.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

20 Tem 2011

“Varoluşçuluk Saldırısı”



Sonbaharın ilk günlerinde, aslında hiç istemediğimiz halde, varlığını bizim dışımızda da sürdüren bir «varoluşçuluk saldırısını» başlatmıştık. Romanımın yayımlanışından iki hafta sonra Sartre Özgürlüğün Yolları isimli eserinin ilk iki cildini yayımladı, onları Temps Modernes dergisi izledi. Sartre «varoluşçuluk bir hümanizma sayılabilir mi?» konulu bir konferans verdi, ben roman ve metafizik konusunda uzun bir konuşma yaptım. Bouchcs Inutilcs isimli piyesim oynanmaya başladı. Yol açtığımız kargaşalık bizi de şaşırtmıştı. Ansızın, tıpkı filmlerde gördüğümüz gibi, resmin dışına taşan bir insan, bir eşya gibi benim yaşantım da eski ve bildik sınırların dışına taşıverdi. Kamuoyu önüne bütün çıplaklığımla çıkarılıverdim. Aslında benim işkembem pek dolu değildi, önemli işler yapmamıştım, fakat adımı Sartre’ın yanına yapıştırmışlardı ve Sartre inanılmaz bir hızla ün yaptı. Gazete ve dergilerde ismimizin geçmediği hafta yoktu. Combat gazetesi özellikle ilgi gösteriyor, kitaplarımızı ve konuşmalarımızı anlayışlı bir dille kamuoyuna tanıtıyordu. Herbert tarafından kurulan ve topu topu dört beş sayı yayımlanan Tene des Hommes dergisi hemen her sayısında, bazen dostça, bazen tatlı sert bir üslûp içinde bizden sözediyordu. Her yerde kitaplarımız ve kişiliğimiz hakkında yorumlar yapılıyordu. Sokağa çıkamaz olmuştuk, gazete fotoğrafçıları yolumuzu kesiyor, insanlar bizi durdurup sor babam soruyorlardı. Flöre kahvesinde bizi görenler uzun uzun bakıp birbirleriyle fısıldaşıyorlardı. Sartre’ın konferansına öyle müthiş bir akın oldu ki; salon tıklım tıklım doldu; dışarda kalanlar arasında birbirini çiğneyenler, yarı baygın götürülenler vardı. Bu kargaşalık, Sartre’ın Tempa Modernes dergisinin Kasım 1945 sayısında, Edebiyatın Devletleştirilmesi başlığı ile sıcağı sıcağına eleştirdiği bir toplum olayını yansıtıyordu; Fransa savaştan ağır yaralar alarak çıkmış, politik alandaki önemini yitirmiş, ikinci sınıf bir devlet durumuna düşmüştü; ihraç edebileceği malları efsaneleştirerek kendi durumunu kurtarmaya çalışıyordu, bu amaçla moda ve edebiyat alanlarında şaşırtıcı bir enflasyon başlatılmıştı. Kendi halinde yazarların eserleri bile büyük gürültüler koparıyor, yazar göklere çıkarılıyordu; yabancılar bu kargaşalığı bir anlam veremiyor, ama körü körüne hayranlık duymaktan geri kalmıyorlardı. Fakat hemen belirteyim; şartlar Sartre’a inanılmaz ölçüde yardım ettiyse, bilin ki bu basit bir rastlantı olmamıştır; daha ilk bakışta, halk kitlelerinin aradığı şeyle, Sartre’ın onlara sunduğu şey arasında büyük bir yakınlık, gerçek bir ortaklık vardı. Onun yazdıklarını okuyan küçük-burjuvalar bile, artık sonsuza giden bir barışın hayaliyle avunmuyorlardı, sakin bir dünyada büyük teknik, gelişmeler içinde yaşayabileceklerini akılları kesmiyordu; Tarih dediğimiz gerçeği en dehşet verici görünüşüyle tanımışlardı. Artık farkına vardıkları bu gerçeklerin tümünü kapsayan bir ideolojiye ihtiyaçları vardı, ama kendi kendilerini doğrulamak için yarattıkları bahanelerin bir çırpıda silinivermesi işlerine gelmiyordu. Varoluşçuluk, tarihle ahlâkı uzlaştırma çabası içindeydi; bu iki kavramı bir geçiş döneminin unsurları olarak görüyor ve insanlara, anlamsız, boş ve vahşet dolu olan her şeye haysiyetlerini yitirmeksizin gerçekçi gözlerle bakmalarını öğütlüyordu.


Simone De Beauvoir, La Force des Clioscs (Kadınlığımın Hikayesi)
Anı, PayeI Yayınevi, 5.Basım, Haziran 1997 sf.103