağlıdır İnayet Hanımın kısacık, deli dolu yaşamı. Kimbilir neden kurmuşumdur bu bağı kafamda?

Büyüklerden küçüklere –özellikle kadın ağızları aracılığıyla– aktarıla aktarıla 75-80 yıl sonra bana, bu sayfanın yazısına ulaşmış bir öyküdür bu.

Çok kısa. O dönemin bir iki yazarının herhalde işittiği, ama –gene, herhalde– yazmağa yanaşmadığı bir öykü.

İnayet Hanım Bebek'de bir yalıda oturur.

Ailesi, yalı, yalıdaki yaşamı belki daha sonra ilgilendirecektir bizi. Şimdilik, basmakalıp bir Bebek yalısı dünyasının imgesiyle yetinebiliriz.

Günlerden bir gün "Beyoğlu'ndaki dişçiye gitmek üzere" kalfa kadınla birlikte çarşaf giyilir, arabaya binilir.

Kalfa kadınla ("kupa" mı, "fayton" mu, başka tür bir araba mı olduğu bilinmeyecek olan) araba, bu öyküde İnayet Hanımın ailesinin, yalıdaki yaşamın ya da herhangi bir "paşa baba" ya da "amca"nın (toplumsal kat ya da yer belirten) imleri değildir. İnayet Hanım göze girmesini, kendini saydırmasını bilmiş bir "kardeş yadigarı" yetim, evin öz, şımartılmış kızı, babasından kalma servetle birlikte yalı sahibi amcasının koruyucu kanadı altına girmiş –gene yetim, elbette!– bir yeğen de olabilir. Önemli olan, İnayet Hanımın verebildiği karar.

Araba Bebek'den Taksim'e çıkmış, oradan da

[buralarda arabanın biraz daha yavaş gittiği düşünülmeli. Öyle ya, hayvanlar yorulmuştur; kalabalık, gidip gelen insanlar, arabalar, gürültüler, sesler şaşkına çevirmiştir zavallıları. Belki de İnayet Hanım, günün orta yerinde, her şeyden önce de kalfa kadına hiçbir şey sezdirmemek, her zamanki meraklarında, heveslerinde herhangi bir değişiklik olduğu izlenimini vermemek üzere, kalabalığı, öbür arabalardakileri, dükkân camlıklarını daha rahat seyredebilmek için arabacıya biraz ağır gitmesini söylemiştir.]

ağır ağır –salına salına dememek için güç tutuyorum kendimi– Galatasaray'a inmiştir.

İnayet Hanım her zamanki gibi midir? Kalfa kadın, sonraları, dövüne dövüne hesaplar verir, yeminler kasemler ederken kafasını yumruklayacak, bir şeyler sezer gibi olduğunu ama herhangi bir kötülüğe ihtimal veremediğini gözyaşları içinde anlatacaktır. Hayır, İnayet Hanım her zamanki gibi değildi elbet. Kalfa kadın da tarihin olmuş bitmişliği içinde konuşanlardan farksız, bilmenin kolaylığı içinde, bilemeyişini haksız yere suçlayacaktır. Ama araba henüz Galatasaray'dadır, dolayısıyla İnayet Hanım –olanca zeyrekliğiyle yüklendiği anda– kalfa kadının gözünde her zamanki gibidir. Yani afacan, buyurucu, sokulgan, şakacı, alaycı, saksağanları, kedileri, mahalle karılarını gölgede bırakacak ölçüde meraklı, cıva gibidir. Yerinde duramayışı belki tek gerçek halidir o gün, İnayet Hanımın: Yaşamının en büyük kumarını biraz sonra oynayacaktır. Kazanacağından da şüphesi yoktur.

Dişçinin muayenehanesi, bir Alman adı taşıyan (küçük sayılabilecek) pirinç levhanın sarı bir pırıltıyla aydınlattığı kararmış taşların çevrelediği ağır demir kapı Tünel'e yakın sayılır. Oraya gitmeden önce İnayet Hanımın birden aklına gelir: Yeni elbisesinin yakasındaki dantelalar pek çirkindir; musibet terzi doğru dürüst seçmesini bilememiştir onları; hazır buralara gelmişken Karlman'dan birkaç metre dantela alabilir, dişçiye gitmeden önce... Geçen gelişlerinde zaten çok beğendiği bir şey görmüştü. Kalfa kadın arabada bekleyecektir. İnayet Hanım kadının itirazını beklemeden, az önce durdurduğu arabadan atlayacak, en ağırbaşlı, en hanım haliyle büyük kapıdan içeri girip ilerleyecek, birkaç basamak çıkıp (ikircim içinde, gene de yerinden kıpırdamaktan korkan –İnayet Hanımın kızması, dargınlığı korkulacak bir şeydir çünkü– Kalfanın kartal olsa göremeyeceği, seçemeyeceği bir noktaya ulaşınca) hızlanacak, sağına soluna bakmadan uzun geçidin sonundaki merdivenlere varacak, kendini artık tutamayacak, atacak aşağı o merdivenlerden, arka kapıda bekleyeceğinden bir an bile şüpheye düşmediği arabaya ulaşınca birden duracak, kapının açılmasını bekleyecek, gene en hanım, en ağırbaşlı haliyle binecek arabaya, kamçıyı sırtlarına yiyen atların hamlesine uyarak, kendini Hüsnü Beyin kollarına bırakacaktır.


3.

Taksim çeşmesini hep kuru gördüğümü sanmıyorum. Pek uzak bir geçmişte, zincirle bağlı tası doldurup su içen birini gördüm mü?


Elim anamın elinde Fransız konsolosluğunun önünden yürür, Yıldız sinemasının karşısına geldiğimizde karşıya geçerdik genellikle.

Parmakkapı adının çeşitli yolaklara açıldığını çok sonraları düşünecektim. Ama daha o zamanlar, Büyük ile Küçük Parmakkapılar ayırımına sırt çevirerek, karşıda kalan öbür kaldırımı unutarak, ağzıma bir şeker, o zamanlar pek sevdiğim (Aşk-ı Memnu'da Lebon'dan alınıp yalıya getirilen, Bihter'in özellikle sevdiği) menekşeli bir fondan atar gibi, Parmakkapı'nın heyecanını uzun uzun gezdirirdim içimde. Yıldız sinemasının resimleri, renkli afişleri olurdu; muhallebicinin tarçın, fıstık, hindistancevizi çalınmış, titrekliğini, tadını bildiğim ama pek sevmediğim aklıkları, tavukları, pilavları, havagazı şirketinin loş boşlukları, o küçücük kitapçı dükkânının, yerden tavana, akıl almaz sayıda kapakla döşenmiş camlığı olurdu. Öbür dükkânlar, Ağacamiine yaklaşırken, artık beni değil, arada bir, anamı ilgilendirirdi. Yıldız sineması ile kitapçı dükkânı daha pek uzun bir zaman, Parmakkapı'nın başlıca çekimini besleyecekti benim için.

Yıldız sineması kocaman iki duvar resmiydi her şeyden önce. Sonraları artık usanıp görmeyeceğim, daha sonra da bakmayacağım o resimleri çocukluk yıllarımda tüketmeğe doyamazdım.

Duvar resimleri bizim eve girişte de vardı. İstanbul'a kaçmış Rus ressamlarının hemen hemen tümüyle uydurma bir "Doğu"yu canlandıran sahneleri ağır basardı belki de bu duvar resimleri arasında. Ancak, o yıllar, bu duvar resimlerine herkes meraklı olduğu için bu "Doğu"nun yanı sıra kır eğlenceleri, Boğaziçi görüntüleri, kırlık, bahçelik yerlerde oturan, ayakta duran, konuşan, koşuşan, ince, renklice giyimli büyükler, çocuklar, İstanbul camilerine hiç benzemeyen camilerin egemen olduğu Haliç görüntüleri de az değildi. Balonlar, kuşlar, tazılar, özellikle kadın giysileri, akide şekeri renkleri, uçucu hafif, püfürtülü bir dünya çizerdi bu duvarlara. Ama karartılmış, kara, kahverengi, kirli sarı, mor renklerin bunaltıcı, masalsı dünyası da vardı birçok yerde. Yıldız sineması; patlıcan renkli kadifeleri, sarı ışıkları, salona oranla büsbütün loş görünen –hiç ama hiç çıkılmayan– balkonu, kopkoyu, ahşap kapıları, büksül koltuk tahtaları, kararmış yaldızlarıyla kurduğu bir eskimişlik içinde o esmer görünüşlü resimlerini anımsayacak çocuklara gösterim aralarında da masal emzirirdi.

Bizim salonu da boyamıştı bu Ruslar. Gül kurusuna çalar bir pembe bozması üzerine ürkünç kara yapraklı, kara çiçekli kara sarmaşıklar kaplamıştı duvarları. Kendimi bildim bileli gördüğüm için alıştığım, dünyanın verilerinden biri diye bellediğim bu nakışları, sonraları, sevmemeği başarabildim.

Babaannemin masmavi odasının üst yanındaki mavili aklı suyu cetveller, ince fırçalarla çizdiklerini anımsıyorum; bugün bile gözümün önüne gelebiliyor.

Nakışsız duvar azdı bizim evde. Teyzemlerde ise nakışlar, duvarlarda değil, perdelerde, döşemeliklerde, örtülerdeydi; bizdekinin tersine.

Konsolun üzerinde o zamanlar bile eski diye nitelenen, nasıl kullanıldığına hiç akıl erdiremediğim porselen leğenle ibriğin –boyumun o ibriğe tepeden bakacak kadar uzaması için yıllar yıllar gerekecekti– kenarları da mavi nakışlıydı.


Pamuk Prenses ile Yedi Cüce'yi Yavrutürk dergisinde okurken, ya da okuduktan az sonra, Yıldız sinemasında filmine götürüldüm. Yavrutürk'deki resimler de Walt Disney'indi. Ama filmin renkleri vardı. Ecenin aynası, hele Ecenin Cadılaşması beni büyük korkulara saldı. Hemen ardından uzunca bir hastalık geçirdim. Ateşten yandığım geceler, Cadı geldi geldi gitti gözlerimin önünde. Peder sinemayı bir daha yasakladı. Oysa bu yasaklar, anamla ben bir araya gelince, etkili olamazdı ki... Ondan önce King Kong olayı da yasaklamaya yol açmıştı. Şık sinemasının, Aynalı sinemanın kapısından içeri girmenizle başlayan "King Kong geliyor!" çığlıkları, zorlanan, kırılacağı belli bir kapı, neye oranla, orasını çıkaramıyorum ama, ufacık kalan bir kız, ışık tutan adamın bizi yerimize götürmesine dek görüp işitebildiklerim oldu. Daha oturmadan ağlayıp bağırmağa, anamın eteğini çekiştirmeğe başladım, aynalarla kuşatılmış girişe çıktık. "Bari yarın yalnız gelin de, hanımefendi," dedi biri, anamın elinden bileti alıp imzalayarak. Pola Negri'li Mazurka'yı da orada (mı) gördüm (mü)? Yasaklamanın biri ancak, daha uzun ömürlüce oldu; onu da peder değil, ben koymuştum. Nedenini anımsayamıyorum şimdi.


Aynalı duvarlar, ağır, koyu renkli kadifeler, nakşın kendisi olmuş tahta çubuklar, üçüncü sınıf resimler, leğen-ibrik, perde, koltuk... Gelip geçen, gene gelip gene geçecek modaların gelgitinde insanları oyalayan, avutan, ısıtan neydi?

Nedir?

"Lağımlaranası"ndan, s. 79-87

6 Eki 2012

Anemon



uyu benim yalnız gözüm,gözler terkedilen şeylerle doludur.
onların bize baktıklarını görür gibi oluruz
bizim onlara baktığımız gibi oradan.
uyu benim defne aynam bırak onları
bırak onları girip çıksınlar yarı açık pencerelerden
gölde kayan dolaşıcı sazlar gibi.
uyu benim ıslak boğazım unut yeşil lekeleri
unut uzun nehirleri geçici altınlarını onların unut.
biliyorsun ki nehirler altın ölülerle doludur...

28 Ağu 2012

Bu defteri bir temenniyle, gerçekleştireceğim bir temenniyle kapatacağım.

Bir gün Selim’e edebi ve felsefi bütün çalışmalarını durdurmayı teklif etti ve bir süre hiç yazmadılar. Bundan sonra Selim (Süleyman Kargı’nın onayıyla) şarkıların açıklama bölümünü yazmaya başladı ve Süleyman Kargı’dan, bu yeni bölümü Süleyman Kargı yazmış gibi göstermesine izin vermesini istedi. Bu isteği kabul edildi.

Felsefi sistemlerin çokluğu ve kararsızlığı Süleyman Kargı’yı üzüyordu. Kitabını da bu nedenle yazıyordu; değişmeyen bir sistem bulmak istiyordu. Geleneklerin üstüne çıkmak ve yeni bir sistem bulmak için özellikle modern felsefe akımlarını inceliyordu. Matematik bilgisinin yetersizliğinden yakınıyordu. Selim, birlikte matematik çalışmalarını teklif etti. Kitaplar satın aldılar: yazın sıcağına aldırmadan çalışmaya başladılar. Selim’in modern matematiği bilmemesi nedeniyle bu çalışma kısa sürdü. Bir süre bıraktılar, sonra gene başladılar. Selim Işık, Süleyman Kargı için kütüphanelere gitti, notlar çıkardı. Bazen bir noktaya takılırdı ve saatlerce tartışırlardı. Sonunda kavga ederlerdi. Selim, bununla birlikte, bu çalışmalardan vazgeçmek istemiyordu; üniversitede anlamadan geçtiği birçok konuyu yeni yeni anladığını söylüyordu.

Dairede Süleyman Kargı’ya saygı gösteriyorlardı. Bir köşeye çekilip saatlerce kitabıyla uğraşması, onu memurların gözünde büyütüyordu. Felsefeyle geçirdiği saatlerde, çevresindeki konuşmaları, gürültüleri duymazdı. Akşamüzeri Selim uğrardı: aynı dairede çalışıyorlardı. Birlikte çıkarlar, gidip bir pastahaneye otururlardı. Orada, Selim’e o gün yazdıklarını okurdu. Sonra, birlikte Selim’in evine giderler ve Selim’in yazılarını okurlardı. Selim dairede yazmazdı. Süleyman Kargı, Selim’le birlikte büyük bir oyunun, hayat kadar büyük bir oyunun içinde olduklarını söylüyordu. Kimsenin bu oyuna karışmaya hakkı yoktu. Kimseyi bu oyunun içine almıyorlardı. Gerçeklerin de bozmasına izin verilmediği düzenli bir oyundu bu. Gerçeklerle uyuşmadığı oranda güç kazanan bir oyun. Gerçekleri kötü bir biçimde taklit edecekleri yerde, hiçbir değer yargısının karışmadığı bir düzen ruhlarını geliştiriyordu. Hırslardan ve kıskanmalardan uzak hayatın içinde ve onun çirkinliklerine meydan okuyan bir davranıştı bu. Göze çarpmadan yaşıyorlardı. Bir tek kişi bile bu düzeni bozabilirdi. Bu düzenin dışındaki insanlara bu düzenden hiç söz açmıyorlardı. Bu konuda aralarında konuşmadan anlaşmışlardı. Bundan bahsetmek bile düzenlerini zedeleyebilirdi. Öyle bir dünyada yaşıyorlardı ki iki insanın yaklaşmasının, bir noktada buluşmasının hemen hiç mümkünü yoktu. Bu bakımdan, bu değerli yaşayışın korunması gerekiyordu. Aralarında, kelimeleştiremedikleri düşüncelerin var olduğuna inanıyorlardı. Bu inanç, sonsuz bir hoşgörüyü geliştiriyordu. Süleyman Kargı, Selim’in terzisine diktirdiği elbiseleri çok dar bulduğu halde giyiyordu. Selim Işık da, Süleyman Kargı’nın titizliğiyle alay ettiği halde, yemekten sonra bulaşıkları -Süleyman’ın evinde- hemen mutfağa götürüyor ve yıkanmasına yardım ediyordu. Dostluk kelimesinden bile bahsetmeye korkuyorlardı. Meyhanede içerlerken Süleyman Kargı, Selim’e sormadan, Selim’in sevdiği mezeleri ısmarlıyordu. Bu davranışın da ne resmi çekilebilir, ne de yazısı yazılabilirdi. Selim fazla içtiği zaman Süleyman Kargı koruyuculuk taslamıyordu ona. Bununla birlikte Selim, sarhoşluğun etkisiyle, içki içtiği için Süleyman’ın kendisine baskı yaptığından yakınıyordu. Kaldırımlara oturup Süleyman’ı zor durumlarda bırakıyordu. Ertesi gün de hepsini bilerek yaptığını, hepsini Süleyman’a inat yaptığını, ayık olsa da yapacağını söyleyerek övünüyordu. Süleyman da, dur şimdi diyordu, dur şimdi; onu bırak da bugün yazdığım sayfayı dinle.

Yazın sonunda askerliği biten Selim Işık şehirden ayrıldı. Süleyman Kargı’yı bir daha görmedi. Fakat istediği zaman onu yerinde bulacağını biliyordu. Süleyman Kargı ona bir iki mektup yazdı: yaşadığı şehrin ve kendisinin tatsızlığından bahsetti. Kendini beğenmiyordu. Gittikçe kendisinde daha çok kusurlar buluyordu. Böbrekleri ağrıyordu. Hastaneye yatması gerekiyordu. Kadınlarla buluşmaktan artık hoşlanmıyordu. Ve saçlarını boyamak istemiyordu. Selim’in şarkılarını okuyor ve gene beğeniyordu. Yeni bir salata yapmasını öğrenmişti. Her gün salata yiyordu. Doktorlar içkiyi yasak etmişlerdi. Zaten canı istemiyordu. Kendini evde kalmış bir kıza benzetiyordu. Dükkânlarda satıcılarla kavga ediyordu. Bozuk para çantası kullanma huyundan bir türlü vazgeçemiyordu.

Süleyman Kargı, bu satırların yazarına göre, hiçbir zaman kendine ihanet etmedi ve gene bu satırların yazarının her zaman saygısını kazandı. Bu satırların yazarı kendinde küçük bir yaşama gücü bulsaydı, Süleyman Kargı’ya giderek ona saygılar sunardı. Onun, düzenini sürdürmesini ve varlığını korumasını bütün kalbiyle diler.

Süleyman Kargı’yı araya sokarak, kendimi yumuşatmaya çalışıyorum. Dokunulmadık bir hatıra, kirletilmedik bir hayal bırakmadan her şeye saldırıyorum can kaygısıyla. Süleyman Kargı’yla aramızdaki sessiz anlaşmayı da bozdum sonunda. Bu gidişle haysiyetimi bütünüyle kaybedeceğim. Hiçbirinin beni kurtaramadığını gördüğüm halde, kutsal saydığım bütün değerleri birer birer yok ediyorum. Bu deftere başladığımdan beri, çeşitli maskaralıklarla kendimi kendi gözümde küçülterek durumu gitikçe bir çıkmazın içine sokuyorum. Bütün hayatım boyunca denediğim ve faydasını görmediğim usullerle, onlara tekrar tekrar başvurarak her gün beynimi biraz daha boşaltıyorum, hafifletiyorum. Bu nedenle, kafatasımı bir duvara çarpınca kırılıp dağılacak
cam bir küre gibi hissediyorum.

Bir an önce bitirmeliyim bu işi. Çok gürültü çıkarmadan son vermeliyim bu gidişe. İşin içine Günseli’yi de karıştırmadan, ona duyduğum saygıyı da kaybetmeden davranmalıyım.

Ayrıca, Günseli’yi düşünerek işimi zorlaştırmamalıyım.

“Düşünce: kara. El: yatkın. Zehir: gerektiği gibi. Zaman: uygun. Tam mevsimi; gören yok. Ey tabancalı adam! Bitir işini.”

Adımların yaklaştığını duyuyorum. Kapıyı açıp her an içeri girebilir. Elinde tabanca olduğunu biliyorum. O elini cebine atıp, çıkarmadan biliyorum. Elimi, ayağımı yerinde hissediyorum. Kapıyı araladığı zaman hazır olmalıyım. Kendimi kaybetmemeliyim. Bir trajedi havası vermemeliyim.Krilov gibi döneklik etmemeliyim. Bu, daha öncekilere benzemez. Hata yapmamalıyım. Hayatımda ilk defa bir kesinlik ve bütünlük göstermeliyim.

Son sözü söylemeliyim. Eski sözlerim gibi kalabalık ve boşuna olmamalı.

Bu defteri Günseli’ye göndereceğim. Durumumu öğrenirse boş yere üzülmez.

Bu gece iyi uyumaya çalışacağım. Yarın sabah bu defteri bitireceğim. Ondan sonra, benim için artık kimse kötü düşünemeyecek.

Bu defteri bir temenniyle, gerçekleştireceğim bir temenniyle kapatacağım.

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

25 Ağu 2012

Cellat hiçbir zaman sevilmemiştir.


Mümtaz sana bir hikaye mevzuu vereyim mi? Düşün bir kere, ben anlatayım da... Bir insan, faziletli bir insan, bir memur, bir hoca, istersen bir evliya tasavvur et!.. Öyle hazırla ki bütün değerler kendisinde mevcut bulunsun. Onlarla doğmuş olsun. Bir kere bile kendi içinde aksamamış bir adam hulasa... fakat mecburiyeti sevmiyor. Garip değil mi? Sadece kendini seviyor: Kendisinde ve kendisi için yaşamayı istiyor. Ömrü gayesiz fakat cömert hareketlerle dolu; ve bu hareketler kendiliğinden hep iyiliğe doğru gidiyor. Fakat düşüncesinde hür olmayı seviyor. Ve hiçbir vazife hissi tanımıyor. Günün birinde bu adam bir kadınla evleniyor; belki de sevdiği bir kadınla. Birdenbire değişiyor, huysuz, titiz, kötü düşünceli bir adam oluyor. Kendisini tasnif edilmiş görmek onu yavaş yavaş çıldırtıyor. Bir etiket altında yaşamanın, bir araba atı gibi beraber yaşamanın sıkıntısı onu içinden değiştiriyor. Yavaş yavaş hemen herkese karşı fenalık yapıyor, hayvanlara, insanlara, herşeye zalim oluyor. Hasis oluyor, hiç kimsenin saadetine tahammül edemiyor. Sonunda:

Mümtaz kısaca bitirebilmek için:

-Malum hikaye... karısını öldürüyor, dedi.

-Evet ama, bu kadar kısa değil. Kendi kendine uzun muhakemeler yapıyor. Hayatını bir mesele gibi alıyor ve düşünüyor. Sonunda insanlıkla arasında tek maniayı görüyor.

-Ayrılsın...

-Neye yarar?.. Beraber yaşamış iki insanın birbirinden ayrılacağını, hakikaten ayrılabileceğini sanıyor musun? Bunu Mümtaz'ın yüzüne dik dik bakarak söylemişti. -Hem ayrılırsa ne çıkar? Bütün bağları koparsa bile, ara yerde kaybedilmiş seneler bulunacak. Hepsini dakika dakika yaşadığı muazzam, korkunç, karanlık bir ömür; ondan kurtulabilecek mi? Sonra o ruh itiyatları. O zaman daha büyük bir tereddüde düşecek. Etrafında olan bütün fenalıkları bilerek yapmış bir adam, düşün. Ayrılmak da bunlardan biri olacak.

-Peki, öldürünce unutacak mı?..

-Hayır, unutmayacak. Tabii unutmayacak. Fakat kini ortadan kalkacak. İçindeki dargınlık gidecek.

Nuri dayanamadı:

-Mümtaz, bana kalırsa onun hayatını yazacağın yerde bir tarafta rastlarsan öldür, daha iyi olur...

Suat omuzlarını silkti:

-Bu birşey halletmez. Sadece meseleden kaçmış oluruz. Sonra öldüremez. Öldürmesi için tanıması, ayırması lazım. Herkese benziyen adamı niçin öldürsün, herkes az çok bir veya birkaç insanın yüzünden kötüdür. Emin olun buna... Her düşüşün altında bir başkası vardır. Ve herkes kendinin mezarıdır. O herkese benziyor, hepimize... fakat bunu kabul etmiyor. Evet sonunda bu zalim oyundan kurtulmanın tek çaresini buluyor. Bir tek hareket, kanlı bir hareket, bir nevi intikama benziyen bir iş. Fakat bunu yapar yapmaz büyülü bir eşik atlamış gibi kendisini öbür tarafta, eski dünyasında, içindeki iyilik hazinesiyle zengin buluyor. Yüzü parıldıyor ruhu bütün genişliğini alıyor; insanları seviyor, hayvanlara acıyor, çocukları anlıyor.

-Nasıl cinayetle mi?.. İhsan bütün neşesini kaybetmişti. Somurtkan, bir uçurum önünde gibi kendi içinde toplanmış Mümtaz'ın yüzüne bakıyordu. Nuran Mümtaz'ın yanına geçmiş, elini omuzuna koymuştu: Bir kavgada gibi herkes en sevdiğinin yanındaydı. Yalnız Selim tek başına, küçücük boyu ile önde, iki kollarını kavuşturmuş son derece eğlenceli bir şey seyeredenlerin çehresiyle konuşanlara bakıyordu. Daha ziyade mahallesinde horoz döğüşü seyreden çocuklara benziyordu.

-Burada artık cinayet yok.

Macide:

-Delirdin mi Suat? Böyle şeylerden ne diye bahsediyorsun. Kafana acı... Ve sonra birdenbire senelerdir yanında söylenmeyen fakat şimdi kendi ağzından çıkan -deli- kelimesi önünde korkarak, geriye, İhsan'ın arkasına doğru çekildi. Bütün vücudu titriyordu.

-Hayır, niye delireyim. Ben bir hikaye mevzuu anlatıyorum. Burada cinayet yok; bir kurtulma işi var. Tek manianın ortadan kalkışı. Tekrar dirilmek var. Evet kainatı buluyor. Kendisine yedi gün mühlet vermişti. Yedi gün cinayeti gizliyor. Yedi gün tekrar dirilmiş gibi insanlar arasında mesut, onları anlıyarak, altın parıltılar içinde yaşıyor. Tam bir tanrı gibi yedi gün... Ve yedinci günün akşamı bütün tabiat ve hayatla barışık, insan kaderinin miracında kendisini asıyor.

İhsan:

-Olmaz... dedi. Bu değişikliği izah edemezsin! Hiçbir intikam hissi, hiçbir adalet duygusu ferde başkasını öldürmek hakkını vermez. Fakat farzedelim ki, bu hakkı kendinde görüyor ve öldürüyor. Değişme nasıl olur? Veliliğin yolu cinayetten geçmez ki... İnsan kanı daima korkunçtur. İnsanı küçültür, ezer. Cemiyetin adaletinde bile buna doğrudan doğruya vasıta olana iyi gözle bakmıyoruz.

Cellat hiçbir zaman sevilmemiştir.

-Bizim ahlakımız için, evet, fakat onun üstüne çıkarak...

-Ahlakın üstüne çıkılmaz.

-Niçin olmasın? İyiliğin ve fenalığın üstünde yaşayan bir insan için... Sen velilikten bahsediyorsun; benim kahramanım velilik istemiyor. O hürriyet istiyor. Onu elde edince tanrılaşıyor.

-İnsan kanla hür olmaz... Kanla elde edilen hürriyet, hürriyet değildir; kirlenmiş bir şeydir. Bırak ki insan tanrılaşamaz. İnsan insandır. Ve bu da oldukça güç varılacak bir merhaledir.

-Bana hürriyeti tarif edebilir misin?

Suat bir dakika İhsan'a dikkatle baktı. İhsan ona cevap vermek üzereydi; fakat birdenbire hakiki bir telaşa kapılan Macide onun sözünü kesti:

-İhsan, sakın Afife'yi öldürmeği kurmuş olmasın... İhsan gülerek karısını teselli etti: Ne çocuk Yarabbim!.. Sonra yavaşça, hayır, dedi; korkma, o konuşmak istiyor... Biraz içerledi, ondan. Ve tekrar kendisinden cevap bekliyen Suat'a döndü:

-Ederim. Başkaları için istediğimiz nimet.

-Ya kendin, kendin ne oluyorsun?

-Onu başkaları için istemekle ben de nefsime karşı hür oluyorum.

-Esaretin başka bir nevi. Hepimiz ayrı ayrı varız.

-Bir bakıma öyle, yani inanarak istemezsem... fakat herkesle beraber olduğunu düşün, tam hürriyettir. Sen hepimiz ayrı ayrı varız dediğin anda herşeyi kaybedersin. Varlık tektir ve biz onun parçalarıyız! Aksi takdirde dünya her an daha beter olur. Hayır, varlık tektir. Ve biz onun geçici parçalarıyız. Saadetimizi, huzurumuzu ancak bu düşünce ile elde edebiliriz. Sonra gülümsedi; sana epeyce tavizat da verdim, Suat... Fikrimi anla, belki esasta birleşebiliriz. İnsan teker teker Tanrı olmaz; fakat insanlık bir gün kendisine layık bir ahlak yaparsa tanrılaşabilir!.. Yani bazı büyük vasıflar kazanır.

Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar

Gıli


Kartal kanat hesabı ceketin kollarını aşağıya sarkıtan Gıli, ağır adımlarla Kolera'da dolaşıp kafasına göre boy gösteriyordu. Tombalacılar, sigaracılar ve cıgaralık satanlar duvarlara yaslanıp Gıli Gıli'nin geçmesini beklediler. Gıli'nin yanakları titriyor ve o muhteşem kazma dişleri gıcırdıyordu! Gözleri Kolera'ya kavurucu bir sıcaklık saçıyordu!

Bitirim teşkilatına ait insanlar Gıli'nin eski uçurucu ve can alıcı kişiliğine kavuşmasına sevinip cıgaralıklarını alevlendirdiler. Kabadayılığa özenen rüzgâr tipler bile Gıli'nin bu akıl almaz yürüyüşünü küçücük beyinlerine kazıdılar. Ezilmeyi şöyle bırakın, sevilmeye bile itiraz eden ağır bitirimler, Gıli'nin astar gösteren yürüyüşünü, Kolera'nın seyir defterim tutan Acem Baba'ya ulaştırdılar. Acem Baba, Gıli'nin Kolera'daki tüm insanları hayrete düşürücü yürüyüşünü şair babalarının yardımıyla seyir defterine geçti. "Uzaktan tanınır delikanlımız / Koltuk altındadır emanetimiz / Sen ne söylersen söyle köylü kardeşimiz / Ezelden sayılıdır nefeslerimiz! / Niçin boşa geçsin ömürlerimiz?" Acem Baba metresinin kaş kalemiyle şiiri deftere geçirince, kabadayılığın zor zanaat olduğunu çakozlayan fırıldak şahıslar Orso'nun kahvesini terk edip caka satacak başka mekân aradılar.

Anti parantez hesabı şunu da belirtmek yerinde olacak: Gıli yürürken tatlı bir parçayı da dudaklarına meze yapıyordu. "Hatasız kul olmaz. Hatamla sev beni." Parçanın ara müziğini de ıslığıyla araya bırakmak yine Gıli'nin işiydi, "Taranara nam. Taranara nam." Sevgi denen Allahsız hastalık insana neler yaptırıyor? Gıli, sokaklarda sadece Puma Zehra'nın acısını kalbinden silmek için ıslık öttürüyordu. Zamanını ıslık çalarak öldürmekten, sokakların esmerleşmesini beklemekten başka bir şey düşünmüyordu. Gıli'nin şu an için yaşamını güzelleştirecek tek amacı vardı; Kolera canavarını delik deşik edip mahalleliye cesedin parçalarını sunmak! Gıli, kafasında beslediği bu düşünceyi uygulayabilirse, namını mumyalaştıracaktı. Zeki olan tüm bitirimler gibi o da sadece namı için yaşıyordu. Tek kelimeyle hayatta kalmak! Bu nam bırakma hadisesi, yaşamın bütün güzelliklerini altüst edici bir güçle, bitirimlerin kalbinde bin senedir dolaşıyordu!

Gıli, zamanı öldürmek, ayrıca beynini tüm kurnazlıklar için harekete geçirmek amacıyla bitirimhanenin yan odalarında iyi basılmış bir çift kâğıtlıyı padişah gibi üfledi. Cıgaraya harman kalmış beni, lezzeti alızlayınca, sekiz kar köpeği gibi çalışmaya başladı. Kolera canavarı için binlerce punt, Gıli'nin beyninde tur atmaktaydı!

Yıldızsız gecede Kolera'nın ücra sokaklarında bir yıldız gibi parlayarak dolaşan Gıli, antenleri açmış, herhangi bir sokaktan çıkacak Kolera canavarını yakalamaya çalışıyordu. Beynin algılama gücü kendisine bir tuzak kurmazsa işi her halükârda bitirecekti.

Esnaflar, kahvehanelerden her zamanki yalama olmuş düşünceleriyle birahanelere, kerhanelere, tırsakiler de evlerine dağıldılar. Sokaklar bir süre "Kırmızı sekizli gelseydi okey basmıştım. Bırak ulan ben dönerken sen de beni yakmasaydın çanağı ben toparlayacaktım. Allanın kerizine parayı kaptırdık," gibisinden konuşmalara şahit oldu. Ve herkes gideceği bölgeye dağılınca, Kolera su saati gibi kabarcıklar arasında zamanı ilerletti.

Önce, köşeden parlayan büyük yuvarlak bir düğme ve lacivert bir palto Gıli'nin gözüne yansıdı. Anında altıncı hissini harekete geçiren Gıli, tenhalaşmış sokaklarda dolaşan varlığın peşine düştü. Gıli, en can alıcı tezgâhlan kurmadan, bildiği bir duayı okuyarak çizgi film görüntüsünde yürüyen gölgeye adım adım yaklaştı. Kolera canavarı varsayarak yamuk ve homurtularla yürüyen adama yaklaştıkça duanın gücüyle garip şeyler düşünmeye başladı. "Allah'ın verdiği canı Allah almalı. Bana en fazla yaralamak düşer." Tüm bunları düşünmeye devam ederken ahmakça bir hareket yapıp gölgeyi kıllandırdı. Boş konserve kutularının, çıkma çamurlukların ve yaramaz çalar saatlerin arasından geçerken kırk bin numara yapılacağını bir an için unutmuştu!

Ağır Roman / Metin Kaçan