.

.
Üç çeşit meslek varmış : mühendislik,doktorluk,bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks'tan bahsetsem kim bilir ne der? Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray'lik yaparım bir süre. Sonra beni Lord Henry'liğe terfi ettirirsiniz. Masrafı neyse veririm. Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum. Bu çocuk ilerde büyük adam olacak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil..

Tutunamayanlar / Oğuz Atay

28 Eki 2020

Uçları kırık

 

 

yakan güneşin "soğuttuğu" yerlerde, başka vücutlarla sevişirken akla gelir. yağmurlar yağar, yıldırımlar düşer, hortumlar çıkar. ama hiçbir zaman kar yağmaz. kimsenin yanağı üşümez, kimsenin yanağı kızarmaz, kimse kimseyi özlemez, kimse kimseyi istemez, kimse kimseyi beklemez. die eier von satan mekanikliğindeki hatır hatır bir hayatın lubrike edilme çabasıdır. sarfedilen çaba yatak sarmasın diyedir.


Okuma ve Yazma Haklanda

 


Tüm yazılmışlar arasında sevdiğim tek şey, birilerinin kendi kanıyla yazdığıdır. Kanla yaz: fark edeceksin ki, kan ruhtur.

Kolay bir iş değildir, meçhul kanı anlamale nefret ederim,avare okurlardan.

Her kim ki okuru tanır, daha fazlasını yapmaz onun için.

Bir okur yüzyılı daha, - ağır kokacaktır, ruhun ta kendi.

Cümle alem okumayı öğrenecek olsa, yalnız yazmak de­ğil, düşünmek de çürürdü.

Vaktiyle ruh tanrıydı, sonra insanlaştı ve şimdi, neredey­se avaınıaşmak üzere.

Kanla ve hikmetle* yazan kişi, okunınayı değil, ezberlen­meyi ister.

Dağda, en kısa yol, doruktan doruğa alandır: ancak bunu yapabilmek için uzun bacaklı olmak gerekir. Hikmetli söz­ler, en üst derece olmalı: ve onlar, muhatapların yani, onlar da yüce ve heybetli olmalı.

Hava açık ve temiz, tehlike yakın ve ruh, şen bir muziplik­le dolu: birbirlerine iyi yakışmaktalar böyle.

Etrafımda koboldlar- olsun isterim, yürekliyim zira. Ha­yaletleri dağıtan cesaret, kendisine kaboldlar yaratır, - cesa­ret, gülrnek ister.

Artık sizinle aynı şeyleri hissetmiyorum: altımda gördü­

ğüm şu bulut, şu karanlık ve şu vahim, gıyabında güldüğüm, - tam da bu, sizin firtınaya yol açan bulutunuz.

Yukarı bakarsınız, ne zaman yücelrnek isteseniz. Ve ben bakarım aşağı, zaten yücelmiş olduğumdan.

İçinizden hanginiz hem gülebilir hem de yüce olabilir ki?

En yüksek dağlara tırmanan, güler tüm facia ve vahame­te.

Yüreldi, kaygısız, müstehzi ve zorba - böyle olmamızı is­ter bilgelik: bir dişidir o ve daima yalnız savaşçı erkeği sever.

Bana diyorsunuz ki : "Hayatın yükünü taşımak zor." İyi de, neye yarar o zaman, kuşluk vakti mağrur, akşam vakti itaat­kar olmak?

Hayatın yükünü taşımak zor: ama siz de çıtkırıldım olma­yın öyle! Her birimiz, pekala hoş, hayli yük taşıyabilecek er­ kek ve dişi eşekleriz.

Üzerinde bir damla çiğ var diye tir tir titreyen gül gonca­ sıyla müşterek neyimiz var?

Hakikat şu: biz hayatı seviyoruz, ne ki hayata değil, sev­ meye alıştığımız için.

Aşkta daima biraz hezeyan vardır. Ama hezeyanda da da­ ima biraz akıl bulunur.

Ve bana, ki hayatla aram iyidir, öyle geliyor ki saadeti en iyi idrak edenler, kelebek ve sabun köpüğü ya da benzeri tür­ den insanlardır.

Bu yufka, ahmak, narin, hareketli ruhçukları uçuşurken görmek - budur Zerdüşt'ü gözyaşı ve türkülere sürükleyen.

Ben, yalnız dans etmesini bilen bir tanrıya inanırdım.

Ve şeytanımı gördüğümde, onu ciddi, titiz, derin ve vakur buldum: o, ağırlığın ruhuydu - onun yüzünden düşmekte her şey.

Öfkeyle değil, tebessümle öldürülür kişi. Hadi, öldürelim ağirlığın ruhunu!

Yürümeyi öğrendim: öğrendim öğreneli koşar dururum.

Uçınayı öğrendim: öğrendim öğreneli ihtiyacım kalmadı, ye­rimden kımıldamak için itilmeye.

Şimdi hafıfım, şimdi uçuyorum, şimdi altımda kendimi görüyorum, şimdi bir tanrı dans ediyor içimde.

Böyle buyurdu Zerdüşt.

24 Eki 2020

Cehenneme övgü

 “insanın karşısındakine duyduğu güven ve inancın eşlik ettiği bir uyuşmazlık neden olmasın? görüş ayrılıkları ve uyuşmazlıklar neden karşıdakini reddetme anlamına gelsin? yıllar yılı hemen hemen her konuda anlaşan iki insanın belirli bir konuda şiddetli bir uyuşmazlığa düşmesi neden bir felaket olarak görsün ve bu durum neden onların birbirlerini hiç tanımamış olduklarının belirtisi sayılsın?


birbirinden farklı iki insanın, zevklerden ideolojilere varıncaya kadar akla gelen her konuda sonsuza kadar uyuşması nasıl mümkün olabilir? birlikte olmak neden birbiriyle anlaşmak anlamına gelsin? sağlam bir ilişkiye neden ne kadar da iyi anlaşıyorlar gözüyle bakılsın? atomun pozitif protonu ile negatif elektronunu ele alalım: bunlar arasında ahenkli bir ilişki yok mu? hele bir de, ancak maddeyle birlikte varolabilen antimadde düşünülecek olursa.


özgürlük uyuşmazlığın bir fonksiyonudur. hiçbir zaman uyuşmak zorunda kalmama sürecidir özgürlük. özgürlüğün doğrulanması, anlaşma peşinde koşmamakla sağlanır. anlaşma bir süreci durdurur. her şeyi dondurur. yaratıcılığı durduran bir frendir o.


eleştirel düşünce, uyuşmazlığı körüklemek demektir. anlaşmazlık yerine anlaşmayı teşvik ettiğimizde, totaliterce ve kendimize karşı saygısızca davranmış oluruz. doğa çatışma içinde ve çatışma sayesinde ahengini sürdürebiliyorsa, biz de anlaşmayabiliriz. kendi kendimize böyle bir borcumuz var. anlaşmamak suretiyle yalancılıktan kurtulur, özgürleşiriz.”

Dünya tarihi

 "insanın yeryüzündeki karmakarışık ve gürültülü patırtılı yaşamı üzerinde düşünen herhangi bir kişi, insanların tarih boyunca birbirlerine göstermiş oldukları tüm insanlık dışı davranışlar ve ahmaklıklar karşısında üzülebilir. savaşlar ve savaş hazırlıkları tarih boyunca yankılanmış durmuştur. siyasal iktidar, her yerde ve her zaman askerlik yöntemlerinde ve silahlarda görülen değişikliklerle birlikte el değiştirmiştir. teknolojik gelişmeler de insanların birbirlerini öldürme ya da öldürülmekten korunma çabalarının dürtüsüyle yürümüştür.


öte yandan geçmişte gelişip büyüyen uygar toplumların hepsinin, şefkate ve sevgiye önem veren ahlak sistemlerini benimsemiş olmaları da üzerinde durup düşünelecek bir olgudur. büyük dünya dinlerinin hepsi bu öğretileri aşıladılar. inançlarının kurallarına göre yaşamaya az çok çaba göstermiş olan insanların, arkalarında bir davranış kuralı olarak şefkati benimsemeyen insanlardan daha çok izleyici bırakma şansı oldu.


bu nedenle insancıl ve barıçıl ülküleri, bunlara inanmayan alaycı bir tutumla reddetmek, bu tür ülküleri gerçeklik dünyasıyla karıştırmak kadar yanlış bir tutumdur. insan yaşamı her zaman korku ve umut arasındaki gerilim altında kalmıştır. bu gerilim çağımızda da ortadan kalkmayacak, tam tersine artacaktır. ancak özellikle bu yüzden, hem yıkım tehlikelerinin hem daha insancıl bir dünya toplumu yönünde gelişme olanaklarının büyük oluşu nedeniyle, geçmişteki gibi umut ile korku arasında işleyen akıl ve yüreklilik, kendini ortaya koymak için geçmişte olduğundan çok daha geniş bir alan bulacaktır."

15 Eki 2020

“...özgürlüğüme tutsağım.”

 


“bu toplumu haklı çıkarmadan ölmenin bir yolunu bulmalıyım diye düşünüyorum. akciğer kanserinden ölsem çok sigara içiyordu diyecekler. sirozdan ölsem çok içki içiyordu diyecekler. araba çarpsa, herhalde hafif içkiliydi, şoför haklıdır diyecekler.

türkiye’de intihar da edilmez. ilaç ve içki şişelerinin kapakları açılmaz, su gelmeyebilir, havagazı gelmeyebilir, tren vaktinde gelmez, atamazsın kendini altına.”


"üzgünüm geçer diyemeyeceğim; çünkü asla geçmiyor ve katlanarak artıyor.

asıl terk edilenin, terk eden olduğunu anlamıyor ki kimsecikler..

terk eder görünen, neşteri ortak yaraya batırabilendir, çünkü bu güç iş ona bırakılmıştır.

yitirdiklerini, çekeceği acıları bilse de gerekeni yapmak zorundadır, daha azla uzlaşmacı değildir.

benim gibi yapın. nereye olduğunu bilmeden ve durmadan yürüyün..."


--"savaşlar kentinin kızısın sen; her yolculuğun, her seferin bir bedeli, karşılıklı bir bedeli olduğunu bilmelisin. korkma sakın!"


--"ne de olsa ikimiz de iki üç paragrafla geçiştirilemeyecek kadar zorlu bir çaba gösterdik aramızdaki 'şey'i anlamak için. bildik hiçbir şeye benzemiyor ki."


 --"bir önceki ilişkiden devralınan incelikler sonraki sevgililikleri kalkındırır"


--biraz sonra, gün bütün fazlalıklarından arınıp çağdaş tirşe rengini bulduğunda sen girdin içeri. geniş zamanda. bir gün boyunca usulca hazırlanan, anı kollanan, gelip çatması beklenen, yine de beklenen anda geldiği için şaşırtıcılığı büsbütün artan bir doğaçlama gibi.


--"sen uyuyordun, bilemezsin. kaç sigara içiyorum üst üste, kaç eski gazete okuyorum ilânlarına kadar. her sabah kaç bin güçlükle alışıyorum önümdeki güne, getireceklerine."


"...bir ömre tek bir yaşamın az geldiğini bilirsiniz, bir yazarsanız."


--"kendime bir ilham periliği vehmedecek kadar komik bir insan değilim tabii. kendimi de o kadar beğenmem. yalnız şöyle bir şey var: düşünen ve sorgulayan bir insanım. bu sözünü ettiğiniz kişiler de kendi yaptığı işleri sorgulayan, düşünen, tartışmayı seven kişilerdi. herhalde asıl çekici yanım buydu benim. tartışırdım. bir de çok açık sözlü olmam etkili olmuştur sanıyorum. konuyu anlamam ve disiplinli olmam. ilişkilerimde hep kendime bir dokunulmazlık alanı bulmuşumdur. bu da hakikaten sevilmem, değerlendirilmemle birlikte, çok tartışmalara neden olmuş bir özelliğimdir. başkasına verdiğim özgürlüğün, yaratma, tek başına düşünme, yalnız kalma özgürlüğünün bana da verilmesini isterim."


--baktım da oğlum hiçbir şeyin tadını çıkaramıyor yeterince. yaşama açlığı gördüğüm bütün çocuklarda had safhada. hayvanat bahçesine mi gittiniz, önünüze ilk fok mu çıktı, çocuk mutlaka ta ötedeki kuşlara göz dikecektir. kuşlara geldinizse, gözü arkadaki fokta kalmıştır.

"bundan sonra nereye gideceğiz?" ya da biraz büyüdükten sonra "bundan sonra ne yapacağız? yarın doğum günü var iyi ama ya öbürgün?" "bu kitap bitince hangisini okuyacağız?" soruları bitmiyor.

yaşadığı anı bilerek, tadına vararak yaşayan bir çocuk ya da bir genç göremiyorum ortalıkta. acaba bu duygu bir güvensizlik, yarına, bir an sonraya güvenmeme duygusundan mı çıkıyor yoksa o anı, o yarını, o kitabı hep elde bir sayma doygunluğundan mı? işin içinden çıkamadım.


“gece metin’le tatlı bir söyleşiye daldık; iyi bir ağabeydir metin. yara almış aşkların üstüne kargaların, çaylakların üşüştüğünü anlattı. hemen üşüşüyorlarmış.

— yaz geçti, dedi, kış da geçer.”

“yine de bilmek başkaydı, iliklerinde duymak başka.”


--"eski şeylerin hepsine veda etmek istiyorum. ben de perulu dev gibi güney denizlerinin ormanları içine kendimi gömmek, istediğim gibi yaşamak, istediğim gibi sevişmek, istediğim gibi şarkı söyleyip yok olmak istiyorum."


--“annemin isteklerini kaç kere 'biraz sonra' diye ertelediğimi düşündüm. bütün çocukların büyüklerde bir tür ölümsüzlüğe inandığını, o yüzden, onların en ufak isteklerini bile 'nasılsa sonsuz bir zaman var' gerekçesiyle yerine getirmediğini.”


--“garip bir ölçü alışkanlık. sevgi, aşk, dostluk ancak bu ölçüye vurulduğunda anlam kazanıyor. en ufak ayrıntılarda bile. sözgelimi ben yeni bir giysiyle, bilmediğim bir yere kolayca gidemem. önce evde deneyip benim kılmalıyım onu, birazcık eskisin, bedenimin kalıbını alsın ki içinde özgürce davranabileyim. alışkanlık, kişiliğin gelişimini, kendini bulmasını sağlıyor evet ama bir sınıra kadar. sizi o sınıra götüren iti, bakıyorsunuz sınırda karşınıza dikilmiş, yolu tıkamış. o tuzağa düşmemeli. her büyük tutku gibi alışkanlık da fethi naci’nin deyişiyle: yıkımının tohumunu içinde taşıyor.”


--"manasız bir aşk dünyanın en güzel şeyidir, ama sevdiğin için şarkı söylemezsin, şiir yazmazsın, roman yazmazsın. sorarlar hep, sizin için yazılmış bir şiir var mı? var. edip’in var, turgut’un var, cemal’in var. ama bu onların aşkı düşünmelerini gösterir, beni düşünmelerini göstermez. insanların aşkı düşünüşleri vardır ve o düşünce bazen bir objeye rastlar. o karşılaşmayla içgüdü olarak başka türlü görünür, ama içeride aşk aynı aşktır."


"-sen hiç konuşmadın asıl. anlatsana...

-seni seviyorum mu diyeyim istiyorsun?

-hayır. o anlamda, kullanılan anlamda sevmediğini biliyorum. belki de yalnız o anlamda seviyorsundur, bilmem.

-yine de duymak istiyorsun ama. bir erkeğin bir kadına diyeceği şeyleri. o senin kadın yanın.

-ayıp mı? kötü mü?

-değil, seni sen yapan bir şey ama konuşmak beni bağlar.

-nasıl yani?

---şu kadarını söyleyebilirim. seni asıl yaşlılığında görmek isterdim. durgun, uzak, temizken her şey, barışta."


--“turgut uyar’la geçirdiğimiz bazı hırgürlü geceleri şimdi olsa kaldıramayacağımı biliyorum ama bütün güçlüklerine karşın fırtınalı bir aşkı, yavan, düz-ayak bir ilişkiye hâlâ yeğlediğimin de bilincindeyim.”


--pablo neruda ne iyi diyor, "yalnız kedi, baştan beri kusursuz biçimdeydi" diye. yere düşen bir gazete, yeni ütülenmiş bir çamaşır, yeni alınan bir eşya, hep kedi içindir. evin en rahat, en yüksek, en alımlı köşesini bulur ve kendine ayırır. kedi evi sever. o yüzden denizi bile aşıp bulur evini de, sahibini pek aramaz. sahipsizdir. yemek vererek gönlünü kazanamazsınız. sizi o seçer, görmeyince de unutur. bir daha gördüğünde, aradan hiç zaman geçmemiş gibi sürdürür ilişkiyi. kedi, kendi varoluşunun başlı başına bir mutluluk kaynağı olduğu inancındadır. ödün vermez. nankör sayılması bu yüzdendir sanırım. almaktan çok paylaşmayı sevenlerin hayvanıdır kedi. uyudu mu kinini de unutur.

Tomris Uyar 

Toprak çömlek hikayesi 1


 k ı r ı k

... sigara içerler. en çok sevdikleri, denizi örtmeye yaradığı için keten ipliğinden örülü perdelerle o küçük porselen vazolar bir de o sarı çamur çömlekti. ben o vazoları çin'den biliyorum, öyle tatlı hoşuma gidiyor belki de ondan. birinin üzerinden erkeğine karşı ağır, ipeksi giysilerinden soyunan, ince, büyük saçlı bir kadın var, lâcivert turuncu karışığı, nasıl zarif, nasıl hazır ve erkekcil. büyük yunus balıkları insanın aklından geçiveriyordu, derin denizlere istekle koşan büyük, erkek-dişi yunus balıkları. öteki hep kırmızıydı, sürekli, balıklı bir kırmızı. birbirine girişmiş iki üç gece vardı içinde, ışıltılı, suskun, iri yunusların uğramayacağı sığlıklarda ancak bulunabilecek bir suskunluk içinde. çömleği ise anlatamam. anlatılamaz zaten. yeri gelince duyuluverir.

ben hep gözlerinden uzağa götürürdüm onları bile bile. aramalarını bilmek beni sevindirir. bir zaman sonra yine yatağın, yatıldığında görülebilecek bir uzağına koyarlardı. onların bulunduğu ortamda sevişmek hoşlarına gidiyordu. ben kaldırıyordum, onlar oraya getiriyorlardı. aradıklarını bilmek beni hem sevindiriyor, hem katlanamıyorum. bir buna katlanamıyorum galiba. bu olmasa o kadar derinime inemez, beni o kadar çaresiz, o kadar yalnız bırakamaz bu sevişmeleri.


keten örgülü perdeleri denizi örtüyor onun için seviyorlar, biliyorum, söyledim. her şeylerini o kadar iyi biliyorum ki, kendi yaşadığımı sanıyorum. sevişirken deniz dağıtıyor onları sanıyorum, bir de açıklığına, gizlisizliğine katlanamıyorlar. hele yatağı nasıl seviyorlar kimbilir. loş odada, vazoların, çömleğin ülkelerinde, birinden öbürüne gidip gelerek, onlardan dağılıp yayılan tükenmez zamanda, damarsız, ince siyah bir ağaçtan, beyaz tentenelerin çevrelediği yatakta nasıl akıp gidiyorlar kimbilir. koyu vişne rengi örtünün serinliğine uzanıyorlar, donuk parıl bakır kırmızı sigara küllükleri, keten örgü perdelerle örtülmüş yakın bir deniz, uzak sokaklar ve içeri bırakılmayan o güneşler.

yataklar, bir yatan olmadıkça içlerinde hep bir hüzün verir insana. ama onlar bu hüzün içinde gitgide daha çok birbirlerine sarılmak isteğini, gereksinmesini, bundan kaçınılmazlığı duyarlar. yatakların yataklı hüzünlerin getirdiği yalnızlık kokusu, avunmak istemelerinin ateşini, doyuruculuğunu arttırır. yatağı doldururlar. yatağın karşısına düşen aynada, birbirlerinin bacaklarını, omuzlarını, göğüslerini, sıkı sıkı, istekle saran kollarını, utangaçlığı, bir orman uğultusunda, önüne durulmaz bir çavlan akıntısında, yitmiş birbirlerine borçlu gözlerini ister istemez, daha çok kaçamak isteklerle gördükçe, sevişmelerine küçük küçük günahlar da katılırmışçasına, sarsılırlar, tadları artar, deniz gitgide unuttukları bir şey olur. sonra o ormanaltı serinliğine vardılar mı, iki porselen vazoya, sarı çamur çömleğe bakarlar. birinin balıklar gibi diri, aç gençliği, öbürünün hiçbir şeyi umursamamak zorunda olan, geçmeye, tükenmeye yüz tutmuşluğun telâşındaki doymazlığı, erkek delicesine aradığı pürüzsüzlüğü, düzlüğü, tüysüzlüğü öbüründe bulur, doyar. öbür saatleri bekler. yanyana uzanır sigara içerler.

ama ben yekta, bunları neye kuruyorum. andıkça içlenmem, inlemem artıyor. şimdi bu odada oturmayı seviyorum. bu koltukta, hem de, bu resmin karşısında. eskiden bilmezdim bu resmin böyle güzel idiğini. bu mor lekeler beni dinlendiriyor sanki. akçaburgaz yalnızlığıma benziyor. gene vazolar yataklarına göre. belki de benim varlığımdır, benim varlığımdan önlerine duran engeldir onların istediklerini bileyip, önüne durulmaz, doyulmaz eden.

şimdi konukları var içeride. onun için, benim için neler söyleyecekler kimbilir. uzaklarında çok kalmasa.


y a n g ı n t o p l a n t ı s ı


faliha –aşkın o yalnızlığı ellerinde ağzında nasıl belli nasıl o giysileri hüzünlü balkonlara sığdıramıyor her gün görüyorum. işte evindeyiz eşyalarına bile sinmiş

rüksan –yalnız kalabilmek gitgide güçleşiyor eğer bu aşk ise imrenirim doğrusu ben örneğin ben deli örümcekler gibi yalnızlığa vurgun yeni geceler kuruyorum pencereleri nasıl kapıyorum görseniz suları sürüyorum ekinleri düşünüyorum horasanla örülmüş surlarca heryerlerim sımsıkı ama bir yerden yine sızıyorlar bir şehir bir elbise çarşısı bir öbek çiçek bir başkasının isteği yine sızıyorlar çaresiz kuşanıyorum başkalarını,

faliha –ama onun yalnızlığı başka ürkütücü midyeler gibi kapanıyor mutluluğa ister istemez...

neclâ –bana kalırsa bunun tek bir adı var evinde olduğumdan söylemeye dilim varmıyor utanıyorum.

faliha -...bu iki başlı aykırılık töreye tabiata bu gizlemek, bu gizlenen ilinti bir gün ağulayacak onu korkarım hem kimselere anlatamayınca mutluluğu eksik kalmıyor mu döküp saçamayınca pazarlara çıkaramayınca gözlerimde ağzımda götüremeyince dükkânlara yalnızlık mı demeli bilmem sürgün mü demeli yoksa o elleri ayıklayınca yatağından o duvarlara dönünce surlar gibi surlar gibi o rahatlığı bulanınca akmaz suların sizden yana değilim rüksan öyle sanıyorum

rüksan –ötesini umursamıyorum o şavkıma o güneşler balkıması o dilim dilim gemi ateşleri bir vursun yaşamama şehirleri bir bir bırakır gider gibi bir yeni dağlara ormanlara hayvanlara gider gibi kumlar gibi canlılar gibi öyle gibi bir bunu düşünüyorum işte bir bunu bir doyurgan yalnızlık geliyor aklıma yerimde duramıyorum

dağbaşı yalnızlığı değil sukenarı yalnızlığı değil bir şehir yalnızlığı, boşluğu, ancak istekle takılan gerdanlıklar gibi boyunda göğüste pırıl pırıl, bizi yiyen geliş gidişlere sokak gecelerine kötü aşklara karşı kuşanılmış bir yalnızlık, yeniden doğurganlığımızı hazırlayan hatırlatan kırgın belki ama gitgide bizi hem kendimize hem insanlara iteleyen bir yalnızlık gerisi tembellik diyorum belki belki yılgınlık kabullenmişlik daha iyisini bilememeklik bir parça bir bilsem aşktandır bu durulma bu yalnızlık ondaki bir bilebilsem kimdir nerdedir ölü müdür diri midir bir bilsem gider bulurum benim yalnızlığımı

faliha –tıpkı düşünemiyorum elimden gelmiyor ama size hak verebilmek sevindiriyor beni bir şeylerin usul usul avuttuğunu duyuyorum bir yel esiyor sanki ince bir akşamüstü yeli içli kır resimleri geliyor aklıma

neclâ –aman bırakın tanrı aşkına, hiçbirinizi anlamıyorum, ortada düpedüz bir aldatma var işte o kadar. ben asıl kocasını düşünüyorum. iyi dayanıyor doğrusu, talihli kadın yani. ama dedikodunun önünü almak mümkün değil elbet. herkes neler söylüyor, ben de ayıplıyorum doğrusu. aman çok hoş şey kardeş. hem nerdeyse gelir şimdi kapatalım.

adile –şu denizin uğultusu olmasa unuttuğum pek çok şey olacak bu saçlarıma üzülüyorum bazı günler oluyor yetmiyor yaşamama... soğuk bir şey içmez misiniz

şermin –ama bugünlerde çok iyi görünüyorsunuz adileciğim, üstelik pek mutlu bir haliniz var.

adile –öyleyse sevindim. ama mutlu olmamak için hiçbir gerek yok dünyada, siz de olabilirsiniz, biraz cesaret biraz da mutluluğu istemek yeter galiba, evet bu kadarı yeter, sevmekle elbet... "içeri girer girmez sezdim benden konuşulduğunu, anlıyorum niyetlerini, beni tedirgin etmek istiyorlar, kınamak istiyorlar kendi güçsüzlüklerinde bulamadıklarının yankısı var bende. ama bu kalabalık iyi bir fırsat, söyleyeceğim, söylemeliyim daha mutlu olmak için, bütün tadını duymalıyım söylemenin açığa vurmanın herkese herkese..."

ıslak omuzları ıslanmış saçları deniz güneşlerinde kuruturcasına yanarak soluyarak ama gen tadla yaradılışın o güzel gereğine uymak bir zamanlar bir tükenmez bayırda gitgide ölüyordu o küçük canlı çekirdek gitgide e tuz rüzgârlar nemli hava saldırgan ellerle bulunuyordu yüreklerle aranan ben o bayırdan dönmüş ekmek içtiğimiz sular dizlerimizdeki bu güç derimizdeki tad karşı koymak için kaçmak için değil alçacık durgun düzlüğümden el sallıyorum beni kınadığınız tepelereiyi baksanız bir gül olacak avuntum gözlerinizde iyi baksanız bir şaşmaz tüfek iyi baksanıza yolunu bilen bir coşkun beygir bunlar kandırmıyorsa yatın tavana uzun uzun bir coşkun beygir şerminciğim, o sarı delikanlıyı sevemediniz bir türlü ama iyi de gizlediniz. beni kınarken şimdi neler dışarı aklınızda acaba.

siz neclâ hanım, sizi günün birinde birden bırakıp giden belki de bıktığı için giden o güzel tatar evliı yüzünden kinlisiniz sevmeye, kocanız ne yapıyordu o zaman. kimselere duyurmadım sanıyorsanız öyle sanmayın artık.

suzan hanım, mehlika hanım bütün yanılmış kadınlar sizler sizler sizler hepiniz çok rahatım artık deniz akşamları gibi rahatım kötü rüzgârlara karşı koruyorum teknemi yaşlı teknemi ama iyi sevgili teknemi birinden aldığım bitkisel huzuru insanca öbürüne taşıyorum onda bulduğumu kadar bilseniz ona söylerim o güzel ben böyle öğrendimden bitkiler alakanat şen balıklardan böyle artık töreler değil örnek örnek örnek uçmak kendi kurduğum her şey beni mutlu ediyor umurumda değil başka hiçbir şey hiçbir şey bu gece de işte istekle onu bekliyorum


arapar ç a


Sevmek ve söylemek

Sonra iyilik gelir ister istemez

Bir orman buduyoruz uyanın farkına varın

Bir kasırgaya karşı duruyoruz

Bitkice değil şğphesiz tam insanca

Korkmayın dalgalardan yılmayın

Çekin kürekleri


Dünyanın En Güzel Arabistanı 45-46-47-48-49-50-51


12 Eki 2020

“Bütün hayatımca cezalıydım. durmadan bir kafesin içinde dolaştım.''

 


Ölümüyle ilgili 'aramızdan ayrılışı' diyemiyorum. zira o bu dünyadan göçtüğü vakit ben henüz sahne almamıştım. aynı sahneyi paylaşamadık belki fakat aynı senaryo içinde oynayan oyuncular sayılırız bir bakıma. o'nun ayak bastığı sahnede dönüp dolanan bir pervane olmak, yanacak olmanın acısını tahfif ediyor.

ne zaman o'nun yaşadığı zaman dilimine dair olay, kişi, film, müzik vs. ile karşılaşsam, "acaba o bu konu hakkında ne düşünmüştü?" diye düşünmeden edemiyorum. tutunamayanlar'ı bitirdiğim günden bugüne senelerdir o'nu doğrudan ya da dolaylı düşünmeden geçirdiğim tek günüm yok. bu bakımdan değerlendirirsek hayatımdaki en önemli insan olmuş. 40 senelik müdde-i ömrümüz nazarı itibara alındığında bu denli düşünülmüş kimse bulunmaması nazariyemizi doğrular niteliktedir.

 tanrı sana en güzel bahçelerini açsın. içinde bir de düşünme koltuğu olsun; tam da göğe bakma durağı'nda dursun.

                                               ''tek başına bir tadı olmuyor başarısızlığın.''

Bugün doğum günü Oğuz Atay'ın. böyle birini anadilde okuyabiliyor olduğumuz için çok şanslıyız bence. ara sıra, canım sıkıldıkça altını çizdiğim yerleri kaydediyordum kenara. derledim topladım, bugüne kısmetmiş paylaşmak.

0. sonun başlangıcı

1. eşyalarınıza alışamadım, yadırgadım onları.

2. hayatım, ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu.

3. herkesin belli bir işle uğraştığı bu kocaman dünyada oradan oraya sürüklendin canım kardeşim benim. necati'nin işi oyun yazmaktı. küçük burjuva alışkanlıklarını yenen son oyununu hatırlıyor musun? oyunun yarısında çıkmıştım. sen bütün oyunların yarısında çıktın aslında.

4. senin işin neydi onların arasında? ne yapıyordun? hiç bir işim yoktu. bu nedenle sevmezlerdi seni işte. bu nedenle aldırmadılar sana. senin ne işin vardı orada? herkesin işine karıştın, işin olmadığı halde. ölmek bile kendilerine böyle bir görev verilenlerin işidir. kendine oyunlar buldun: başkalarının katılıp katılmadığına aldırmadığın oyunlar. herkesi yargıladın bu oyunlarda. bu arada beni de yargıladın, bana da haksızlık ettin.

5. hayat, düşünceleri tutan bir hapishanedir, insan can sıkıcı bir saç demetidir, ben de akılsız bir robotum. uyuyakaldı.

6. papatyaları çok iyi hatırlıyordu.

7. turgut, içinde ifade edemediği tatlı bir duygunun varlığını duyarak direndi: "hayır, sen gene anlat selim, sen başka türlü söylersin."

8. "bizim için hüküm hep aynıdır. kısa bir hükümdür: beklediğimiz ve inanamadığımız bir hüküm. yalnız bizim için çıkarıldığını sandığımız, oysa sayısız kopyası olan ve ayrıntılara inmeyen bir hüküm. biraz para verilince, biraz tatlı davranınca yumuşayan ve gene de aslında hiç bir biçiminin bizim için önemi olmadığını bildiğimiz bir hüküm." turgut kendine acıyordu.

9. pencereye yaklaştı, perdeyi hafifçe aralayarak dışarı baktı: karşı evlerin turgut'a sırtını dönmüş arka cepheleri: çizgilerini yumuşatmayı bilememiş kütleler; çirkinliklerini rüyadan yeni uyanmış bir insana, sadece var olmalarıyla unutturan gerçek hacimler... turgut, bütün bunları o sırada mı düşündü, yoksa sonradan, o anı hatırladığı zaman, öyle düşündüğünü mü sandı? bilemedi: çünkü o zaman henüz olric yoktu. henüz durum bugünkü gibi açık ve seçik, bir bakıma da belirsiz değildi. bir cümle kaldı yalnız aklında: "güzel bir gün ve ben yaşıyorum."

10. yaşasın papatyalar, canım papatyalar. seviyorum sizleri. sizler ki bütün kış, toprağın altında, yalnız bizi düşünürsünüz ve ilkbaharda hemen seriliverirsiniz ayaklarımızın altına. canımlarïm benim. seviyorum sizleri insan kardeşlerim. durup dururken seviyorum işte. sevip duruyorum. kollarımı açıp bütün insanlığı kucaklıyorum. papatyalar gibi sizi koparıp göğsümde tutmak istiyorum.

11. can sıkıntısı, selim'in önemli bir derdiydi.

12. başkalarına söyleyecek bir sözüm olması için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim. bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiç bir sorunu çözemez.

13. kendi sorunlarını çözemeyen bir kişinin, kusurlarının acısını başkalarına çektirmeye hakkı yoktur.

14. canım selim! nasıl çırpınmışsın bir yere tutunmak için.

15. benim de hiç kimseyle olmak istemediğim anlar yok muydu? içimden ona hak verdim; kendime yükledim suçu her zaman olduğu gibi.

16. "piyano çalmayı çok isterdim" dedi donuk bir sesle. şimdi piyanoya oturur, kelimelerle ifade etmekte güçlük çektiğim bütün duygularımı, acılarımı tuşlara dökerdim. bazen şiddetli bazen yavaş basardım onlara. kim bilir ne ince ayrıntıları vardır o dokunuşların? kelimeleri, daha önce, öyle kötü yerlerde kullanmış oluyoruz ki, kirletir diye korkuyoruz duygularımıza dokunursa. seslerin başka türlü bir dokunulmazlığı var.

17. beklemesini bilmiyorum. masanın yanındaki aynaya takıldı gözü. orada zavallılığını gördü, "büyük ve güzel" şeylerin yokluğunu gördü yüzünde.

18. inanmıyorlar ki, elle tutulur deliller istiyorlar. yok canım, o kadar değil, diyorlar her zaman. ölmezsin, diyorlar. bu da geçer... olaylar haklı çıkarıyor onları çoğu zaman. milyonda bir de olsa yanılma, ağır ve elim yanılma sessizce belirince... milyonda bir için hayatı zehir etmeye değer mi? diyorlar onlar. onlar, biz, hepimiz... turgut ümitsizlikle başını salladı: "başka bir yol olmalıydı." dedi. "bir yol bulunmalıydı. insana bir fırsat verilmeliydi. bana, sana hiç olmazsa... bu çaresizliğe dayanamıyorum."

19.`*` "şu anda sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim." dedi: "gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda."

20. selim ışık yalnızlığa dayanamazdı. ilk bakışta yalnızlığın ve çevreyle uyuşmazlığın, yaşantısında önemli bir yer tuttuğu kolayca ileri sürülebilirdi. selim, bu yargıya da dayanamazdı. bütün dünya ona dargın olabilirdi; fakat bu aceleyle varılmış bir sonuçtu. kimse onun kadar çevresine yakınlık duyamazdı.

21. dünü, bugünü, yarını yalnızlığının dışında yaşamalıydı selim.

22. "onlar utansın sonuçtan" diye, kestirip attı. "hangi onlar selim?" dedim. "onlar işte." dedi. "onlar, canım. onlar, onlar, onlar." "öyle ya." dedim. "onlar, yani biz değil." "anlamadın," dedi birden kızarak ve oturdu, onları anlattı bana uzun uzun. ben de onları, açıklamaların uygun bir yerine ekledim. (aslında, her yer uygundu belki onlar için.)

23. `*` allahım onu neden yalnız bıraktın? neden, yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin verdin? neden, geçirdiği her dakikanın hesabını sordun, içini ezdin? neden, korkuyu göğsünden çekip almadın? neden, suçluluk duygusunu üzerinden atmasına yardım etmedin?

24. çamur, çamur öylece kaldı.

25. şimdi yanımda olsaydın, bütün bu meseleleri tartışsaydık. birçok meseleyi askıda bırakıp gittin. beni bıraktın bu makinenin çarkları arasında. ben de dişlilere ceketimi kaptırdım. eteğimin ucundan bağlandım bu düzene.

26. bırak artık bunları. sen adam olmayacak mısın? olacağım: birden gerçeği bütün çıplaklığı ile göreceğim. matematik imtihanından önce de böyle olmuştum. asistan soruları yazdırdı. hiç birini bilmiyormuşum gibi geldi bana. sanki önceden hiç duymamışım. kağıda öyle bakıyorum. nereden başlayacağımı bilmiyorum: tereddütler içindeyim. kimse de yardım etmiyor. asistan başıma dikildi. benden iki satır fazla bilmenin gururu içinde. oysa gauss'un yanında o da benim gibi bir hiç. farkında değil. "ne yapıyorsun?" dedi. "düşünüyorum," dedim. "düşünmekte geç kaldın," dedi. "daha önce düşünecektin." sorulara bakıyorum, başım ağrıdan çatlıyor. bugünkü gibi. birden gördüm. gerçekten gördüm. gauss'un sezişinin yanında milyonda bir. ama gene de seziş. matematiksel seziş. tatlı bir duygudur. harfler, sayılar direnmeyi bırakır.

27. değişebilmek. kendinin bile tanıyamayacağı yeni bir varlık olmak. bütün canlıların olanca güçleriyle karşı koydukları bir değişim, bir başkalaşım. korkutucu ve aynı zamanda çekici bir eğilim. hücreler bütün güçleriyle, dış etkenlere karşı koyar ve vücuda girmek isteyen yabancı unsurları dışarı atmaya çalışırken değişebileceğini, onların bu kör inadını yenebileceğini düşünmek, insan için ne kadar zordu. değişmek, kendine yabancılaşmak demekti. dişimdeki küçük bir oyuğun içine giren bir yemek artığına, dilim ne kadar şiddetle saldırıyor, o küçük oyuğa giremeyeceğini bildiği halde, bütün yumuşaklığıyla kendini katı duvarlara vuruyor. barınamazsın o kovukta yabancı, diyor. tükürük bezleri, o küçük parçayı eritmek, boğmak için seller akıtıyor; dil, bir yılan gibi tekrar saldırıyor, küçük bir gedik bulup dalmaya çalışıyor. boğazım yutkunuyor: büyük anaforlar yaratıp yutmak istiyor bu bilinçsiz küçük parçayı. hepsi el birliği ile uğraşıyorlar, kendilerini harap ediyorlar. dilin ucu parçalanıyor, boğaz kuruyor. amaç, canlının bütünlüğünü korumak, değişmesini önlemek. yeni olan her şeye isyan ediyor vücut: dünyanın en rahat yatağında ilk yattığı gece uyuyamıyor.

28. "kendimi bırakmalıyım." diye söylendi. direnmekten vazgeçmeliyim. yaşamalıyım ve görmeliyim. bilmediğim bu ülkeye yolculuktan korkmamalıyım. kimsenin ilgilenmediği bu silik insanların dünyasına girmeliyim. selim'in yolculuğu yarıda kaldı, aklı da... benim ne işim var onların arasında? olur mu selim? ben onları ne yapayım? onlar beni ne yapsınlar? öyle deme turgut. seni görünce nasıl sevinirler bilemezsin. benden de selam söylersin. kusura bakmayın işi çıktı dersin. onlar anlarlar.

29. sonu yoktur ki... sonu gelmez şövalye romanları gibidir bu yaşantı: en zor anlarda daima açık bir kapı bulunur girip saklanacak. ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada? hangi kusurunu düzeltmene fırsat verdiler? son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? birdenbire: "buraya kadar." dediler. oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiç bir ağacı, hiç bir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. bütün sularda gölgeni seyrederdin. üstelik, daha önce haber vermiştik, derler onlar. her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. yaşarken eskidiğini ve eskittiğini söylemiştik.

30. bütün "şey" ayrıntılarda değil midir zaten? ayrıntılarda ele vermez mi insan kendini? başkalarına anlatamadıklarınla beslenir, varlığını sürdürür herhalde. başkalarından saklandıklarınla gelişir. fakat, her zaman güvenebilirsin ona. yalnız kaldığın, yalnız ve çaresiz bırakıldığın zaman, karşındakine her şeyini verdiğini ve tükendiğini sandığın zaman (karşındaki her şeyini alıp kaçmışsa) hemen yardıma gelir: biraz daha dayan, merak etme ben yanındayım, der. üzülme, der; her şeyini kaybetmedin. ben varım, belli etme zayıflığını; bunu da atlatırız.

31. yüzlerce insan, binlerce insan... çoğu ne kadar önemsiz, ne kadar silik. içlerinden biri selim olamaz mıydı? milyonların içinde sadece bir selim. bu tabiat kanunları ne kadar insafsız, diye düşündü. kime zararı dokunur bunun? hepsinin eli, ayağı, başı var... selim gibi. ne olur bu kadar el, ayak, baş bir araya gelse de sadece bir tanecik selim çıkarsalar aralarından; ne olur bir tane selim olsa. elimi sallar çağırırım: koca budala, derim, nereye gidiyorsun gene dalgın dalgın?

32. beni ona anlatmaz, onu bana anlatmaz. herkesin bir yeri var. gülümsedi.

33. selim'e öyle gelirdi ki bir gün bu insanlar bir araya gelecekler; önce karşılıklı bakışıp susacaklar. konuşacak söz bulamayacaklar. sonra selim'i suçlayacaklar ve dolayısıyla birbirlerini. bu adamla nasıl arkadaşlık ettin? bu adamla mı dostluk kurdun? bahsetmediğin değerli arkadaşın bu muydu? bu aptala gitmek için mi o gün bize gelmedin? sonunda birbirlerini hoş görseler de beni affetmezler, derdi fakir selim. sonunda herkes beni suçlayacak bir sebep bulur. ne istiyorlardı senden selim? belki sen çok şey istiyordun onlardan. verdiğinin hiç olmazsa küçük bir parçası kadar bir şeyler istiyordun. sonunda kaçıyorlardı. hayır, sen kaçıyordun. hayır kaçmıyordun: insana ihtiyacın vardı. insan arıyordun canım kardeşim bunda utanacak ne vardı?

34. beni moment mahvetti. gerçek katil odur.

35. hiç olmazsa düşünmeyi öğretse bana ölmeden önce.

36. genç kız karşısında oturuyor: resimlerdeki gibi soluk beyaz yüzlü, uzun boyunlu. hasta bir güzelliği var. çorap giymemiş: çıplak bacakları düzgün. elleri bakımsız: manikür yapmamış, tırnaklarını kısa kesmiş. acaba o mu? olmadığını biliyorsun. istediğim gibi düşünebilirim. çok genç, çok mahzun görünüşlü. fakat gülerken gördüm: mahzun değil. dudaklarını ileri uzatmış: çocuk gibi. iri siyah gözlerini dikmiş, inceliyor beni: korkusuz. hiç çekingen değil. hayır bu değil. selim'i tanıyor. acaba üzülmüş müdür? kusursuz bir güzelliği var. bakımsızlığının içinde daha çok belli oluyor güzelliği; odanın içinde tek parlayan yer onun teni. saydam bir ten. kendine çeki düzen verse bu kadar güzel görünmez. hareketleri o kadar ağır ki, insan sıcak bir yaz gününde güneşe bakarken duyduğu yorgunluğu yaşıyor onunla. kısık bir ses. kesik bir konuşma. kirpikleri havayı süpürüyor: uzun ve dağınık. her tarafı uçuşuyor, bu dünyadan olmayan bir şeyler var tavırlarında. aynı zamanda gizlemeye çalıştığı bir basitlik, haşinlik seziyorum. özellikle başını yukarı kaldırdığı zaman. biri, ona, bunu söylemeliydi. yazık.

37. esat'ın yüzüne baktı. esat cevap bekliyordu. demek konuşmadım, içimden geçirdim sadece. özür dilerim: bu günlerde ikisini biraz karıştırıyorum.

38. cesareti yalnız kafamızda mı yaşayacağız?

39. "kendime göre güzellikler buluyorum yaşamakta işte," dedi. gülümseyerek.

40. oyunlarından yorulmuş gözüküyordu. bütün oyunları ciddiye almaktan yorulmuştu.

41. arkadaşlarının onunla yaşadığı her olayı hatırlamalarını isterdi; çünkü o hiç unutmazdı.

42. kitaplara ithaflar yazmak, beğenilen satırların altını çizmek, sayfaların kenarına düşüncelerini yazmak selim'e kendini elevermek, insanların ortasında çırılçıplak kalmak gibi geliyordu.

43. fakat, kendisinde, gerçeklere karşı dalgın duran bu yanı iyi bildiği için, kimsenin aklına gelmeyen yersiz ve gerçekdışı kuşkulara kapılırdı. öylesine söylenmiş sözlerin altında gizli anlamlar arar, kimsenin onunla ilgilenmediği bir sırada kendisiyle alay edildiğini endişesine kapılarak azap çekerdi. bir söz yüzünden gecelerce uyuyamaz, huzursuzluk içinde kıvranırdı.

44. selim artık onun gibilerle hiç konusmayacak. aynı yanlışlığı bir daha yapmayacak. burada olduğu halde ona görünmeyecek. böyle insanlar selimi bir daha göremeyecek. o, artık, kendisini sevenlere görünecek yalnız.

45. "beni ya şımartın, ya da kapı dışarı edin!" diye bağırırdı. "yarı içtenliğe dayanmam zor benim. bir kişi mi kalacak? tamam: bir kişi kalsın." sonra gene bağırmaya başlardı: "ben günahkarım: bana vurun!" o günlerde dostoyevski okuyordu. sonra hemen mahzunlaşırdı. "ya bir kişi de kalmazsa?"

46. can sıkıntısını sessizce yaşardı benimle. bir yandan da dinlenirdi. 'can sıkıntısıyla dinleniyorum ancak,' derdi. 'sıkılırken dinlendiğimi anlamıyorum. içimin yeni heyecanlar için dolduğunu hissetmiyorum. fakat, bilmeden yeni yaşantılara hazırlıyorum kendimi. içimde bir selim ölürken kalan bütün gücüyle yeni bir selim yaratıyor. '

"birden yataktan fırlayarak bağırırdı: 'selim öldü, yaşasın selim!' 'eski selim'e hiç acımıyor musun?' derdim. 'o kadar çok selim öldü ki, hangi birisine acıyayım? ayrıca, ölülerden korkarım ben. onlardan bana ölüm bulaşmasından korkarım.' gerçekten ölümden korkardı. babasının ölüsüne bakamamıştı.

47. bazen dayanamayarak, yalan olduğunu söylerdim bunların. selim gene inanmaya devam ederdi. "insanı düşünmekten kurtarıyorsun," derdi: "bir kısmının uydurma olmasından ne çıkar?" bu hikayelere inanıp inanmadığını düşünmek istemezdi. "her gün yaşadığım olaylar daha uydurma geliyor bana," derdi "günlük yaşantımın uydurma olmasını tercih ederim."

48. "ben iç dünyama dönüyorum. orada hayal kırıklığına yer yok. " oturduğu yerden insanları tanıyamayacağını söyledim. bu tutumla kimseyle arkadaş olamazdı. "öyleyse, ben de hayatımın sonuna kadar aynı yerde kımıldamadan oturacağım," dedi. "herkes istediği kadar koşsun. beni anlayacak insan, oturduğum yerde de beni bulur. oturacağım ve bekleyeceğim. yerinde oturan selim'e değer vermeyenlerin, selim'in gözünde de değeri yoktur. sen de değiştin. yapma heyecanlar peşinde koşuyorsun. zeliha'yı bir sevdiğini söylüyorsun, bir sevmediğini. neden keman çalıştığın belli değil. insan bir işle sevdiği için uğraşır, başkasına yaranmak için değil. zeliha'yı tehlikeli buluyordun, beni uyarıyordun. şimdi oturmuş onun hoşuna gitmek için keman çalmaya çalışıyorsun. bana istediğim rolü vermediği halde salih beye iyi davranıyorsun. benim tiyatrodan anladığımı söylerdin. şimdi salih beyi beğeniyorsun. hiç kimseyi anlamıyorum. insanların arasına karışıp onlara uyuduğum için de kendimden nefret ediyorum.

49. aşk bir zayıflıktı ve insanın başka güzellikleri görmesine engel oluyordu.

50. kendisi belki aşağılıktı, fakat aşağılık kompleksi yoktu selim'de. gururla söylerdi bunu.

51. şimdi yanımda olsaydı, gene ondan özür dilerdim; beni affet selim, kaderimizi değiştirmek elimizde değildi, derdim.

52. fakat, selim'de can sıkıcı özellikler vardı. tanıştığı kızları adam etmeye kalkıyordu.

53. metin ve zeliha kadar olmasa da, onun da kendine göre sıkıntıları vardı. yanlış çıkışlar yaptığı oluyordu. kıskançlık gibi modası geçmiş duygulara kaptırıyordu bazen kendini. açıklamanın başında da açıkça belirttiğimiz gibi, tarih öncesi bir yaratık olduğu için bu kusurunu hoşgörü ile karşılamak gerekir.

54. selim'in ilgi duyduğu başka kızlar da vardı. hepsi selim'i beğeniyorlardı: onun sözlerini ciddi bir tavırla ve başlarını sallayarak dinliyorlardı. çok doğru söylüyordu. ne güzel ifade ediyordu. ona hak vermemek imkansızdı. bu yaşta bir gencin böyle esaslı sözler etmesi ne güzeldi. böyle ciddi ve ağırbaşlı bir insana ancak hayranlık duyulabilirdi. başka bir şey duyulamazdı. bu nedenle bütün kızlar, bu ciddiyet ve ağırbaşlılığı kendilerine layık görmedikleri için, daha hafif genç erkeklerin koluna girerek uzaklaşıyorlardı.

55. tanrı, tutunamayanlardan rahmetini esirgemesin. bat dünya bat! sonunda metin'e de acıyacak mıydık?

56. sıkıntısını artık gizlemiyordu. kendi de bilmeden bir kurtarıcı arıyordu. sıkılganlığının geçmesi için ona yardım etmek istedim. onun gibi suratımı asarak yanına yaklaştım, konuşmaya başladım. 'benim gibi bu eğlentiye yanlışlıkla gelmediğinize göre, beni anlayacağınızı sanmıyorum,' dedi. 'ben de söylediklerimden hemen pişmanlık duyarım. en iyisi hiç konuşmamak. bakın, burada canlı ve neşeli bir sürü genç adam var. onlar sizi daha iyi eğlendirebilir.' ben, gene suratımı asarak, onunla konuşmak istediğimi söyledim.

57. "burhan'ı ben de tanıdım. yolda tanıştırdı, utanarak." "kimden utandı? burhan'dan mı? sizden mi? kendinden mi?" "neden utandığı belli değildi." yaşamaktan utanıyordu herhalde. hayata karşı ayıp oluyordu. on yüz bin şeyi birden yaşamak istiyordu. hangisine sarılsa başkasına ayıp oluyordu.

58. hayatımın, başı ve sonu belliydi; hiç olmazsa ortasını kaçırmamalıydım. oyalanacak durumum yoktu. ezberlemiş olduğum bütün şiirleri okumalıydım, bugün kavgaları çıkarmalıydım, bütün kuruntularımı ortaya dökmeliydim. belki seni bir erkek anlayabilirdi selim. nasıl olur? hepimiz, birbirimizin gözünü oyuyorduk. bir kadın karşı koyamazdı: artık bana karşı konulmasını istemiyordum. doludizgin gitmek istiyordum.

59. ne iyi olduğunu bilemezsiniz gelişinizin günseli. bu bilgileri, sizden başka kime verebilirdim? yoktan neler yarattığımı görüyorsun. bütün azgelişmişliğime rağmen, elimden geleni yapıyorum. sen bir cümle söyle, ben ondan neler çıkarırım şaşarsın.

60. anlamıyorsun, derdi. bütün bu yazdıklarım uydurma. aklımdan geçenleri yazmaya cesaret edemiyorum. alışılmış kalıplar içinde bocalıyorum. kalıbım yok benim: biçimsiz bir şeyim ben. eriyip dağılıyorum yazarken. olmuyor. bana uzak gelen yaşantıları düzmece bir biçimde anlatmaya çalışıyorum. içinden geldiği gibi yazsan, içinden geldiği gibi anlatsan selimim. olmaz. deli derler adama sonra. hemen damgayı yapıştırırlar. daha kötüsü hiç bir şey demezler. ya da, bütün çıkardığın gürültülünün sonunda bunu mu yazacaktın derler; ayrıca içim o kadar karışmış ki sahtelikleri ayıklayıp temizleyemiyorum.

61. korkuyoruz. düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. insan olmaktan korkuyoruz. insana benzetirsek, onlara acımaktan korkuyoruz. işin içine bir kere acıma girerse, ondan bir daha kurtulamamaktan korkuyoruz. sen de korkuyor musun günseli? senin için korkuyorum sadece selim. doğru değil. ben bunu gerektirecek bir şey yapmadım sana. bir sürü gevezelik ettim. bitmesi gerekirdi bunların artık. yeni sözler, yeni yaşantılar bulacağım sanıyordum. bu acılar, yüreğimi paslandırmış oysa. sevmek zor geliyor. alışmamışım yoruluyorum. her an sevdiğimi düşünemiyorum. bazen atlıyorum, boşluklar oluyor. bunları boş sözlerle doldurmaya çalışıyorum. oysa ben her an sana bakmak, bir sözünü kaçırmamak; bir kıpırdanışını, yüzünün her an değişen bugün gölgelerini izlemek, her an yeni sözler bulup söylemek istiyorum. bütün bunlar beni yoruyor. sen orada duruyorsun ve beni seyrediyorsun sadece. senin için sevmek, su içmek gibi rahat bir eylem. ben, her an uyanık olmalıyım.

62. sen her an uyanık olmalısın selim. herkese koşmalısın, her şeye yetişmelisin. bu görevle dünyaya tayin edildin. beş milyon sekiz yüz bin sekiz yüz yirmi dokuzda bir insana verilen bir görevin var. istifa ediyorum. dayanamadım, vazgeçiyorum. bu görev için yetiştirilmedim. özel bir eğitimden geçirmeleri gerekirdi beni. beni iyi korumaları gerekirdi. derimin ince olduğunu, güneşe dayanamayacağını bilmeliydiler. kusurlarımı hoşgörüyle karşılasalardı. sekiz kat elbisem olmalıydı. ellerim terlememeliydi; gömleklerim ütülü, ayakkabılarım boyalı olmalıydı. ben ortaçağda yaşamalıydım. sabahları, montaigne gibi oda orkestrası ile uyandırılmalıydım. özel eğitmenler nezaretinde yetiştirilmeliydim. bu hususta, sekiz yüz yirmi dokuz sayılı kanuna ek bir kararname çıkarılmalıydı. günseli'ye daha önce rastlamalıydım. içişleri bakanlığı bunu temin etmeliydi. teyzesi, bu kadar uzun zaman günseli'de kalmamalıydı. polis marifetiyle dışarı çıkarılmalıydı. bütün önemli kişilerin muhafızları var: ben yalnız bırakılmamalıydım. yalnız istemesini biliyorsunuz, ne istiyorsunuz benden? burhan'a dergiyi çıkarması için yardım etmedim mi? onun yerine sabahlara kadar oturup yazı yazmadım mı? güner'in projesini oturup çizmedim mi? karşılık olarak on lira verdiği zaman, ayıp olmasın diye almadım mı? annem üzülmesin diye, kendime bir oda bile tutmadan on yıl o iç karartıcı odamda yaşamadım mı? babam benimle övünsün diye can sıkıntımı yürürlükten kaldırıp üniversiteyi bitirmedim mi? her sözünüze başımı sallamadım mı? neymiş efendim? hiç bir işin sonunu getirmemişim. siz başlamayı bile göze almadınız. benimle içinizden gelerek hangi yaşantıma katıldınız? benimle yaşanmazmış. ne biliyorsunuz? ben bile kendimle yaşayamamışım. bu sözünüze gülmek isterdim. metin gibi acı acı gülmek isterdim. neden başaramayacak birine bu görevi verdiniz o halde? neden içimi böyle arzularla doldurdunuz? alacağınız olsun. bu dünyaya bir daha gelişimde, ikinci gelişimde bütün borçlarımı ödeyeceğim. bugün için belirtmek zorundayım ki beş yıllık plan tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. gerçekleştirmemi istediğiniz bütün hayaller, ikinci bir çağrıya kadar ertelenmiştir. herkes işinin gücünün başına dönsün. benim birinci gelişimle yarım kalan aşklarını yaşasın. yarım kalan yaşantılarını eskisinden daha çok beğensin. benim gibi biri, bir daha girmesin küçük yaşantılarına: kapıları daha iyi kapansın. herkes ne istediğini daha iyi bilsin: ne istediğini bilmemek yüzünden bir daha kimse bana başvurmasın. evde yokum. kendilerinden ümidi kestikleri için, hiç olmazsa beni yaşatmaya çalışmak gibi, "dur canım üzülme, ben seni hayal edemeyeceğin derinliklere ve yüksekliklere taşırım," gibi bir incelik göstermesinler bir daha. beni bu kadar düşündükleri için eksik olmasınlar. fakat boş yere zahmet etmesinler. boş yere değerli hayatlarını benim gibi bir solucan için harcamasınlar. boş yere, psikobilmemne yönlerini araştırmak için deneme tahtası yapmasınlar beni. ne dediniz? gene de seviyorlarmıymış beni? işte beni bu incelikler öldürüyor. batılı amcaların bulduğu bu incelikler! yalnız kendimi sevdiğim halde, bunu başkalarına sevgi şeklinde belirtmek suretiyle kendimi aldatmak ve aynı zamanda bir bakıma onların daha gerçek sayılması gereken aşklarını, bu aldatıcı aşkımın yanında önemsiz görmekle, bir kere daha kişiliğime duyduğum aşkı ve vazgeçemediğim benliğimi ortaya koymakla kendinisevengillerin birtürlügerçeklerigöremediğiiçinbaşkalarınınsevgisinemuhtaçgiller - familyasına mı giriyormuşum? ingilizler bile bu kadar inceliği bir arada düşünemez, bir yerde şaşırır. ömür boyu aylık sinir, yalnız ruhsalgerçekler bankası verir. ben de hepinizden farklı bir solucandım, kim bilir? şimdi yarısı ezilmiş, yerde yattığı için belli olmuyor. diğer yarısını yerden kaldırmak için çırpınan günseli'yi bile acıklı gözlerle seyredemiyor. gözleri, ezilen yarısında kaldı da ondan. anlayışı da o yarıda kaldı; bütün ümitleri, yaşama isteği de, mühendislik diploması da, iyi durum kağıdı da, çiçek aşısı kağıdı da, altı tane vesikalık resmi de, isa'ya sevgisi de, bilmem nesi de, yaratma hırsı da, bir türlü atamadığı değersiz evrakı da, günseli'yi okşamak isteyen elleri, ona dokunmak isteyen derisi de hep ezilen yarısında kaldı. bu yarısında sadece ölüm acılığı kaldı. bu nedenle, şimdiye kadar söylediklerimizi kısaca özetlemek gerekirse, mezar taşına şöyle yazılması uygun düşer (yazı kabartma olmasın: uzaktan dikkati çeker): şarkısı yarıda kaldı, aklı da karıda kaldı. sebep olanların gözü kör olsun.

63. camiden çıkanlar arasında merhumu tanımadan şahadet edecek birkaç kişi elbette bulunur; intihar edenlere tören yapılmaz, böyle intikamcı tanrıya tapılmaz.

64. selim kalkardı. ellerime sarılır beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi boş yere mağaramdan çıkarma beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna tedirgin etme beni bu sefer geride bir şey bırakmadım tasımı tarağımı topladım geldim neyim var neyim yoksa ortaya döktüm beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim beni uyandırma

65. isa günahları affediyor her iş yolunda fakat isa günah işlemedi bunun ağırlığını bilemez

66. oysa aynı hatalar aynı aptallıklar tekrar ediliyor neden gazetecinin kızını ilk gördüğüm gün ondan hoşlandığımı söyleyemediğim halde onun da bana pek aldırmadığını gördüğüm halde ondan sonra kadınlardan uzak durmasını bilemedim

67. daima aklım bir çalıya takılacak. huzursuzluğum beni bir gölge gibi takip edecek. bu yükü taşıyamazsın, boşuna çırpınma. senin gibi bir insanla birlikte yaşamayı ilk düşündüğüm zaman görseydim seni, belki başka türlü olurdu. oysa o zamandan beri o kadar karanlıklar yığıldı ki, istesem de atamıyorum. yaşamak artık beni yoruyor. önemli bir olay yaşamadan sadece yaşamak bile yordu beni. insanlarla birlikte olmak, onların sözlerine cevap vermek, nasılsınız demek, içeri girerken merhaba; ayrılırken hoşça kalın gene görüşürüz demek, konuşmaları izlemek, ne demek istedi acaba, söylediğimi anladı mı? ne demek istedi acaba, yanlış bir şey mi yaptım? acaba söylediğini anladım mı? o kadar çok insan var ki, o kadar çok şey birden oluyor ki, birini izlemek isterken başkasını kaçırıyorum. birini duyarken, ötekini görmüyorum. yetişemiyorum. kan ter içinde kaldım. sigaramı yakarken ne söylediğinizi anlayamadım. kahvemi içerken kapının açıldığını görmedim. biri daha mı geldi, bir şey daha mı oldu? ipin ucunu kaçırdım. tek bir şeyi bile izlemeyi beceremedim. kapıdan çıkmayı düşünürken pencereyi kapatmayı unuttum. size gülümseyeyim derken onun elini sıkmak gerektiğini görmedim. oysa sen bakışlarınla başka istekler ifade ediyorsun. beni yeniden yaşamaya, yeniden ıstırap çekmeye zorluyorsun. yaşamak aynı zamanda yaşamış olduklarını hatırlamak demektir. hatırladıkça bunalıyorum. neden babam bizi bu karanlığa boğdu? neden bu evden bir türlü çıkamadım. neden yamalı çoraplarımı ilk giydiğim gün sokağa atmadım. neden bütün isyanlarımı kafamda yaşadım. hiç bir gerçek yaşantım olmasaydı daha kolay geçirebilirdim. zamanı yaşamak diye bir gerçek olduğunu bilmezdim. oysa sen bana ilk gerçek yaşantıyı tanıtmakla yaşayamadığım bütün hayallerimin gerçekleşebileceği saplantısına kapılmama sebep oldun, demek onları da yaşayabilirmişim.

68. itiraz ediyorum, itiraz ediyorum sayın başkan. oturuma son verilmesini talep ediyorum. kimse beklediğini bulamadı. bilet parasının iadesini talep ediyorum. zarar görenlerin mahkeme masraflarıyla birlikte tazminat almasını ve temyiz yolu açık olmak üzere kararın bana hemen bildirilmesini talep ediyorum. suçluyum, suçumu kabul ediyorum. cezamın hafifletilmesini istemiyorum. saygılar sunarak aranızdan ayrılıyorum.

69. günseli demekten hoşlanırdı. sigara başını döndürür, duygulanır, gülümserdi. "beni yıkın artık günseli," derdi. "üstünüze çökmeden yıkın beni. yerime cam mozaik cepheli bir apartman yaptırırsınız. size iki daire on bin lira da para verirler. geçinir gidersiniz. çok beklemeyin sonra üstümden yol geçirirler, belediyeden metelik alamazsınız. fena mı, iki daire; birinde oturursunuz birini kiraya verirsiniz. üst katımda oturun, alt katımı kiraya verin. sağlığımda bir işe yaramadım hiç olmazsa enkazımdan bir şeyler kazanırsınız. eski bir ahşap ev olmak hoşuma giderdi. yıkıcıya verirsiniz kalıntılarımı," derdi. "oradan da bir kaç kuruş geçer elinize. adamlar gelirler kapılarımı, camlarımı, tahtalarımı birer birer sökerler, tuğlalarım bile işe yarar. işe yaramayan kısımlarımı da bir kamyona koyar götürürler. o kısımlarım bile bir işe yarar, bir çukuru doldurur. sonra bir dozer gelir, bir düzeltir al sana yeni bir arsa. sağlığımda iyi kötü taraflarımı yıkıcıların yaptığı gibi ayıklayabilseydin belki içimde oturulabilirdi. fakat masrafa değmez. hangi tarafımı tamir ettireceksiniz? yıkıp yeniden yapmak daha ucuza gelir.

70. bir daha zor bulursunuz beni. ne acıklı değil mi bütün hayatınca arkadaşlığın önemini haykıran selim ışık'ın başına bunlar geliyor. oysa ben neler istiyorum. neler istiyorsun canım? insanların üstüne dünyanın bütün yıldırımlarını yağdırsam da sevilmek özlenmek istiyorum. bütün gürültümün çocukça olduğunu aslında sevgiden ilgiden geldiğini anlamalarını, öyle sanmalarını istiyorum. peki diyorlar neden yapalım bütün bunları? neden öyle sanalım? kimsin sen diyorlar. reisicumhurbaşkanı mısın? evet reisicumhurbaşkanıyım. evet, aslında bütün temel atma törenlerine, bütün açılışlara, resmi geçitlere, şenliklere, resmi kabullere, ziyafetlere, balolara, düğünlere, kokteyl partilere, anma törenlerine beni çağırmalısınız.

71. biraz daha gevezelik etmek istiyorum. yeteri kadar yazdığım halde kalemi elimden bırakamıyorum. bunu biraz da tabancayı henüz masanın üstüne yerleştirmemiş olmama borçluyum. dışarı çıkacağım. mektubu postaneye götüreceğim. engel olamamak ne yazık değil mi bana. kalan süreyi bu kadar kesin belirttikten sonra biraz daha anlatabilirim herhalde. seninle biraz daha konuşmamda kötü bir şey yok. sen de bu satırları okurken benimle biraz daha konuşmuş olacaksın, bunu düşünmek güzel.

72. en önemli sözü en sonda yazacağımı sanıyorsan aldanıyorsun. hiç bir zaman benden bekleneni vermeyi becerememişimdir, bekleyenleri utandırmışımdır. daha fazla yazamayacağımı hissediyorum. son anda acıklı bir sözle canını sıkmamalıyım. işte bu kadar, işte canım sevgilim, günseli selim.

73. fakat yanlış yollardan her zaman dönülebilir. yeter ki insan, kendisine verilen fırsatı zamanında kullanabilsin.

74. rahat koltuğundan kalktı. rahatsız olmuştu. düşünene bu koltukların faydası yok. bir sandalyeye oturdu. düşünceli görünüyorsunuz turgut. ne korkunç bir iftira. beni mi düşünceli görüyorsunuz? hiç adetim değildir: düşünmem. hayır düşünceli görünüyorsunuz. muhakkak bir sıkıntınız var. demek yakalanmak için bir tuzak bu. düşünceli görünüyorsunuz. düşünmeyince kurtuluyorsunuz. neyin var, düşünceli görünüyorsun. bu sözden sakınmalı. düşüncesiz de olma. o zaman da ne kadar düşüncesiz bir adam derler. düşünün, düşünün ama durup dururken düşünmeyin. işinizde çalışırken düşünün. ev satın alırken düşünün. yalnız, akşam evde otururken, durup dururken düşünmeyin.

75. böyle bir düzen içinde insan düşünebilir mi? büyük ve güzel şeyleri demek istiyorum. önce eşya engel oluyor, sonra şartlar: kalorifer, hizmetçi, çocuk odası. düşünmek için kendime bir daire tutsam. içinde düşünmeye engel olacak eşyalardan hiç biri bulunmayan küçük bir daire. kapıdan girer girmez ayakkabılarımı çıkarıyorum ve düşünme terliklerimi giyiyorum. odalardan hiç birinin özel bir adı yok. hepsi de sadece oda. bir odada sandalyenin üstünde, düşünme elbiselerim duruyor. üstümdekileri kaldırıp hemen bir dolaba koyuyorum ve dolabın kapağını hemen kapatıyorum. ne dolabı olduğu belli değil; dolap işte, her şey konabilir içine. her şey, düşünmeyle ilgisine göre adlandırılıyor, her şey düşünmeye yaradığı oranda önemli. orada ne düşüneceğim? kim bilir? oraya gitmeden belli olmaz. ne düşüneceğimi düşünürüm.

76. düşüncelerinden kurtulabilmek için anlatmaya, gelişigüzel anlatmaya karşı bir susuzluk duyuyordu. nasıl olursa olsun, bu zamanı, bu ağır geceyi geçirmek gerekiyordu.

77. yatağa girdi, konuşmadan kitabı açtı, okumaya çalıştı. biraz sonra, karısının yumuşak kolunu, boynunda hissetti. döndü, ona sarıldı.

o gece turgut karısıyla, bütün geçmiş alışkanlıklarını, bütün birlikte geçen yaşantılarının verdiği alışkanlıkları kullanarak sevişti. ona artık verebileceğim bir şey kalmamış olric. alışkanlıklarımdan başka verebilecek bir şeyim kalmamış ona. o ise, bütün bu uzun sevişmeyi, onu şimdiden özlemeye başlamam gibi bir duyguyla açıklıyor. oysa olric, içimde özlemini duyduğum uzak ülkemin soğukluğu, beni başarısızlığa uğratabilirdi. nermin için yeni bir durum: üzerinde fazla durmamıştır. belki biraz hissetmiştir. bu, son savaşımız olacak olric. sonu nasıl gelirse gelsin, yorgun ordumuz son savaşını veriyor. askerler, yorgun ve isteksiz. zafer ya da yenilgi onlar için aynı anlama geliyor artık. artık savaşmak istemiyorlar.

78. uzun süreden beri ilk defa o gece rüya görmeden aralıksız uyudu. belki de uyandığı zaman gördüğü rüyaları hatırlamadı, hatırlamak istemedi. belki de ilk defa uyandığı zaman, kafasında tek düşünce olmasını istedi. tek bir amaçla uyanmak istedi ilk defa: kalkmak ve yola çıkmak.

79. bugün annem dayanamadı; ne yazdığımı sordu. ona nasıl anlatsam? bütün hayatımı birlikte geçirdiğim ve beni gerçekten seven bu insana hiç bir şey anlatamamak ne kötü. ondan farklı gelişmeye ne zaman başladım? bu ayrılık nasıl doğdu? hiç anlamıyorum. bir gün baktım, iki yabancı olarak yaşıyoruz aynı evde. aslında kimseye bahsetmedim kendimden. istemiyorum da.

yatağımın karşısında bir pencere var. odanın duvarları bomboş. nasıl yaşadım on yıl bu evde? bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? ben ne yaptım? kimse de uyarmadı beni. işte sonunda anlamsız biri oldum. işte sonum geldi. kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım. bana acımayın. ben kötüyüm; sizlere karşı kötü duygular besledim içimden. beceriksizliğimden uygulayamadım kötü düşüncelerimi. sizleri kıskandım, küçük gördüm, bayağı buldum: bana yapılmasını istemediğim kötülükleri sizlere yapmak istedim. fırsat bulunca da yaptım. dün gece rüyamda biri beni öldürdü. içimin boşaldığını hissettim. ben de ne işkenceler düşünmüşümdür bana kötülük edenler için.

80. dönüşte günseli'ye uğramak istedim. yolda o sıkıntı gene geldi. orada düşüp öleceğimi sandım. bir otomobile zor attım kendimi. eve döndüm. beni öyle bir durumda görmesine katlanamazdım.

81. bir silgi gibi tükendim ben. başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. ben, kurşunkalem silgisiydim. azaldığımla kaldım. bütün günüm tedirgin bir beklemeyle geçiyor. gelecek mi? gelmeyecek mi? ne gelecek? bilmiyorum. adını koyamadığım bir şeyden korkuyorum. soyut bir korku içimi dolduruyor. bu korkuyla uyanıyorum ve bekliyorum.

82. hastaneden dönerken günseli'ye uğradım. beni görünce sarardı. on beş gündür sakalımı kesmiyordum. saçlarım da uzamış. isa'ya benzeyip benzemediğimi sordum ona. birden kapısını çalıverdim işte. onu sevdiğimi sanıyorum. heyecanlanıyorum günseli'yi görünce. ona durmadan günseli demeyi seviyorum. günseli. günseli. korkularımı ve hastalığımı unuttum onun yanında.

83. dünyada sevdiğim her şeyden uzaklaşmaktan korkarken onu öpmeyi nasıl isteyebilirdim? belki de bir kadına korkularımı anlatmaktan utandım. erkek de olsa utanırdım belki. gözleriyle, ne istiyorsun benim sevgilim, diyordu. ne istiyorsun, bana olduğu gibi söyle canım selim, anlamasam da istediğini yaparım hemen. ben bunu istemiyordum. hayır istiyordum.

84. berber de yüzümü yorgun buldu. sakalım zor traş ediliyormuş. biraz konuşsaydık belki o da evlenmemi tavsiye ederdi. ben parçalarımı bir arada tutmak için olağanüstü bir çaba harcıyorum: tutmuş benden ne istiyorlar. selim gibi görünmenin bana neye mal olduğunu bir bilseler. yatağın içinde büzülmüş bu satırları yazarken nasıl kahramanca bir dayanma gösterdiğimi farketmiyorlar. kimse, karşısındakinin parçalanışını görmek istemiyor.

85. saat dörde doğru uyandım. sabah yaşadığım öldürücü saatleri düşündüm. bu duruma nasıl geldim? neden bana yaşamasını öğretmediler? neden bana, bizden bu kadar gerisini sen bulup çıkaracaksın dedikleri zaman isyan etmedim? hayata atılmak gibi bir çılgınlığı nasıl yaptım? insanların dünyasına atılmayı nasıl göze aldım? ben insan değildim ki. yaşamadığım bir hayatın içine nasıl atıldım? beni nasıl gürültüye getirip de bu soğuk bakışlı mimar gibi insanların karşısına çıkardılar? onlar da bilemezdi: görünüşümle insana benziyordum. denemelerden geçmiştim. onları aldatmayı başardım. sonumu kendim hazırladım. her an ne yapacağımı söyleyemezlerdi bana. beni aldattılar; gene de suçluyum. insanların en verimli olduğu çağda tükendim. her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim için çabuk yoruldum. bana müsade.

86. tiyatronun kapısında duran zayıf gencin sevgilisi onu atlatmasaydı bütün bunlar başına gelmeyecekti. taşralı bir tüccara benzeyen orta yaşlı bir adamla birlikte biletleri sevinerek aldık bu gençten. tüccarın yanında oturmak düşüncesinden rahatsız oldum; fakat bütün biletler bitmişti. ben o gencin yerinde olsaydım yalnız başıma girerdim tiyatroya: gelmeyen sevgiliye inat. taşralı tüccarla girselerdi, ben kurtulacaktım. olmadı. oyun başlamadan, son dakikada, bilet bulmak bir talih işiydi. bu nedenle kendimi biraz da akıllı saydım.

87. onlar bir bakıma kaybediyorlar. eksik olsun böyle kazanç. ben ölüyorum: görmüyor musunuz? yazık diye üzülecekler. fakat, haklı çıkmanın sevinci içlerini ısıtacaktır. beter olsunlar diyeceğim; oysa beter olan benim.

88. beni kötü yetiştirdiler. annem de babam da bana gerekli eğitimi vermediler. yaşamak için demek istiyorum. bana yaşamasını öğretmediler. daha doğrusu bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler. ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu yanlışlara. insan, kendi bulurmuş doğru yolu. ben bulamazdım. bana, başkalarına gösterdikleri basmakalıp yolları öğrettiler. başka türlü bir itinayla tutmalıydılar beni. daha fazla değil, farklı. normal bir insan olmaya zorladılar, bana boş yere vakit kaybettirdiler. olmayınca da, anormal dediler. ben de kendimi anlamadım: bütün hayatım boyunca normal bir adam olmaya çalıştım. arkadaşlarla geneleve gittim, müstehcen romanlar okudum ve sokakta genç kızların peşinden gittim. hiç birinde tutarlılık gösteremedim. bunun üzerine anormal olduğuma karar verdiler. onlara biraz olsun benzeyebildiğim ölçüde kendimi mutlu sayıyordum. kendimi onlardan ayırmasını beceremedim. hitler, genel yatakhanelerde işçilerle kalırken bile onlardan ayrı olduğunu hisseder, onlara yaklaşmazmış. bende böyle bir içgüdü yoktu. sınıfta toplanıp müstehcen resimleri seyrettikleri zaman, onlardan uzak durmak gerektiğini bilemedim. oysa, onlar gibi hissetmiyordum. duyduğum bu yabancılığı onlardan geri kalmak diye nitelendirdim ve nefes nefese onlara yetişmeye çalıştım. bu bakımdan yakınmaya hakkım yok. onlar gibiydim.

89. evet, haklıydı akrabalar. ben, normal olmadığım için anormal olan bir çocuktum. allah beni kahretsin ve ediyor da.

90. ölürsem daha da uslu olacağımı söyleyerek yerimden kalktım, yatağıma döndüm. kimseye, kimsenin varlığına dayanamıyorum artık.

91. kendimden utanıyorum. hiç bir işi sonuna getiremedim istediğim gibi.

92. neden korkuyorsun benden canım sevgilim? korkulacak halim mi kaldı benim?

93. bu deftere anlamsız sözler yazmak istiyorum artık. aklımı kullanmaktan ve anlaşılmaya çalışmaktan bıktım.

94. çocukluğumu hatırlıyorum. yaşamadığım çocukluğumu.


Anısına saygıyla..



11 Eki 2020

Ahmaklar Gemisi

 Bir zamanlar, bir geminin kaptanı ve ahbapları kendi denizciliklerini çok beğenir ve kendilerine çılgınca hayran olurlarmış. Gemiyi kuzeye çevirdiler, aysbergler ve tehlikeli buz kütleleri ile karşılaşıncaya kadar yol aldılar, ve çok tehlikeli sularda yol amaya devam ettiler, sadece kendilerine gemiciliğin çok parlak başarılarını yerine getirmek için fırsatlar vermek adına.

Gemi daha yüksek enlemlere ulaştıkça, yolcular ve mürettebat gittikçe artarak rahatsız oldular. Kendileri arasında tartışmaya ve yaşadıkları durumlar üzerine şikayet etmeye başladılar.

“Titriyorum” dedi gemici tayfası, “Hay Allah, bu kadar kötü bir yolculukta daha önce bulunmamıştım. Güverte buzla kaplı; gözetleme yerindeyken, rüzgar ceketimi bıçak gibi kesiyor; trinketa yelkenini camadanını her bağlayışımda neredeyse parmaklarım donuyor; ve bütün aldığım ayda sefil 5 şilin.

“Bunun kötü olduğunu düşünüyorsun!” dedi bayan yolcu. “Soğuktan geceleri uyuyamıyorum. Bu gemideki bayanlar erkekler kadar battaniye alamıyorlar. Bu adil değil!”

Meksikalı denizci sözü kesip konuşmaya katıldı: “Chingado! Ben, İngiliz gemicinin aldığı maaşın sadece yarısını alıyorum. Bu iklimde kendimizi sıcak tutmak için bol yiyeceğe ihtiyacımız var; İngiliz daha çok alıyor. Ve en kötüsü, ikinci kaptanlar sürekli emirlerini İspanyolcanın yerine İngilizce olarak veriyorlar.”

“Her hangi birinden daha çok şikayet edecek nedenim var.” Dedi Amerikalı yerli gemici, “Eğer soğuk benizli beni atalarımın topraklarından mahrum etmeseydi, bu gemide asla bulunmayacaktım, burada aysberglerin ve kutup rüzgarlarının arasında. Hoş, sakin bir gölde kanoyla gezinecektim sadece. En azından, kaptan bana barbut oynatmam için izin vermeli, ki böylece biraz para kazanabilirim.

Porsun söz aldı: “Dün, ilk ikinci kaptan sadece ağzıma alıyorum diye beni “ibne” olarak çağırdı. Bir erkeğin organını, bunun için isimler takılmadan emmeye hakkım var.”

Bu gemide kötü davranılan sadece siz insanlar değilsiniz,” diyerek yolcuların arasındaki hayvan sever araya karıştı, sesi öfkeyle titriyordu. “Neden, geçen hafta ikinci ikinci kaptanı geminin köpeğini iki kere tekmelerken gördüm!”

Yolculardan biri üniversite profesörüydü. Ellerini ovuşturarak hiddetle söylendi, “Bunların hepsi korkunç! Ahlaksız! Irkçılık, seksizm, türcülük, homofobi, işçi sınıfının sömürülmesi! Ayrımcılık! Toplumsal adalete sahip olmalıyız: Meksikalı denizci için eşit maaş, bütün gemiciler için yüksek maaş, yerli için ücret, bayanlar için eşit battaniye, ağza almak için garanti hak, ve köpeği daha fazla tekmelemek yok!”

“Evet, evet!” diye bağırdı yolcular. “Aye-aye!” diye bağırdı mürettebat. “Ayrımcılık! Haklarımızı talep etmeliyiz!” Kamarot boğazını temizledi.

“Hımm. Hepinizin şikayet etmek için iyi nedenleriniz var. Fakat bana göre gerçekten yapmamız gereken şey gemiyi döndürmemiz ve güneye doğru gitmemiz, çünkü eğer kuzeye gitmeye devam edersek, er geç kazaya uğrayacağız, ve sonra maaşlarınız, battaniyeleriniz, ağzınıza alma hakkınız yarar sağlamıyacak, çünkü hepimiz batacağız.”

Fakat kimse onu dikkate almadı, çünkü o sadece bir kamarottu.

Kaptan ve ikinci kaptanlar, güvertenin kıçındaki makamlarından, izliyorlar ve dinliyorlardı.

Birbirlerine gülümsediler ve göz kırptılar, ve kaptanın el hareketiyle üçüncü ikinci kaptan kıç güverteden indi, yolcular ve mürettebatın toplandığı yere ağır ağır yürüdü, ve onların arasında durdu. Suratında çok ciddi bir ifade yerleşti ve böylece konuştu:

“Biz komutanlar kabul etmeliyiz ki bu gemide mazur görülemez şeyler olmaktadır. Şikayetlerinizi duyana kadar bu kadar kötü bir durum olduğunu anlayamadık. Bizler iyi niyetlerin insanlarıyız ve sizin sayenizde doğruyu yapmak istiyoruz. Fakat –pekala- oldukça muhafazakar ve kendi bildiği yolda ilerler, ve herhangi önemli değişiklikler yapmadan önce biraz kışkırtılması gerekebilir. Benim kişisel fikrim, eğer gayretle protesto ederseniz – fakat her zaman barışçıl ve geminin kurallarını ihlal etmeden – kaptanın ataletini sarsar ve gayet haklı olarak şikayet ettiğini problemlere hitap etmeye zorlarsınız.

Bunu söyleyerek, üçüncü ikinci kaptan güvertenin kıçına doğru yol aldı. Gittiği gibi, yolcular ve mürettebat arkasından, “Mutedil! Reformcu! Liberal! Kaptanın yardakçısı!” diye bağırdılar. Fakat yine de söylediği gibi yaptılar. Güvertenin kıçından önündeki gövdede buluştular, subaylara hakaretler bağırdılar, ve haklarını talep ettiler: “Daha yüksek maaş ve daha iyi çalışma koşulları istiyorum,” diye ağladı gemici tayfa.

“Kadınları için eşit battaniye” diye ağladı bayan yolcu. “Emirleri İspanyolca olarak almak istiyorum.” diye ağladı Meksikalı gemici. “Barbut oynatma hakkı istiyorum.” diye ağladı Yerli denizci. “İbne olarak adlandırılmak istemiyorum.” diye ağladı Porsun. “Köpeğin daha fazla tekmelenmesine hayır.” diye ağladı hayvansever. “Devrim hemen şimdi.” diye ağladı profesör.

Kaptan ve ikinci kaptanlar aceleyle bir araya toplandılar ve birkaç dakika görüştüler, bütün bu süre boyunca birbirlerine göz kırptılar, gülümsediler ve birbirlerini doğrularcasına kafalarını öne eğdiler. Daha sonra kaptan güvertenin kıçının önünde durdu ve, büyük bir cömertlik göstererek, şöyle beyan etti: “Gemici tayfanın maaşı ayda 6 şiline yükseltilecek; Meksikalı denizcinin maaşı İngiliz gemicinin üçte ikisi kadar olacak, ve trinketa yelkenini camadanını bağlama emri İspanyolca verilecek; bayan yolcular bir battaniye daha alacak; Yerli denizci cumartesi akşamları barbut oynatabilecek; Porsun, ağzına almayı tam mansıyla gizli yaptığı sürece ibne olarak anılmayacak; ve köpek, gemi mutfağından yemek çalmak gibi gerçekten ahlaksız şeyler yapmadığı sürece tekmelenmeyecek.”

Yolcular ve mürettebat bu imtiyazları büyük bir zafer gibi kutladılar, fakat bir sonraki sabah, tekrardan memnuniyetsizlik hissediyorlardı.

“Ayda altı şilin az miktar bir gelir, ve hala trinketa yelkenini camadanını bağlarken parmaklarım donuyor” diye homurdandı gemici tayfa. “Hala İngiliz ile aynı maaşı almıyorum, veya bu iklim için yeterli yiyeceği” dedi Meksikalı gemici. “Biz kadınlar hala kendimizi sıcak tutacak kadar battaniyeye sahip değiliz” dedi bayan yolcu. Diğer mürettebat ve yolcular da benzer şikayetlerde bulundular, ve profesör onları kışkırttı.

Konuşmalarını bitirdiklerinde, kamarot çekinmeden açıkça söyledi – bu sefer diğerlerinin kolayca anlamamazlıktan gelemeyeceği kadar yüksek sesle: “Köpeğin mutfaktan bir parça ekmek çaldığı için tekmelenmesi, ve kadınların eşit battaniyeye sahip olmaması, ve gemici tayfanın parmaklarının donması gerçekten korkunç; ve Porsun’un istediği halde neden ağzına alamadığını anlamıyorum. Fakat aysberglerin şu an nasıl kalın olduklarına bakın, ve rüzgarın nasıl daha fazla sert estiğine! Bu gemiyi geri, güneye doğru çevirmemiz gerekiyor, çünkü eğer kuzeye gitmeye devam edersek, kazaya uğrayacak ve batacağız.

“Oh evet,” dedi Porsun, “Kuzeye gitmemiz gerçekten korkunç bir şey. Fakat neden tuvalette ağzıma almak zorundayım? Neden ibne olarak anılmam gerekiyor? Diğer herkes gibi değil miyim?”

“Kuzeye doğru ilerlemek korkunç” dedi bayan yolcu. “Fakat görmüyor musun? Bu tamamen kadınların kendilerini sıcak tutmak için neden daha çok battaniyeye ihtiyaç duyduklarını gösteriyor. Şimdi kadınlar için eşit battaniye talep ediyorum.”

“Her yönüyle doğru” dedi profesör, kuzeye doğru yol almak hepimizin üzerine büyük sıkıntılar yaratacaktır. Fakat yönümüzü güneye doğru çevirmek gerçekçi olmayacaktır. Zamanı geri çeviremezsin. Durumun icabına bakmak için daha iyi hazırlanmış yollar bulmalıyız.

“Bak” dedi kamarot, “kıçtaki güvertedeki bu dört kaçık adamın yollarına devam etmesine izin verirsel, hepimiz batacağız. Eğer gemiyi tehlikeden uzaklaştırırsak, daha sonra çalışma koşulları, kadınlar için battaniye, ve ağzına alma özgürlüğü hakkında tasalanabiliriz. Fakat önce bu tekneyi çevirmemiz gerekiyor. Eğer bir kısmımız birlik olur, plan yapar, ve biraz cesaret gösterirsek, kendimizi kurtarabiliriz. Çok fazla insana gerek yok – yedi veya sekizimiz yapabilecektir.Geminin kıç tarafına saldırabilseydik, bu delileri gemiden denize atabilseydik, ve gemiyi güneye çevirebilseydik.”

Profesör sesini yükseltti ve sert bir şekilde söyledi, “Şiddete inanmıyorum. Bu ahlaksız.”

“Her hangi bir zamanda şiddet kullanmak ahlak dışıdır” dedi Porsun.

“şiddetten dehşete kapılıyorum” dedi bayan yolcu.

Kaptan ve ikinci kaptanlar bütün süre boyunca izliyolardı ve dinliyorlardı. Kaptanın bir sinyaliyle, üçüncü ikinci kaptan ana güverteye indi. Yolcuların ve mürettebatın arasında kadar geldi ve gemide hala bir takım problemler olduğunu söyledi.

“Çokça ilerlemeler yaptık” dedi, “Fakat çoğunun gerçekleşmesi kaldı. Gemici tayfanın çalışma koşulları hala sert, Meksikalı hala İngiliz ile aynı maaşı almıyor, kadınların hala erkekler kadar epey battaniyesi yok, Yerli’nin Cumartesi gecesi barbutu, kayıp toprakları için değersiz bir karşılık, Porsun’un ağzına almaya tuvalette devam etmesi haksız, ve köpek hala kimi zaman tekmeleniyor.”

“Bence kaptanın yeniden dürtülmeye ihtiyacı var. Eğer hep birlikte başka bir protesto gerçekleştirirseniz işe yarayacaktır – şiddetsiz kaldığı sürece.”

Üçüncü ikinci kaptan geminin kıçına doğru ilerlerken, yolcular ve mürettebat arkasından hakaret bağırdılar, fakat bununla beraber ne dediyse yaptılar ve başka bir protesto için geminin kıç güvertesi önünde toplandılar. Ağız kalabalığı yaptılar, çılgınca bağırıp çağırdılar, yumruklarını savurdular, ve hatta kaptana çürük yumurta attılar (ustalıkla yana kaçtığı)

Şikayetlerini duyduktan sonra, kaptan ve ikinci kaptanlar birbirlerine göz kırptıkları ve geniş olarak sırıttıkları konferans için aceleyle bir araya toplandılar. Daha sonra kaptan kıç güvertenin önüne hareket etti ve şöyle bildirdi: gemici tayfa parmaklarını sıcak tutsun diye eldiven verilecek, Meksikalı denizci İngiliz denizcinin dörtte üç maaşı kadar maaş alacak, kadın bir battaniye daha alacak, Yerli gemici Cumartesi ve Pazar geceleri barbut oynatabilecek, porsun karanlıktan sonra alenen ağzına alabilecek, ve kimse kaptanın özel izni olmadan köpeği tekmeleyemeyecek.

Yolcular ve mürettebat bu büyük devrimci zafer karşısında çok mutluydular, fakat bir sonraki günle birlikte tekrardan memnuniyetsizlik hissediyorlardı ve eski sıkıntılardan söylenmeye başladılar.

Kamarot bu sefer sinirleniyordu.

“Sizi kahrolası ahmaklar!” diye bağırdı. “Kaptanın ve ikinci kaptanların neler yaptıklarını görmüyor musunuz? Battaniyeler, maaşlar ve köpeğin tekmelenmesi hakkındaki saçma şikayet sebepleri ile meşgul etmeyi sürdürüyorlar, böylece gerçekten bu gemiyle ilgili nelerin yanlış gittiğini düşünemeyeceksiniz – ki kuzeye daha uzaklara ilerliyoruz ve hepimiz boğulmuş olacağız. Eğer sadece bir kaçınız bunu anlama kararına varırsanız, birleşir, ve kıç güverteyi basarsak, bu gemiyi çevirebilir ve kendimizi kurtarabilirdik.

Fakat hepinizin yaptığı, çalışma koşulları, barbut ve ağza alma hakkı gibi önemsiz küçük konular hakkında ağlaşmak.”

Yolcular ve mürettebat öfkelendi.

“Önemsiz!!” diye ağladı Meksikalı, “ , “İngiliz gemicinin sadece dörtte üçü kadar aldığım maaşı akla uygun olduğunu düşünüyor musun? Bu önemsiz mi?”

“Benim şikayeti mi nasıl saçma olarak tanılayabilirsin?” diye bağırdı porsun. “İbne olarak çağırılmak nasıl hakaret edici bilmiyor musun?”

“Köpeği tekmelemek ‘önemsiz küçük konu’ değil!” diye haykırdı hayvan sever.

“Zalimce, insafsızca, vahşice!”

“Pekala,” diye cevapladı kamarot. “Bu konular önemsiz ve saçma değil. Köpeği tekmeler insafsız ve vahşice ve ibne olarak çağırılmak hakaret edici. Fakat gerçek problemimizle karşılaştırdığımızda – gerçekle karşılaştırıldığında gemi hala kuzeye gidiyor – sizin şikayete sebep olan haliniz önemsiz ve saçma, çünkü eğer bu gemiyi derhal çeviremezsek, hepimiz batacağız.

“Faşist!” dedi profesör.

“Karşıdevrimci!” dedi bayan yolcu. Ve bütün yolcu ve mürettebat diğerinden sonra sözü kesip konuşmaya katıldı, kamarotu faşist ve karşıdevrimci olarak suçlayarak.

Onu itip defettiler ve maaşlar, kadınlar için battaniye, ağza alma hakkı, köpeğe nasıl davranıldığı hakkında söylenmeye geri döndüler. Gemi kuzeye doğru yol almaya devam etti, ve bir süre sonra iki aysberg arasında ezildi ve herkes boğuldu.


 Anarşist Kütüphane den alıntılanmıştır.

Tanrı Hakkında


 

Tanım I

Özü varlığı kuşatan, başka deyişle tabiatı ancak var olarak tasarlanabilecek olan şeye, kendi kendisinin nedeni (causam sui) diyorum.

Tanım II

Sınırlı olan, yani kendisiyle aynı tabiatta başka bir şeyle sınırlanabilen bir şeye kendi cinsinde sonlu diyorum. Diyelim, cisim kendi cinsinde sınırlıdır, çünkü biz herhangi cismi tasarlasak, tasarladığımızdan daha büyük bir cismi tasarlayabiliriz ve bu daha büyük cisim birinci cisimle aynı tabiatta olduğu için, cismin kendi cinsinde sonlu olduğunu söylemek doğrudur. Nitekim bir düşünce başka bir düşünce ile sınırlandırılmıştır. Fakat cisim düşünce ile ve düşünce de cisimle sınırlandırılmamıştır.

Tanım III

Kendi başına var olan ve kendisi ile tasarlanan, yani kendisini teşkil edecek başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın hakkında fikir edindiğimiz şeye cevher diyorum.

Tanım IV

Cevherde, onun özünü meydana getirmek üzere algıladığımız2 şeye sıfat (ya da yüklem) diyorum3.

Tanım V

Cevherin duygulanışına, başka deyişle kendi kendisine değil, başka bir şeyde var olan (in alio) ve ancak bu başka şey yardımıyla tasarlanan şeye tavır diyorum.

Tanım VI

Mutlak olarak sonsuz bir varlığa, yani sonsuz sıfatları olup başsız ve sonsuz (ezeli) özü bu sonsuz sıfatlarında her biriyle ifade edilmiş olan cevhere Tanrı diyorum.

Açıklama

Mutlak olarak sonsuz diyorum, yoksa kendi cinsinde sonsuz demiyorum. Zira yalnızca kendi cinsinde sonsuz olan bir yerde sonsuz sıfatları (yüklemleri) olumsuzlayabiliriz; fakat mutlak olarak sonsuz olan için ise bir özü ifade eden ve hiçbir olumsuzluğu kuşatmayan her şey onun özüne aittir.

Tanım VII

Sırf kendi tabiatının zorunluluğu ile var olan ve etkinliği yalnız kendisi ile gerektirilmiş bulunan şeye hür diyorum. Kesin ve gerektirilmiş bir şart içinde var olmak ve etki yapmak için kendisinden başka birisiyle gerektirilmiş olan şeye zorlama (cebrî) diyorum.

Tanım VIII

Başsız ve sonsuz (Eternel) olan şeyin yalnızca tanımının zorunlu bir sonucu diye tasarlanması bakımından, varlığa başsız ve sonsuzluk (Eternité) diyorum.

Açıklama

Gerçekten böyle bir varlık, ezeli hakikat, nitekim şeyin özü diye tasarlanmıştır ve bu sebepten, süre veya zaman ile açıklanamaz, hatta süre başı ve sonu olmayan şey diye tasarlanmış olsa bile.

Aksiyom I

Var olan her şey ya kendisinde, ya da başka bir şeyde (vel in se vel in alio) vardır.

Aksiyom II

Başka bir şey aracılığı ile tasarlanmayan şeyin (per aliud) kendisinde tasarlanması gerekir (per se).

Aksiyom III

Verilmiş diye varsayılan gerekli bir nedenden zorunlu olarak bir eser çıkar ve tersine, hiçbir neden verilmiş değilse oradan hiçbir eser çıkmaz.

Aksiyom IV

Eser için olan bilgi, neden için olan bilgiye bağlıdır ve zorunlu olarak onun varlığını kuşatır.

Aksiyom V

Aralarında hiçbir ortaklık olmayan şeylerden birisi ötekisi ile tasarlanamaz; başka deyişle, birinin fikri veya kavramı ötekinin fikri veya kavramını kuşatamaz.

Aksiyom VI

Her doğru fikrin kendi objesine uygun olması gerekir (suo ideato).

Aksiyom VII

Bir şey eğer var-değil diye tasarlanabiliyorsa, bu şeyin özünün varlığı kuşatmadığından emin olunabilir.

Önerme I

Cevher tabiatça, kendi duygulanışlarından önce gelir.

Kanıtlama

Cevherin kendi başına var olan şey olduğu ve kendi kendisiyle tasarlandığı söylendi (tanım 3): Cevherin tavır ya da duygulanışlarının kendi başlarına değil, başkasında (in alio), yani cevherde bulundukları da söylendi (tanım 5), buradan şu sonuç çıkar ki, cevher tabiat bakımından ancak kendisiyle duran (kaim olan) duygulanışlarından önce gelir.

Önerme II

Farklı sıfatları olan iki cevher arasında ortak hiçbir şey yoktur.

Kanıtlama

Cevherin kendisinde var olan ve kendi kendisi ile tasarlanan şey olduğu, yani var olabilen herhangi bir şeye ait başka hiçbir fikrin yardımı olmadan fikir edindiğimiz şey bulunduğu söylendi (tanım 3); buradan şu sonuç çıkar ki, farklı sıfatları olan iki cevherden her biri kendi başına var olur ve ancak kendi kendisiyle tasarlanabilir. Halbuki, kendi başına var olan ve ancak kendi kendisiyle tasarlanabilen şeyin yine kendi başına var olan ve ancak kendi kendisiyle tasarlanabilen başka bir şeyle aralarında hiçbir ortaklık yoktur. Zira aralarında ortak ne olabilirdi? Bunlar sıfatlar olamaz, çünkü tersine olarak ne olabilirdi? Bunlar sıfatlar olamaz, çünkü tersine olarak onlar türlü sıfatlara sahip gibi (diversa attributa habentes) varsayılmışlardır; bu, öz de olamaz, çünkü öz sıfatlar üzerine kurulmuştur ve sıfatlar her iki cevherde türlü türlü olunca, zorunlu olarak onlardan her birinin özünün farklı olması gerekir. Eğer onlardan her birinin özü farklı ise, aralarında hiçbir ortaklık olmadığını söylemek doğru olur; en sonra aralarında ortak olan şey tavırlar veya duygulanışlar da değildir, çünkü cevherin tavırları ya da duygulanışları ancak cevherle kaimdirler (tanım 5) ve yalnız onunla tasarlanabilecekleri için, öz bakımından farklı olan iki cevherde aynı tavırlar ya da duygulanışlar olamaz ve tasarlanamaz. Öyle ise, farklı sıfatları olan iki cevherin aralarında hiçbir ortaklık olmadığı doğrudur.

Önerme III

İki şey arasında hiçbir ortaklık olmadığı zaman, onlardan biri ötekinin nedeni olamaz.

Kanıtlama

Söylendiği gibi (Aksiyom 4) eser için olan bilgi neden için olan bilgiye bağlı ise ve onu zorunlu olarak kuşatıyorsa; yine söylendiği gibi (Aksiyom 5) aralarında hiçbir ortaklık olmayan şeyler birbirleriyle tasarlanamazlarsa, bundan şu sonuç çıkar ki, aralarında hiçbir ortaklık olmayan iki şeyden biri ötekinin nedeni olarak tasarlanamaz. Çünkü eğer o ötekinin nedeni olarak tasarlanabilmiş olsaydı, bu gerek onların sıfatlarıyla, gerek tavırları ya da duygulanışlarıyla aralarındaki bir ilgi yüzünden olacaktı; halbuki birinin tavır ve sıfatlarıyla ötekinin tavır ve sıfatları arasında hiçbir ilgi yoktur, çünkü hiçbir ortaklıkları yoktur. Buradan şu sonuç çıkar ki, biri ötekiyle tasarlanamaz; başka bir yönden, eğer birinin ötekiyle tasarlanamaması doğru ise ve bununla birlikte eser için olan bilgi neden için olan bilgiye bağlı ise, meydandadır ki aralarında hiçbir ortaklık olmayan ve biri ötekiyle tasarlanamayan iki şeyden biri ötekinin nedeni olamaz, çünkü eğer olsaydı birinin ötekiyle tasarlanması gerekirdi, bu ise yoktur ve olamaz.

Önerme IV

İki ya da birçok seçik şey, birbirlerinden ya cevherlerin sıfatlarının

farklılığından ya da cevherlerin tavırları ve duygulanışlarının farklılığından dolayı seçiktirler.

Kanıtlama

Var olan her şey ya kendisinde (en soi) vardır, ya başkasında vardır (aksiyom). Yani (tanım 3 ve 5) zihin dışında cevherler ve duygulanışlardan başka hiçbir şey yoktur; öyle ise, zihin dışında birçok şeylerin birbirlerinden seçik olmalarını sağlayan cevherlerden başka bir şey yoktur, ya da (tanım 4) aynı anlama gelmek üzere, onların sıfatları ve duygulanışlarından başka bir şey yoktur.

Önerme V

Alemde aynı tabiatı ya da aynı sıfatı olan iki ya da birçok cevher olamaz.

Kanıtlama

Birçok seçik cevher olmuş olsaydı, ister istemez onların birbirlerinden

ya sıfatlarının farklılığı ile ya tavırları ya da duygulanışlarının farklılığı ile seçik olmaları gerekecekti (önerme 4). Halbuki eğer onların yalnız sıfatlarının farklılığı ile seçik olacakları söylenirse, bundan anlaşılır ki onların aynı tabiatı ve aynı sıfatı olmayacaktır; ki beşinci önermenin de söylediği budur. Eğer onlar duygulanışlarının farklılığı yüzünden birbirlerinden seçik iseler, bir cevher (önerme 1) tabiatça duygulanışlarından önce geldiği için, yani (tanım 3 ve aksiyom 6), hakikatte, o başkasından seçik diye tasarlanamayacaktır, başka deyişle orada birçok cevher değil yalnız bir cevher olacaktır.

Önerme VI

Bir cevher başka bir cevher tarafından meydana getirilemez.

Kanıtlama

Beşinci önermeye göre, tabiatta aynı sıfatı olan iki cevher olamaz, yani, ikinci önermeye göre farklı sıfatları olan iki cevherin arasında hiçbir ortaklık yoktur. Üçüncü önermeye göre, iki şey arasında hiçbir ortaklık olmadığı zaman, onlardan biri ötekinin nedeni olamaz, başka deyişle biri öteki ile meydana getirilemez.

Önermenin sonucu

Buradan şu sonuç çıkar ki, bir cevher başka bir cevher tarafından meydana getirilemez. Çünkü tabiatta cevherler ve duygulanışlardan başka hiçbir şey yoktur. Gerçekten, bir şey başka bir şeyin nedeni olabilmesi için, bu iki şeyin aralarında ortak bir şeyin olması gerekir (önerme 3). Halbuki iki şeyin aynı tabiatı ve sıfatları olmadıkça aralarında ortaklık yoktur. Eğer onların aynı tabiatı ve aynı sıfatları varsa, artık birbirlerinden ayrı olmayacaklar ve bunun sonucu olarak onlar tek ve aynı şeyi teşkil edeceklerdir ve yine bunun sonucu olarak, biri öteki tarafından meydana getirilen iki cevher olmayacaklardır.

Başka kanıtlama

Bu önerme, çelişiğinin saçmalığıyla daha kolay kanıtlanır. Eser için var olan bilgi neden için var olan bilgiye bağlıdır ve bu onu zorunlu olarak gerektirir (tanım 3). Cevher, kendi başına var olan ve kendi kendisiyle tasarlanan, yani var olabilen herhangi bir şeye dair başka hiçbir fikrin yardımı olmadan hakkında fikrimiz olan şeydir. Bundan şu sonuç çıkar ki, bir cevherin başka bir cevheri meydana getirebildiğini varsaymak çelişiktir, çünkü bu iki cevherden biri ötekinin eseri olunca ancak nedenin kavramı veya bilgisi aracılığı ile tasarlanabilecek ve bundan dolayı da asla cevher olmayacaktır.

Önerme VII

Var olmak bir cevherin tabiatı gereğidir.

Kanıtlama

Bir cevher başka bir şeyle meydana getirilemez (önceki önermenin önerme sonucu); öyle ise o kendi kendisinin nedeni olacaktır (tanım 1), yani, onun özü zorunlu olarak varlığı kuşatır, başka deyişle, var olmak onun tabiatındandır.

Önerme VIII

Her cevher zorunlu olarak sonsuzdur.

Kanıtlama

Beşinci önermeye göre aynı sıfatı ya da aynı tabiatı olan ancak tek bir cevher olabilir. Yedinci önermeye göre, cevherin tabiatı zorunlu olarak varlığı gerektirir, öyle ise tabiatı gereğince cevher ya sonlu bir şey olarak, ya sonsuz bir şey olarak vardır. Fakat bu sonlu bir şey olamaz; zira (tanım 2) kendisi de zorunlu olarak var olması gereken (önerme 7) aynı tabiatta başka bir cevherle sınırlandırılmış olmalıdır; o zaman aynı sıfatı olan iki cevher olacaktır ki, bu da beşinci önermeye göre saçmadır; öyle ise o sonsuz olarak vardır.

Scolie I

Sonlu bir varlığın, gerçekte, bir kısım olumsuzluğu ve sonsuz varlığın da mutlak olumluluğu olduğu için, bundan açıkça şu sonuç çıkar ki, yedinci önerme gereğince, cevherin tabiatı varlığı gerektirir ve cevher zorunlu olarak sonsuzdur; zira özden var olan bir şeyin varoluşunu olumsuzlayacak hiçbir şey bulunamaz.


Scolie II

Hiç şüphe etmem ki şeyler üzerinde bütün bulanık olarak hüküm yürütenlerle onları ilk nedenleriyle tanımaya alışmamış olanlar için, varolu­şun, cevherin tabiatının sonucu olduğunu söylemekten başka bir şey olmayan yedinci önermenin kanıtlanmasını tasarlamak müşkül olacaktır. Bunun sebebi şudur ki, bu türlü kimseler cevherin değişiklikleriyle asıl cevherleri asla ayıramazlar ve zaten şeylerin nasıl meydana geldiğini bilmezler. Bundan dolayı, tabii şeylerin ilkesi diye gördüklerini cevherlerin ilkesi saydıkları olmuştur: vakaa, şeylerin hakiki nedenlerini bilmeyenler, her şeyi birbirine karıştırırlar; zekâlarının hiçbir itirazına uğramadan, ağaçları nasıl yapıyorlarsa konuşan insanları da öylece yapmaya kalkarlar; insanların hayat sıvısından (liqueur séminale) olduğu kadar, taştan da doğacağını ve herhangi bir şeklin aynı suretle herhangi başka bir şekle değişebileceğini kabul ederler. Nitekim ayniyle, Tanrının tabiatını insan tabiatı ile karıştıranların hepsi, kolaylıkla Tanrıda sırf insan duygulanışlarını varsayarlar ve bu hele duygulanışların ruhumuzda nasıl meydana geldiğini bilmedikleri zaman olur. Fakat eğer insanlar cevherin tabiatına dikkat etselerdi, yalnızca yedinci önermenin gösterdiği gibi, cevherin tabiatı zorunlu olarak varlığı gerektirdiğinden şüphe etmemekle kalmazlar, aynı zamanda bu önerme hepsi için bir aksiyom teşkil eder ve en ortak kavramlar arasına konmuş olurdu: zira, cevher deyince, kendi başına var olan ve kendi kendisiyle tasarlanan şeyi anlayacaklardı ve değişiklik deyince de başka biriyle var olan (quod, in alio est) ve ancak başka birini tasarlayarak tasarlanan şeyi anlayacaklardı. Bunun için, şimdi var olmayan değişikliklerin hakiki fikirlerine sahip olabiliriz; çünkü, fiilde, zihnimiz dışında var olmasalar bile (actu), özleri kendilerini tasarlamaya imkân veren başka bir şeyde ondan daha az dahil değildirler. Fakat cevherler hakikatte ancak zihnimiz dışında kendi kendilerine ve başka bir şeyi tasarlamaya ihtiyaç olmaksızın vardırlar. Eğer birisi cevhere dair açık ve seçik, yani doğru bir fikri olduğunu ve bununla birlikte bu cevherin var olduğundan şüphe ettiğini söylemiş olsa, bu tıpkı doğru bir fikri olduğunu, bununla birlikte onun yanlış olmadığını bilmediğini söylemek gibidir; ya da bir cevherin yaratılmış olduğunu, yani yanlış bir fikrin doğru olduğunu söylemektir ki bu da açıktan açığa saçmadır; öyle ise, cevherlerin varlığının, tıpkı özü gibi ezeli (başsız ve sonsuz) bir hakikat olduğunu olumlamak gerekir; bundan yeni bir tarzda şu sonuç çıkar ki, burada göstermek zahmetine değdiğini zannettiğim gibi, aynı tabiatta tek bir cevher vardır. Bunu sıra ile yapmak için şunu tespit ediyorum ki: 

1. Her şeyin hakiki tanımı, tanımlanan şeyin tabiatından başka bir şeyi kuşatmaz ve ifade etmez; hemen bundan sonra şu sonuç çıkar ki:

2. Hiçbir tanım belirli sayıda ferdi kuşatmaz ve ifade etmez, çünkü o tanımlanan şeyin tabiatından başka hiçbir şeyi ifade etmez. Diyelim ki, bir üçgenin tanımı ancak üçgenin basit tabiatını ifade eder, yoksa kesin sayıda üçgenleri ifade etmez.

3. Her ne olursa olsun, kendi varoluşunun bir nedeni bulunmayan şey var değildir.

4. En sonra, bu bir şeyin varoluşunun nedeni bu şeyin tabiatında ve tanımında vardır (yani var olmak onun tabiatına ait olmak üzere) veya bulunmalıdır veya bu neden bu şeyin dışında bulunmalıdır.

Bu tespit ettiklerimizden şu sonuç çıkar ki, eğer tabiatta belirli sayıda fertler varsa, zorunlu olarak bu sayıdan ne fazla ne eksik olan fertleri meydana getiren bir neden bulunmalıdır. Diyelim ki tabiatta 20 adam varsa, tam açıklık vermek için, onların hepsini aynı zamanda ve hiçbiri ötekinden önce gelmemek var sayarım; bu 20 sayıda adamın varlığını göz önüne almak için genel olarak adamların varlık nedenini göstermek yetemeyecektir. Fakat bundan başka, onların 20’den ne fazla ne eksik olmalarının hangi nedenden ileri geldiğim göstermek gerekecektir. Çünkü, onlardan her birinin zorunlu olarak bir varoluş nedeni olmalıdır. (Gözlem 3)

Fakat bu neden Gözlem 2 ve 3’e göre asıl insan tabiatının içinde bulunamaz, çünkü insanın doğru tanımı asla 20 sayısını kuşatmaz. Böylece (Gözlem 4), onlardan her birini var kılan neden, zorunlu olarak onlardan her birinin dışında bulunmalıdır ve bu sebeple mutlak surette şu sonucu çıkarmalıdır ki tabiatında birçok fertler bulunabilen her şey zorunlu olarak kendi dışında bu fertlerin bir varoluş nedenine sahip olmalıdır ve madem ki cevherin tabiatı varlığı gerektiriyor, cevherin tanımı da zorunlu bir varlığı kuşatmalıdır ve bunun sonucu olarak da yalnızca cevherin tanımından onun varlığı çıkarılmalıdır; fakat cevherin tanımından 2 ve 3’üncü gözlemlerde gösterdiğim gibi, birçok cevherlerin varlığı çıkamaz; öyle ise bu tanıma göre, zorunlu olarak aynı tabiatta yalnız bir cevherin var olması gerekir.

Önerme IX

Bir şeyin ne kadar varlığı veya gerçekliği varsa, onun o kadar sıfatı vardır.

Kanıtlama

Dördüncü tanıma göre, sıfat cevherde onun özünü yani varlığını meydana getiriyor diye tasarladığımız şeydir. Bundan şu sonuç çıkar ki, daha çok varlığı ve gerçekliği olmak daha çok sıfatları olmak demektir.


Spinoza / Etika